8 Ocak 2011 Cumartesi

İnsanın diğer canlılara saygısı

http://sabrikontek.azbuz.com :} Teknolojinin ön plana çıktığı, şehirleşmenin hızla ilerlediği bağ, bahçe gibi alanların ilaçlandığı günümüzde canlıların yaşama hakkı iyice daralmıştır. Diğer taraftan çevre bilincinin yeterince gelişmemiş olması konuyu daha da olumsuz yönden etkilemiş ve birçok hayvan türünün tükenmesine neden olmuştur. Oysaki yaşayan bütün canlıların kendilerine özgü öncelikleri ve hakları vardır. İnsanoğlu kendi cinsine gösterdiği saygı ve sevgiyi onlardan da esirgememelidir. Unutmayalım ki bütün hayvanlar, insanlar gibi saygı gösterilme hakkına sahiptir.

Canlılar âlemi

Çevremize baktığımızda her şeyin bir hesap, ölçü ve düzen içinde yaratıldığını görürüz. Biz nedenini bilemesek bile yaratılan canlı ve cansız varlıkların hepsinin bir amacı ve hikmeti vardır. Bir an için insanı bu varlıkların dışında tutalım. Karada ve denizde birçok hayvan türünün yaşadığını biliyoruz, Bunlardan bir bölümü sürünerek, bir bölümü yürüyerek, bir bölümü uçarak, bir bölümü de sularda yüzerek hayatlarını devam ettirmektedir. Bunların her biri topluma ve üzerinde yaşadığımız dünyaya ayrı bir katkı sağlamaktadır. Görüntü yönünden çok renkli, birbirinden farklı cilveleri, güzellikleri, hareket tarzları ve duruşlarına şahit oluyoruz. Böylece hayvanlar âlemi, günlük hayatımızın önemli bir parçası olmuştur. Bu itibarla üzerinde yaşadığımız dünyayı onlarla paylaşmak zorundayız. Nitekim tarihin en eski dönemlerinde yaşayan toplumların bile hayvanların resimlerini ve motiflerini ağaç, taş, duvar ve mağara gibi yerlere kazıyarak işledikleri anlaşılmaktadır. Bu uygulama, onlara çok değer verildiğinin bir ifadesidir. Bir kısmına da saygı ve tapınma derecesinde aşırılığa varan anlamlar yüklenmiştir. Diğer taraftan bu canlılar edebiyat, hikâye, masal ve şiir metinlerinde de sıkça anılmışlardır. Anka, hüma, güvercin, serçe, geyik, ceylan, at, deve ve fil gibi türler, bunlardan sadece birkaç tanesidir.

fiüphesiz ki tarihte her toplumun hayvanlar âlemine yönelik farklı muamele ve yaklaşımları olmuştur. İslam dininin Kur’an, hadis gibi sahih kaynaklarında, bunlarla ilgili kapsamlı açıklamalar yer almıştır. Hatırlanacağı üzere Kur’an surelerinden birkaç tanesi hayvan isimlerini taşımaktadır. Bunlar; Bakara (inek), En’am (sığır-davar), Nahl (bal arısı), Neml (karınca), Ankebut (örümcek) ve Fil (fil) sureleridir. Hadis ve fıkıh metinlerinde de; hayvanlara iyi muamele edilmesi gerektiği, bunlardan zararlı olanların hangi durumlarda itlaf edileceği, eti yenen ve yenmeyenler ile kurbanlıkların nasıl kesileceği, ölü hayvanın hükmü ve zekât gibi konulara yer verilmiştir. Kur’an’da ve hadislerde hayvanların sıkça anılmalarının nedeni; bunların da Allah tarafından yaratıldığını hatırlatmak ve onların yaratılışındaki güzellikler üzerinde düşünmeye dikkat çekmek içindir. Bunların bir bölümü de; insanların gıda, binek ve taşıt ihtiyaçlarını karşılamaları, servet ve ziynet değeri taşımaları ve kendisinin istifadesine sunulduğuna işaret edilmiştir. Diğer taraftan bu nimetlere karşılık şükretmenin bir kulluk görevi olduğu vurgulanmıştır. Çünkü insanın hayvanlardan faydalanma hususunda hukuki kurallarının düzenlenmesi, helal ve haram olanların belirlenmesi önem arz etmektedir. Ayrıca bunlardan bir kısmı; kurban ve zekât ibadetlerinde değerlendirildiği için bunlarla insanların Allah’a yaklaşması söz konusu olmaktadır.

Haklarının korunması

Üzülerek belirtelim ki teknolojinin ön plana çıktığı, şehirleşmenin hızla ilerlediği, bağ, bahçe gibi alanların ilaçlandığı günümüzde canlıların yaşama hakkı iyice daralmıştır. Diğer taraftan çevre bilincinin yeterince gelişmemiş olması konuyu daha da olumsuz etkilemiş ve birçok hayvan türünün tükenmesine neden olmuştur. Oysaki yaşayan bütün canlıların kendilerine özgü öncelikleri ve hakları vardır. İnsanoğlu kendi cinsine gösterdiği saygı ve sevgiyi, onlardan da esirgememelidir. Unutmayalım ki bütün hayvanlar, insanlar gibi saygı gösterilme hakkına sahiptir. Onlara kötü muamele edilemez. Zalimane davranışlarda bulunulamaz. Doğal çevrelerinde özgürce üreme hakkı ve fırsatı kısıtlanamaz. İnsan yardımına muhtaç olan bu varlıkların, beslenme ve barınma ihtiyacı usulüne uygun olarak karşılanmalıdır. Kesinlikle aç ve susuz bırakılmamalıdır. Üzerlerinde fiziksel veya psikolojik acı çekmeye yönelik deneyler yapılmamalıdır. Bu eylemler hayvan haklarının ihlali sayılır. İslam tarihinde hayvanların sahipsiz bırakılmaması için koruma ve tedavi amaçlı vakıflar kurulmuş ve barınaklar yapılmıştır. Etlerine ihtiyacı olmadığı halde sadece zevk ve eğlence için avlamak da doğru değildir. Yüzlerine acı oluşturacak damgalar yapılmamalıdır. Gücünden fazla yük vurulmamalıdır. Hz. Ömer (r.a.) devesine fazla yük vuranları ciddi anlamda ikaz ederek gerekli cezayı vermiştir. Ömer bin Abdüaziz de hayvanlara ağır yük yüklenmemesi, demir, değnek ve taş gibi sert cisimlerle dövülmemesi için talimat yayınlamıştır. İslam hukukçuları da hayvanların canlarını acıtacak şekilde dövülmesini, aç bırakılmasını, gücünün üstünde yük vurulmasını suç kabul etmiştir.

Hayatlarının devamı için gerekli önlemlerin alınması, toplumun ortak bir görevidir. Hayvanın güç ve yaş bakımından verimini kaybetmesi hâlinde bile terk edilmemesi gerekir. Bakımı, tedavisi yaşadığı müddetçe devam etmelidir.

Hayvanların maruz kaldıkları haksızlıkları önlemek maksadıyla 15 Ekim 1978 tarihinde Paris’teki UNESCO Merkezinde Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi ilan edilmiştir. Bu metnin 9 ve 10. maddeleri hayvan koruma hakkını ve güvenliğini önemli ölçüde teminat altına almıştır.

Madde: 9- Hayvanların kendilerine özgü yasal statüleri ve hakları hukuk tarafından tanınmak zorundadır. Hayvanların güvenliğinin koruma altına alınması hususu devlet örgütleri düzeyinde temsil edilmelidir.

Madde: 10- Eğitimden ve okullaşmadan sorumlu merciler, vatandaşlarına çocukluktan itibaren hayvanları anlamayı ve saygı göstermeyi öğrenmeleri için imkân sağlamak zorundadır.

Hayvanlara karşı şefkat ve merhamet

İnsanın emrine verilen veya kendisine emanet edilen sayısız nimetler arasında hayvanların çok istisnai bir yeri vardır. Bunlardan elde edilen ürünlerin her biri ayrı bir fayda ve şifa kaynağıdır. Bir bölümünden binek, yük ve ulaşım olarak istifade edilmektedir. Bir bölümünden de gıda, deri ve yün gibi gelirinden yararlanılmaktadır. Doğal olarak insanların günlük ve hayati ihtiyaçlarıyla iç içe olan ve bizim gibi ruh taşıyan, acı, sızı duyan, konuşamayan, kendisini savunamayan bu çaresiz varlıklara karşı sorumluluklarımızın olduğu tartışılamaz. Gerçekten evcil veya vahşi hangi tür olursa olsun, bu çaresiz varlıklara karşı şefkat ve merhamet gösterilmelidir. Allah’ın emri ve iradesi de bütün yaratıklara karşı adaletli ve ölçülü muamele edilmesi doğrultusundadır. Zira O’nun Rahim sıfatı da; bütün varlıklara karşı sınırsız şefkatini, lütuf ve merhametini ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu sözleri bizim için çok anlam ifade etmektedir: “Merhamet edene, Allah da merhamet eder. Siz yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebu Davud; Ede, 58.)

Modern dünyamızda hayvanlara duyulan şefkat ve merhamet düzeyinin mükemmel olduğu söylenemez. Diğer bir ifade ile bugünkü anlayış, yerel ve bireyseldir. Hadis kaynaklarında gösterilen örnekler ile İslam tarihinde gerçekleşen uygulamaların daha ileri derecede olduğu söylenebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) günahkâr bir müminin, susamış bir köpeğe yardım ederek su temin ettiği için Allah tarafından günahlarının bağışlandığını müjdelemiştir. (Buhari; fiirb, 9.) Başka bir olayda ise; bir kediyi hapsederek, açlıktan ve susuzluktan ölmesine yol açan bir kadının, bu yüzden cehennemlik olduğunu bildirmiştir. (Müslim; Selâm, 151-152.) Yine Hz. Peygamber (s.a.s.) yuvasından yavruları alındığı için acı ve feryatla kanat çırpan bir kuşu görünce bunu yapanları uyarmış ve yavrularının derhal geri teslim edilmesini istemiştir. (Ebu Davud; Cihad, 112.) Cinsi ne olursa olsun canlı hayvanın atış hedefi yapılması yasaklanmıştır. Bunların eğlence amacıyla güreş veya dövüştürülme ortamına sürüklenerek acı çekmelerine de izin verilmemiştir. Yukarda açıklandığı gibi gereksiz yere damga vurularak eziyet edilmesi, zevk için avlanılması veya kötü söz söylenmesi de kınanmıştır. (Buhari; Zebaih, 25.) Hz. Peygamber (s.a.s.); bir deveye binen Hz. Âişe’ye, devesine karşı şefkat ve merhametle davranmasını tavsiye etmiştir. Yine açlıktan karnı sırtına yapışmış bir deveyi görünce; hem sahibini hem diğerlerini ikaz etmek maksadıyla, “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Cihad, 44.)

Hayvan besleme

Çoğu kez evde hayvan beslenip beslenemeyeceği tartışma konusu olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde sahabiden bir kısmının evlerinde kanarya veya serçe cinsinden kuş beslediği bilinmektedir. (Buhari; Edeb, 81,112.) Başka bir nakilde ise; yalnızlıktan şikâyet eden bir sahabiye de güvercin veya horoz beslemesini tavsiye etmiştir. İslam bilginlerine göre; eziyet etmemek, aç ve susuz bırakmamak şartıyla kedi ve kafeslerde kuş beslenmesinde sakınca görülmemiştir. Ancak bu tür hayvanlar evlerde beslenirken, çevre açısından rahatsızlık ve kirlilik riski teşkil etmemelidir. Avlanmanın yanı sıra ihtiyaç duyulan alanlarda değerlendirilmek üzere köpek de beslenebilir. Ancak ihtiyaç olmadığı takdirde evde köpek beslemenin doğru olmadığı görüşü daha yaygındır. Ne var ki günümüzde aile, akraba, komşu ve arkadaşlık bağları oldukça zayıflamış, ferdiyetçi, maddeci ve bencil bir hayat tarzı ortaya çıkmıştır. Bu olumsuz gelişmelerden etkilenen fert ve toplumların sayısı her geçen gün artmaktadır. Buna paralel olarak her geçen gün evlerde süs ve eğlence olarak köpek besleme geleneği yaygınlaşmaktadır. İlk bakışta hayvan sevgisinin uzantısı gibi algılanabilecek bu âdetin, insan sağlığı, ev içi ile çevre temizliği ve maddi imkânların israfı açısından çeşitli sakıncalar oluşturduğu söylenebilir. Diğer taraftan bu tür uygulamalar insanın mesai, sevgi ve ilgisinin yanlış yere odaklanmasına neden olabilir.

Özetlemek gerekirse, insan gibi ruh taşıyan, acı hisseden, yiyeceğe ve suya muhtaç olan hayvanlar âlemi, toplumun bir emanetidir. Dili yok, konuşması yok, kendini ifade edemez. fiikâyet edemez. Bir şey verirsen alır, yoksa beklemede kalır. Oysaki bunların her biri insanlığın bir ihtiyacını gidermek üzere görevlendirilmiştir. Bal arısının gayreti, eti yenen, sütü içilen ve yününden istifade edilen diğerleri… Suda yüzen balıklar, dalda öten kuşlar, tarlada, bağda ve bahçede gezen böcekler… Allah bütün bunların yaratılış sebeplerinde; hikmet, ibret ve iman ilişkisine de işaret etmiştir. Nitekim Yüce Allah, bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmemiştir. (Bakara, 26)

Bir engelli çevresinden ne bekler?

http://sabrikontek.azbuz.com :}Hayat Beklentiler Arası Yolculuk…

Esasen hayat başlı başına bir beklentiler yumağıdır. İnsanoğlu hayatı boyunca beklentiden beklentiye gelir gider.

Beklenti deyip geçmemek lazım, zira insan beklentileri karşılandığı ölçüde huzurlu ve mutlu, beklentilerini karşılayabildiği ölçüde başarılıdır. Bu itibarla denilebilir ki, bir öğretmen öğrencilerinin beklentilerine cevap verebildiği ölçüde onlara yararlı olabilir. Bir din görevlisi, cemaatin taleplerine cevap verebildiği kadar onlar üzerinde etkili olur. Bir köşe yazarı, okurlarının duygularına tercüman olabildiği kadar okunur. Bir futbolcu taraftarını, bir sanatçı, izleyicisini coşturabildiği kadar sevilir.

Hepimizin herkesten beklentileri var, mesela biz toplum olarak bir engelliden ne bekleriz? Bu beklentileri şu şekilde sıralamak mümkün:

Biz bir engelli kişiden öncelikle engelini aşmasını bekleriz, çalışkan bir kişi, üretken bir insan, azimli bir birey olmasını arzu ederiz.

Yukarıdaki soruyu bir de tersten soralım: Bir engelli, ailesinden, hocalarından, idarecilerinden, arkadaşlarından ve çevresinden ne bekler? İşte bu çok önemli soruya mütevazı birkaç cevap denemesi:

Engellinin, ailesinden beklentileri: Engelli bir kimsenin, isyan bataklığından çıkıp huzur tepelerine yükselmesinin merdiveni ailedir. Ailesinden yeterli derecede destek almış bir engelliye hiçbir zorluk köstek olamaz, ailesini arkasına almış bir engelli hedeflediği bütün başarıları da önüne almış demektir. Bu meyanda anne, baba, kardeşler, eş ve çocuklara düşen görevleri tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, zannediyorum şöyle bir cümle kurmak yerinde olacaktır: “İstisnasız bütün aile bireyleri, içlerindeki engelliyi sevgiyle bağrına basmalı, ona anlayışla yaklaşmalı; bir sırdaş, bir yoldaş, bir arkadaş olarak onu aileye ve topluma kazandırmalıdır.”

Engellinin, öğretmenden beklentileri: Her başarılı engellinin arkasında fedakâr, cefakâr ve vefakâr bir öğretmen vardır. Anne-babanın elinden tutarak okula getirdiği engelliyi, öğretmen de aklından tutarak aydınlık yarınlara götürmelidir. Bu zaviyeden bakıldığında engellilerle ilgili öğretmenlere düşen görevleri şu şekilde aktarabiliriz:

Bir engelliyi topluma kazandırma noktasında, kendisini o gayeye adayarak, bu konuda hiçbir engel tanımamak.

Engellilerin okuldaki sorunlarına pratik çözümler üretecek donanıma sahip olmak.

Engelli öğrencilerin, arkadaşlarından gelecek zararlı söz ve davranışlara karşı gerekli tedbirleri almak.

Onlara hayat okulunda ayakta kalabilecekleri bilgi ve becerileri okul hayatında kazandırmak.

Engellinin din görevlisinden beklentileri: Engelli bir kimse için din görevlisi de en az öğretmen kadar önemlidir. Bir engelliye doğru bir şekilde Rabbini, dinini, kitabını, peygamberini öğretmek, deyim yerindeyse onu intihar girdabından alıp iftihar bahtiyarlığına yükseltmektir.

Engelli olmanın peygamber olmaya, peygamber müezzini olmaya, devlet başkanı olmaya, muhaddis, müfessir ve mütefekkir olmaya engel olmadığını bilen bir engelli bütün engellere meydan okur. Nitelikli bir din görevlisi, gönlünden tuttuğu bir engelliyi Allah (c.c.)’ın izniyle aciz insan konumundan çıkarıp, herkesin el üstünde tuttuğu aziz insan durumuna getirebilir.

Bütün engellileri kederden emin kılmanın en güzel yolu, onlara her şeyin Allah (c.c.)’tan geldiğini, yani kaza ve kader kavramını tüm boyutlarıyla özümsetmekten geçmektedir.

Yüce dinimiz İslam’ın diriltici soluklarına belki de en çok muhtaç olan kitlelerden birisi de engellilerdir. İslam’ın engellilere verdiği değeri bilen bir engelli, isyankâr dillerden aklına düşen sonra da kalbini paslandıran, “Ben kulun değil miyim?”, “Batsın bu dünya!”, “Kader utansın!” cümlelerini, kadere iman silgisiyle siler; onların yerine sabır kalemi ve tevekkül harfleriyle şunları yazar:

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.”

“Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler.”

“Göz, Hakk’ı görendir, gündüz gören göz değil.”

“Gönül gözü görmeyen, can gözünü neylesin.”

Engellinin medyadan beklentileri: Medyanın öncelikle, engellileri bilinçlendirip topluma kazandırma noktasında azami gayret sarf etmesi gerekmektedir. Tabii engelli eğitimine, onların ailelerini eğitmekle başlamak icap eder. Bu noktada medya fevkalâde önemli bir okuldur.

Medyanın, “Dünya Özürlüler Günü ve Engelliler Haftası”nda engelliler ve sorunlarına reyting kaygısı ile yaklaştığını üzülerek müşahede etmekteyiz.

Elbette engellilere ve sorunlarına bu şekilde yaklaşmayan yayın kuruluşları da var, onları tenzih ediyoruz.

Engellilerle ilgili medyadan beklentilerimiz şunlardır:

Tarihte ve günümüzde engellerini aşmış, büyük başarılara ulaşmış, bilim, sanat ve siyaset alanlarında çığır açmış engelliler için nitelikli sinema filmleri, belgeseller ve programlar yapılmalı.

Engellilerin sorunları ve onların çözümleriyle ilgili ciddi çalışmalar medyada hak ettiği yeri bulmalı.

Engelliler, sadece belirli gün ve haftalarda değil, sürekli gündemde tutulmalı.

Engellilerle ilgili yalnız göğüs kabartan ve yürek burkan haber, yorum ve analizler değil; en az bunlar kadar “kafa yoran, çözüm sunan” haber, yorum ve analizlere de yer verilmeli.

Engellinin toplumdan beklentileri: Hiçbir sınıfsal fark gözetmeksizin engellilerin toplumdan beklentileri konusunda şunlar söylenebilir:

Esasen bir engellinin toplumdan beklentileri herhangi bir insanın beklentilerinden çok da farklı değildir. Bir engelli, her insan gibi toplumdan öncelikle iki şey bekler: Sevgi ve anlayış. Sonra bir tatlı dil, bir güler yüz. Bir engelli, insanlardan özde ve sözde, nezaket ve zarafet bekler. Herkesin bir gün engelli olabileceğini hiç kimsenin unutmamasını bekler.

Engelli, iş üretmeyip bahane üretenlere şöyle seslenmek ister: Ya bir yol aç, ya da yoldan çekil; güneş olamıyorsan bari gölge etme; elin baston olamıyorsa hiç olmazsa dilin sopa olmasın.

Ve bir engelli bütün dünya insanlığına şu hakikati haykırmak ister:

“Görmek istemeyenden kör, duymak istemeyenden sağır ve anlamak istemeyenden daha cahili yoktur.”

Amelleri Boşa Gidenler

http://sabrikontek.azbuz.com :}
“İnkâr edenler ve (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar var ya; işte Allah onların bütün amellerini boşa çıkarır.” (Muhammed, 1)


Ayet-i kerime üç hüküm içermektedir: (1) İnkâr etmeyin, (2) insanları Allah yolundan alıkoymayın, (3) Allah, inkâr edenlerin ve insanları Allah yolundan alıkoyanların amellerini boşa çıkarır.

1. İnkâr Etmeyin

Sözlükte; bir şeyi örtüp gizlemek ve nimete nankörlük etmek anlamlarındaki "küfr" kelimesi, bir Kur’an kavramı olarak; Hz. Peygamber'i ve onun Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan şeylerden birini ya da bir kaçını veya tamamını inkâr etmek demektir. Bu anlamda "küfr", "imân" kavramının zıddıdır.

Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini, Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunu, meleklerin varlığını, ahiret hayatını, Kur’an ayetlerinden herhangi birini Kur’an’da bildirilen bir emri, bir yasağı, bir helâli veya bir haramı kabul etmemek küfürdür. Küfür, en büyük günahların başında gelir. Bir insanın iman edilmesi gereken hususların hepsini inkâr ettiğinde küfre düşmüş olacağı gibi sadece birini inkâr etse, yalanlasa, hatta beğenmese, küçümsese veya alay konusu etse yine küfre düşmüş olur. Küfre düşen kimseye “kâfir” denir. Ayetleri yalanlayanlar ile münafık ve müşrikler de “kâfir” kavramına dâhildir.

İnsanlar din duygusuyla yüklü olarak yaratılmışlardır: “Yüzünü Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın dinine çevir ki, Allah insanları o din üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmez.” (Rûm, 30) ve “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? Onlar da evet (Rabbimizsin), buna şahit olduk dediler.” (A'râf, 172) anlamındaki ayetler ile “Her doğan çocuk (İslam) fıtratı üzerine doğar.” (Tirmizî, Kader, 5) anlamındaki hadis-i şerif bu gerçeği ifade eder. Bu, insanın doğuştan dinsiz, kâfir, fasık ve âsi olmadığını, tevhid dinini kabule elverişli olarak yaratıldığı anlamına gelir. İnsan, yetiştiği çevrede aldığı terbiye, eğitim ve öğretime göre Müslüman veya gayri müslim olur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, (İslam) fıtratı üzerine doğmuş olmasın. (Ancak daha sonra onu) anası ve babası Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.” buyurmuştur. (Buhârî, Cenaiz, 80)

Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah; ısrarla insanların iman etmelerini istemiş ve kâfirlerin lanetlendikleri ve cehennem halkı olduğunu bildirerek inkârdan uzak durmalarını teşvik etmiştir: “Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerindedir.” (Bakara, 161); “İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 39); “Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” (Al-i İmrân, 91)

Birinci ayette kâfirlerin lanetlendiği, ikinci ayette cehenneme atılacağı, üçüncü ayette ise cehennemden kurtulmalarının mümkün olmadığı bildirilerek insanlar inkârdan sakındırılmaktadır.

Bir kimse inkâr konumuna düşerse dünyada yaptığı iyi ve yararlı amellerin karşılığını dünyada görse de (Ahkâf, 20) ahirette hiçbir yararını göremez. Çünkü imansız amelin ahirette hiçbir faydası olmaz, çünkü kâfirin dünyada yaptığı ameller boşa gitmiştir: “Her kim iman edilmesi gerekenleri inkâr ederse bütün ameli boşa gider ve bu kimse ahirette ziyana uğrayanlardan olur.” (Maide, 5) “İnkâr edenlere gelince, yıkım onlara! Allah, onların işlerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleri ve Allah’ın onların amellerini boşa çıkarması sebebiyledir.” (Muhammed, 8-9)

İnsan; aklını, idrakini ve yeteneklerini iyi kullandığı, varlık âlemini ve Allah’ın son mesajı Kur’an-ı Kerim’i incelediği zaman kendisini inkârdan kurtarır ve iman eder. Kâfirlerin inkâr bataklığından kurtarılması konusunda müminlere önemli görevler düşmektedir. Mümin söz, eylem ve davranışı ile insanları imana davet etmekle yükümlüdür. Bu yükümlülükten hiçbir kimse kendisini müstağni sayamaz. Müslüman olarak biz her zaman, her yerde ve her fırsatta Rabbimizi, Peygamberimizi, kitabımızı, iman, ibadet ve ahlakımızı insanlara anlatmalı ve İslam’a uygun yaşantımızla göstermekle yükümlüyüz.

2. İnsanları Allah Yolundan Alıkoymayın

“Alıkoymak” diye çevirdiğimiz ayetteki “sadd” kelimesi “an” edatıyla kullanıldığı zaman birsini bir şeyden alıkoymak ve bir şeye engel olmak, “Allah yolu” diye çevirdiğimiz “sebîlüllah” ise İslam dini anlamındadır. Allah yolu, Fatiha suresinin altıncı ayetinde “sırat-ı müstakîm” (doğru yol) olarak ifade edilmiştir. İnsanları Allah yolundan yani İslam’dan alıkoymak iki şekilde olur:

a) İnsanların İman Etmelerine Engel Olmak

Mekkeli müşrikler, her türlü baskıyı uygulayarak insanların iman etmelerine engel olmaya çalışıyorlar, Müslümanlara özellikle köle, cariye ve kimsesiz olanlara işkence ediyorlardı. Müslüman oldular diye kimisi yakıcı kumlar üzerine yatırılıyor, göğüslerinin üzerine ağır taşlar bastırılıyor, kimisinin kızgın demir çubuklarla çıplak vücutları dağlanıyor; kimisi aç ve susuz bırakılıyor, böylece Müslümanlıktan vazgeçirilmeye zorlanıyorlardı. Mesela Müslüman oldu diye Habbab, Bilal ve Ammar zalimce işkenceye maruz bırakılmışlardı. Ammar’ın annesi Sümeyye ile babası Yasir çok feci ve çirkin bir şekilde sırf Müslüman oldukları için öldürülmüşlerdi.

b) İslamî Hükümlerin Uygulanmasına Engel Olmak

Bir Müslüman’ın dinî görevlerini yerine getirmesine mesela cuma namazına katılmasına, namaz kılmasına, oruç tutmasına, zekât vermesine, hacca gitmesine, Kur’an okumasına, zikretmesine, kurban ibadetini îfa etmesine veya Kur’an’ın bir emrini uygulamasına engel olmak, “insanları Allah yolundan alıkoymak” hükmüne dâhildir. Dolayısıyla Müslüman’ın İslam’ın her hangi bir hükmünü özel, aile ve toplum hayatında uygulamasına engel olan kimse insanları Allah yolundan alıkoymuş olur. İnsanları Allah yolundan alıkoymak iman ile bağdaşan bir davranış değildir.

Müslüman, kendisi dinî görevlerinde ihmalkâr olsa bile bir başkasının iman etmesine, ibadetleri ifasına veya dinin herhangi bir kuralını uygulamasına asla engel olamaz, olmamalıdır, olursa bu ayetin hükmüne girmiş olur.

3. İnkâr Edenlerin ve İnsanları Allah Yolundan Alıkoyanların Amelleri Boşa Gider

“Amel” niyet ve iradeye bağlı olarak yapılan bilinçli eylemdir. (Rağıb, s. 348) Amel, iyi veya kötü, yararlı veya zararlı olabilir. İyi ve yararlı olan amele “amel-i salih”, kötü ve zararlı olan amele ise “amel-i sû’” denir. (Bakara, 62; Nahl, 119) Kur’an’a ve sünnete uygun olan her amel, amel-i salih, uygun olmayan amel ise amel-i sû’dur. Ayette kastedilen amel ile maksat amel-i salihtir.

“Boşa çıkarmak” diye çevirdiğimiz “edalle” kelimesi bu ayette; heder etmek, hükümsüz ve değersiz hale getirmek demektir. “Edalle” kelimesi başka ayetlerde “hak yoldan saptırmak” anlamında kullanılmıştır. (bk. Nisa, 113)

“Amelleri boşa çıkarmak” Kur’an’da “ihbat” ve “ibtal” kelimeleri ile de ifade edilmiştir. (bk. Muhammed, 9, 33; Bakara, 264) Allah’ın bir ameli boşa çıkarması; o ameli kabul etmemesi ve o amele sevap vermemesi anlamına gelir. Bir amelin makbul olabilmesi için dört şartın birlikte bulunması gerekir: (a) Kişinin iman sahibi olması, (b) Amelin ihlâsla yapılması, (c) İyi bir niyetle yapılması, (ç) İslam’a uygun olması. Bu şartlardan biri eksik olursa o amel geçersiz olur. Mesela gösteriş için namaz kılan kimsenin ameli boşa gider, niyet etmeden Ramazan ayında aç ve susuz duran kimse oruç tutmuş sayılmaz. İbadetin farzlarından birini yapmayan, mesela abdestsiz namaz kılan kimsenin namazı veya Arafat’a çıkmayan kimsenin haccı boşa gider. Maide suresinin beşinci ayetinde, “Her kim bir iman esasını inkâr ederse o kimsenin ameli boşa gider ve o ahirette ziyana uğrayanlardan olur.” ayetiyle amelin geçerli olması için imanın şart olduğu bildirilirken Muhammed suresinin; “Ey inananlar! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, amellerinizi boşa çıkarmayın.” anlamındaki 33. ayetinde Allah ve Peygambere itaat edilerek ibadetlerin boşa çıkarılmaması emredilmektedir.

Boşa gideceği bildirilen “ameller” Allah’a kulluk niyetiyle yapılan iyi işler, görevler ve ibadetlerdir. Kâfirlerin amellerinin boşa gitmesi Kur’an’da şöyle tasvir edilmektedir: “İnkâr edenlerin amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su zanneder. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz). Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tastamam görür. Allah hesabı çabuk görendir.” (Nur, 39)

Kur’an-ı Kerim’de kâfir, müşrik ve münafıkların, Allah’ın hükümlerini beğenmeyen, ayetleri yalanlayan ve ayetler ile alay edenlerin amellerinin boşa gideceği bildirilmektedir:

a) Müşrikler

“Müşrik”; Allah’tan başka bir varlığı ilah kabul eden veya isim ve sıfatlarında Allah’a ortaklar isnat eden kimseye denir. Müşriklerin amellerinin boşa gideceği Kur’an’da açıkça bildirilmektedir: “(Ey Peygamberim!) De ki, “Ey cahiller! Siz bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz? Andolsun, sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan elbette amelin boşa çıkar ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.” (Zümer, 64-66) “Allah’a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır.” (Tevbe, 17; bk. En’âm, 88; Ahzab, 19)

b) Münafıklar

“Münafık”; kalbiyle inanmadığı halde bir takım dünyevî çıkarlar için iman ettiğini söyleyen ikiyüzlü kimsedir. Münafıkların imanı olmadığı için yaptığı amellerin Allah katında değeri olmaz: “İşte onların (münafıkların) dünyada da ahirette de amelleri boşa gitmiştir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir." (Tevbe, 69; bk. Maide, 51-53)

c) Ayetleri ve Ahiret Hayatını İnkâr Edenler ve Yalanlayanlar

Ayetleri ve ahiret hayatını inkâr etmek küfür olduğu gibi yalanlamak, yalan saymak, yalan olduğunu söylemek de küfürdür. Kur’an-ı Kerim’de 6236 ayet vardır. Her bir ayet iman konusudur. (Zuhruf, 69) Dolayısıyla bir tek ayeti bile inkâr etmek ve yalanlamak insanı küfre götürür. Ayetleri yalanlamak; Allah sözü olduğunu kabul etmemektir. Allah’ın ayetlerini ve ahiret hayatını inkâr edenlerin ve yalanlayanların amellerinin boşa gideceği şöyle bildirilmektedir: “Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır.” (A’raf, 147) “Onlar (Allah'ın ayetlerini inkâr edenler), amelleri, dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i İmran, 22)

ç) Ayetlerle Alay Edenler

“Alay” bir şeyi küçümsemenin, hafife almanın, değersiz ve önemsiz görmenin sonucudur. Ayetleri, ayetlerde yer alan bir hükmü, bir emri, bir yasağı alaya alan kimse inkâra düşmüş olur. Dolayısıyla bu kimsenin amelleri boşa gider: “(Ey Peygamberim!) De ki: “Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?” Onlar Rab’lerinin ayetlerini ve O’na kavuşacaklarını inkâr eden, böylece amelleri boşa çıkan, o yüzden kıyamet gününde amelleri için bir terazi kurmayacağımız kimselerdir.

İşte böyle. İnkâr etmeleri, ayetlerimi ve Peygamberlerimi alay konusu yapmaları yüzünden onların cezası Cehennemdir.” (Kehf, 103-106)

d) Allah’ın Hükümlerini Beğenmeyenler

Bir şeyi beğenmeyen kimse, o şeyin doğruluğunu, iyi ve uygulanabilir olduğunu kabul etmiyor demektir.

Allah’ın bir hükmünü, bir emir ve yasağını beğenmeyen kimse inkâr etmiş olur. Dolayısıyla bu kimsenin ameli boşa gider: “İnkâr edenlere gelince, yıkım onlara! Allah, onların işlerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleri ve Allah’ın onların amellerini boşa çıkarması sebebiyledir.” (Muhammed, 8-9)

e) Dinden İrtidat Edenler

“İrtidat”, hak dini İslam’ı terk edip başka bir inanca sahip olmak, mesela Hıristiyan olmak veya ateist olmaktır.

İrtidat eden kimse inkâr etmiş olur dolayısıyla yaptığı amelleri boşa gider. “Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara, 217)

f) Hz. Peygamber’e Karşı Gelenler ve Ona Saygısızlık Edenler

“Peygambere karşı çıkmak”tan maksat; onun peygamberliğini ve tebliğ ettiği dini kabul etmemek; “saygısızlık”tan maksat ise onu alaya almak, küçümsemek ve aşağılamak gibi davranışlarda bulunmaktır ki bu küfürdür. Hz. Peygambere karşı gelenlerin ve ona saygısızlık edenlerin Kur’an’da amellerinin boşa gideceği açıkça bildirilmektedir: “İnkâr edenler, insanları Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet yolu belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler hiçbir şekilde Allah’a zarar veremezler. Allah, onların amellerini boşa çıkaracaktır.” (Muhammed, 32) “Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.” (Hucurat, 2)

g) Sadece Dünya İçin Çalışıp Ahiret İçin Çalışmayı Terk Edenler

İnsanın hem dünya nimetlerine hem de ahiret nimetlerine talip olması ve her iki dünya için çalışması gerekir. Eğer insan sadece dünya nimetlerine talip olan ve “boş ver ahireti, bana dünya nimetleri yeter” diyen, dolayısıyla ahiret nimetlerini göz ardı eden ve yok sayan kimsenin ahirette bir kazancı olmaz. Çünkü çalışmasının karşılığını dünyada almıştır, inanmadığı için ahirette amellerinin karşılığını göremez: “Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da, boş şeylerdir.” (Hud, 15-16)

ğ) Zekât ve Sadaka Verdiği Kimseleri Minnet Altında Bırakanlar

Bir kimse zekât ve sadakasını verir, sonra zekât ve sadaka verdiği kimseyi minnet altında bırakır ve ona eziyet ederse bu kimsenin amel-i kabul edilmez ve boşa gider: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın.” (Bakara, 264)

Sonuç olarak; Allah kâfir, müşrik, münafık ve riyakâr kimselerin amellerini kabul etmez. Bir insan kâfir olarak ölürse dünyada yaptığı iyi amellerinin karşılığını dünyada aldığı için ahirette iyi amellerinin bir faydası olmaz. Bu kimse imanı olmadığı için, cehenneme atılır (Ahkaf, 20) ve asla bağışlanmaz: “İnkâr eden, Allah yolundan alıkoyan, sonra da inkârcılar olarak ölenler var ya, Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Muhammed, 34) Onun için imanımıza sahip çıkmamız, her hangi bir kimsenin inkâra düşmesine sebep olabilecek söylem, eylem ve davranışlardan sakınmamız, başkasının ibadet etmesine ve dinî bir görevi yapmasına engel olmaktan uzak durmamız, ibadetlerimizi riya ve süm’adan uzak tutmamız ve şartlarına uygun olarak ihlâs ile yapmamız gerekir.

Örnek Dede Hz. Peygamber (s.a.s.)

http://sabrikontek.azbuz.com :} Hz. Peygamber (s.a.s.) Kur'an-ı Kerim'in açıkladığı gibi, şâhid, müjdeleyici, uyarıcı, Allah'a davet edici ve aydınlatıcı bir ışık olarak bütün insanlığa gönderilmiştir. (Ahzâb, 45-46, Sebe, 28) O, âlemler için rahmettir ve büyük bir ahlak üzerindedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu üstün özelliklerinin tezahür yerlerinden biri çocuklar olmuştur. Bundan dolayıdır ki, dünyanın en mutlu çocukları, onun yaşadığı dönemin çocuklarıdır. Onun söz konusu üstün nitelikleri, merhameti, sevgi ve şefkati bütün çocukları kucaklamıştır. Engin tevazusuyla çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş hal hatırlarını sormuş, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmiş, onların kusurlarını da hoş karşılamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bütün çocuklara karşı gösterdiği emsalsiz sevgi, şefkat ve merhameti özellikle onun kendi torunları ile ilgili haberlerde bulmamız mümkündür. Onun en büyük kızı Zeyneb (r.anha), Ebu'l-As (r.a.) ile evlenmiş ve ondan iki çocuğu olmuştur ki, bunlar Ali ve Ümâme’dir. Ali’nin küçük yaşta öldüğü anlaşılıyor. Ümâme (r.anha) ise önce Hz. Ali (r.a.) ile, ondan sonra da Muğire b. Nevfel (r.a.) ile evlenmişti. Bir rivayete göre onun Muğire (r.a.)'den Yahya isimli bir çocuğu olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in nesli çocuklarından sadece Hz. Fâtıma (r.anha)'dan, onun da, oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'den devam etmiştir. Allah Rasulü (s.a.s.)’nün torunu Hz. Hasan'dan gelen nesline “şerif”, Hz. Hüseyin'den gelen nesline “seyyid” denmiş ve tarih boyunca bu soylar bütün Müslümanların saygı ve sevgilerine mazhar olmuşlardır.
Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in torunlarından bir kısmı hakkında, onlarla ilgili değişik olayları anlatan birçok haber vardır. Bunlarda bir dedenin torunlarına ilgisinin, onlara karşı sevgi ve alakasının muazzam örneklerini bulmak mümkündür.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in çocuklara alâkası doğumdan itibaren başlar. O, doğan çocukların kulaklarına ezan okur, onlara isim verir, önceden kötü isim takılmışsa değiştirir, onlar için akika kurbanı keserdi. Meselâ Hz. Hasan doğduğunda iki kulağına “ezan” okumuştu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 114) Torunları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhassin'e başta konulan Harb ismini hoş bulmamış ve onları mezkûr isimlerle değiştirmişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 98, 118)

Hz. Peygamber (s.a.s.) torunlarını evde bazen sırtına, bazen karnının üzerine alıp eğlendirdiği rivayet edilir. Hatta zaman zaman camide namaz kıldırırken bile çocuklar onun omzunda veya sırtında olurlardı. Mesela Hz. Zeyneb'den kız torunu Ümâme bu çocuklardan biridir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, IV, 125) Hz. Peygamber (s.a.s.) onu namazda omzuna alır, rüküâ gittiğinde yere bırakır, kalktığında tekrar omzuna alırdı. (Buhârî, Salât, 106; Müslim, Mesâcid, 41) Bazen Rasul-i Ekrem (s.a.s.) secdeye gidince Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de gelip sırtına binerlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) secdeden kalkarken onları yumuşak bir şekilde alıp yere bırakırdı. Secdeye gidince onlar yine sırtına binerlerdi, bu durum, namaz bitene kadar bu şekilde devam ederdi. Namaz bitince ise Rasulüllah (s.a.s.) onları hiç kızmaksızın alıp dizlerine oturturdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 513). Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s.) secdedeyken sırtına Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin binince, ininceye kadar secdeyi uzatmıştı. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 494; Nesâî, Tatbik, 82) Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) zekât hurmalarını dağıtırken Hz. Hasan kucağında bulunuyordu. Dağıtma işi bitince onu omzuna almıştı. (Müsned, II, 279) Sahabeden Berâ (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in omzunda Hz. Hasan olduğu halde; “Allah'ım, doğrusu ben bunu seviyorum. Onu sen de sev” dediğini rivayet eder. (Buhârî, Fedâilu'l-Ashab 22) Çocuklar bineğinin üzerinde de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yanındadırlar. Mekke'nin fethinde şehre girerken Hz. Zeyneb'den torunu Ali onun terkisinde bulunuyordu. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, IV, 126)

Rasul-i Ekrem (s.a.s.) torunlarına olan sevgisini, alâkasını her yerde, her fırsatta gösterirdi. Nitekim bir gün bir omzunda Hz. Hasan, diğerinde Hz. Hüseyin olduğu ve sırasıyla onları öperken sahabenin yanına gelmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 440)

Ebû Hureyre (r.a.) bir gün Allah'ın Rasulü (s.a.s.) ile dışarı çıktıklarını ve Fâtıma (r.anha)'nın evine geldiklerinde Peygamber (s.a.s.)’in Hasan (r.a.)'ı kastederek “Küçük adam orada mı? Küçük adam orada mı?” buyurduğunu ve Hasan (r.a.)'ın geldiğini, kucaklaştıkları sırada Allah'ın Rasulü (s.a.s.)’nün: “Ey Allah'ım! Ben onu seviyorum, senin de onu ve onu sevenleri sevmeni niyaz ediyorum” buyurduğunu rivayet etmiştir. (Buhârî, Menâkıb, 27; Müslim, Fedâil, 17) Üsâme b. Zeyd (r.a.)'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hasan (r.a.)'ı ve onu alır: “Ey Allah'ım!, onları sevdiğim için, onları sevmeni niyaz ediyorum” diye dua ederdi. (Buhârî, Menâkıb, 27; Müslim, Fedâil, 17; Tirmizî, Menâkıb, 31) Bir başka rivayette Üsâme b. Zeyd (r.a.) Rasulüllah (s.a.s.)’ın kendisini ve Hasan (r.a.)'ı dizlerine aldığını bir dizine kendisi ve bir dizine Hasan (r.a.)'ı oturttuğunu ve “Ey Allah'ım! Onlara merhamet etmeni niyaz ediyorum, çünkü ben onlara merhamet ediyorum” diye dua ettiğini söylemiştir. (Buhârî, Menâkıb, 27; Müslim, Fedâil, 17) Yine Üsâme b. Zeyd (r.a.) şöyle der: “Bir gece bir işim için gittiğimde, Peygamber (s.a.s.) dışarıya elbisesinin içinde bir şeyle çıktı. Ben, ona işimden bahsetmeyi bitirdiğimde, elbisesinin içinde ne olduğunu sorunca elbisesini açtığında Hasan ile Hüseyin'i gördüm. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bunlar benim oğullarım, benim kızımın oğulları! Ey Allah'ım ben onları seviyorum, senin de onları ve onları sevenleri sevmeni niyaz ediyorum.” (Buhârî, Menâkıb, 27; Tirmizî, Menâkıb, 31) Benzer bir olay Hz. Hüseyin için de gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir davete giderken yolda Hz. Hüseyin'i oynarken görünce öne çıkıp ellerini açmış ve Hz. Hüseyin'i tutup öpmüştür. (İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Rivayete göre Rasulüllah (s.a.s.) mescidde insanlara hitap ederken torunları Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) gömlekleri içinde düşe kalka yürüyerek yanlarına geldiler. Rasul-i Ekrem (s.a.s.) minberden indi, onları kaldırdı, ardından da şöyle buyurdu: “Allahu Teâlâ malınız ve evlâtlarınız birer fitnedir" diyerek hakikati buyurmuştur: Şu iki çocuğun düşe kalka yürüyüşlerine baktım ve vaazımı kesip onları yukarı almaktan kendimi alıkoyamadım.” (İbn Mâce, Libâs, 20; Tirmizî, Menâkıb, 30; Ebû Dâvûd, Salât, 17; Nesâî, Cuma, 30) İbn Abbâs rivayet etmiştir: Rasulüllah (s.a.s.) Hasan'ı omuzlarında taşırken sahâbeden biri Hasan (r.a.)'a “Bindiğin binek ne güzel binektir.” dediğinde Hz. Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine “Ve sürücüsü ne güzel sürücüdür.” cevabını vermiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 31)

Hz. Ebû Bekir (r.a.) Allah'ın Rasulü (s.a.s.)’nü yanında Hasan (r.a.)’la birlikte minberde gördü. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir insanlara, bir de ona bakıyor ve şöyle diyordu: “Bu benim oğlum bir liderdir ve Allah'ın, iki büyük Müslüman fırkayı onun vasıtası ile uzlaştırması umulur.” (Buhârî, Menâkıb, 27; Nesaî, Cuma, 17) Enes b. Mâlik (r.a.) rivayet ediyor: “Rasulüllah’a ehli-beytinden en sevgili olanın kim olduğu sorulduğunda “Hasan ve Hüseyin” diye cevaplamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Fâtıma (r.anha)'ya "Oğullarımı bana çağır, onları kucaklayayım." diyordu. Rasulüllah (s.a.s.)’ın “Hüseyin bana, ben Hüseyin'e aitim. Hüseyin'i seveni Allah sevsin.” buyurduğu rivayet edilmiştir. (Buhârî, Fedâil, 18-22; Müslim, Fedâil, 32, 56, 58-61, 67; Tirmizî, Menâkıb, 31; İbn Mâce, Mukaddime, 27)

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu sevgi tezahürleri Arap kabile reislerinin garibine gitmiştir. Nitekim onlardan biri olan Akra' b. Habis Hz. Peygamber (s.a.s.)'i Hz. Hasan'ı öperken görünce “Doğrusu benim 10 çocuğum var, hiçbirini öpmemişimdir!” dediğinde Hz. Peygamber (s.a.s.) ona şöyle mukabelede bulunmuştur: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” (Müslim, Fedâil, 65)
Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in torunlarıyla münasebetinde dikkat çeken bir husus da, onlar arasında ayrım yapmamaya, onlara eşit davranmaya özen göstermesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) çocuklara, rengi ve cinsiyeti ne olursa olsun eşit davranılması gerektiğini öğretmiştir. İslâm öncesi Arap toplumunda uzun süredir yerleşmiş bulunan kız çocuklarına karşı olumsuz tavırları değiştirmek için kız çocuklarına özel ilgi göstermiştir. Bu hususta “kim ki iki kız çocuğu erginlik çağına vardıktan sonra yanında kaldıkları veya o kimse onların yanında kaldığı sürece onlara iyi davranıp ihsanda bulunursa kızları onu cennete dâhil ederler (yâni o kimse kızlarına ettiği iyilik sayesinde cennetlik olur.)” buyurmuştur. (İbn Mâce, Edeb, 3) Bu hususta Hz. Âişe (r.a.)’den şöyle bir rivayet gelmiştir: Rasulüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Eğer bir kimse kızlara değer verdiğinden dolayı eziyet görürse ve onlara iyi davranırsa onlar cehennem'e karşı perde olurlar.” (Buhârî, Edeb, 18) Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in bunlardan başka kız çocuklarını güzelce ve özenle yetiştirenlere Allah'ın büyük mükâfat vereceğini belirten pek çok hadisi bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslam'la müşerref olan kadınlardan biat alırken, biatın bir şartının da “çocuklarını öldürmeyecekleri”nin olduğu bilinmektedir. (Mümtehine, 12)

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in torunları arasında adaletle muamelede bulunduğuna dair şu örnek verilebilir: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Fâtıma'nın (r.anha) evine gitmişti. Hz. Hüseyin içecek bir şey istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir koyun sağmaya yönelmişti. O zaman Hz. Hasan yanına gelmiş, ama Rasulüllah (s.a.s.) sağdığını ona vermemişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, Hz. Hüseyin'i mi daha çok sevdiğini sorduğunda Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Hayır, o ondan önce içecek istemişti!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 101) Tabiatıyla bu bütün çocukları aynı derecede sevdiğini ifade etmez. Bazı çocukları diğerlerinden daha çok sevdiğini belirten haberler vardır. Bunda ilk çocuk olma, o esnadaki en küçük çocuk olma, bazı kabiliyetlere sahip olma gibi sebepler etkili olmuştur. Nitekim Allah Rasulü (s.a.s.) kendisine hediye gelen bir gerdanlığı; "Bunu ailemden en çok sevdiğime vereceğim!" demiş, sonra onu torunu Ümâme (r.anha)'ye vermişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,101) Muhtemeldir ki, her halde bu olayın meydana geldiği zamanda Ümâme (r.anha) ailenin en küçüğüydü.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in torunlarına muamelesi hakkında söylenen hususları, onların Hz. Peygamberle (s.a.s.) alâkalı hatıraları da teyid etmektedir: Hz. Hasan (r.a.) Hz. Peygamber'den (s.a.s.) aklında 5 vakit namazın kaldığını (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 200) ayrıca ondan zekât hurmalarıyla ilgili olayı, “Seni şüpheye düşüren şeyi bırak, şüpheye düşürmeyen şeye bak! Şüphesiz doğru söylemek gönül rahatlığı (verir), yalan söylemek ise şüphe (doğurur).” hadisini (Nesâî, Eşribe, 50; Dârimî, Büyü, 2) ve öğrettiği bir duayı hatırladığını bildirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in torunlarının hayatları boyunca sergiledikleri tavır ve hareketlerinde onların Rasulüllah (s.a.s.)’dan aldıkları etkilerin, kazandıkları bakış açılarının izlerini ve tezahürlerini bulmak da mümkündür. Netice olarak şunu diyebiliriz Hz. Peygamber (s.a.s.) örnek bir dede olarak torunlarıyla çok yakından ilgilenmiş, onlara sevgi, anlayış ve sorumlulukla yaklaşmış, şefkatle muamele etmiştir. Onun münasebetlerindeki esas nokta sevgi ile ilgilenmektir. Böylece Rasul-i Ekrem (s.a.s.) babalığının yanı sıra dedelik hususlarında da ümmetine güzel bir nümûne-i imtisal olmuştur.

Kaynaklar

Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, (çev. Komisyon), I-VI, İstanbul 1996; Ağca, Hüseyin, Ailede Eğitim, Ankara 1998; Aydınlı, Abdullah, “Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Terbiyesinde Yetişen Çocuklar”, İslâm’da Aile ve Çocuk Terbiyesi Sempozyumu Kitabı, İstanbul ts.; Canan, İbrahim, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, Ankara 1980; “İslâm’da Aile Terbiyesi”, İslam’da Aile ve Çocuk Terbiyesi Sempozyumu 2, İstanbul 1996; Çamdibi, Mahmud, “Ailede Çocuğun Ahlâki Terbiyesi”, İslam’da Aile ve ÇocukTerbiyesi Sempozyumu 2, İstanbul 1996; Dodurgalı, Abdurrahman, Ailede Çocuğun Din Eğitimi, İstanbul 1996; Hökelekli, Hayati, “Hz. Peygamber’in Çocuklara ve Gençlere Yaklaşımı”, Hz. Muhammed ve Gençlik, Ankara 1995; “Gençlik ve Din”, Gençlik Din ve Değerler Psikolojisi (ed. Hayati Hökelekli), İstanbul 2006; Öcal, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Çocuk Eğitimindeki Metodu”, Hz. Muhammed ve Gençlik, Ankara 1995.

6 Ocak 2011 Perşembe

Kaza namazı kılınmaz mı?

http://sabrikontek.azbuz.com :} Tembellikle kılınmayan namazları kaza etmek gerekmez) demek dini yıkmak olur. O zaman hiç kimse, hiçbir farzı yapmaz. Nasıl olsa, tevbe ile bu iş hallediliyor diye namaz kılmaz, zekât vermez, hacca gitmez, oruç tutmaz, sonunda da tevbe edip kurtulur. Böylece reformcu da muradına kavuşur.

Namazları vaktinde kılmak farz olduğu gibi, vaktinde kılınmayanı kaza etmek de farzdır. Bu husus, bütün fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Birkaçı şöyledir:
1- Farz namazı, özürsüz vaktinden sonra kılmak, büyük günahtır. Bu günah, yalnız kaza edince affolmaz. Kaza ettikten sonra, ayrıca tevbe veya haccetmek de gerekir. Kaza edince, yalnız namazı kılmamak günahı affolur. Kaza kılmadan, tevbe edince, terk günahı affolmadığı gibi, geciktirme günahı da affolmaz, çünkü tevbenin kabul olması için, günahı terk etmek şarttır. (Dürr-ül-muhtar)

2- Tembellikle kılınmayan namazlar için tevbe etmek ve bu farz namazları hemen kaza etmek lazımdır. Kazayı geciktirmek de ayrıca büyük günah olur. (Berika)

3- Özürsüz de olsa, farz namazı terk edenin, bunu kaza etmesi şarttır. (Halebî)

4- Unutarak veya kasten kılınmayan her farz namazı kaza etmek farzdır. (Hindiyye)

5- Özürlü, özürsüz kılınmayan farz namazların kazası farzdır. (Mezahib-i Erbaa)

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Farz namaz borcu olanın, nafile namaz kılması, hamile kadına benzer. Doğumu yaklaşırken çocuğu düşürür. Artık bu kadına hamile de, ana da denmez. Kaza borcu olan kimse de böyle olup, farz namazlarını kaza etmedikçe Allahü teâlâ onun nafile namazlarını kabul etmez.) [Fütuh-ul-gayb]
 


http://sabrikontek.azbuz.com :}
Posted by Picasa

5 Ocak 2011 Çarşamba

Fatih Sultan Mehmed ve İlim

http://sabrikontek.azbuz.com :}14. asrın başlarında Söğüt'te Anadolu'nun en küçük ve mütevazı beyliği olarak kurulan Osmanoğulları iki yüzyıl sonra üç kıtaya hâkim bir cihan devleti olmayı başarmıştı.

Beylikten devlete uzanan bu süreçte, Osmanlı sultanları, kendisinden evvelki Türk-İslâm devletlerinde olduğu gibi bir yandan sınırlarını genişletirken, diğer yandan da ilmî ve kültürel faaliyetlere önem vermişlerdi. Osmanlı sultanları, devletin devam ve bekâsının ancak bu sayede mümkün olacağının şuurundaydı. İlk defa Sultan Orhan döneminde başlayan ve 1. Murad, Yıldırım Bayezid, özellikle de 2. Murad dönemlerinde kurulmuş olan eğitim kurumları bu anlayışın tezahürüydü.

Yükselme döneminin bânisi Sultan 2. Mehmed dönemine gelindiğinde eğitim ve kültür faaliyetlerinde zirveye ulaşılmış; devletin yeni merkezi İstanbul, Doğulu ve Batılı âlimlerin akın ettiği bir kültür merkezi hâlini almıştı. Fatih Sultan Mehmed'in gösterdiği şahsî alâkanın ve kurduğu eğitim kurumlarının tesiriyle müspet bilimler, matematik ve astronomi, felsefî ve ilmî düşünce gelişmişti. Bu çalışmaları ile Fatih, Osmanlı maarif teşkilâtının temellerini atmıştı.

Fatih'in yetişme şekli
Sultan 2. Murad, oğlu Şehzâde Mehmed'in yetişmesine büyük bir özen göstermiş ve devrin en meşhur hocalarını onun eğitimiyle görevlendirmişti. Manisa'ya sancak beyi olarak gönderilen şehzâdenin yanında başta Akşemseddin ve Molla Gürani olmak üzere ilim, irfan, hikmet ve sanat erbabından oluşan seçkin bir hoca kadrosu vardı.

Sultan 2. Mehmed şehzâdelik döneminde hocaların refakatinde bilgisini genişletmiş, felsefe ve matematik okumuş, Arapça ve Farsçayı ana dili gibi öğrenmişti. Aynı zamanda Lâtince, Yunanca, Sırpça öğrenmiş; tarih, coğrafya ve askerlik bilgisini de fevkalâde ilerletmiş; bir yandan da dünya cihangirlerinin hayatlarını dikkatle tetkik ederek her birinin doğru ve yanlış taraflarını anlamaya çalışmıştı.

Fatih ve Akşemseddin
Şehzâde Mehmed'in etrafını kuşatan irfan halkasının merkezinde şüphesiz Akşemseddin yer almaktaydı. Akşemseddin, Sultan Mehmed gibi son derece aksiyoner bir devlet adamını enfüsî düşüncelere yönlendirmiş ve onu İstanbul'un fethinden sonra onunla dergâha kapanmayı isteyecek kadar bir ruh enginliğine kavuşmasını sağlamıştı.
Sultan, hocasına duyduğu tahassüs ve heyecandan, bir gün yine ulemâdan olan veziri Mahmud Paşa'ya; "Bu pîre hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer. Diğer şeyhler ise benim yanıma gelince heyecandan elleri titrer." diyecektir.

İstanbul'un fethini müteakip, duyduğu haz ve süruru izah ederken de devlet erkânına şunları söylemiştir: "Bu ferah ki, bende görürsünüz, yalnız bu kale fethine değildir. Akşemseddin gibi bir azizin benim zamanımda olduğuna sevinirim."

Fatih ve ilim
Hayatı boyunca ilme ve âlimlere çok değer veren Fatih'in sarayı ilmî müzakere ve sohbetlerin yapıldığı bir akademi gibiydi. Huzurunda âlimler rahatça oturup konuşabilirken, vezir-i âzam dâhil bütün devlet adamları ayakta beklerdi. Çok defa reisü'l-ulema sıfatıyla Molla Hüsrev'in başkanlık ettiği toplantılara Fatih'in başında ulemâ sarığı, sırtında da "binişi"yle (âlimlere mahsus kıyafet) iştirak ettiği bilinmektedir.

Fatih ayrıca İstanbul'a Doğulu ve Batılı âlimleri davet etmiş, bu hususta hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştı. Nitekim 15. yüzyılın en büyük astronomi ve matematikçisi olan büyük âlim Ali Kuşçu'yu İstanbul'a davet etmiş ve kendisini 200 akça yevmiye ile Ayasofya Medresesi'nde müderris olarak vazifelendirmişti. Hâlbuki o devirde kıdemli bir müderrisin yevmiyesi 50 akçeydi. Fatih, Batılı bilim adamlarıyla da ilgilenmekteydi. Bu bilginlerden Filozof Amirutzes ile İtalyan arkeologu Anconalı Cyriacus, ünlü ressam Gentili Bellini davet edilenler arasındaydı.

İstanbul'un fethiyle Bizanslı bilginlerin burayı terk ederek İtalya'ya gittikleri ve burada Rönesans'ın başlangıcına önderlik ettikleri söylenmektedir. Aksine Fatih'in gayretleri ile İstanbul'un ilim adamları için çok cazip bir ortam hâline geldiği görülmektedir.

Fatih'in eğitim komisyonu ve eğitim kurumları
Fetihten sonra devletin merkezi hâline getirilen İstanbul, Fatih tarafından yürütülen eğitim faaliyetleri neticesinde eğitimin de merkezi hâline gelmişti. Fatih Sultan Mehmed, eğitim faaliyetlerine yön vermek maksadıyla, Sadrazam Mahmud Paşa, Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu'dan oluşan bir eğitim komisyonu kurmuştu. Bu komisyonunun çalışmaları neticesinde Ayasofya Medresesi ve Sahn-ı Seman Medreseleri açılmıştı. Bu komisyon ayrıca "Kanun-ı Talebe-i Ulûm" adlı bir kanunnâme hazırlamıştı. Bu kanunnâme ile eğitim ve medreseler belirli bir sisteme kavuşturulmuştu.

Sahn-ı Seman Medreseleri
Fatih, fethin hemen ardından İstanbul'daki sekiz kiliseyi medreseye çevirmiş ve devrin en ünlü âlimlerini buralara müderris tayin etmişti. Ancak buralarda düzenli ve verimli bir eğitim-öğretim yapmak mümkün değildi. İlme âşık olan Fatih, Osmanlı Devleti'ne yakışır, önemli, ciddî eğitim müesseseleri kurmak istiyordu. Bunların dışında, büyüyen ve gelişen Osmanlı Devleti'nin iyi öğrenim görmüş kimselere olan ihtiyacı her geçen gün artmaktaydı.

Fatih Sultan Mehmed bu maksatla 550 yılında yaptırılan ve harap durumda olan "Havariyyun Kilisesi"nin bulunduğu yere büyük bir külliye inşa ettirdi. Bu külliyede kendi adıyla anılan bir cami ve caminin doğu ve batı kısmında medreseler yer almaktaydı. Vakfiyesinde belirtildiği üzere, Medaris-i Semaniye adı ile anılan bu eğitim kurumu, yüksek tahsil veren sekiz medreseden ve bunlara talebe yetiştiren daha alt seviyede sekiz "tetimme" medresesinden oluşmaktaydı. Tetimmeler bugünkü lise tahsiline denk bir eğitim veriyordu. Külliyede ayrıca; müderris ve öğrencilerin faydalanması için bir kitaplık, sıbyan mektebi, darüşşifa, imaret, aşevi ve bir de misafirhane bulunmakta idi.
İstanbul'un ilk yükseköğretim kurumu olan Sahn-ı Seman Medreseleri, üniversite mânâsında Osmanlı tarihinde ve dünya tarihinde bilinen en eski eğitim müesseselerindendir. Rivayetlere göre Sahn-ı Seman'ın eğitim müfredatını, Vezir Mahmud Paşa ve Ali Kuşçu tertip etmişlerdir.

Ayasofya Medresesi
Fatih Sultan Mehmed camiye çevrilen Ayasofya'da ve Eyüp Camiî'nin yanında medreseler yaptırdı. Ayasofya Medresesi'nin ilk müderrisi Molla Hüsrev'dir. Molla Hüsrev derin ilmi sebebiyle büyük hürmet gördü. Danişmentler onu evinden alır, ata bindirir, kendileri yürüyerek medreseye getirirlerdi. Evine dönüş yine aynı şekilde olurdu. Ayasofya Medresesi, uzun yıllar Osmanlı bürokrasisine memur yetiştiren en meşhur medrese olarak önemini korumuştur.

Fatih ve talebeleri
Fatih, medreselerinden mezun olan öğrencileri takip ederdi. Bu maksatla onların adlarını, durumlarını, aldıkları görevleri yazdığı bir defteri vardı. Talebelere de çok ehemmiyet verir, geceleri geç vakit medreseleri dolaşır, onların çalışıp çalışmadığını teftiş ederek çalışkan olanları mükâfatlandırırdı. Bazen imtihan heyetlerine başkanlık ederdi.

Rivayete göre Fatih, medreselerinde kendisine bir oda istemişti. Müderrisler bu isteği incelemişler, "öğrenci veya müderris olmadığı" gerekçesiyle reddetmişlerdi. İsteği ancak müderrisler önünde başarılı bir imtihandan geçtikten sonra yerine getirildi.

Sıbyan Mektebi ve Kanunnâmesi
Fatih Sultan Mehmed, diğer eğitim kurumlarında olduğu gibi ilköğretim okullarında da düzenlemeler yapmış ve ilköğretim programı hazırlatmıştı. Bu programa göre, Eyüp ve Ayasofya Medreselerinde sıbyan mektebi öğretmeni yetiştirilecek ve bunlara klâsik medrese müfredatından ayrı bir program uygulanacaktı. Bu programda müzakere kuralları ve öğretim yöntemi gibi dersler bulunacak, fıkıh gibi medreselerin en temel ve zor dersleri yer almayacaktı.

Enderun Mektebi
Fatih döneminde üzerinde durulması gereken önemli bir eğitim kurumu da saray okulu hüviyetinde olan ve devlet kademelerine eleman yetiştiren "Enderun Mektebi"dir. Sultan 2. Murad döneminde kurulduğu bilinen Enderun Mektebi, Fatih döneminde geliştirilmiştir. Daha önce hiçbir devlette misâline rastlanmayan Enderun Mektebi, Osmanlı Devleti'nin güç ve kudretini koruyan bir yönetici sınıfı yetiştirmek için kurulmuştu. Okul içinde, askerlik ve yöneticilik yanında güzel sanatlar bölümleri de yer almaktaydı. Enderun'dan birçok sanatçının yetişmiş olması bunun ispatıdır. Bu okul Tanzimat dönemine kadar faaliyetini sürdürmüştür.

Fatih'in kütüphaneleri
Eğitim kurumları kurmakla nâm salmış olan Sultan 2. Mehmed, açtığı kütüphanelerle de ünlenmişti. İstanbul'da 13 kütüphane kurduran sultan, Topkapı Sarayı'nda da bir kütüphane kurdurmuş, başına da Molla Lütfü'yü tayin etmişti. 1929 yılında Topkapı Sarayı'ndaki bu kütüphanede incelemeler yapan Alman Prof. Adolf Diesman, Lâtince, Yunanca, İtalyanca ve diğer yabancı dillerde yazılı 587 eser tespit etmiştir. Bu kütüphane karşısında heyecanlanan ve duygulanan Diesman, Fatih'e duyduğu hayranlığı şöylece ifade eder: "Dünya tarihinde bir dönüm noktası meydana getirmiş, Doğu ve Batı'nın kapısında durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde toplamış bir insandı."

Fatih'in emriyle oluşturulan kütüphanede, Aristoteles, Homeros ve Hesiodos, Diogenes Laertios'un bazı eserlerinin de bulunduğu, farklı dillerde birçok eserin kütüphane koleksiyonu içinde yer aldığı bilinmektedir.

Netice
Fatih Sultan Mehmed döneminde sıbyan mekteplerinden başlayarak en elit eğitim kurumu olan Enderun Mektebi'ne kadar toplumun ihtiyacı olan bütün eğitim-öğretim kurumları belirli bir disiplin ve düzene sokulmuştu. Osmanlı medeniyetinin oluşmasındaki en mühim şahsiyetlerden biri olan Fatih Sultan Mehmed, eğitim müesseseleri kuran, onlarca kütüphaneyi halkın hizmetine sunan, Ali Kuşçu gibi âlimlerin yollarına altın döken, yedi dil bilen bir ilim ve irfan aşığı olarak tarihe geçmiştir.

Kaynaklar
- AKYÜZ, Yahya, 1994, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Koleji Yayınları, İstanbul.
- İHSANOĞLU, Ekmeleddin, 1999, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Zaman Yayınları, İstanbul.
- YILDIZ, Hakkı Dursun, Büyük İslâm Tarihi, Cilt: 12, Çağ Yayınları, İstanbul.
- BALTACI, Cahit, 2005, 15 ve 16. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, 1. cilt, İFAV, İstanbul.
- KAZICI, Ziya, 2004, Osmanlı'da Eğitim Öğretim, Bilge Yayınları, İstanbul.
- AYVERDİ, Samiha, 1999, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul.