7 Ağustos 2014 Perşembe

MÜSLÜMAN İSLAM’I İYİ TEMSİL ETMELİ

Allah-u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah, sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa; 26) Allah-u Zülcelal bize sabretmektedir. Onun için de daima günah işlediğimiz halde, bize hiçbir ceza vermiyor. Hâlbuki dünya hayatımız boyunca kendimize dikkat etmemiz, mağrur olmamamız lazımdır. Bakın! Ben kendi nefsim adına diyebilirim ki, dünyada ne kadar yaşamış isem, sanki kendimi hiç yaşamamış gibi hissediyorum. Bazen rahat olarak yaşadım; bazı zamanlarda ise çok zahmet gördüm. Ama ikisi de geride kaldı. Kalan ömrüm de aynen bu şekilde devam edecektir. Sanki dünyayı bir gün dahi görmemiş gibiyim. Oysa kıyamet gününde kâfirlere, “Siz dünyada keyif ve sefa yaptınız. Dünya nasıldı?” diye sorulur. Onlar da, “Bir şey hatırlamıyoruz” diye cevap verirler. Gün gelip de keyfi ve zahmeti hatırımda dahi kalmayacak olan bir dünya ne işimize yarar ki? Onun için elimizden geldiği kadar rahat yaşamayı ahirete bırakalım. Yine müminlere de: “Siz dünyada namaz kıldınız, oruç tuttunuz, zikir yaptınız, birçok meşakkatler çektiniz. Dünya nasıldı?” diye sorulur. Onlar da: “Bir şey hatırlamıyoruz” diye cevap verirler. Avrupa’ya giden bazı kimseleri duyuyoruz ki namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, Avrupalılar gibi içki içiyorlar. Kâfirler ise onlar hakkında: “Siz nasıl Müslümansınız! İslam böyle ise hiç bir işe yaramaz, siz de bizim gibi namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, siz de bizim gibi içki içip her pisliği yapıyorsunuz” diye düşünüyorlar. Bakınız, onlar hem İslam’ı yaşamadıkları hem de İslamiyet’i iyi temsil edemedikleri ve insanların, Allah’ın dini hakkında insanların kötü düşünceye kapılmalarına sebep oldukları için ne kadar vebal altında kaldılar… Eğer onlar iyi olsaydı, kâfirler: “Müslümanlık ne güzel bir şey, biz de Müslüman olalım!” diyeceklerdi. İşte bakınız, kâfirler dahi, iyi olmayan, kötü olan kimseyi beğenmiyorlar. Dünya, şeytanın kızıdır Adamın birisi, salih kullardan bir topluluğa gidip: - Ben ne kadar ibadet yapıyorsam da bir lezzet alamıyorum, diye dert yanmış, çare istemiş. Ona: - Her halde, senin kalbinde şeytanın kızı var! Demişler. Zavallı adam: - Bu nasıl olur? Diye hayretle sormuş. Sonunda, kendisine, içinde bulunduğu durumu teşbih yollu, şöyle açıklamışlar: - Dünya, şeytanın kızıdır. Kim dünyayla evlenirse, elbette şeytan, kızının yanına gelecektir. Sen şeytanın kızını, yani dünyayı kalbine koyduğun için o da kendi kızını ziyaret maksadıyla senin kalbine geliyor. O lanetlenmiş şeytan, oraya geldiği için de sen ibadetten zevk alamıyorsun. Halbuki, sen dünya sevgisini kalbine koysan da koymasan da dünyalığın ne artar, ne eksilir. Yani, dünyayı sevmen, dünyalığını artırmaz. Gerçekten de dünya sevgisini kalpten silmek lazımdır. Her derdin bir devası bulunduğu gibi bunun da bir çaresi vardır. Dünya sevgisi, kişinin kalbine geldiği zaman, Allah’a sığınarak; “Ya Rabbi! Beni bundan kurtar, bu hâli benden al! Ben senin sevgini, senin muhabbetini istiyorum.” Diyerek, Allah’a yalvarmalıdır. Allah-u Zülcelal mert ve cömert olduğu için onun kalbinden dünya sevgisini silecek; eline de bol miktarda dünyalık verecektir, inşaallah. Elimize aldığımız, yemek dolu bir tabağı düz bir zemine koyduğumuzda, nasıl içindeki yemek yere dökülmez, tabağı yan tuttuğumuzda ise yemek dökülürse; biz de kalbimizi Allah’ın rahmetine, ihsanına, bağışlamasına o şekilde dümdüz bir şekilde açmalıyız. Eğer kalbimizi Allah’ın huzurunda, ıslah olmamız için O’na dümdüz açmazsak, O’nun rızasını, feyzini elde edemeyiz. Çünkü o bize değil, biz O’na muhtacız. Kader… Bazı insanlar, şeytan onları aldattığı için şöyle diyorlar: “Eğer benim kaderimde olsaydı, namaz kılacak, zekât verecek, ibadet edecektim. Takdir edilmediği için yapamıyorum. Ben ne yapayım, elimden bir şey gelmez.” Bu çok yanlış bir düşüncedir. Allah-u Zülcelal insana cüz-i ihtiyari, seçme kuvveti vermiştir. Yani ibadet edip etmemek, insanın kendi isteğine bağlıdır. Dolayısıyla insan: “Benim ibadet etmemi, Allah takdir etmediği için ben ibadet yapmıyorum, O’nun emir ve yasaklarına karşı kayıtsız kalıyorum, içimden gelmiyor.” diyemez. Bu, nefis ve şeytanın insana apaçık bir oyunudur. Allah-u Zülcelal insanı, ibadet ve imanda serbest bıraktığı, inanıp inanmamak, yapıp yapmamak insanın elinde olduğu için sorumlu tutmuştur. Bu yüzden, kişi Allah’ın emirlerine uymadığında, suçu bizzat kendinde aramalıdır. Aramızdaki hidayet ehline tabi olalım Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmek, birbirinden ayırt etmek için bizden öncekilerin, Selef-i Salihin’in, Ashab-ı Kiram'ın hal ve hareketlerini öğrenmemiz lazımdır. Bunları öğrendiğimiz zaman, hem kendi noksanımız hem de diğer mü'min kardeşlerimizin noksanları meydana çıkar. Bakınız, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bize yol göstermiştir: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (Rezin) Öyleyse, Ashab-ı Kiram, dünyadan ayrıldığına göre; günümüzdeki insanlar içerisinde, kim Ashab'ın yolundan gidiyor, onlara mutabaat ediyorsa, biz de onları kendimize örnek alalım. Kim ibadet yapıyor, Allah'ı zikrediyor, O'nun yolunda hizmet ediyorsa, biz de onlara uyalım. Yine, bu konuda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki âlimler Peygamberlerin varisleridir. Onlar dinar ve dirhemlere varis olmamışlardır. Ancak ilme varis olmuşlardır.” (Ebu Davud, Tirmizi, Beyhaki) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem miras olarak, mal-mülk bırakmadı, ilmi ve nasihati miras bıraktı. Kim bu ilme, nasihatlere, emr-i bil'maruf ve nehy-i an'il-münkere sahip çıkarsa işte gerçek varis odur. O kimse kim olursa olsun, fark etmez. İçimizden birisi, bir kaç kitap okuyup kendisini yetiştirir ve öğrendikleri ile amel ederse, manevi olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ahlakıyla ahlaklanırsa, o da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ve Ashab-ı Kiram'ın varisi olur. Kısacası onlara uyan, hidayete erenlerden olur. Yok, eğer kendimizi onların gitmiş olduğu yoldan uzaklaştırırsak dalâlete sapanlardan oluruz. Çünkü bu doğru yolun dışındaki bütün yollar şeytanın yollarıdır. İşte, bu yolun dışında kendimize başka bir yol aramak, dalâletten başka bir şey değildir. Selef-i Salihin’in ve Ashab-ı Kiram'ın hal ve hareketlerini çok iyi öğrenmeliyiz ki, birisi: “Ben Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve Ashab-ı Kiram'ın ahlakıyla ahlaklandım, onların yolundan gidiyorum.” dediği zaman, doğru mu değil mi ayırt edebilelim. Yanlış kimselerin ardına düşmeyelim. Tasavvuf Kur’an ve Sünnet’e bağlıdır Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Bir mü’minin diğer mü’min kardeşlerine karşı ilgisi, birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.” (Buhari) Allah-u Zülcelal ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bize böyle emretmesine rağmen, bazı mü’min kardeşlerimiz ve bağlı oldukları cemaatler, diğer cemaatlere ve mü’min kardeşlerimize sanki aralarında bir husumet varmış gibi davranmaktadır. Bu çok yanlış bir tutumdur. Kişi, bu ayet ve hadislere bakıp kendisini sorgulayıp davranışlarını düzeltmelidir. Günümüzdeki gelişen olaylara bakarsak, bu ayet ve hadislerin ışığında hareket etmemekten dolayı başımıza her türlü hal gelmektedir. Mü’minler fert fert kendi nefislerine sormaları gerekir: “Ey nefsim, bu ayet ve hadisler mi doğru; yoksa senin yaptığın mı?” deyip, bu yanlışlarını düzeltmeye çalışmalıdır. Bize emredilen budur. Bazı kimseler, kendi nefislerini ve düşüncelerini haklı çıkarmak için bu kötü fiilleri, sanki tasavvufun bir rüknü gibi göstererek tasavvufa bağlıyorlar. Tasavvuf; Kur’an-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere bağlıdır. Bunun dışında hareket edenler, kendi nefislerine göre bir yol uydurup -Allah muhafaza- helake giderler. Hatta bazı kimseler, kendilerini haklı çıkarmak için bir takım yalanlarla bu olayları mürşidlerine bağlıyorlar. Böyle yaparak da mürşidini yücelttiğini zannediyorlar. Aksine, bu hareketlerle, bilerek ya da bilmeyerek hem mürşidine münkir oluyor; hem de mü’min kardeşlerimizin yoldan çıkmalarına sebep oluyorlar. Yanlış sohbete itiraz etmelidir Bir mü’min şuurlu olacak ve yapılan sohbetlerin Kur’an’a ve hadislere uygun olup olmadığına dikkat edecektir. Kur’an-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere aykırı yapılan sohbetler karşısında susmayacak ve (usulüne uygun olarak) itiraz edecektir. Çünkü bu sohbetler, insanı helake götürür. Buna bir misal verecek olursak: Bir kişi düşünelim. Sohbetinde, diğer müslüman cemaatlerin ve kişilerin gıybetini yapıp şiddetle eleştiriyor. Bu sohbetin yapılmasına veya dinlenmesine de rıza göstermek büyük yanlıştır. Bu, mü’mine yakışmaz. Bazı cemaatler ve bu cemaatlere bağlı kişiler; kendi cemaatlerinde ki kişilere: “Başka cemaatlere gitmeyiniz. Muhabbetiniz azalır.” gibi telkinler yapmakta, karşı cemaatlerle de her hangi bir yerde tevafuk ettiklerinde, birbirlerine düşmanca bakmakta ve soğuk davranmaktadırlar. İşte bu hareketler, ayet ve hadislere muhaliftir. Müslümanların kardeşliğini ve birleşmelerini önleyenler, çok büyük yanlış içindedirler. Bu olaylar karşısında, ayet ve hadislere bakmalı ve öyle hareket etmelidir. İşte, bu söylenenleri, bütün mü’min kardeşlerimiz okuyup ayet ve hadislerin ışığı altında değerlendirsin. Bizim söylediklerimizi de ayet ve hadislerle değerlendirip; ellerini vicdanlarına koyarak muhakeme yapsınlar. Kişi: “Ben doğruyum.” demekle doğru olmaz. Doğruluk ancak, ayet ve hadislerin ışığı altında istikamet üzere olmakla olur. Hepimiz Allah-u Zülcelal için birbirimizi sevmeli ve birbirimize yardımcı olup, nasihatte bulunmalıyız. Bir arkadaşımız hangi cemaatten olursa olsun, yoldan çıkınca, muhabbeti azalınca: “Nasılsın, iyi misin? Neyin var, ne oldu, işin nasıl? …” diyerek, ona sahip çıkmalıyız. Nasıl ki bir taş harca saplanınca sımsıkı yapışıyor ve oradan ayrılmıyorsa, mü’min de İslam’a sımsıkı sarılmalı ve ayrılmamalıdır. Ne dünya, ne insanların oyunu, ne nefis… Hiçbir şey, onu yerinden oynatmamalıdır, şuurlu olmalıdır.