10 Ekim 2008 Cuma

BEN RAHMET PEYGAMBERİYİM, BEN SAVAŞ PEYGAMBERİYİM" Hadis-i Şerif

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com::Hz. Peygamber’in gerek Mekke’de gerekse Medine’de gayrimüslimlere yönelik tavır ve tutumları açısından dikkati çeken pek çok özellik vardır. Rasulullah, gayrimüslimlere yönelik tavırlarında hiçbir zaman herkesi aynı kefeye koyan toptancı bir tavır takınmamış, insanlar arasındaki farklılıklara dikkat etmiştir. Onun Mekke döneminde müşriklerin baskılarından bunalan bir kısım müslümanı Habeşistan’da adaletiyle tanınan Hıristiyan hükümdarın ülkesine göndermesi ve “… Orası hakikaten bir doğruluk yurdudur. Allah sizi içinizde bulunduğunuz durumdan kurtarıncaya kadar orada kalın” demesi dikkat çekicidir. Diğer taraftan gayrimüslimlerden gerek müşriklerin gerekse ehli kitabın zaman zaman Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı şiddet politikaları izledikleri, nefret ve düşmanlık gösterdikleri ya da kıskançlık ve hasetle davrandıkları bilinmektedir. Gayrimüslimlerin, özellikle de ehli kitabı oluşturan yahudilerle hıristiyanların müslümanlara yönelik tutum ve tavırlarını Kur’an çok çarpıcı şekilde ele alır. Hz. Peygamber’in ve müslümanların onlara yönelik takınmaları gereken tavır konusunda Mekke'de nazil olan âyetlerde (örneğin Ankebut 46-47) Ehli Kitab'a karşı nazik olunması ve onlarla diyalogda bazı ortak noktaların vurgulanması istenir.1 Peygamber'e indirilen kitaba (vahye), Arap politeistlerden bir kısmının yanı sıra Ehli Kitab'ın da inandıkları vurgulanır. Yine bu döneme ilişkin bazı ifadelerde (Nahl 43, Enbiyâ 7), önceden kendisine vahyedilen kimseler (erkekler) hususundaki herhangi bir şüpheyi izale konusunda Ehli Kitab'a (Ehli Zikr) müracaat edilmesi istenir. Mekke dönemine ait bütün bu ifadeler dikkate alındığında, Mekke döneminde vahiy geleneğine sahip olan Ehli Kitab'ın Hz. Muhammed (sav)'e indirilen kitabı kabul edeceklerine dair güçlü bir beklentinin olduğu ortadadır.

Mekke döneminde söz konusu olan bu beklenti, müslümanların Medine'ye hicretleri sonrası da bir müddet sürer. Nitekim Hz. Muhammed (sav)'in, Hicret sonrası Medine'de yaptığı ilk faaliyetlerden birisi olan ve Medine'de yaşayan farklı grupların bir arada birbirlerinin varlığına ve inancına saygı göstererek yaşamlarını sürdürmelerini garanti altına alan Medine Antlaşması (Medine Vesikası), Medine'de yaşayan Yahudileri ve onlarla antlaşmalı olanları da kapsar.2 Bu antlaşmanın 16. maddesinde, antlaşma yoluyla Müslümanlara tabi olan Yahudilerin, "zulme uğramaksızın ve düşmanlarına yardım edilmeksizin" yaşamlarını sürdürecekleri garanti altına alınır. Antlaşmanın 18, 24, 37 ve 45. maddelerinde antlaşmaya taraf olanların ortak savunma ve ortak harcama konusundaki yükümlülükleri belirtilir; 23, 36 ve 42. maddelerde ise antlaşma metni konusunda yetkili merciinin ve her türlü ihtilafta başvuru makamının Hz. Muhammed (sav) olduğu vurgulanır. Ancak yapılan bu antlaşma fazla uzun ömürlü olmaz ve antlaşmaya taraf olan Yahudi kabileleri teker teker antlaşmayı ihlal etmeği yeğlerler.3

Mekke'de müslümanlara karşı Arap politeistlerce temsil edilen güçlü muhalefet, böylelikle Medine'de Ehli Kitap'tan yahudileri de kapsamına alır ve yahudilerin büyük çoğunluğu Hz. Muhammed (sav)'in tebliğ ettiği vahyi kabule yanaşmadıkları gibi, her fırsatta Arap politeistleriyle işbirliği yapmaktan ve Müslümanlara karşı planlar hazırlamaktan kaçınmazlar.

Kur'an, öteden beri Ehli Kitab'ın aşırılıklar ve aralarındaki kıskançlık nedeniyle gerçek konusunda kendi aralarında ayrılığa düştüklerinden bahseder ve bunun üzerine Allah'ın inananları, onların ayrılığa düştükleri gerçeğe ilettiğini belirtir (Bakara 213, Ali İmran 19). Yine Kur'an, Hz. Muhammed (sav)'in gizledikleri şeyleri (hakkı) açıklamak üzere kendilerine geldiğini, onlara Allah'tan bir nur ve açık bir kitap getirdiğini vurgular ve onları aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırır (Ali İmran 23, Maide 15, 18). Ehli Kitab'ı, "yalnız Allah'a ibadet etme, O'na hiçbir şeyi ortak koşmama ve ondan başka ilahlar edinmeme" şeklindeki ortak bir doktrini (Tevhidi) kabul etmeye davet eder (Al-i İmran 64). Ancak Ehli Kitap, bu çağrıya genellikle olumsuz cevap verir; temelde kıskançlık ve çekememezlik nedeniyle İslam’a karşı çıkar ve müslümanları ayartmaya çalışır (Bakara 105, 109, Maide 59). Kur'an, aslında onların Kur'an'ın gerçekten Allah katından indirildiğini bildiklerini (En'am 114) ve onu oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarını (En'am 20); ama buna rağmen gerçeği bile bile gizlediklerini (Bakara 146) ifade eder. Bununla da kalmayan Ehli Kitap mensupları (yahudiler ve hıristiyanlar), kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını (Maide 18), dolayısıyla yalnızca kendilerinin (Yahudi ve Hıristiyan olanların) cennete girebileceklerini (Bakara 111), bu durumda hidayete ulaşabilmek için Yahudi ya da Hıristiyan olmanın gerektiğini (Bakara 135) ileri sürerler. Hatta bu konuda kendi aralarında da öteden beri var olan bir tartışmayı yürüterek, yahudiler, hıristiyanların hiçbir temel üzerinde olmadıklarını, hıristiyanlar ise yahudilerin hiçbir temel üzerinde olmadıklarını (Bakara 113) belirtirler. Yine onlar, her birisi İbrahim'in kendilerinden olduğunu iddia ederek, aralarında İbrahim hakkında da tartışırlar (Al-i İmran 65-66). Kur’an onların bu iddiaları karşısında Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni (Kur'an'ı) uygulamadıkça onların hiçbir geçerli temel, hiçbir esas üzerinde olmadıklarını (Maide 68) belirtir.

Gayrimüslimlerden bazıları Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı olan bu tutumları nedeniyle Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı hemen her fırsatta çeşitli argümanlar geliştirmekten hatta bazı kelime oyunları yaparak onlara hakaret etmekten geri durmamışlardır. Örneğin müslümanlarla karşılaştıklarında bazen kelimeleri ağızlarında geveleyerek selamun aleyküm (size selam/esenlik olsun) yerine samun aleyküm (size ateş/azap olsun) demişlerdir. Buna karşılık Hz. Peygamber müslümanlara onlarla karşılaştıklarında “ve aleyküm” demelerini tavsiye etmiştir (Bkn. Buhârî, Selam 7, İsti’zân 22, Mürteddîn 4).

Doğal olarak zaman zaman müslümanlarla gayrimüslimler arasında bazı çatışmalar çıkmıştır. Bu çatışmaların kavgaya ve savaşa dönüştüğü durumlarda bile her zaman masumların korunmasına riayet edilmesini istemiş, örneğin savaşa karışmayanların, yaşlıların, kadınların, çocukların, evlerine ve mabetlerine kapanmış olanların zarar görmemesini sağlamıştır.

İnsanî ilişkiler açısından gayrimüslimlerle bir arada onların temel hak ve hukuklarını gözeterek yaşama yanında, Hz. Peygamber kültür ve gelenek açısından onlardan farklı olmaya da hep özen göstermiştir. Giyim kuşamdan saç-sakal şekline ve adetlere kadar her alanda müslümanların gayrimüslimlere benzememeye özen göstermelerine dikkat çekmiştir. Birçok sözünde bununla ilgili olarak müslümanlara uyarılarda bulunmuştur. Örneğin "Yahudi ve Hıristiyanlar saçlarını hiç boyamazlar. Siz onlar gibi yapmayın. " (Buhârî, Enbiyâ 50, Libâs 67) demiştir. Yine O, namaza nasıl çağrılacağı konusunda önerilen boru öttürme ve çan çalma tekliflerini yahudilere ve hıristiyanlara benzeşileceği gerekçesiyle hoş karşılamamıştır.

Emanet Ehli Olmak


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.comBir hadisinde "emaneti olmayanın imanı olmaz" buyuran1 Hz. Peygamber (sav), inanan insanın en önemli vasıflarından birisi olarak emanet ehli olmasına dikkat çeker. Peki, nedir emanet ehli olmak? Emanet terimi Kur'ân'da genellikle kulluk görevi, ilahî sorumluluk ve vahiyle belirlenen yükümlülük anlamlarına kullanılır. "Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir. Bunun sonucu olarak Allah, münafık erkekler ve münafık kadınları, müşrik erkekler ve müşrik kadınları azaplandıracak; mümin erkekler ve mümin kadınların da tövbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." 2 Burada söz konusu olan emanetle vahyin, teklifle yükümlülüğün, Allah'ın emrine itaatin ve insana özgü halifelik niteliğinin düşünülmesi mümkünse de bununla insanın ilahî sorumluluğu olan yalnızca Allah'a kulluk görevinin vurgulandığı açıktır. Nitekim sınırları vahiyle çizilen ve insanın uymakla yükümlü olduğu bu ilahî sorumluluk görevine İslam Hukukunda "teklif" ya da "teklifle yükümlü olmak" da denilir. Kur'ân'ın diğer bazı âyetlerinde de emanet terimi aynı şekilde kulluk görevi anlamına kullanılmaktadır. Örneğin Müminun (23) 8'de geçen "onlar (müminler) emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler" ifadesiyle, Mearic (70) 32-34'de yer alan "emanetlerini ve sözlerini yerine getirenler, şahitliklerini gereği gibi yapanlar, namazlarına riayet edenler, işte onlar cennetlerde ikram olunacak kimselerdir" ifadesinde zikredilen emanet kavramı da genel anlamda insanın yükümlü olduğu ilahî sorumluluğa ve insanın yalnız Allah'a kulluk etmesi yükümlülüğüne işaret etmektedir.

Kur'ân'da emanet terimi genel anlamda kulluk vazifesini ve ilahî yükümlülüğü ifade etmekle birlikte bazen özel anlamda bir kişiye itimat edilerek onun yanına bırakılan başkalarına ait malları ya da insanların üstlenecekleri görev ve makamı ifade eden tarzda da kullanılır.

Emin olmak, eminlik veya emanet müminin karakteristik özelliklerinden birisidir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber'e verilen lakaplardan birisi el-emin'dir. O, henüz nübüvvetle görevlendirilmeden önce bile güvenilirliği, hakka bağlılığı ve adalet ve hakkaniyeti ile meşhur olmuş ve Mekkeliler O'nu Muhammedu'l-Emin olarak adlandırmışlardır. Hatta nübüvvetin Mekke döneminde inanç ve düşünce olarak kendisine karşı olmakla birlikte O'na duyulan güvenden dolayı pek çok müşriğin kendisine çeşitli eşyaları emanet olarak bıraktıkları göz önünde bulundurulduğunda insanların O'na duydukları güven ve itimat duygularının boyutları daha iyi anlaşılacaktır. Ancak müminin eminliği ya da emanet niteliği sadece diğer insanlar için güvenilir olmakla sınırlı değildir. Bu nitelik insanlar için güvenilir olmayı da içeren bir nizama itaati, onun bir parçası olmayı ifade eder. Müminin eminliği hayatının her safhasına hakim olur ve her hareketinde mevcuttur. Bu vasıf diğer insanlarla olan ilişkileri kadar, kişinin kendisi ile olan ilişkilerini, çevreyle olan ilişkilerini ve hepsinden de önemlisi kişinin kendisi de dahil bütün âlemlerin Rabbi ve İlahı olan yüce yaratıcıyla olan ilişkilerini disiplin altına alır.

Emanet vasfı bir müminin hayatının her safhasında gerçekleşir. Bu niteliğiyle mümin her şeyi yerli yerine koyar ve hayata bir bütün olarak sünnetullah gözlüğüyle bakar. Sünnetullah, insanın da dahil olduğu kainatta Allah'ın koymuş olduğu ilahî yasaya ya da nizama verilen addır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar bu nizama tam bir uyum içerisindedir. Bu nizamı koyan yüce varlığa yani Allah'a tam bir itaat içerisinde varlıklarını devam ettirirler. Ancak ilahî sorumluluğa muhatap olan ve buna bağlı olarak ceza ve mükafat sistemi içerisinde yer alan insan ise kendisinin dışındaki diğer varlıklara has olan kayıtsız şartsız mutlak itaat özelliğinin dışında kişisel irade özelliğiyle karakterize edilmiştir. Bu doğrultuda insana iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış ve yapılması ve yapılmaması gereken şeyler öğretilmiş, bütün bunlar tekrar tekrar hatırlatılmış ve yaptığı her hareketinden sorumlu olduğu bildirilmiştir. İşte inanan ve teslim olan insanı inanmayan isyankâr insandan ayıran bir özellik olarak emanet vasfı müminin hayatını ilahî irade doğrultusunda gerektiği gibi yaşamasını ifade etmektedir.

Bir müminin hayatında emanet vasfı her şeyden önce onun hukukullahı yani Allah'ın haklarını gözetmesiyle gerçekleşir. Hukukullahın gözetilmesi Allah'ın koymuş olduğu sınırlara (hadlere) riayet etmek ve bu sınırlar doğrultusunda hayatı devam ettirmektir. Hududullah yani Allah'ın koymuş olduğu sınırlar öncelikle kişinin kendi kendisiyle olan ilişkilerini bir düzene sokar. Kişinin duygu ve düşüncelerinin, zihninin ve her türlü istek ve arzularının yüce yaratıcının iradesi doğrultusunda şekillenmesini sağlar. Bu vesileyle inanan kişi başıboşluğun yerine Allah'ın iradesine teslimiyeti, egoizm ve menfaatçiliğin yerine Allah yolunda infak ve cömertliği, hırs ve tamah yerine hamd ve şükrü, statükoculuk ve çıkarcılık yerine hakta sabır ve sebatı, fuhuş yerine iffeti ve kibir ve riya yerine takva ve tevazuyu tercih eder. Hududullah kişinin diğer insanlarla olan ilişkilerini de düzenler. İnsanlar arası ilişkilerde adalet, doğruluk, dürüstlük, karşılıklı güven ve sadakat ilkelerini yerleştirir. Kişinin sevdiğini Allah için sevmesi ve nefret ettiğinden de Allah için nefret etmesi prensibini ön plana çıkarır. Böylelikle diğer insanlara yaklaşırken müminin tek ölçüsü emri bil maruf ve'n-nehyi anil münker, yani "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak" prensibidir. Allah'ın koymuş olduğu sınırlar son olarak kişinin içinde yaşadığı doğal çevre ile olan ilişkilerini de düzenler ve disiplinize eder. Mümin, çevresini tahrip eden, bozan ve yıkan bir kişi değildir. O, çevreyi ıslah eden, çevreyle uyum içerisinde hayatını devam ettiren ve çevreyi koruyan bir varlık olma zorundadır. İnanmayan insanın geçici bir takım menfaatler, çıkarlar, arzu ve istekler uğruna çevreyi tahrip etmesi, yıkması ve yok etmesine karşılık, inanan insan -kendisi gibi- Allah'ın kudret, irade ve ilminin eseri olan kainatın bir parçası olan tabii çevreyi korur; tıpkı bir saatin uyum içerisinde işleyen bir dişlisi gibi çevreyle uyum içerisinde varlığını devam ettirir.

Böylelikle mümin, hayatı ilahî iradeye inanç ve teslimiyet şeklinde algılar. İman, bir kişinin Allah'ın kendisini yükümlü kıldığı ilahî sorumluluğu, emaneti, yani her türlü şirk ve inkardan uzak olarak yalnız Allah'a kulluk görevini kabul ettiğini ikrar etmesidir. Teslimiyet ise kabul ettiğini ifade ettiği yalnız Allah'a kulluğun gereklerini yerine getirmesidir.