7 Haziran 2012 Perşembe

HER ŞEYİNİ O’NA VER!

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Her şeyini O’na ver! Ey cemaat! Her şeyi, Yaratan'dan talep ediniz. Allah yolcuları, Hak yakınlığı için ruhlarını dahi harcadılar. Aradıklarını bulunca buldukları varlık sahibi, verdiklerini fazlası ile ödedi. Bir kimse, yaptığı işi bilirse harcadığı şey fazlası ile eline girer. Şöyle bir hikâye anlatılır: Zatın biri, köle pazarına uğradı. Orada güzel bir cariye gördü; kalbi ona bağlandı. Bir türlü bırakıp gidemedi. Altında yüz altın kıymetinde bir atı vardı. Elbisesi de güzeldi. Kılıfı altın işlemeli bir de kılıcı vardı. Bir de kara kölesi bulunuyordu. Bu ihtişamı ile cariyenin sahibine yanaştı ve bedelini sordu. Cariye sahibi, o zata baktığında halini anladı ve şöyle dedi: “Şüphesiz sen cariyemi sevdin; gerektir ki seven, sevdiği uğruna sahip olduğu tüm varlığı harcasın. Şu anda neyin varsa bana bırakırsın ve bunu alıp gidersin. Bedeli budur!” O zat atından indi. Neyi varsa çıkardı. Elbisesini attı, muvakkat bir gömlek kiraladı; neyi varsa cariye sahibine verdi ve cariyeyi alıp gitti. Evine vardığı zaman, başıkabak, ayağı çıplaktı. Ama gönül verdiği onunlaydı. Bu zat, ne kadar iyi bir iş yaptığının farkına varıp şükretti. Çünkü sevgisinde sadık olan, sevgilisi dışında hiçbir şeyle olamazdı. Sizden biri, Hak Teâlâ’nın cennette olan nimetlerini haber veren, “İşte, gerçek müminler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.” (Enfal; 4) âyet-i kerimesini işitse ve “Oranın pahası ne ola?” diye sorsa şu cevabı veririz: Hak Teâlâ şöyle ferman buyurdu: “Allah, mü’minlerden, cennet karşılığı nefislerini ve mallarını satın aldı.” (Tevbe; 111) Hakk’a vasıl olmak için… Nefsini, malını Hakk'a teslim et, her şey senin olur. Bir kimse bana dese: “Hakk'ın vechini dileyenlerden olmak istiyorum. Kalbime, Hak yakınlığı kapısının şafağı çıkıyor. Hakk'ı sevenleri ve Hak kapısından içeri girenleri, onun dışında kalanları görüyorum. O kapıdan alınmış olanların üzerinde şah libası var; buna ermenin pahası ne ola ki?” Ona şöyle deriz: “Cümle varını harca. Şehvetini ve lezzetini bırak. Kendinden geç, O'nda fena bul. Cenneti ve içindekileri unut, vazgeç. Nefsi, hevâî işleri, dünya ve âhiret tatlarını bırak. Cümle maddiyatı geç, bu gibi işlerin tümünü arkaya at. Sonra da oraya gir. Bunları yaptıktan sonra, gözlerin görmediğini, kulakların işitmediğini duyacak ve göreceksin. Ayrıca, beşer kalbinin hatırlaması kabil olmayan işleri de öğreneceksin.” Bu hâller bir kimsede tam ve kalp ayağı iman yolunda sabit olursa, hem dünya hem uhrâ (ahret) onun olur. Her ikisi de onun eline zahmetsiz girer. Onlar da bir arada, kula nimet olarak ihsan edilir. Bunların sonu da Hakk'a yakınlık, O'na nazar olarak tekâmül eder. Dünyada Hakk'a kalben yakınlık duyar, âhirette ise görerek O'nun yakınlığına erer. Ey evlat! ‘Allah’ dedikten sonra, kalanı bırak. Söyle: “Beni O yarattı; hidayetim O'nun elindedir.” Ey dünya zahidi, kalbin ki âhiret talebi ile dünyadan çıktı. Söyle: “Beni O yarattı. Hidayet yolunu da gösterir.” Ve sen ey Hakk'ı dileyen, O'na rağbet eden ve O'ndan başkasına perhiz yapan; kalbin Mevlâ talibi olarak cennetten ayrılır, yola koyulursa söyle: “O ki; beni yarattı; hidayet de nasip eder.” Yol zorluğunu düşünme, Hakk’ın nasip edeceği hidayeti düşün… Kendine bir Mürşid bul! Ey âhiret ve Mevlâ yoluna koyulan, o yola daha önce girenleri delil tut. Oralarda mevcut, korkulu yolları öğrenmiş kimseleri bul. Onlar, büyük ve bilginin gereğini yerine getiren âlim, yaptığında tam ihlâs sahibi kimselerdir. Ey evlat! Önder zatın çocuğu ol, ona uy. Bütün yükünü onun önüne dök. Ve onunla yola koyul. Bazen o zatın sağında, bazen solunda, bazen gerisinde, bazen önünde yola devam et. Sakın onun görüşü dışına çıkma ve muhalifi olma. Böyle yaparsan, maksuduna kavuşursun, sağlam caddeden sapmazsın. Rabb’ini birle; her darlık açılır ve her sıkıntı zail olur. İbrahim Peygamber (aleyhisselam), mancınığa kondu; ateşe atılıyordu. Bu durumda bütün vasıtalar aradan kalktı. O, bu sıkışık durumda, Rabb’inden gayrına iltifat etmedi. Yalnız Hakk’ın Zât’ını istediği için Hak Teâlâ ateşe şu emri verdi: “İbrahim için serin ve selâm ol.” (Enbiyâ, 21/69) Bu emir şöyle tefsir edilebilir: “Ey ateş, hâlinden ayrıl. Şeklini değiştir, bir başka ol. Sıcaklığını, şerrini çek. Dişlerini ört. Kılıcını kınına koy. Öfkeni yut. Kıvrıl, bükül ve durul; serin ol. Eziyet verici olma!” İşte, bu emrin verilmesi, tevhid ve ihlâs bereketi ile oldu. İbrahim Peygamber’de (aleyhisselam) bunlar vardı. Kul, Rabb’ini birler ve onun için ihlâs sahibi olursa Hakk'a ait olur.

3 Haziran 2012 Pazar

Kürtaj hak değil; hak gasbıdır!

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Kürtaj caiz değil midir? Günümüz teknolojisinde çocuğun durumu kesin bilinebiliyor. Çocuğun down sendromlu olduğunu kesin biliyorsak aldırmak caiz olmaz mı?” Öncelikle şunu ifade edelim ki: Kürtaj bir hak değil; bir cinayettir, bir hak gaspıdır. Her ne kadar çocuk henüz ana rahmindeyse de, artık hayatı vardır, ruhu vardır, duyguları vardır; netice itibariyle hakkı vardır, hukuku vardır. Onu aldırmak, onu öldürmektir; dünyaya gelmiş bir adamı öldürmek gibidir. Sorunuzu birkaç maddede cevaplayacağız: 1- Teknoloji her şey demek değildir. Var olanı tesbit eder. Fakat ne yakın geleceği, ne uzak geleceği bilemez, göremez ve keşfedemez. Ana rahmindeki ceninde bu gün tesbit ettiği bir problemin, cenin daha ana rahminden çıkmadan şifâ ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağına genellikle hükmedemez. Bu gün görülen bir sendromun, yarın bir iç denge ile kaybolup gitmeyeceğini veya bu gün görülmeyen bir problemin yarın ortaya çıkmayacağını kestiremez. Ön tedbirleri aldıktan sonra, Allah’a teslim olmaktan başka çare var mıdır? Nitekim özürlü de olsa, her çocuk ve her insan Allah’ın birinci derecede kuludur. 2- İnsanın yaratılışı tamamen beşer kudretinin dışında; tamamen Hâlık-ı Kerîm’in hilkatiyle ve Fâtır-ı Kadîr’in kudretiyle ve takdiriyle ilgili bir alandır. Cenâb-ı Hakk'ın takdir buyurduğu çocuk, takdir ettiği şekil ve biçimde ana rahmine bir çekirdek olarak düşer. Burada beslenir, gelişir, âzâsı teşekkül eder, kendisine ruh verilir; yani burada halk edilir. Bütün bu süreçlere bizim beşer olarak hiçbir müdâhalemiz yoktur. Her süreçte tamamen Allah’ın dilemesi esastır ve Allah’ın emri hâkimdir. Kur’ân bu hakîkati, “Annelerinizin rahimlerinde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur.” 1 âyetiyle bildirir. 3- Çocukların doğuştan getirebilecekleri özürlerin temelinde yatan sebeplerle ilgili önceden bir dizi tedbir almak ve anne babaya bir dizi uyarılar yapmakta bir sakınca yoktur. Meselâ, yakın akraba evlilikleri yapılmaması, kötü alışkanlıkların sür’atle terk edilmesi, bilhassa annenin hâmilelik döneminde bebeğine olumsuz etki yapacak her türlü madde alımını kesmesi, hayırlı bir evlât vermesi için Allah’a duâsını eksik etmemesi, anne ve baba arasındaki kan uyuşmazlıklarının ve varsa sâir olumsuz bulguların önceden tetkik edilerek gerekli tedbirlerin zamanında alınması...vs. bunların birkaçı ve başlıcaları. Bunlar fıtrî emirlerdir; bunlara muhakkak uyulmalıdır. Çünkü fıtrî emirlere uymak bilhassa çocuk sağlığını olumlu etkileyecektir. Anne ve baba, titizliğini bu nokta üzerinde yoğunlaştırmalıdır. Bu, meşrûdur ve câizdir. 4- Bununla berâber; sebepleri çok fazla abartıp, Allah’ın kudretinden, emrinden, irâdesinden ve rahmetinden umudunu kesmek doğru bir davranış değildir; tevhid inancıyla bağdaşmaz. Bilhassa dünyaya gelmek üzere olan çocuk hakkında teknoloji ne derse desin; Allah’ın rahmetinden umudumuzu yitirmeyelim. Gelen çocuk için hayırlısını isteyelim ve hayırlı bir tarzda gelmesi için duâ edelim. Allah hayırlı evlâtlar versin. 5- Ana rahminde yumurta aşılandıktan sonra konumuzla ilgili olarak iki ana evre vardır: a) Ruh verilmeden ve kolu-bacağı, kafası ve sâir vücut âzâları belirmeden önceki ilk evre. Bu evre genellikle en fazla ilk yüz yirmi güne kadar sürer. Bu evrede cenin her geçen gün hızla gelişmekte, her geçen gün yeni yeni teşekküllere kavuşmaktadır. Hayatî ve zorunlu mazeretin olması halinde, bu ilk evrede aşılanmış yumurtanın alınmasını âlimler mümkün ve caiz görmektedirler. Meselâ; kadın hasta ve hamilelik durumu hastalığını arttıracak ise; veya hamileliğin kesin bir ölümle sonuçlanacağı biliniyorsa, ya da anne emzikli olup hamilelikten dolayı sütünü elindeki çocuğundan kesmek zorunda kaldığında babanın çocuğuna bakamayacak ölçüde fakir olması halinde; yahut çevre aşırı derecede bozuk olup, doğacak çocuğun fitne ve fesat ortamında büyümesinden korkuluyorsa ilk kırk gün içinde ceninin alınmasını caiz görenler vardır. b) Ruh verildikten ve vücut azaları teşekkül ettikten sonraki evre. Bu evre yaklaşık yüz yirmi günden sonraki evredir. (Buradaki “yüz yirmi gün” rakamı, genel ve yaklaşık bir rakamdır. Kimi ceninler daha önce de vücut azaları tanınacak derecede teşekkül safhasına girebilmektedirler.) Ana rahmine düşmüş ve kolu-bacağı-kafası şekillenmiş bir bebeğin, ultrasonla, çok daha net gösteren başka cihazlarla veya testlerle ne kadar özürlü, sakat ya da kalıtsal hastalıklı olduğu tesbit edilmiş olursa olsun; aldırmak cinayet olur; caiz değildir. 6- Demek, ruhu bulunan ve canlı olan en az yüz yirmi günlük bir cenin için artık hangi sebep ve sonuç ortaya çıkmış olursa olsun; aldırma ve imha etme yolu dinen bulunmamaktadır. Çünkü o artık bir beşerdir, bir insandır, bir ferttir, Allah’ın kuludur. O’na hayat veren de, rızk veren de, ölüm takdir edecek olan da Cenâb-ı Allah’tır. Üstad Bedîüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, yaratılacak çocukta binde dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi Hâlık-ı Rahîm’dir.2 7- Çocuğun gelişim bozukluğu içinde olduğu varsayımını güçlendirebilecek bulguların, cenini almak için yeterli ve zorunlu bir sebep olduğu yolunda evhamları tahrik etmeye kanaatimizce gerek yoktur. Bizim tavsiyemiz: Anne ve babaların gerekli bütün sıhhî, tıbbî ve sosyal tedbirleri önceden almaları ve hamilelik döneminde bebekte olumsuz iz ve etki bırakacak davranışlardan uzak bulunmalarıdır. Çocukta down sendromu, mongol veya başka bir kalıtsal rahatsızlığın bulunmadığı yolunda az da olsa bir ihtimal varken, Allah’ın takdirine güvenmeyip cenini telef etmek sorumluluktan uzak değildir. Dipnotlar: 1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/6. 2- Bedîüzzaman, Mektûbât, S. 80.