21 Mayıs 2015 Perşembe

Ayağımıza Serilen Servet: Toprak

Allah'ın istifademize sunduğu nimetlerin çoğu üzerinde pek düşünmüyoruz. Bilhassa ayağımızın altına serilen toprak, kıymetini en az takdir ettiğimiz nimetlerden biridir. Çünkü toprağın çok basit, sıradan bir madde yığını olduğunu düşünüyoruz. Dünyamızda bolca toprak bulunduğu için kıymetini fark edemiyoruz. Halbuki toprak, dünya dışındaki gezegenlerde bol bulunan bir madde değildir. Dünyamızı saran toprak tabakasının özellikleri, yeryüzünde hayatın var olabilmesi için verilmiş büyük bir nimet ve adeta Allah'ın bir mucizesidir. Toprak, canlıların hayatını sağlayan ekosistemin temelidir. Çünkü toprak, ya canlıları doğrudan besleyen veya canlıların beslendiği bitki ve organizmaların yetiştiği kaynaktır. Toprak, yer kabuğunu oluşturan kayaların yüzyıllar boyunca ufalanması, su ve hava hareketlerinin etkisiyle çözünüp taşınmasıyla ortaya çıkmıştır. Toprak bir karışımdır. Toprağın katı kısmını; çakıl, kum, kil, mil ve tuzlar oluşturur. Bu katı maddelerin arasında kalan boşluklara da su ve hava yerleşir. Toprağın tanecikli ve aralarında hava ve boşlukları bulunduran bir yapıda olması, canlıların hayatı için çok önemlidir. Çünkü yeryüzündeki hayat, yeşil yapraklı bitkilerin sağladığı enerji sayesinde ortaya çıkmaktadır. Dünyada doğrudan insanların gıdasını oluşturan üç bin bitki türünün tarımı yapılmaktadır. Dünya nüfusunun gıda ihtiyaçlarının yüzde doksanı tahıl, bakliyat, sebze, meyve gibi bitki kaynaklarından sağlanmaktadır. Et, süt, yumurta, yağ gibi hayvani besin maddelerinin elde edilebilmesi için ise yem bitkilerine ihtiyaç vardır. Bu sebeple insanların gıda ihtiyaçlarının başlıca kaynağı topraktır. Renk Renk Topraklar Bitkilerin toprakta beslenebilmesi için ise suyun toprakta yayılıp, bitki için gerekli mineralleri çözerek bitki köklerine taşıyabilmesi çok önemlidir. Bunun için toprak alüvyonlardan yana zengin olması gerekir. Alüvyonlu topraklar, ufalanan kayaların eğimli sahalardan akarsu, rüzgâr gibi kuvvetlerin etkisiyle taşınıp, eğimin azaldığı yerlerde birikmesiyle oluşur. Mineral bakımından zengin bu topraklar, geniş tabanlı vadilerde, deltalarda ve ova tabanlarında yaygın olarak bulunurlar. Bu ovalar insanoğlunun beslenmesi için Allah'ın ihsan ettiği hazineler yerindedir. Ziraata elverişli olan bu ovalar asla inşaat için heba edilmemelidir. Topraklar suyu tutma bakımından birkaç türe ayrılır. Kumlu topraklar suyu hemen alt tabakaya geçirir. Killi topraklar sıkışıktır, suyu yüzeyde tutar. Kumlu, killi, kireçli ve humuslu toprakları renklerinden ayırt edebiliriz. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede toprağın bizim ihtiyaçlarımıza uygun olarak renk renk oluşuna dikkat çekiyor: “Allah'ın gökten su indirdiğini görmüyor musun? O su aracılığı ile türlü türlü renkte meyveler yetiştirdik. Dağlarda beyaz, kırmızı, koyu siyah değişik renklerde yollar, patikalar açtık.” (Fatır, 27) Toprağın verimliliğini sağlayan ve humusça zengin olan toprağın 10 cm'lik üst tabakasıdır. Kum ve kilin dengede olduğu, tanecikli yapıda ve bol humus içeren topraklar tarıma en elverişli topraklardır. Kökler, mantarlar ve bakteriler, toprağı ekmek ufağı gibi küçücük parçalardan oluşan topaklara dönüştürürler. Toprak topaklardan oluşması, topraktaki organik maddeyi korur, toprak organizmaları için yaşam alanı sağlar, su ve hava için kanallar oluşturur. Toprak canlılar için bir malzeme deposu gibidir. Canlıların atıkları toprakta çürütülüp, minerallere ayrılarak yeniden bitkiler için gıda haline getirilir. Toprağın içinde önemli miktarda canlı ve canlı artıkları da bulunur. Humus, çürümüş bitki kökleri ve canlı atıklarından meydana gelen organik kalıntıdır. Humsun topraktaki oranı yükseldikçe toprak bereketli ve tarıma elverişli hale gelir. Toprağın Bağrındaki Hazineler İnsanoğlunun gıda dışında da birçok ihtiyacı vardır. Barınaklar, eşyalar, araç gereçler gibi… Allah-u Zülcelal insanoğlunun ihtiyaç duyacağı her türlü maddeyi toprağın bağrında hazırlamıştır. Mesela madenler toprağın içinde "maden damarları" ve " maden yatakları" olarak bulunmayıp tamamen ufalanmış ve dağılmış olarak bulunsaydı onu elde etmemiz çok güç olurdu. Allah-u Zülcelal maden damar ve yatakları, toprağın içinde filizler ve damarlar halinde yaratarak bize büyük bir lütufta bulunmuştur. Toprağın derinliklerinden sadece madenler çıkmaz; inşaatlar için kullandığımız kum ve kil gibi maddeler de yine kum ocakları halinde çıkarılıp işlenmesi kolay bir şekilde bulunur. Ayrıca kimyevi maddelerin terkibinde kullanılan bor minerali gibi birçok zenginli kaynağımız da yine toprakta gizlenmiştir. Elbette yerkabuğundan çıkardığımız maddeler içinde petrol, kömür, doğalgaz gibi enerji kaynakları da önemli birer hazinedir. Fosil yakıtlar dediğimiz bu enerji kaynakları, hayvan ve bitki atıklarının yer katmanları arasında sıkışmasıyla milyonlarca yıllık bir sürede yaratılmıştır. Bunlar deniz veya karaların altındaki boşluklarda, maden yatakları gibi kaynaklar halinde bulunur. Allah-u Zülcelâl yeryüzü halkı çoğaldıkça artan enerji ihtiyacı için yerin katmanları arasında bu fosil yakıtları milyonlarca yıl önce hazırlamıştır. Bugün bu enerjiler olmadan hayatımızı sürdürmemiz imkânsız hale gelmiştir. Elbette Allah'ın emrimize musahhar kıldığı bu nimetleri sorumlulukla kullanmamız, israf etmememiz gerekir. Çünkü bu nimetleri israf ettikçe kaynaklar hızla tükenmekte ve çevre kirliliği meydana gelmektedir. Allah'ın verdiği bu nimetler bize emanettir. Onlarda gelecek nesillerin de hakkı vardır.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Allah'a Gönülden Boyun Eğelim

Allah-u Zülcelâl, kullarına karşı kıyamet gününde nasıl muamele edeceğini, Rablerine gönülden bağlananlara nasıl mükâfat vereceğini bize bir ayet-i kerimede şöyle beyan etmiştir: “İman edip, salih ameller işleyen ve Rablerine (ihbat edip) gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Hud; 23) Yani o kullar ki, Allah-u Zülcelâl’in zatına taliptirler; Allah-u Zülcelâl onların yanında her şeyden daha mühimdir. Bu ayet-i kerimede iman edenler ve amel-i salih işleyenler ve “Rablerine ihbat edenler” buyruluyor. İhbat etmek, kalbi tatmin olmuş şekilde Allah'a gönülden bağlananlar demektir. Böyle kullar, cennetin nimetlerine ermek için veya cehennemin azabından muhafaza olmak için değil, sadece Allah’ın zatına karşı rağbet ederek Allah'a kulluk ederler. İnsan böyle yalnız Allah'ın rızasına talip olursa o zaman her şey onundur. Allah-u Zülcelâl onu cehennemden muhafaza eder, cenneti de ona nimet olarak verir. İnşallah Allah o iman edenlere ne istiyorsa verecektir. Allah-u Zülcelâl, nefsi mutmain olmuş, gönülden boyun eğmiş kullarımı müjdele buyuruyor: “Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a gönülden boyun eğenleri (Muhbitleri, ihbat edenleri) müjdele.” (Hac, 34) İnsan Ne Kadar Hırslıdır İnsan bu dünyada ne kadar yaşamışsa o derecede kabre yaklaşmış oluyor. Fakat tabiatı gereği ne kadar yaşlanırsa, hırsı ve tamahı da o kadar fazla oluyor. Hz. Enes radıyallâhu anhu anlatıyor: "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İnsan yaşlandıkça, iki şeyi gençleşir: “Mala karşı hırsı ve yaşamaya karşı hırsı." (Buharî, Rikâk 5; Müslim, Zekât 115,) Hâlbuki insan saat saat, dakika dakika, her gün kabrine doğru biraz daha yaklaşıyor. Bazı insanlar o kadar kabirlerine yaklaşmışlar ki kefenlerini dahi hazırlamışlar. Buna rağmen: “Ben ilerde şöyle şöyle yapacağım” diyerek dünyaya dalmaktalar. Bu ne kadar hatalı bir davranıştır. Lain şeytan bizim düşmanımızdır, devamlı olarak bizi Allah’ın rızasından alıkoymak için çalışıyor. Bakın şeytan: “Kul kırk yaşına yaklaştığı zaman onun hayrı şerrinden daha fazla değilse yani sevabı günahlarından fazla değilse, onun iki gözünün arasını öperim ve “Bu yüze canım feda olsun! Bu artık iflah olmaz!”derim.”diyor. Kırk sene yaşamış bir kişinin hayrı şerrinden fazla değilse ve hala günah işlemeye devam ediyorsa; o zaman şeytan o kişinin alnından öpüyor, “Benim canım sana feda olsun. Bu kişi benimle beraber cehenneme girecek.” diyor. Hemen hemen hepimiz kırk yaşına yaklaşmışız. Kırk yaşına geldiğimiz zaman sevaplarımızın günahlarımızdan fazla olması gereklidir. Önceden işlediğimiz günahlarımızdan da tövbe etmeliyiz. Ondan sonra yaşadığımız her gün ise sevaplarımız günahlarımızdan fazla olması için çalışmalıyız. Ta ki kıyamet gününde, inşallah, sevaplarımız günahlarımızdan fazla olsun. Bir zerre miktarı, sevaplar günahlardan fazla olursa cennete gireceğiz, inşallah. Bir hata yapıp da nefsimize mağlup olduğumuz zaman, hemen tövbeye koşalım. Allah-u Zülcelâl’in merhametinin kapısı olan tövbe kapısını kapatmadığı için bizim daima o kapıda durarak Allah’a yalvarmamız gerekiyor. Tövbe etmek niyetiyle, Allah’ın o merhamet kapısına gittiğimiz zaman, Şeytan “Bu yüze canım feda olsun. Bu artık iflah olmaz.” demek yerine, başına kül atıyor ve “Eyvah! Yazıklar olsun bana! Bu kadar emek sarf ettim, günah yaptırdım, sonra bütün o günahları Allah affetti ve sevaba çevirdi.” diyerek kendi kendine kahroluyor. Bu sebeple insanın kurtuluşu tövbedir. Allah-u Zülcelâl’in kahır ve azap kapısı olduğu gibi lütuf, merhamet ve şefkat kapısı da vardır. Hangisini istersen o kapıyı çalabilirsin. Allah’ın sana rahmet etmesini istiyorsan merhamet kapısını çal, şefkat kapısını çal. Eğer günah kapısını çalarsan o zaman kendini Allah’ın azabına müstehak edeceksin. Bu noktada Allah insanı serbest bırakmıştır. Yani cüz-i ihtiyar ile seçebileceği her iki kapı da insanın önündedir. Günaha, gaflete yönelmek, kahır kapısını çalmaktır. Tevbe edip, ilim ve salih amel yapmak ise merhamet kapısını çalmaktır. Nasıl ki bu dünyada başımız sıkışınca, bir insan başka bir insandan dahi merhamet istiyor; “Kardeşim bana zulmetme, bana hakaret etme, bana yardım et.” diyor. Hâlbuki o da senin gibi zayıf bir kuldur. Ama ondan merhamet istiyor. Fakat Allah öyle kudret ve azamet sahibidir ki, Neuzubillah, insan onun azap kapısını çalarsa sonunda kendini helak eder. Onun için elimizden geldiği kadar daima Allah-u Zülcelâl’in lütuf, merhamet, şefkat kapısını çalalım inşallah. Allah-u Zülcelâl Davud aleyhisselama: “Ya Davud! Kim benim kapımı çalmış da ben açmamışım?” diye buyurmuş. Allah-u Zülcelâl’in merhamet kapısını çaldığımız zaman merhametle bize muamele edecektir inşallah. Namaz kıldığımız, zikir yaptığımız, Kur’an okuduğumuz, hayır yaptığımız zaman, Allah-u Zülcelâl’in kapısını çalmış oluyoruz. Hiçbir zaman günah veya hata ile Allah-u Zülcelâl’i gazaba getirecek olan hareketler yapmayalım. Çünkü bu hareketlerle onun azap kapısını çalmış oluyoruz. Eğer o kapıyı açarsa helak oluruz. Bir hata yaparak nefsimize mağlup olduğumuzda, “Özür dilerim ya Rabbi. Ben hata yaptım, ama şimdi pişman oldum. Bir daha yapmayacağıma sana söz veriyorum.” diyerek hemen tövbe kapısını çalalım inşaallah. İnsan hangi kapıyı çalarsa Allah o kapıyı açacaktır. Allah-u Zülcelâl Kalbimize Bakıyor Allah-u Zülcelâl bizim Rabbimizdir, kudret ve azamet sahibidir. Devamlı olarak kalbimize bakmaktadır. Kalbimiz O’nun nazargâhıdır. Hz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9) Bizler de Allah kalbimize baktığı için kalben O’nun zatına karşı hararetli olalım. Eğer biz Allah'a gönülden bağlanarak, sadece O’nun Zatına talip olursak bize cennet nimetlerinden daha büyük bir nimetini, cemalini lütfedecek. Hz. Ali radiyallahu anhu şöyle anlatıyor: “Cennetlikler cennete girdikten sonra Allah-u Zülcelâl, meleklerine: “Dostlarıma yemek verin.” buyurur. Bunun üzerine, oraya türlü türlü yiyecekler getirilir. Cennetlikler, bu yiyeceklerin her lokmasında farklı bir lezzet bulurlar. Yemekler bitince, Allah-u Zülcelâl: “Kullarıma içecek sunun” buyurur. Bunun üzerine ortaya türlü türlü içecekler getirilir. Cennetlikler bu içeceklerin her yudumunda, diğerlerinde bulunmayan bir lezzet bulurlar. İçecekler bitince Allah-u Zülcelâl: “Ben sizin Rabb'inizim, size verdiğim sözü gerçekleştirdim. Şimdi canınız ne diliyorsa, isteyiniz de vereyim” der. Cennetlikler iki veya üç kere: “Ey Rabb'imiz, biz senin rızanı istiyoruz,” derler. Bunun üzerine Allah-u Zülcelâl kendilerine şöyle buyurur: “Ben sizden razıyım. Üstelik bugün, tarafımdan size bundan daha fazlası bağışlanacaktır. Ardından perde kalkar, cennetlikler Allah azze ve cellenin cemalini görürler. Cennetlikler Allah'ın cemalini görünce, derhal secdeye kapanırlar ve Allah'ın dilediği sürece secdede kalırlar. Arkasından Allah-u Zülcelâl kendilerine: “Kaldırın başlarınızı, burası ibadet etme yeri değildir.” buyurur. Cennetlikler Allah'ı görünce, oranın tüm nimetlerini unutuverirler, onlara diğer bütün nimetlerden daha tatlı gelir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, “Gökteki şu Ay’ı nasıl net görüyorsanız, (Cennette) Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz. O’nu görmekte sıkışıklığa düşmeyeceksiniz. O’nu rahatça göreceksiniz.” Buyuruyor. (Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633) İşte, bu güzel nimetler bizi bekleyip dururken, dünyalık zevklerin peşinde koşup durmak çok büyük bir hatadır. Allah'ın rızası için kalbimizde binlerce merak bulunduralım. Allah-u Zülcelâl o zaman bütün azalarımızı sevaplarla, taatle meşgul edecektir. Kim kalbini temizleyerek selamete çıkarırsa, Allah-u Zülcelâl onun zahiri azalarına sahip çıkar. O sahip çıktığı zaman inşallah gözümüzü, elimizi, ayaklarımızı ve her azamızı hayırlarda kullanacaktır. Allah-u Zülcelâl kalbimize baktığında “Ben hakikaten Allah’ın rızasına talibim.” isteğini görsün. Yani kalp böyle istesin. Sadece dille söylenilmesin. Belki de dil hiç söylemesin. Ben dile hiç itibar etmiyorum. Ben ruha, kalbe, sırra itibar ediyorum. Çünkü Allah oraya bakıyor. Hâşâ huzurdan, münafıklar da dille “İman ettik,” diyorlar. Fakat Allah’ı kalben inkâr ediyorlar. Onun için hem kendimden hem sizden sadece dil ile değil, kalp ile istiyorum. Müminin Bayramları İnsan dünyanın sadece zahirine baktığı zaman dünyanın sevgisi ahirete galip geliyor. Fakat derin bir düşünce ile bakarsa dünyanın mahiyetini, ahiretin mahiyetini, kendi sonunun nasıl olacağını düşünürse dünyanın ne kadar adi, ahiretin ise altın cevheri gibi değerli olduğunu anlayacaktır. İnsan önce dünyayı sever. Fakat kendi sonunu ve dünyanın fani olduğunu düşünürse dünyaya olan muhabbetin yerini baki olan ahiretin muhabbeti alacaktır. Fakat insan ahiretin hakikatini düşünmediği ve idrak etmediği zaman zahiri olarak dünyaya muhabbet besliyor. Enes bin Malik radıyallahu anhu, buyuruyor ki: “Mümin için şu bayramlar vardır: Birincisi, Allah’a karşı günah işlemediği gün onun bayramıdır. İbadetle, zikirle gününü tamamladığı zaman o gün o müminin bayramıdır. Şayet o gün bir hata yapmış ise hakiki olarak Allah-u Zülcelal’e karşı tövbe ederse o da sanki günah yapmamış gibidir, o gün onun bayramı sayılır. İkinci bayramı ise dünyadan imanla ayrıldığı zamandır. Çünkü Peygamberler dahi “Acaba biz imanımızı kurtaracak mıyız” diye korkuyorlardı. Peygamberler dahi son nefeste imansız ölmekten çok korkmuşlardır. Bakmayın biz böyle rahat davranıyoruz, onlar gibi olamıyoruz. Üçüncüsü sırat köprüsünün üzerinden geçtiği ve zebanilerin elinden kurtulduğu zaman da onun bayramıdır. Dördüncüsü cennete girip de Allah-u Zülcelal’in cemaline baktığı zaman. Bunlar onların bayramlarıdır. Kabristanlara baktığımızda sessiz ve sakindir. Hâlbuki bazıları cehennem çukurudur (neüzubillah), bazıları da cennet köşkleridir. Herkes kendi ameline göre kabirde yaşıyor. Bir insan kabirlerin önünden geçtiği zaman kabirdeki ona seslenerek “Kardeşim siz gaflettesiniz, eğer sen bizim bildiğimizi bilseydin senin bütün etin eriyecekti. Ahiret hayatını, bizim gördüğümüzü sen de görseydin üzüntüden senin üzerindeki et eriyip yok olacaktı,” diyorlar. Nasıl ki kar suyun içine ya da ateşe atıldığında eriyorsa senin etin de bu şekilde eriyecekti, diyorlar. Allah-u Zülcelal’e çok hamd-u sena ve şükür edelim ki tövbe etmeyi, Allah sohbeti edilen böyle yerlerde toplanmayı bize nasip etmiştir. Allah-u Zülcelal’e ne kadar şükretsek, hamdetsek yine de azdır. Allah-u Zülcelal’e daha fazla ibadet ederek, zikir yaparak ve bu gibi meclislere devam ederek şükrümüzü arttırmaya çalışmalıyız. Cennete Temiz Girilir Tövbe Allah’ın merhamet kapısıdır. Dünya pisliğinin kokusu çok kötü olup nasıl ki insanı rahatsız ediyorsa işlenilen günahların da çok kabih kokusu vardır ki eğer hissedebilseydik günahkâr insanların yanında oturamazdık. Ama insan zamanla o kötü kokulara alışıyor. Deri tabaklayanların yanına insan ilk gittiği zaman o kokuya dayanamıyor. Fakat orada bir miktar kaldıktan sonra burnu alışıyor, artık koku almıyor. Bizim burnumuz da bu günahların pis kokusuna alışmış. Bütün necasetlerin en kötüsü, en galizi günah necasetidir. Günah necaseti o kadar pis ve kabihtir. Gülistan kitabında Şeyh Sadi Şirazi diyor ki: Bir adam üzerinde necaset bulunduğu halde camiye girecekti. Başka biri “Burası Allah’ın evidir, üzerindeki bu pislikle giremezsin,” dedi. “Allah cenneti o kadar temiz yaratmış ki, insanın üzerindeki bir pislikle camiye girmesine izin verilmiyorsa o zaman günah necaseti ile cennete girmesine nasıl izin verilecek?” dedim ve günahlardan uzak durdum. Eğer günah işlemiş isek samimi olarak Allah-u Zülcelal’e karşı tövbe edelim, Allah bizi günahlardan temizlesin o şekilde cennete günahsız gireceğiz, İnşaallahu Teala. Çünkü Allah-u Zülcelâl : “Allah tövbe ile günahlarından temizlenenleri sever.’’(Bakara; 222) buyuruyor. Demek ki insan tövbe ederse günahlardan da temizlenmiş oluyor. O günahın pisliği ve kokusu insandan gidiyor, tertemiz oluyor. Hepimiz kendi derecemize göre günah ve hata sahibiyiz. Onun için kurtuluş tövbedir ve tövbe yanımızda çok kıymetli olsun. Bütün mümin kardeşlerimize de daima tövbenin ne kadar kıymetli olduğunu anlatalım inşallah. Anlattığımız zaman tövbe etse de etmese de biz karlıyız. Ederse ona sevap oluyor ve biz sebep olduğumuz için sevabından bize de hisse alıyoruz. Eğer tövbe etmezse Allah’ın emir ve nehiylerini anlattığımız için yine sevap kazanmış oluyoruz. Her mümin diğer insanlara, bahusus kötü yolda olanlara yardımcı olmalı, onların hidayetine vesile olabilmek için gayret sarf etmelidir. Bakınız bir kişi tövbe etmiş namazını kılıyor, zikir ve taatini yapıyorsa; akrabasından veya arkadaşlarından namaz kılmayıp oruç tutmayan günahkâr insanları tövbeye davet etmelidir. “Gel kardeşim, bu halin iyi bir hal değildir,” demelidir. Nasıl ki trafik kazası yapanların hemen yardımına koşuyoruz, onları alıp hastaneye götürüyoruz, elimizden ne gelirse yapıyoruz. Günah işleyenleri de böyle kurtarmaya çalışalım. Günah da ahiret yolunun trafik kazası gibidir. Onun için nasıl dünyada birbirimize yardımcı oluyoruz, ahiret bakımından da birbirimize yardımcı olalım. Hatta etrafımızdaki insanlar, mahşerde bizim yakamızı tutup “Sen namaz kılıyordun, oruç tutuyordun. Niye bana da anlatmadın?” diyebilir. Onun için elimizden geldiği kadar akrabalarımıza, arkadaşlarımıza anlatalım. Görevimizi yapalım geri kalanı Allah’a havale edelim inşallah. Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı ameli salih nasip etsin inşallah.

Peygamberimizin Miraç Mucizesi

Miraç Kandili, Peygamber Efendimizin gecenin bir anında Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya, oradan da göklere seyahat ettirildiği mübarek gecenin adıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de; "Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür." (İsra; 1) buyurmuştur. Miracın, Peygamberimizin Medine’ye hicret etmesinden bir yıl ya da on altı ay önce Recep ayının 27. gecesinde gerçekleştiği kabul edilmiştir. Rivayete göre Peygamberimiz gece vakti Kâbe’den alınıp Burak adı verilen binek üstünde Mescid-i Aksa'ya götürülmüştür. Peygamberimiz el-Aksa Camiinin altındaki yerden Mescid-i Aksa meydanına girip Kubbet’s Sahra’nın bulunduğu alana geçerek burada Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Zekeriyya aleyhisselam ile buluşmuştur. Bu alanda bütün Peygamberlere namaz kıldırmış, oradan da Miraç Minberi'nin bulunduğu alandan göğe yükselmiştir. Kuran'da Miraç'tan bahseden ayetler Necm suresinde geçer; "Muhakkak ki o, O'nu bir başka inişte daha gördü. Sidretü’l Müntehâ’nın yanında. O'nun yanında da Me’va cenneti. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz şaşmadı ve aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü” (Necm 13-18) Peygamberimiz miraç mucizesini şöyle anlatmıştır: “Haremi Şerifte Hatim mevkiinde istirahat ederken Cibril aleyhisselam geldi. “Ey yüce Nebi! Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.” dedi. Göğsümü yardı. Kalbimi çıkarıp, imanla (ve hikmetle) dolu altından bir kapta zemzemle yıkadı. Sonra içerisini (imanla-hikmetle) doldurup yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz “Burak” isminde bir bineğe bindirildim. Burak, ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Cibril'in refakatinde, yol üzerinde Hz. Musa'nın (as) makamına uğradık, orada iki rekât namaz kıldık. Oradan Kudüs’e Mescid-i Aksa'ya vardık. Hz. Cibrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince, ‘Yaratılışına uygun olanı seçtin.’ dedi.”(Buhârî, Bed'u'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakibu'l-Ensar 42) “Bundan sonra emrime verilen Miraca binerek; ki ben ondan güzel bir şey görmedim; göklere kadar yükseldik. Cibril’le aleyhisselamla beraber Hafaza kapısına kadar geldik. Burada Hz. Cibril, kapının açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti: Soruldu: “Sen kimsin?” “Ben Cibril’im.” “Yanındaki kim?” “ Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem” “O’na Miraç daveti gönderildi mi?” “Evet.” Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. “Hoş gelmişler, bu geliş ne güzel geliştir.” dediler. Bir de ne göreyim! Semayı muhafaza eden İsmail isminde büyük bir melek, yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var. Bunlardan ayrılınca; bünyesi, yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. ‘Ya Cibril, bu kimdir?’ diye sorduğumda, ‘Baban Âdem’dir.’ diye cevap verdi. Bana “Ona selam ver,” dedi. Ben de ona selam verdim, o da selâmıma mukabele etti ve “Hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlat!” diye karşıladı.” Peygamberimiz bu minvalde, ikinci semada Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimasselam ile, üçüncü semada Hz. Yusuf aleyhisselam ile, dördüncü semada Hz. İdris aleyhisselam ile, beşinci semada Hz. Harun aleyhisselam ile altıncı semada Hz. Musa aleyhisselam ile karşılaştığını anlatmıştır. Peygamberimiz bu Peygamberlere selam verdiğini, onların da selamına mukabele ettiğini ve: "Salih kardeş hoş geldin, salih nebi hoş geldin!" dediğini bildirmiştir. Hz. Musa aleyhisselam Peygamberimiz onun yanından geçince ağlamıştı. Kendine: "Niye ağlıyorsun?" diye sorulunca, "Çünkü benden sonra bir delikanlı peygamber oldu. Onun ümmetinden cennete gidecekler benim ümmetimden cennete gideceklerden daha çok!" diye cevap verdi. Peygamberimiz yedinci semaya yükselince Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştı. Sırtını Beytü’l-Ma’mûr’a dayamışdı. Hz. Cibril: "Bu baban İbrahim’dir, ona selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih oğlum hoş geldin, Salih Peygamber hoş geldin!" dedi. Burada bana, “İşte senin ve ümmetinin mekânı.” denildi. (Buhârî, Bed’ü’l halk 6; Enbiyâ 43; Menâkıbü’l ensâr 42) Peygamberimiz Beytü’l-Ma’mur’a girdi, içinde namaz kıldı. (Müslim, Îmân 259–264) Burası tıpkı Kâbe gibi, semavattaki meleklerin kıblesidir. Sonra Peygamberimiz öyle bir makama yükseldi ki, orada levh-i mahfuzu yazan kader kalemlerinin yazarken çıkardıkları sesleri işitebiliyordu. Peygamberimize Cennet ve cehennem gösterildi. (Buhari, Bed'u'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakibu'l-Ensar 42) Peygamberimiz sonunda Sidretü'l-Müntehaya, yani yaratılmış bütün varlıkların son noktasına kadar çıktı. Sidretü’l-müntehâ; kökü altıncı kat gökte ve gövdesi, dalları yedinci kat göğün üzerinde, gölgesiyle bütün gökleri ve cenneti gölgeleyen, yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri küpler kadar, bir ağaçtı. Burada dört nehir vardı: İkisi bâtıni nehir, ikisi zâhiri nehir. Peygamberimiz, “Bunlar nedir, ey Cibril?” diye sordu. Cibril aleyhisselam: "Şu iki bâtıni nehir cennetin iki nehridir. Zâhiri olanların biri Nil, diğeri Fırat’tır!" dedi. (Buhârî, Enbiya 22, 43; Müslim, İman, 75) Cibril aleyhisselam sidreden ötesine geçmedi. Bundan sonra Peygamberimiz cennetten getirilen yemyeşil bir Refref'in birden ufku kapladığını gördü. Onun üzerine oturdu, Rabbinin huzuruna yükselip yaklaştı. Allah-u Zülcelâl; “Korkma ya Muhammed, Yaklaş!” buyurdu. Peygamberimiz Kab-ı kavseyn makamına erişti. Allah-u Azimuşşana karşı hürmet ve muhabbetini ifade etmek için; Cenâb-ı Hakka Hitaben; اَلتَّحِيَّاتُ لِلهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ "Tahiyyat (övgü ve selamlamalar), salâvat (ibadet ve salavatlar) ve tayyibât (temiz mallardan verilen sadakalar) Allah'a aittir (mahsustur)” diyerek, Allah'a selâm verdi. Allah-u Zülcelâl ise Nebisine, اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ "Selam sana Ey Peygamberim! Allah'ın rahmeti ve bereketi sana olsun." diyerek mukabelede bulundu. Peygamber efendimiz, اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ "Selâm bize ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun." dedi. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada şahitlik eder Cebrail aleyhisselam da Allah’ın şahitlik etmesini emretmesi üzerine; أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ "Şahadet ederim ki Allah'tan başka hakiki mabud yoktur. Yine şahadet ederim ki Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem Allah'ın kulu ve Resulüdür." dedi. Peygamberimizin Miraç’taki bu selamlaması ve Allah-u Zülcelâl’in bu selamını biz müminlerin her namazda okuyoruz. Bu bize Miraç gecesinin güzel bir hatırasıdır. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbinden birçok vahiyler alarak, geri döndü. Dönüşte Hz. Musa’nın yanına geldiğinde Rabbimizin ümmetine elli vakit namaz emrettiğini anlattı. O “Ümmetin onu kılamaz, Allah'a yalvar da hafifletsin,” buyurdu. Peygamberimizin yalvarması üzerine elli vakit beş vakte kadar indirildi. (Buhârî, Salât, 8; Bed’ü’l-halk, 6; Mi’râc) Miraç mucizesi Peygamberimiz için büyük bir ihsan ve şeref vesilesi olduğu gibi, biz Müslümanlar için de ilahî rahmetler ve lütuflarla doludur. Beş vakit namaz, bize bir Miraç hediyesidir. Nasıl ki, Sevgili Peygamberimiz Mirac'ta vasıtalardan arınmış olarak Mevlasına mülaki olduysa, mü'min de namazda doğrudan doğruya Rabbinin huzuruna çıkar; sadece O'na kulluk etme ve sadece O'ndan yardım isteme fırsatı bulur. Eğer bizler namazlarımızı huşu içerisinde kılacak olsak, namazlarımız bizim için bir Miraç olur. Miraçta verilen diğer hediyeler ise, Bakara Sûresinin son kısmı ile ümmetinden Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı vaad edilmesiydi. (Müslim, İman, 279) Şaban Ayı 19 Mayıs Salı günü üç ayların ikincisi olan Şaban-ı Şerif ayına kavuşuyoruz. Bu ay, amellere kat kat sevabın verildiği mübarek aylardan biridir. Bu fırsattan istifade etmek için gücümüz yettiği kadar namaz, oruç ve sadaka gibi amellerimizi artırmamız gerekir. Hz. Âişe Annemizin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz Şaban ayında çok oruç tutardı. Bir sahabe: “Yâ Resulallah, Şaban ayında tuttuğunuz kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunuzu görmedim.”deyince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Recep ve Ramazan ayları arasında şu Şaban ayında insanlar gafildir. Bu öyle bir aydır ki, ameller, Âlemlerin Rabbine bu ayda yükseltilir. Ben oruçlu iken amellerimin yükseltilmesini severim.” (Neseî, Savm: 70) Enes ibni Mâlik Radiyallâhu Anh rivayet ediyor: Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemden sordular: “Ya Resulallah, Ramazan’dan başka en faziletli oruç ayı hangi aydır?” Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Ramazan’ı tazim için (Ramazan hürmetine) Şaban’da tutulan oruçtur” cevabını verdi. (Tirmizî, Zekât: 28)