24 Aralık 2015 Perşembe

MUHABBET KÂİNATIN NÛRUDUR

“Kahrolası YAR!” Dememek İçin… Muhabbet, kâinatın hem nuru, hem hayatıdır. Muhabbet dünyanın rengi, kainatın ahengi, kalplerin feyzidir… İnsan, kainatın en şerefli mahluku olduğu için kâinatı kapsayacak muhabbeti, Allah-u Zülcelal insanın kalbine yerleştirilmiştir. Seveceğiz, istesek de istemesek de. Allah-u Zülcelal, kalbimize sevgi, muhabbet koymuş. Sevgi kuvveti; insanın kalbinin derinliklerine yerleştirilmiş köklü bir histir. Sevmek, insana Allah-u Zülcelal’in ilahi bir lütfu olduğu gibi, asli bir ihtiyaçtır. Önemli olan muhabbetin dengesini ve adresini iyi ayarlamak. İnsan, dünyevi ve nefsani duygularla sevgisini yönelttiği bir kimsenin kendisini üzmesi veya terk etmesi halinde, hiç bitmeyeceğini sandığı sevgisinin, bir anda büyük bir nefrete dönüşmesini neyle izah edebilir? Bir insanı “Allah belanı versin, Allah seni kahretsin YAR!” diyecek hale getiren duyguya, nasıl “sevgi” diyebiliriz? Peki, insan bu kadar sevgi yoğunluğunu yaşadığını düşünürken, bu ani dönüş nasıl olabilmektedir?.. Cevabı çok basit! Çünkü sevmeyi bilmiyoruz!.. Muhabbetteki dengeyi kuramıyoruz. Neyi, ne kadar sevmemiz gerektiğini bilemiyoruz? Korku-Sevgi Dengesi Allah-u Zülcelal insana korku ve sevgi gibi iki temel duygu vermiş. İnsanın yaşamı boyunca bu iki duygu, ya insanlara ya da Allah-u Zülcelal’e dönük olacaktır. İnsanlardan korkmak bizim için bir beladır. Çünkü, insan dünyada öyle şeylerden korkar ki, korkulan ona merhamet etmez, korkanın ricalarını kabûl etmez. İşte, o haldeki korku, insan için beladır. Korkuyu öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun. Allah-u Zülcelal’den korkmak, O’nun rahmetine ve şefkatine iltica etmek demektir. Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Bir yavrunun korktuğunda koşup anne kucağına sığınması gibi. Korkuyu anne verir “Bak sana şu olacak, sen şu zarara uğrayacaksın!..” der uyarıcı ve şefkat veren bir edayla. Hatta çocuğuna “Gel kucağıma, öcü var orda” dediğinde, çocuğun annenin kucağına koşmasını düşünün. Böyle bir korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki, bütün annelerin şefkatleri, İlahi Rahmet’in ufak bir yansıması, sadece küçücük bir parıltısıdır. Allah-u Zülcelal’den korkmakta bu kadar lezzet varsa, O’nu sevmekteki lezzeti nasıl tartabilir ve ne ile izah edebiliriz?.. Faniye Muhabbet Beladır Fani şeylere sevgi ise hem bela hem musibettir. Dikkat edilirse, mecâzî âşıkların yüzde doksan dokuzu sevdiğinden şikayet eder. Çünkü sevgi duyulan şey fanidir, seveni tanımaz, esirgemez, ahde vefa göstermez. Gençlik gibi, dünya gibi, sağlık gibi, güzellik gibi mecazi sevgililer de bir gün arkasına bakmadan ‘hoşça kal’ bile demeden, çeker gider. Hatta bu yetmemiş gibi kendisine duyulan muhabbet için seveni aşağılar, horlar. Bunun sebebi Allah-u Zülcelal’in insan kalbinin derinliklerine yerleştirdiği ve yaratılışında var olan, kendisine duyulan sevginin çekirdeğinin hiç yok olmamasındandır. Kişi ne halde olursa olsun, kalbin derinliklerinde kalmış olsa da gizli bir sevda ile Allah-u Zülcelal’i sever. İnsan, kalbini dünyevî sevgililere tahsis edip, onlara adeta taparcasına, “kulu, kölesi” olmak şeklinde ifrata çıkardığında, “sahte sevgililerin” nazarında da aşağılık bir duruma düşer. Zira onun kalbinin derinliklerinde de ilahi sevgi cılız da olsa, tüm kalbi aydınlatamıyor da olsa Allah-u Zülcelal’e ruhtan gelen bir aşk vardır. O bunu fark edemese de, sebebini anlamasa ve izah edemese de böyle bir kişiyi aşağılar ve reddeder. Zira insan fıtratı, fıtrî olmayan her şeyi reddeder. Sevginin sınırsızlığı, sevilenin de ezeli ve ebedi olmasını gerektirir. Ezeli ve ebedi olan ve sevgiyi yaratan Cenab-ı Hak olduğuna göre, sınırsız sevilmeye layık olan da yalnız Allah’tır. İşte muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, muhabbetimiz zilletsiz bir mutluluk olsun. Muhabbeti ‘muhabbetullah’ olanın, muhabbeti ayrılıklı ve elemli olmaz. Peki ‘muhabbetullah’ halini, kalbimize, içimize ta ruhumuza nasıl yerleştireceğiz? Kulun Allah’ı sevmesi için Allah’ın da kulunu sevmesini icab eder. Ayet–i kerimede “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” buyrulmaktadır. (Maide: 54). O halde, Allah-u Zülcelal’in sevgisini kazanmanın yollarını aralamalıyız. Muhabbetullahta Samimiyetin Ölçüsü Kişinin Muhabbetullah’a giden yolda atacağı ilk adım, haram ve helal sınırlarına riayet etmektir. Allah’ı seven bir insan, Allah’a kavuşmayı da sever. Allah’ı çok zikreder, Allah’ın emirlerine riayet etmekte tereddüt göstermez, Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı ve Allah’ın sevdiklerini sever. Allah’ın peygamberini ve evliyalarını sever. Allah’ın sevdiklerinden bahsetmek, ona haz verir, mutluluk verir.

17 Aralık 2015 Perşembe

DÜNYA BİZİ ALDATMASIN!

Ahirette rezil olmamak için Allahu Zülcelâl ayeti kerimede şöyle buyuruyor “Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. Ve elbette ki, çalışmasını yakında görecektir.” (Necm; 39-40) İnsanlar ve cinler yeryüzünde ne yapacaklar ise, ister günah olsun ister sevap olsun; ne yaparlarsa o vardır onlar için. Bu dünyada insan ister hayır olsun ister günah her ne yapmışsa hepsini kıyamet gününde mizanda, terazide görecektir. Eğer mümin ise sevap kazanmışsa ferahlanacak, eğer kâfirse münafıksa ya da günah işlemiş tevbe etmemiş fasık olarak ahirete intikal etmişse yaptıklarıyla mahzun olacaktır. Bahusus çok mühim bir olay vardır önümüzde. Mahşer günü bütün insanlar hazır; Peygamberler, evliyalar, tanıdığın, tanımadığın insanlar… Aralarından çağıracaklar seni! Diyecekler; “Filan kişinin falan oğlu mizana gelsin!” İnsan, mizanın başına geldiğinde melekler onun amellerini okuyacaklar. Şimdi düşünün! Peygamberler, evliyalar, dost ahbap tanıdığın ve tanımadığın ne kadar insan varsa hepsi orda hazırlar ve melekler senin dünyada yaptığın iyi ve kötü ne kadar amelin varsa hiç noksan bırakmadan tamamını tek tek okuyacaklar böyle… Deniliyor ki; “Amelleri tartılırken insan, hep salih ameller, hayırlar yapmıştır, ecir ve sevapları çoktur, hep Allahu Zülcelal’in razı olduğu şeyler kazanmıştır, o insan bunlarla karşılaştığı zaman, o kadar ferahlanır ki nimet olarak ona bu ferahlanması, sevinç ve mutluluğu cennete gitmeyecek olsaydı dahi yeterdi.” Amma insan hep günah işlemişse… Mesela gayri meşru yollardan çocuğu olan kimseler, işledikleri cürümün çirkinliğinden; o kadar çirkin ve biçimsiz bir hata yapmışlar ki kendi çocuklarını dahi görmek istemiyorlar bu dünyada… İşte mizanda ameller tartılırken, bütün peygamberlerin huzurunda, bütün kâinatın huzurunda yapılan günahlar okunacak bu sefer. İnsan o anda o kadar daralacak, öyle pişman olacak, öyle derin bir ızdırap yaşayacak ki onun içinde deniliyor, “Hiç cehenneme girmeyecek olsaydı dahi o anda yaşadığı meşakkat ve sıkıntı ona yeterdi. Öyle dehşetli bir gündür; öyle mahzun oluyor, pişman oluyor insan… Peki, insanın amelleriyle karşılaşacağı o mahşer gününde kim istemez amel defterinde hep sevap yazılı olsun, Allah için yaptığı amellerle ve ecirlerle dolu olsun defteri... Kim istemez? Yaptığı salih amellerle ferahlansın orada... Herkes ister ama yalnız istemekle kalmak doğru değildir. Ahiret için hazırlık yapmak gerekir burada… İnsanın kendi nefsini muhasebeye çekmesi, daima onunla hesap görmesi lazımdır. Çünkü insan günah yaptığı zaman zelildir, aziz değildir Allah katında. Taat yaptığı zaman ise azizdir, izzet sahibidir. Taat yaptığı zaman nurdur. Günah yaptığı zaman zulmettir. Bunu böyle bilelim. Kim izzet istiyorsa salih ameller yapsın, Allahu Zülcelal’in rızasına talip olsun… Çabucak geçer ömür; bir de bakmışsın ki bitmiş… Şu dünya hayatındaki günlerimizin misali, bir idamlık mahkûmun hapishanedeki sayılı birkaç gününün misali gibidir. Suçu sabitleşmiş ve idam cezası almış; birkaç gün sonra infaz edilecektir. Şimdi düşünün! Bu mahkûmun önüne her gün envai çeşit güzel yemeklerle süslenmiş sofralar konulsa, “İstediğin gibi ye, iç” denilse keyif alır mı? Eğer tamamen aklını kaybetmiş değilse alamaz. Çünkü bilir ki kendisinin son günleridir, az bir zaman sonra ölecektir. Bu dünyada ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, o yaşadığımız süre ne kadar çok olursa olsun ahiretin yanında bir akşam vakti kadardır. Allah-u Zülcelâl dünya hayatının ahiret karşısındaki durumunu şöyle tarif ediyor: “Kıyamet gününü gördüklerinde, (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (Nâziât; 46) Akşam vakti ne kadar kısadır, bilirsiniz. İnsan ancak üstünü başını değiştirir, namazını kılar, yemeğini yer ve hemen yatsı vakti girer. Kuşluk vakti de böyle, sabahın işleriyle, telaş içinde geçen az bir zamandır. İşte ahiretin bir günü yanında dünyada geçen seneler böyle kısacık bir zaman gibi olacaktır. Dünyada insan ne kadar güçlü kuvvetli, sıhhatli, akıllı, maharetli olsa da ahiret âleminde bunların bir faydasını görmez. Ancak bunlarla salih ameller yapıp, ahiret nimetini kazandıysa başka. Eğer elindeki nimetlerle bu dünyada şımarıyor ve kulluk vazifelerini ihmal ediyorsa da bilsin ki onların hepsi ahirette elinden alınmış olarak, aç, çıplak ve perişan bir halde haşrolacaktır. Dünya hayatı çok kısa bir zamandır. Onun rahatına bakmamamız lazımdır. Nefsimiz, bu dünya hayatını bize öyle uzun gösteriyor ki, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bizi aldatıyor. Şimdi iki tane insan düşünelim. Biri dünyanın en iyi insanıdır, biri de dünyanın en kötü insanıdır. Ve bu kötü kişi tâ on beş yaşından yüz yaşına kadar her türlü günahı yapmış; diğeri de daima mağaralarda aç, susuz ve fakirlik içinde Allahu Zülcelal'e ibadet etmiş. Şu anda bu ikisini de buraya getirirsek ve onlara; “Sizin ömrünüz böyle geçti. Ondan ne anladınız” diye sorarsak, ikisi de diyeceklerdir ki: “Biz sanki hiçbir şey görmedik, geçti gitti!” Peki, bizim durumumuzda böyle değil midir? Aynen böyledir. Siz ne derseniz deyin. Çünkü ben kendi ömrümü öyle görüyorum. Sizde benim gibi insansınız, siz de öyle görüyorsunuz. Zaman öyle hızlı geçiyor ki, insan sanki onu hiç görmüyor. Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır.” (En’am; 32) Dikkat edelim, dünya hayatında bize verilen ömür, sıhhat, afiyet, mal ve nimetler, hep birer sermayedir. Bunları Allah yolunda kullanıp ahiret için hazırlık yapmamız lazımdır. Dünya çığırtkanı simsarlara dikkat! Dünya, gürültülü, şenlikli bir pazar yeri gibidir. Bu dünyada nefis, şeytan gibi birtakım hilekâr simsarlar vardır ki, elinde harçlığıyla pazara gelen acemileri kandırır, asıl alacağı şeyleri unutturup, kıymetsiz incik boncuklar satarak elindeki altın liraları kapıp alırlar. İşte böyle olmamak için, bize verilen nimetlerin hesabını hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Çünkü dünya hayatında hilekâr nefis ve şeytana aldananlar, ahiret hayatını görünce çok pişman olacaklardır. Dünya imkânları elimizin altında olsun, onlardan ihtiyaç kadar istifade edelim ama daha çok ahiretimizi kazanmaya bakalım. Dünya sevgisini, endişesini, hırsını kalbimize koymayalım. Dünyaya muhabbet beslemek, insanın dünya kazancını artırmaz. Muhabbet, Allah-u Zülcelal’e layıktır. Dünyanın muhabbeti ise boştur, faydasızdır. İnsanın çaresi, kendisini Allahu Zülcelal'e karşı sadık ve doğru yapmaktır. Allahu Zülcelal'e âşık olmaktır. İnsan, kalbinden dünyanın muhabbetini söküp attığı zaman, gece gündüz dünya ile meşgul olsa da, o dünya ona zarar vermez. Çünkü kalp Allahu Zülcelal'in zikri ile meşgul olacaktır. Ama kalp dünyaya bağlı olduğu zaman, dünya ile bir saniye dahi meşgul olsa, zarar görür. Kalp, Allah'ın nazargâhıdır. Onu Allahu Zülcelal'e bağlamak lazımdır. Hakikatende insanın bu dünyada tattığı nimetler de, çektiği zahmetler de ahirete nazaran bir şey değildir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün buyurdular: “Cehennemliklerden olup, dünyada pek müreffeh hayat yaşayan bir kişi kıyamet gününde getirilip cehenneme bir kere daldırılır. Sonra: - Ey âdemoğlu! Sen hayırlı bir gün gördün mü? Herhangi bir nimete nâil oldun mu? Denilir. O kişi: - Hayır, vallahi Rabbim! Öyle bir şey görmedim, der. Cennetliklerden olup, dünyada insanların en yoksul olanı getirilir cennete bir kere daldırılır. Ona da: - Ey âdemoğlu! Sen herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı gördün mü? Hiç zorluk ve darlık çektin mi? Denilir. O kişi de: - Hayır, vallahi Rabbim! Hiçbir yoksulluk ve sıkıntı görmedim, zorluk ve darlık çekmedim, der.”(Müslim) Eğer insan, günde birkaç dakika veya bir saat kadar oturup Allah-u Zülcelal’in cenneti, cehennemi ve ahireti niçin yarattığını tefekkür etse; dünyayı ve sonunun ne olacağını iyice bir düşünse, Allah’ın zikrinden gafil olarak ve ahiret için çalışmayarak ne büyük bir yanlışın içinde olduğunu açık bir şekilde anlayacaktır. Dünyaya yaklaştıkça ahiretten uzaklaşırsın Malik bin Dinar rahmetullahi aleyh demiştir ki: “Bir insanın kalbinde dünya merakı ne kadar yer alırsa, ahiretin merakı da o derece onun kalbinden çıkar.” Bu söze biraz dikkat etmemiz lazımdır. Dünya ile ahiret tamamen birbirine zıttırlar. Bunu zahiri olarak ta görebiliriz. Kalpte ahiretin merakı olduğu zaman insan namaz kılar, zikir yapar, Kur’an okur, cemaate gelir. Böyle olan bir kimsenin kalbinde Allahu Zülcelal'in rızasının merakı var demektir. Ama bu ibadetlerin üzerinde gevşek davranıyorsa, adi olan dünyanın muhabbeti, merakı kalbine girmiş, ahiretin merakı ise kalbinden çıkmış demektir. Nasıl insan bir evi terk ettiği zaman, birkaç sene sonra o ev harabeye dönüyorsa; insanın kalbi de Allah'ın rızasının merakı ondan çıktığı yada ibadet yapmadığı zaman, zikir yapmadığı zaman, cemaati kaçırdığı zaman, gece namazına kalkmadığı zaman bir merak, bir hüzün onda peydah olmazsa; aynı boş kaldığı zaman bir süre sonra harap olan ev gibi kalpte harap olur öyle... Bizim için ilaçtır. Üzerimize bir gevşeklik geldiği zaman: “Aman ben mahvoldum. Benim kalbim elden gidiyor. İmanım da gidebilir ve cehennem ateşine müstehak olabilirim” diye ateşten kaçar gibi bu halimizden kaçmamız lazımdır. Ve daima Allahu Zülcelal'e yalvarmak suretiyle O'nun rahmetine sığınmamız lazımdır. “Ya Rabbi! Ben nefsimden, vücudumdan, hatalarımdan ve amellerimden sıyrıldım. Kendimi Senin rahmetine teslim ediyorum” diye Allahu Zülcelal'e yalvarmamız lazımdır. O'nun rahmeti olmazsa, insanın ameli onu kurtaramaz. Sehl İbnu Sa'd radıyallahu anh anlatıyor: “Biz (Hac sırasında) Zülhuleyfe'de Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. Birden şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar (koyun yada keçi) ölüsüyle karşılaştık. Bunun üzerine: “Şu lâşenin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyen tek damla su içirmezdi" buyurdular." (Tirmizî, Zühd 13) Kaab ibnu Malik Hz’lerinden nakledilen bir başka hadisi şerifte ise Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla değildir." (Tirmizi) İmamı Şafii Hazretlerinin nasihati Cüneyd Bağdâdî kuddise sirruhu anlatmıştır: “İmam Şâfii dünyada hakkı konuşan bir zat idi. Bir gün bir âlim kardeşine öğüt verirken şöyle nasihat etti: “Ey kardeşim, dünya hayatı kaygan bir yer gibidir. Orada ayak sâbit kalamaz. Dünya ne kadar imar edilse sonu harap olmaktır. Onda yaşayanların en son ziyaretgâhları kabirdir. Sonu sevdiklerinden ayrılmaktır. Dünya zenginliğinin sonu fakirliktir. Mal servet toplamak güçtür. Ey kardeşim Allah’tan kork. Onun helâlinden verdiği rızka razı ol. Gayrı meşru kazanç yollarına sapma. Yetişemeyeceğin, yetişeceğini bilmediğin günler için, önceden uzun emellere dalma. Çünkü senin ömrün geçici bir gölge gibidir. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gibidir. Güzel amellerini çoğalt, uzun emellerini azalt.” Bu nasihat hepimizedir. İmamı Şafi rahmetullahi aleyh bu nasihati hepimize yapmıştır. Dünyaya aldanıp ahiretten mahrum kalmayalım. Allah için olalım ve Allahu Zülcelal’in rızasını talep edelim. Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

3 Aralık 2015 Perşembe

DÜNYA HAYATI RÜYAYA BENZER

Dünyanın hakikatini insan tefekkürle anlıyor Allah-u Zülcelal Kur'an-ı Azimüşşan'ın birçok yerinde tefekkürü ve tefekkür ehlini övmüştür. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için gerçekten örnekler vardır. Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzere yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler; “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tenzih ederiz. Bizi cehennemden koru.” (Âl-i İmrân; 190-191) Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde; “Bir saat tefekkür, altmış yıl ibadetten daha hayırlıdır.” (Deylemi) buyurmuşlardır. Tefekkür, öyle bir aynadır ki insana bütün sevaplarını ve günahlarını gösterir. Onun için İbrahim bin Ethem kuddise sirruhu “Aklın özü, tefekkürdür” demiştir. Tefekkür, kalbin amelidir ve insanı Allah-u Zülcelal'e ulaştırır. İnsanın Allahu Zülcelal’in muhabbettini kazanmak ve dünyanın gafletinden kendisini kurtarmak için hiç değilse iki üç güne bir oturup tefekkür etmesi, kendisini muhasebeye çekmesi lazımdır. Lokman-ı Hekim, köle idi, uzun süre yalnız başına oturuyordu. Onun efendisi yanına gelerek; “Ey Lokman! Sen yalnız başına oturmayı uzatıyorsun. Eğer insanlarla oturursan, sana arkadaşlık edecek kimseler bulunurdu.” deyince, Lokman-ı Hekim şöyle cevap verdi; “Uzun zaman yalnız başına oturmak, devamlı tefekkür etmeyi sağlar. Uzun, uzun tefekkür etmekte, insanı cennete götüren bir rehberdir.” Kişinin tefekkürü çoğaldıkça dünyanın hakikatinin farkına varıyor. Dünyanın hakikatinin farkına varan insan ise fani işlerden yüz çevirerek ebedül ebed baki olan ahiret hayatında faydası olacak salih amellere karşı iştiyak duyar. Bazı insanlar ahirete karşılık dünyayı tercih ediyorlar. Oysa ahiret nimetlerinin yanında, dünya nimetlerinin ne kıymeti ve değeri olabilir ki? Allah'u Zülcelal'in rızasını ve emirlerini düşünerek hareket edersek, Allah'u Zülcelal'de bizi yarın huzuru mahşerde nedamet içinde bırakmaz. Dünyada amel-i salih yapmak için, ne kadar sıkıntı çekersek, ne kadar nefsimize sıkıntı ve eziyet çektirirsek, mahşer günü, Allahu Zülcelal karşılığını katbe kat verecektir. İnşaallah, hiç pişmanlık duymayacak insan. “Elhamdülillah, keşke daha fazla amel-i salih yapsaydım, keşke Allah yolunda daha da sıkıntı çekseydim” diyecektir. Allah yolunda parçalansa da pişman olmaz Bizden önceki Salihler, Allah'u Zülcelâl için daima fedakâr idiler, ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bizler de onların yaptığı gibi yapmaya çalışmalıyız. Onlar gibi Allah'u Zülcelâl'in rızasına meraklı ve istekli olmalıyız. “Şu salih ameli de yapayım belki bunun için Allah benden razı olur, bunu da yapayım belki bunun için Allah benden razı olur” diye hep bir merakla Allahu Zülcelâl’in rızasını kazanmak için gayret göstermeliyiz. Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni kuddise sirruh diyordu ki: "Daima tövbeye koşun, tövbe edin. Belki, Allah'u Zülcelâl benim tövbemi kabul edecek, belki bu sefer kabul edecek diye, daima tövbeye koşun!" Daima tövbe etmeli, hiç durmadan hayırlara koşmalı, her zaman günahlardan sakınmalı ve Allahu Zülcelâl’in rızasına karşı iştiyak duymalıdır. Böylece insan daima elinden geldiği kadar amel yapmalıdır. İnsanın vücudu, Allah'u Zülcelâl'in yolunda parça parça dahi olsa, insan hiç pişman olmaz. Bin sene günah işlese tevbe ettiğinde affoluyor Allah-u Zülcelal, tevbe kapısını açık tutmak suretiyle bizlere karşı ne kadar merhametli olduğunu beyan ediyor. Bir insan bin sene yaşasa ve ömrü boyunca isyan ve hata etse ama ölmeden önce tevbe etse af ediyor Allah-u Zülcelal... İşte bu yüzden tevbe, çok büyük merhamet kapısıdır. Mümin insan için çok büyük bir nimettir. İnsan tevbeye karşı aşk ve muhabbet beslemelidir. İnsan tevbe etmez ve ölmeden önce günahlardan kurtulmazsa sırat köprüsünden geçerken, mizanda amelleri tartılırken yani kıyamet gününün tüm ahvallerinde sırtında taşıdığı günahlarıyla perişan olacaktır. Bu manzarayı ara sıra gözümüzün önüne getirelim. Eğer o manzarayı hakkıyla bir an göz önüne getirsek, hakkıyla tefekkür etsek o zaman boş işlerden yüz çevirir, gece gündüz ibadet yaparız. Anamız Hazreti Aişe radiyallahu anha anlatıyor. Diyor ki: (Bir gün) cehennemi hatırlayıp ağladım. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem: - Niye ağlıyorsun? Diye sordu. - Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyamet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız? dedim. Buyurdu ki: - Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: 1) Mîzan yanında; tartısı ağır mı geldi, hafif mi öğreninceye kadar, 2) Sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar. Sağına mı, soluna mı; yoksa arkasına mı? 3) Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca, bunu geçinceye kadar. (Ebû Dâvud, Kitâbüs-Sünne, 4755) Önümüzde bizi muhakkak bekleyen dehşetli manzaralar vardır. İnceden inceye tüm yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz. Eğer elimizde daha fırsat varken mahşer gününün o hallerini gözümüzün önüne getirirsek çok ibadet yapacak ve günahlardan kendimizi muhafaza edeceğiz. O günler çok zordur. Amma Allah-u Zülcelal’i razı ettik mi; her şey kolaydır, her şey! Kabir kolay olur, sırat köprüsü kolay olur, haşir meydanı kolay olur. Ne varsa karşımıza çıkacak olan hepsi bizim dostumuz olacaktır. Sen Allah’ın dostluğunu kazandın mı yeter! İnsan, Allahu Zülcelâl’in rızasını kazanmak için emirlerine itaat etmeli, haram ve günahlardan yüz çevirmeli ve salih ameller yapmalıdır. Salih ameller yapın. Az olsa da Allah için olsun. Az olsa bile Allah için olduğu zaman o şey çok kıymetli oluyor. Dünya hayatı rüyaya benzer; Uyudun, uyandın bitti! Dünya hayatının halleri bir rüya benzer. Uyursun rüya görürsün; Padişah olmuşsun, keyf u sefa içindesindir. Ama uyanırsın ne sarayın var, ne saltanatın! Böyledir işte. Dünya aldatıyor bizi, oynuyor bizimle; manzarasına baktığımız zaman bize tatlı geliyor ama rüya gibidir. Fanidir ve geçicidir işte… Hakikatte ise bizim önümüzde çok mühim şeyler vardır. Bizim için çok mühim! Haşir vardır, mahşer vardır, hesap vardır, cennet cehennem vardır! Büyük bir imtihanın içindesin. Ya kazanacaksın ya kaybedeceksin! Bunu hiç aklımızdan çıkartmayalım. Nasıl bir talebe bir sene çalışıyor imtihan zamanı son bir saati kalıyor sonrasında imtihana girecek. Başarılı olamamak, imtihanı kazanamamak korkusundan titriyor. Emeğimin hepsi boşa gidecek diye endişeleniyor öyle değil mi? İnsanın dünya imtihanı ondan daha önemlidir. Ama hiç değilse en azından bizimde o talebe gibi ahiretimiz için endişelenmemiz, korkudan titrememiz lazımdır. Allah-u Zülcelal’i razı etmeden O’na âşık olmadan, O’nu sevmeden bu dünyadan ayrılmayalım! Çok mühimdir bizim için bu! Ben böyle diyorum ama kalbimin içinde olanı dilimle size anlatamıyorum. Allah içinsen hep kârdasın, zarar yok! Allah-u Zülcelal’in muhabbeti kişi ile ateş arasında bir perdedir. Bir manidir. Allah’ı sevdiğin zaman, Allah’a dost oluyorsun. Allah dost olanı ise ateş yakmaz inşaallah. Bakın depremler oluyor başka felaketler oluyor, ne olursa olsun; Allah için olduğun zaman, sen her zaman kârdasın. İstersen öl, istersen yaşa, istersen parça parça ol… Ne olursa olsun sen kârlısın. Ama sen dünyada bir altın misali pamuk içinde sarılmış vaziyette de olsan, bütün dünya nimetleri senin önünde olsa, bütün erkekler kölen, bütün kadınlar hizmetçin olsa, Allah için değilsen sen ateşin içindesin. Bunu böyle bilelim. Ateşin içindeyiz! Niçin? Çünkü günah işliyor ve tevbe etmiyoruz. Manevi olarak ateş üstümüzdedir. O günahlarla Allah’ın huzuruna giderse o günahlarla yanacak o kişi. Onun için bizden geldiği kadar Allah-u Zülcelal’e dostluk halini kazanmaya çalışalım. Allah’a dost olalım. Şimdi olamıyor isek yarın için niyet edelim. Yarına olmazsak diğer gün için hazırlık yapalım… Bu ay olmadı öbür ay ama daima Allahu Zülcelal’in rızasına dostluğuna müşteri olalım. Hiç aklımızdan, ruhumuzdan çıkarmayalım salih ameller yaparak daima O’na gidelim. Çünkü İbrahim aleyhisselam , ‘Ben Rabbime gidiyorum, o bana yolunu gösterir.’ (Saffat; 99) diyor. Böyle yürüyerek değildi onunki. Rabbimin aşk ve muhabbetini kazanmak için daima, durmadan O’na doğru gidiyorum. Bizde onların mutaabatını yapmak, onlara uymak suretiyle daima Allah azze ve celleye gidelim! ‘Ahiretimizi dünya hayatına kurban etmeyelim’ Dünya işiyle meşgul oluyor, az bir kâr yapıyor; Namazını terk ediyor. Dünya işleriyle meşgul olurken; bunu da yapayım, bu da bitsin diyerek namazını kılmıyor. Basit bir şey için günlük ibadetini, zikrini dünya için terk etmek; bir torba toprağı bin ton altınla satın almak gibidir. Nasıl bir torba altın için bin ton altın vermek akılsızlık ise, dünya için ahiretine vermekte işte böyledir. Sevap, günah, ahiret manzarası burada bilinmiyor; ahirette çok iyi bilinecek ama iş işten geçiyor. Onun için ebed-ül ebed olan hayatımızı bu geçici dünya hayatına kurban etmeyelim. Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

6 Kasım 2015 Cuma

Peygamberlerin Yoludur Tevbe

Allah-u Zülcelâl kullarını dünyada imtihan ediyor. İmtihanlara sabredip, kazananlara kıyamet gününde Allah-u Zülcelâl’in rızasını, cenneti âlâyı nasip ediyor. Kazanmayanlar da Allah’ın gazabına ve cehennem azabına müstahak olacaktır, neuzübillah. Bir hata yaptığımız zaman tevbe edersek de inşaallah yine kazananlardan olacağız. Allah-u Zülcelâl, babamız Âdem aleyhisselatu vesselamın başından geçen hadiseleri de, esasen onun hatası bize ders olsun diye böyle takdir etmiştir. Ondan gelen zürriyeti de O’nun gibi böyle hata yaptığı zaman tevbe etsinler diye Allah’ın takdiri böyleydi. Lâin şeytan hata yaptığı zaman hatanın üzerinde ısrar etti, devam etti, tevbe etmedi. Bu sebeple lanetlendi, kovuldu. İşte onların iki farklı hali, Allah-u Zülcelâl’in kullarına verdiği iki misaldir. Bu imtihan kıyamete kadar devam edecek. Kim şeytana uyar, günah işlerse hatadan sonra tevbe etmeye çalışsın. Hatasında ısrar etmek hususunda da şeytana uymasın, neuzübillah. Kim kendi babasına, yani Hz. Âdem’in tevbe etme yoluna uyarsa, ondan varis kalan tevbeye sahip çıkarsa, hatasında ısrarlı olmazsa, babamız Hz. Adem gibi affedilecek, cennete girecek. Allah-u Zülcelâl, bir ayet-i kerimede, Babamız Âdem aleyhissalatu vesselamın hata yaptığı zaman şöyle dua ettiğini bildiriyor: “Ya Rabbi biz ikimiz, nefsimize zulüm ettik. Eğer Sen bizi affetmezsen, mağfiret etmezsen, bize merhametiyle muamele etmezsen biz zararlı olan kimselerden olacağız” (Araf, 23) Hz. Âdem babamız ile Havva anamız bu şekilde Allah-u Zülcelâl’e tevbe etti ve özür diledi Allah-u Zülcelâl’den. “Ya Rabbi hatalarımız ve unuttuğumuz olan şeylerle bizi muhasebe etme” diye, bu şekilde dua ettiler. Biz de kendimizi mahrum etmeyelim tevbeden ve mümin kardeşlerimize de anlatalım. Biliyorsunuz ahir zamandayız insanlar uzaklaşıyor dinden. Çevre bozuk ve insanlar çevreden etkileniyorlar. Onlar da birbirlerini bozuyorlar, biliyorsunuz. Yine nefs onların yolunu istiyor ve nefs oraya kayıyor. Ama bizim yolumuz cennete ulaştıran yoldur ve etrafı meşakkatlerle çevrilmiş vaziyettedir. Bu bittikten sonra cennet-i âlânın nimetlerine ve Allah’ın rızasına kavuşacağız, inşallah. Onun için tevbeye sımsıkı sarılalım ve nereye gidersek mümin kardeşlerimize anlatalım. Tevbe kurtuluştur. Babamız Âdem aleyhisselatu vesselam nasıl tevbe ile kurtuldu. Şeytan da, neuzübillah, Allah-u Zülcelâl’e asi olarak lanetli oldu. “Ben Âdem’den daha iyiyim, secdeye gitmiyorum,” diyerek Allah’a karşı asi geldi. Ve hatasında ısrar etti, “Ben yanlış yaptım özür diliyorum tevbe ediyorum” demedi. İşte bununla şeytan oldu. En Büyük Kâr! Dünyanın manzarası insanı aldatıyor. Hatta Sahabe-i kiramlar zamanında da, dünya manzarası onlara bile acayip gelmiştir. Peygamberimizin zamanında Hayber kalesi feth edilmişti. Hayber’de ki küffar kişiler çok zengin idiler. Müslümanlar orayı fethedince oralardan her birine ganimet olarak çok mal düştü. Bazılarına altın nasip oldu, bazılarına arazi nasip oldu. Birbirleriyle alışveriş yapmaya başladılar. Kime ne lazımsa o diğerinden satın alıyordu. Sahabeden bir kişi Peygamber aleyhissalatu vesselamın yanına geldi. “Ya Rasulallah bu vadide ticaret yapıp benim kadar kar yapan yoktur” dedi. Çok ticaret yapmıştı, alıp satmıştı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “Ne kadar kar yaptın?” dedi. “Üç yüz dirhem kar yaptım Ya Rasulallah.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki; “Doğrudur, senin kârın çok büyük görünüyor. Ama sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?" diye sordu. Adam:"O nedir, ey Allah'ın Resülü?" dedi. Efendimiz açıkladı: "(Farz) namazdan sonra, kılacağın iki rekattir." (Ebû Dâvud, Cihâd 180) Peygamber aleyhisselatu vesselam farz namazdan sonra kılınan iki rekât sünnetin, onun o kadar kârından daha hayırlı olduğunu söyleyerek dünyanın manzarasına dalmaması için onu ikaz etti. Allah-u Zülcelâl’e ibadet etmenin neticesini, ahirette gördüğümüz zaman ne kadar kıymetli olduğunu anlayacağız. Ama dünyadayken birinin cebine üç yüz dirhem girdiği vakit bu görünen bir şey olduğu için burada kârlı görünüyor. Bu dünya hayatında bizler namaz kılıyoruz, zikir yapıyoruz, ibadet yapıyoruz, İslam’ın fethini yapıyoruz, zahirî olarak bir şey cebimize girmiyor ama Allah’ın yanında o çok değerlidir. Allah azze celle şöyle buyuruyor: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onun karşılığını görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onun karşılığını görür.” (Zilzal, 7-8) Zerre kadar hayır yapan karşılığını görecektir. Zerre kadar hata yapan da, tevbe etmediği müddetçe o da onu görecektir. Onun için elimizden geldiği kadar ibadet eldim. Kıyamet gününde amel defterimiz önümüze geldiği zaman onunla ferahlayalım. Melekler bize müjde versinler, “Senin sevapların hatalarından daha fazladır.” Diye… Allah-u Zülcelâl elhamdülillah bize iman nasip etmiş, ikincisi bu manzarayı, tevbe eden bir cemaat olmayı bize nasip etmiştir. Bazılarının on beş yaşından ölünceye kadar tevbe etmek aklına gelmiyor, bu kıymetli bir nasiptir. “Ben tevbe ettim ben daha iyiyim” demeyelim, Allah nasip ettiği zaman ancak tevbe edebiliriz. Siz evlerinizdeyken kalplerinize “Gidin, tevbe edin, günahlarınızdan dolayı özür dileyin,” diye niyet verdiği için siz buraya geldiniz, tevbe ettiniz. Bunların hepsi Allah’ın vergisidir. Allah’ın vergisi olduğu için bunun kıymetini bilelim, Allah’a sena ve şükrede bulunalım. Böyle şükredersek Allah bizlere daha fazla verecektir inşallah. “Benim şükrümü eda ederseniz, iman nimeti için, tevbe ve ibadet nimeti için şükrederseniz Ben de daha fazla sevap nasip edeceğim,” diyor, Allah-u Zülcelâl. Namazı Kılmayanın Hali Namaz kılmayan kişiler hakkında çok korkunç bir hadis size anlatacağım. Peygamber alehissalatu vesselam bir gün ashab-ı kiramla aralarında namazdan bahsetti. Ve dedi ki; “Her kim şu beş vakit namazı muhafaza ederse, namazı onun için kıyamet günü nur olur, burhan (delil olur,) ve necat (azaptan kurtuluş) olur. Her kim de beş vakit namazı muhafaza etmezse, kıyamet günü onun için ne nur olur ne de burhan ve necat vardır. Kıyamet günü Karun’la, Haman’la, Firavun’la ve (azılı İslam düşmanı) Übey İbni Halef’le beraber (hesaba çekilir).” (Müsned, Darimi, İbni Hibban) Kıyamet gününde namaz kılanlar için, namazını muhafaza edenler için farz namazlarını kılan ve ondan sonra müekked sünnetleri de terk etmeyenler için Peygamber aleyhissalatu vesselam böyle beyan etti. Dedi; “Onlar için bir burhan vardır, delil vardır, bir nur vardır, bir kurtuluş vardır.” Neuzübillah şimdi namazı üzerinde muhafaza olmayan, namazı hiçe sayanlar, namazı terk edenler için ise onun için nur yoktur, onun için delil yoktur, onun için kurtuluş yoktur. Ondan daha ziyade o kişi için, kıyamet gününde Firavun’la birlikte hesaba çekilmek var, ne kadar korkunç. Ubey İbnu Halef, zamanında Peygamber aleyhisselatu vesselama çok eziyet etmişti. Bu namaz kılmayanlar, kıyamet gününde Firavun’la, onun veziriyle ve Ubey ibn-i Halef’le birlikte olacaklar. Kıyamet gününde en şiddetli azap, onların azabıdır. Namaz kılmayanlar, namazın üzerinde dikkatli olmayanlar, namazını muhafaza etmeyenlerin durumu böyledir. Eğer şimdiye kadar namazımız geçmiş ise kazasını yapalım, bundan sonra dikkatli olalım. Allah-u Teâlâ bizleri affedecek ve tevbemizi kabul edecek, inşallah. Bundan sonra Allah’a söz verirsek “Ya Rabbi, ben pişman oldum. Bir zamanlar ben namazımı terk ettim, bundan sonra bir daha namazımı terk etmeyeceğim,” dersek ve elimizden geldiğince o namazlarımızı kaza edersek, Allah-u Zülcelâl bizlere merhametiyle muamele edecek, inşallah. Böyle, kendimizle Rabbimizin arasında niyetimizi sırf Allah için yaptığımız zaman, Allah'ın rızasını kazanacağız. Namazlarımızı kılarken ve önümüze hangi iş gelirse “Ya Rabbi ben bunu Senin rızan için yapıyorum.” Günah olduğu zaman da “Senin rızan için uzak duruyorum, yapmıyorum.” Diye kalbimizde daima Allah rızası olarak amel yaptığımız takdirde Allah-u Zülcelâl bize rahmetle nazar edecek. Çünkü amel de aynı altın gibidir. Eğer altının içine başka maden katılmışsa sarraf onu biliyor. Sarraf, “Bu altın on dört ayardır, bu yirmi dört ayardır,” diyor. Nasıl altının halis olanı vardır, bir de düşük ayarlı olanı vardır, niyetimize göre amel de aynen öyledir. Küçük bir amelimiz, Allah için olursa çok değerli olur. Allah-u Zülcelâl amellerin sarrafıdır. Amellerin ihlâslı olanını ve olmayanını, riya ile olanını Allah biliyor ve ayırıyor. Allah ihlâslı olan ameli kabul ediyor. Diğerlerini ise kabul etmiyor. Eğer biz Allah-u Zülcelâl’i hakikiyle tanırsak dünya ve ahireti terk edeceğiz. Allah Azim’dir. Allah Cemal sahibidir, güzeldir. O’na o kadar çok âşık olmamız gerekir. Günahtan Sakınmak Bir Nurdur Ebu Hureyre radıyallahu anh’a şöyle demiştir: Peygamber aleyhisslatu vesselam bir gün “Amel etmek üzere benden kim şu kelimeleri alacak?” diye sordu. “Yâ Rasûlallah, ben!” diye cevap verdim. Rasûlullah elimi tuttu ve şu beş şeyi saydı:“Allah’ın haramlarıdan sakın, insanların en abidi (ibadet edeni) olursun. Allah’ın taksimine razı ol, insanların en zengini olursun. Komşuna iyilik et (olgun) mü’min olursun. Kendin için sevdiğini insanlar için de sev (iyi) müslüman olursun. Fazla gülme, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizí, Zühd, 2) Takvalı olursan en çok ibadet eden oluyorsun. Çünkü sen takva sahibiysen daima Allah için hayır yapmayı isteyeceksin ve Allah için günahlardan da kendini muhafaza edeceksin. Ne kadar böyle yaparsan Allah sana yardımcı olacak ve daha çok sevap nasip edecek. Günah günahı getiriyor, hayır da hayrı getiriyor. Dikkat ederseniz bir kişinin önüne yabancı bir kadın geldiği, ona tekrar bakarsa bunun sonu gelmez. Ama Allah için gözünü çevirdiği zaman Allah’tan bir nur, bir muhabbet onun kalbinin içine akar. Bu nur bütün vücuduna akarak o kişiyi iman nuru ile muhabbeti ile süsleyecektir. Yabancı bir kadın senin karşına geldiğinde bakışını çevirdiğin zaman hayırdır. İkinci sefer bakışın günahtır. Peygamber aleyhisselatu vesselam Ali radıyallahu anhuya şöyle demiştir: “Ya Ali birinci sefer senin içindir. İkinci sefer senin aleyhinedir, senin için günah olur.” Yani ilk defa senin gözün ona rast geldi o senin için bağışlanmıştır. Ama ikinci sefer baktığında o sana günah olur. Bir de bu birinci hatadır, tekrar edince bu sende alışkanlık olacak bütün günah kapılarını açacak. Her günah böyledir. Sevaplar da böyledir. Sevaplar da sevapları getirecek. Onun için ahlaklı olmaya çalışalım, sevap işlemeye çalışalım, günahlardan kendimizi muhafaza etmeye çalışalım. Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde hiçbir insanın özrünü kabul etmeyecektir. Yani o gün tevbe etmek mümkün değildir. Elimizden geldiği kadar şeytanı kahredelim Allah-u Zülcelâl’in hoşuna gidecek olan şeyleri yapmaya gayret edelim inşallah. Ka’b’ul Ahbar şöyle diyor: “Bir gün yoldan geçiyordum on tane yaşlı eşkıya gördüm. Biraz ileride çocuklar vardı, o yaşlılara aldırış etmeyip edebe aykırı hareket ettiler. Onların yanından geçerken yaşlılara karşı edepli olmalarını söyledim. Onlar da bana şöyle cevap verdiler: ‘O yaşlılar takvalı ve edepli değiller ki!’ O adamlar Allah'a karşı edepli olmadığı için o çocuklar da onlara karşı edepli olmuyorlar. Biz Allah'a karşı kendimizi düzeltirsek bütün mahlukat da bize karşı edebli olur. Şeytanın Ciğerini Yakan Kullar Cüneyd-i Bağdadî şöyle anlatmıştır; “Rüyamda iblisi gördüm; çıplak bir vaziyette insanların arasında dolaşıyordu. “Ey Lâin, sen o kadar hayâsızsın ki, insanlarla çıplak olarak oynuyorsun,” dedim. Şeytan: “Bunlar insan mıdır ki, ben onlardan hayâ edeyim. Bunların Allah ile hiç bir alakası yoktur. Onlar gerçekten insan olsalardı, çocukların toplarıyla oynadıkları gibi onlarla oynayamazdım. Ancak beni Bağdat mescitlerinde bulunan üç sûfi vardır ki, onlar beni eritti, ciğerimi yaktı.” “Onlar seni ne ile yakıyorlar? diye sordum. Şeytan: “Ben onları aldatmak için yanlarına yaklaşıyorum; hemen ‘Allah’ diyerek zikrediyorlar, Allah’tan yardım istiyorlar. Bu sebeple beni yakıyorlar,” diye cevap verdi. Bakın şeytan kendisinin kötü olduğunu biliyor, kendisine uyanların kötü olduğunu biliyor. Cüneyd-i Bağdadi diyor ki, “O mescide gittiğim zaman o üç kişiyi gördüm. Başlarını örtünün altına almışlar, zikre dalmışlardı. İçlerinden biri beni görünce (ben bir şey söylemeden), “O pis şeytanın (bizim hakkımızda) söyledikleri seni aldatmasın” dedi. Bakın rüyadan da haberi vardır. Onlar şeytanı nasıl kahrediyorlar, Allah'ı zikrederek. Çünkü şeytan Allah-u Zülcelâl’in adının anıldığı, zikredildiği yerde duramaz, hemen kaçar. İnsan Allah’la meşgul olduğu zaman şeytan ona vesvese veremez. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Hz. Ömer’e şöyle dedi: “Ya Ömer senin bulunduğun yerde şeytan bulunmaz. Senin gittiğin yoldan şeytan gitmez.” Yani Ömer’den kaçıyor. Niçin? Çünkü İslam dinini tatbik etmekte çok şiddetli idi, İslam için çok titizdi. Emir’ül Müminin olduğu zamanda Hz. Ömer, bir gün koşarak bir yere gidiyordu. Onu gören Hz. Ali “Nereye gidiyorsun böyle?” diye sordu. “Ey Ebu Hasan, zekâtın bir hayvanı kaybolmuş onu aramaya gidiyorum,” diyor. “Neden bu kadar koşarak gidiyorsun?” “Beni bırak ya Ali, eğer Mısır nehri üzerinde bir hayvan kaybolsa ben burada kendimi ondan sorumlu hissediyorum.” Bu kadar İslam dini üzerinde titiz davrandığı için şeytan ondan kaçıyor. Kişi ne kadar Allah-u Zülcelâl’e bağlı ise şeytan o kişiden kaçıyor. Allah-u Zülcelâl hepinizden razı olsun. Tevbenizi buradaki nasibinizi arkadaşlarınıza anlatın onların da tevbe etmelerine vesile olun inşallah. Sebep olduğunuz için o kadar sevap Allah size de yazacak inşallah. Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı salih ameller yapmayı nasip etsin nefsimize bizi teslim etmesin inşallah.

29 Ekim 2015 Perşembe

Takvâsı Olmayanın Ameli Kabul Edilmez

Enes İbn-i Malik radıyallahu anhu buyuruyor ki; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her kimin, yalnız kaldığında Allah’a isyan etmekten kendisini uzaklaştıracak bir verası yoksa Allah, onun amelinden bir şeye ne diye ehemmiyet versin!” (Deylemî, el-Firdevs, 4; 437) Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Allah katında bir amelin makbul olması için çok önemli bir şartı haber vermektedir. Bu şart, vera; yani takvadır. Ancak bu takva, yakin derecede bir imandan ve murakabe yani Allah'ın onu her yerde gördüğü şuurundan doğan, ileri derece bir takvadır. Öyle samimi bir takva hali olmalı ki, yalnız insanların yanındayken değil, asıl yalnızken, kimse onu görmezken Allah’ın razı olmayacağı bir şey yapmaktan kendisini alıkoymalıdır. Bir mümin, insanların arasındayken zaten kötülük işleyemez. Ancak kimsenin şahit olmadığı bir yerde de günahtan uzak duruyorsa bu sırf kalbindeki imandan dolayıdır. Hadis-i şerif, bu şekilde samimi bir iman ve takva hali olmadığı zaman, Allah'ın kulunun amellerinden hiçbirine değer vermeyeceğini bildiriyor. Demek ki insanların görmediği yerde günah işleyen kişinin amelleri kabul olmuyor. Çünkü Allah'ın onu gördüğüne tam olarak inansaydı murakabeli olur, o günahı işlemezdi. Bu hadis-i şerif üzerinde düşündüğümüz zaman, küçük büyük, gizli aleni işlediğimiz birçok kabahatlerimiz için tevbe etmeye ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu anlayabiliyoruz.

22 Ekim 2015 Perşembe

Samimi Olursak Allah'ın Kudreti Bizimle Olur

Allah-u Zülcelâl daima kulların kalbine muttalidir, kalbindekileri bilir. Allah-u Zülcelâl insanın suretine, vücuduna bakmıyor; Allah-u Zülcelâl daima kalbinin içinde olan niyete ve kendi Rabbine karşı ne kadar samimi olduğuna bakıyor. Böyle olduğu için kalbimizi Allah'a karşı doğru yapmamız, samimi yapmamız lazımdır. Samimi niyetle, insan dünyada ne amel yaparsa, ister sevap olsun, ister günah olsun, hayır olsun, şer olsun, ne olursa olsun, kıyamet gününde bir zerre bile kaybolmadan önümüze gelecektir. Allah-u Zülcelâl bu konuda ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Erkek olsun, kadın olsun her kim de, mü'min olarak doğru ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girecekler ve zerre kadar haksızlığa da uğramayacaklardır.” (Nisa; 124) Demek ki her kim olursa olsun, mümin olarak amel-i salih yaptığı zaman cennete girecektir ve amellerinden zerre kadar bir şey kaybolmayacaktır. Allah-u Zülcelâl böyle davranacak bize karşı kıyamet gününde. Bu aklı, Allah-u Zülcelâl çok kıymetli bir cevher olarak bize vermiştir ve bu şekilde gevşek davranışımızı akıl kabul etmiyor. Kıyamet gününde zerre kadar kaybolmamak suretiyle bütün amelimiz, dünyadaki davranışımız bizim önümüze geleceğine göre, böyle gafil bir şekilde davranmamızı akıl kabul etmiyor. Çünkü o zaman, insan öyle temenni edecek ki, isteyecek ki şark ve garbın arasındaki boşluk kadar salih ameli olsun. İsteyecek ki günahı hiç olmasın. İsteyeceğiz ama öyle davranmıyoruz işte. Nice nefeslerimiz, nice saatlerimiz, nice aylar, seneler geçiyor, bunları hayırlarla değerlendirmiyoruz, önümüzdeki hayatımız için. Aklım böyle kabul ediyor, sizinki de öyledir herhalde. Hiç akıl kabul etmez, önümüzdeki olaylara karşı, ebed’ül-ebed olan bir hayat için, Allah'ın verdiği bu fırsatı aklın gereğine göre değerlendirmiyoruz. Bakıyorum, insan ne kadar zarar yaparsa, ister amel-i salih yapmasın, isterse bir günah yapsın, isterse dünyaya meyilli olsun ahireti bıraksın, nereye bakarsan, altını kazdığımız zaman nefis çıkıyor altından. Allah-u Zülcelâl hepimizi ondan muhafaza etsin, onu hayırlarda kullansın. Âmin. Onun için kim kendini idrak ederse, kendi nefsinin Allah-u Zülcelâl’in karşısında ihtiyaç sahibi olduğunu bilirse, o zaman o kişi, kendi kalbinin içinde ve ruhunda, ibadet için bir kuvvet hissedecektir. Çünkü o pişmanlıkla, o “Allah-u Zülcelâl’in hakkını yerine getirmiyorum, Allah benim yaptığım ibadetten daha güzel amellere, zikre, muhabbete, taate, aşka daha layıktır, ben bunu yapmıyorum,” diye düşündüğü zaman, inşallah yavaş yavaş amel-i salih yapmaya gayret edecek, günahlardan, gafletten de kendini muhafaza edecek. O kişinin kalbine, ruhuna o zaman her gün biraz kuvvet gelecektir, inşaallah. Kendi Noksanlığını Bilen Ariftir Kim kendi noksanlığını idrak ederse o ariflerden sayılacaktır inşallah. Arif Allah'ı tanıyan demektir. Arif Arapça olarak, bilmek demektir. Biliyor ki Allah-u Zülcelâl tam bir kudret ve azamet sahibidir. Kendi nefsinin de Allah'a karşı taksirat sahibi olduğunu, zayıf, zelil, fakir olarak bildiği zaman ariflerden sayılır o kişi. İnsan bunu da ancak ilimle elde edebiliyor. İlmi sevelim. Elhamdülillah, diyelim. Çünkü bizim küçüklüğümüzde böyle tercüme kitaplar yoktu. Ancak bir kişi kendi evinden hicret eder de, gidip bir medresede ilim öğrenmek için orada yıllarca kalırsa o zaman ilim öğrenebiliyordu. O zamanki medreseler de böyle şimdiki gibi zengin değildi. Talebeler çok fakirlik içinde okutarak bir ilim sahibi oluyordu. Şimdi herkesin evinde bir müderris vardır. İnsan dolabında duran kitapları okuduğu zaman âlim oluyor. Böyle bir fırsat elimizdeyken gene nefse uymak, okumamak çok yanlıştır. Çünkü ilim okursak o zaman Allah'ı da tanıyacağız, kendi nefsimizi de tanıyacağız, Allah'ın nazil ettiği hükümleri de bileceğiz. Kendimizi de doğru yapacağız o zaman. Hem de bize bir soru sorulduğu zaman da doğru cevap verebileceğiz. Çünkü ilim, akıl, güzel bir idrak, Peygamber efendimizin mutabaatı yani onun sünnetine uyarak amel yapmak, bunları kim yaparsa hem dünyada kendisine hürmet edilir, hem de ahirette bunlar onu kurtaracaktır, inşaallah. Onun için arkadaşlarımıza anlatalım, tevbeyi, ilim okumayı, İslam dininin ahkâmlarını, İslam dininin ne kadar güzel bir din olduğunu, hem dünya hayatının hem ahiret hayatının onda olduğunu… Bunları bilmek lazımdır. Bazıları da maalesef dinden uzak olmuşlar, bunları anlatmak lazım. Konuşmaktan daha ziyade davranışlarımızla insanlara örnek olalım. Öyle istiyorum. Arkadaşlarınıza güler yüzlü, güzel bir konuşmayla, onu rahat ettirecek şekilde davranmakla ikna edebiliyorsun. Niyetimiz Allah için olsun, Allah bize yardımcı olacak o zaman. Anlattığımız zaman, her ne amel yaparsak yapalım hepsi Allah için olsun. Allah'ın Yardımı İhlaslı Olanla Beraberdir Kalbimize şeytanın hatarası, dünyaya meyil geldiği zaman hemen çıkarmak, Allah için yapılan bir ameldir. Belki duymuşsunuz bunu, bir yerde insanlar bir ağaca ibadet etmeye başlamışlardı. Bir abid bunu duydu, hemen baltasını aldı, ağacı kesmek için yola çıktı. Şeytan onun önünü kesti, “Nereye gidiyorsun?” dedi. Abid, “İnsanlar bir ağaca ibadet ediyorlar, onu kesmeye gidiyorum,” dedi. Şeytan “gidemezsin” deyince orada kavga ettiler. O abid kişi, şeytanı tuttuğu gibi yere vurdu. Çünkü o Allah rızası için gitmek istiyordu. Allah ona öyle bir kuvvet vermişti ki, şeytanı öyle bir yere vurdu ki, sanki bir sinek gibi. Şeytan dedi ki, “Bak sen fakir bir adamsın. Etrafındaki insanlar da fakirdir. Ben her gün senin yastığının altına birkaç altın getireceğim. Bunu hem kendin için harcarsın hem de arkadaşlarına dağıtırsın. Bu senin için daha faydalıdır.” Abid kişi şeytanın bu sözüne kandı, “Doğru,” dedi. Eve döndü, baltasını bıraktı. Şeytan gerçekten de birkaç gün yastığının altına birkaç altın koydu. Sonra koymadı. Adam baktı altın yok, “Bu şeytan beni aldattı” dedi. Yeniden baltasını aldı, ağacı kesmek için tekrar yola çıktı. Şeytan tekrar önüne geldi, yine “Gidemezsin” dedi. Adam şeytanı tutup yere vurmak istedi ama güç yetiremedi. Şeytan onu yakaladığı gibi yere çarptı. Adam şaşırdı, “Sen nasıl böyle kuvvetli oldun?” dedi. Şeytan dedi ki, “Çünkü sen önceki sefer Allah için gidiyordun, Allah'ın kuvveti seninle beraberdi. Şimdi ise altınlar kesildiği için gidiyorsun. Onun için böyle zayıfsın, seni kolayca devirdim.” Böyledir. Hep niyetimiz Allah için olacak. Allah için olunca irşadımız da kuvvetli olacak inşaallah. Biraz düşünürsek, Peygamber aleyhisselatu vesselam, tek bir insandı. Bütün dünya küfürdü. Peygamberimiz tek başına bütün dünyayı fethetti. Neyle? Allah'ın kuvveti onun arkasında olduğu için, hiç taviz vermedi, yolundan ayrılmadı. Ne kadar ona eziyet verseler o daha samimi oluyordu. Bu şekilde Allah'ın kuvveti onun arkasında olduğu için, o Allah için olduğu için, hiçbir şey düşünmüyor, endişe çekmiyordu. Ne canını, ne malını, hiç bir şeyini; her şeyini Allah için feda ediyordu. Bu şekilde olunca Allah da ona yardım etti, bütün dünyayı fethetti. İşte niyet böyle mühimdir. Niyet böyle samimi olunca Allah bize başka insanların hidayetini de nasip edecektir. Ama dediğim gibi güler yüzlü, yumuşak kalpli olacağız. Tıpkı ayet-i kerimede Allah-u Zülcelâl’in buyurduğu gibi. Allah azze ve celle buyuruyor ki; “(Ey Resulüm) Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…”(Al-i İmran; 159) Allah-u Zülcelâl, Musa aleyhisselama İslam ahlakını öğretiyordu ve diyor ki, “Firavuna git, ona yumuşak lisanla konuşun. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Taha; 44) İşte biz de, katı kalp, galiz kalple değil, böyle yumuşak bir kalple, yumuşak bir dille irşad yapacağız inşallah. Böyle yaptığımız zaman, Allah-u Zülcelâl'in emrini yerine getirdiğimiz için o irşada bereket olacaktır. Allah'ın emir ve nehiylerinin aksinde hiçbir hayır yok. Sanki “Ben yapıyorum,” gibi olursa onda da hayır yok. Çünkü ekşi yüzlü kişiden dostu bile yüz çevirir. Nefsin Önünü Kesmek Lazım Nefsimize uymayalım, Allah rızası için nefsimizi karşımıza dikelim, onunla hesap görelim. Kim Allah'ın rızası için nefisini azarlarsa Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde onu mağfiret edecek, “Sen benim için nefsinle hesap görüyordun” diyecek, razı olacak ondan, inşaallah. Ne kadar günah, hata varsa hepsinin altından nefis çıkıyor. İnsan içki içerse nefistir, virdini çekmezse nefistir, hangisi olursa olsun, hepsi nefsindendir. Kişi nefsinin isteklerine uymakla nefsini günah işlemekte pehlivan ediyor. Onun önüne ne gelirse nefsinin dediğini yapınca, nefis kuvvetlenir, sertleşir, artık kişi onunla başa çıkamaz, nefsinin dediğinden çıkamaz. Onun için ara sıra, hatta daha doğrusunu istersen devamlı olarak nefsin önünü kesmek lazım. Çünkü çok serseri bir at gibi hep günahlara doğru gidiyor, bir sopa elimizde olsun, onun burnuna vuralım biraz. O zaman inşaallah Allah bizden razı olacak, bizi günahlardan muhafaza edecek ve bize hayır, zikir, taat nasip edecek. Akıl bize hep menfaatli şeyleri tavsiye ediyor ama bakmayın, nefis onu esir etmiş. Nefis ona baskın yapıyor, hep onu esir etmiş, düşünmesi için, neyin menfaatli neyin zararlı olduğunu tefekkür etmesi için bırakmıyor. Bunun için akıl sahiplerinin daima aklını kullanıp tefekkür etmesi lazım. Dünya ve ahireti, Allah'ın rızasını, bu hayatın sonu, hesabı düşünmesi lazım. Bunu düşününce de meydana çıkacak ki kalbi Allah'a bağlamak lazım. Çünkü Allah'tan menfaatimiz var, O’ndan başka hepsi fanidir. Bizden önce gidenlere baktığımız zaman, firavun da gitti, Musa aleyhisselam da gitti. Ama o nasıl gitti, o nasıl gitti, bunları düşünmek lazım. İyi hal üzere gidenlere bakıp, bizim de mahrum olmamamız için onların yolundan gitmemiz lazım. Kötü şekilde gidenlerin de hallerinden ibret almamız ve onların yolundan uzak olmamız lazım. Böyle düşününce kalbimizi Allah'a bağlamak lazım, çünkü her şey Rabbimin elinde. Dünya onun elinde, ahiret elinde. Eğer kalbini O’na bağlarsan, O seni severse, sen de Onu seversen neler verecek sana. Musa aleyhisselam demişti ki “Ya Rabbi, Senin kimi sevdiğini, kimi sevmediğini nasıl bilebilirim?” Allah-u Zülcelâl buyurdu ki, “Ben kimi seversem ona zikrimi, ibadetimi, salih amelleri, namazı, orucu, zekâtı, nasip ederim. Eğer bunları kime nasip etmişsem onu seviyorum demektir. Kimi buğz ediyorsam onu zikrimden ayırırım, taatimi nasip etmem ona, günahı nasip ederim.” Şimdi de öyledir. Öyleyse biz de Allah kimi seviyor, kime gazap ediyor az çok anlayabiliyoruz. Bizden öncekilerden bazı kişilere Allah öyle güzel haller nasip etmişti ama onlar da Allah'ın kuluydu, biz de Allah'ın kuluyuz, onlara lazım olan, bize de menfaatli olan şeydir. Mesela bizden önce Fethi Muslî isimli zat vardı. O zat çok ağlıyordu, Allah'a ibadet ve taat yapmak için çok kuvvet istiyordu, çok gayret ediyordu. Vefat ettikten sonra, bazı arkadaşları onu rüyalarında gördüler. Ona dediler ki: “Allah-u Zülcelâl sana ne şekilde muamele etti?” Şöyle cevap verdi: “Allah-u Zülcelâl bana sordu, beni huzuruna çağırdı ve bana dedi ki: ‘Niçin o kadar çok ağlıyordun, ya Fethi?’ Şöyle cevap verdim: “Ya Rabbi! Benim üzerimdeki hakkını layıkıyla yerine getiremediğim için, senin karşında çok kusurlu olduğum için ağlıyordum. Sana ibadetimi, taatimi tam yapamıyordum, bu yüzden Sen’den korktuğum için ağlıyordum.” Ama çok amel-i salih yapıyordu ama yine de layık olduğu gibi amel yapamadım diye ağlıyordu. Yapmıyordu da ondan ağlıyor değildi, çok yapıyordu ama yine de “Tam yapamıyorum,” diye ağlıyordu. Çünkü melekler, ne uyuyorlar, ne yiyorlar, hiç durmadan gece gündüz ibadet yapıyorlar, gene de kıyamet günü diyorlar ki, “Ya Rabbi tam Senin ibadet hakkını yerine getirmedik!” Çünkü, Allah'ın hakkı çok azimdir. İşte Fethi Muslî de “Ya Rabbi senin hakkını yerine getiremiyorum diyordu. Allah-u Zülcelâl de dedi ki ona; “Ben de biliyordum o yüzden Meleklere, senin günahlarını yazmamalarını emretmiştim.” Buyurdu. O kadar seviyordu ki onu, o kadar razı olmuştu ki ondan, onun defterine hiçbir hata, kusur yazmamıştı. İşte Allah-u Zülcelâl daima kulunun kendisi karşısındaki emeğine göre muamele ediyor ona. Biz görmüyoruz ama Allah bizim gayretimize göre bize karşı muamele ediyor. Fethi Muslî öldükten sonra bunu görmüş. Biz de dünyada ne yaparsak bunlar boşa değildir. Allah milim milim bizimle beraberdir. Böyle olduğu için bizim de daima bizim de onu razı etmek için gayret etmemiz lazımdır. İnsanlara emr-i maruf yapalım, insanları Allah'a davet edelim, Allah-u Zülcelâl bununla bizden razı olacak. Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh bir gün vaaz ederken şöyle dua etti: “Ya Rabbi! İçimizde günahı en çok olanı, gözleri en kuru ve kalbi en katı olanı affet!” Diye dua ettim. Bir genç ayağa kalktı ve ağlayarak: “Ne güzel dua ettin. İçinizde günahı en çok olan benim. Bu duayı bir daha yap!” Dedi. O da bir daha dua etti. O genç de, oradakiler de göz yazı döktüler, ağladılar, tevbe ettiler. O gece rüyasında Allah-u Zülcelâl ona şöyle ilham etti: “Ben seni çok seviyorum, çünkü sen benimle bir kulumun arasını düzelttin. Onun için o genci, o mecliste bulunanları ve seni affettim.” Affetmek Allah'ın yanında hiçbir şey değildir. Yeter ki kul biraz Allah'a karşı samimi olsun, biraz gayret etsin. Allah azze ve celle o kadar zengindir, o kadar şefkatlidir kullarına karşı, öyle ki bir kişi ömrü boyunca küfürde kalıyor sonra tevhide geliyor Allah-u Zülcelâl onu affediyor. Musa aleyhisselam zamanında bir adam vardı, ateşe tapıyordu. Ama adam o kadar ihtiyar olmuştu ki, ölecek zamanı gelmişti. Ömrünün hepsini ateşe ibadet etmekle geçirmişti. Musa aleyhisselamın yanına gelince ona dedi ki Hz. Musa ona dedi ki; “Yetmez mi, bu kadar zamandır ateşe ibadet ediyorsun. Ne fayda var ondan? Allah'a dönme zamanı gelmedi mi daha?” Adam dedi ki, “Ben iman edersem bunca senedir yaptığım günahım affedilir mi?” Musa aleyhisselam: “Evet, affedilir. Allah'ın yanında hiçbir şey değildir,” dedi. Adam “Lailahe illallah, Musa Rasulullah” dedi. O böyle derken öyle bir iman nuru onun kalbinden fışkırdı ki, birden cezbeye geldi ve oradan yuvarlandı ve vefat etti. Nebi Musa aleyhisselam Allah ile konuşuyordu. Merak etti, “Ya Rabbi, bu adam bütün ömrünü ateşe ibadetle geçirdi. Şimdi bir kere ‘Lailahe illallah’ demekle böyle bir cezbeye geldi. Onun durumu ne oldu?” Allah-u Zülcelâl buyurdu ki; “Bilmiyor musun ey Musa; ben kelime-i tevhitle insanı cennete koyuyorum.” İman böyledir işte. Bu yüzden imanımızın kıymetini bilmemiz lazım. Nasıl ki altını pamuklara sarıyorlar, birbirine sürtünüp aşınmasın, gramı eksilmesin diye, böyle muhafaza ediyorlar, bizim de imanımızı muhafaza etmemiz lazım. Biz de günahlarla, yaramaz şeylerle imanımızı eskitmeyelim, zikirle ibadetle kuvvetlendirelim. Nasıl ki bir ağacın kökü kuvvetli olursa rüzgâr estiği zaman bir şey olmaz ona ama zayıf olursa kuvvetli bir rüzgârda yıkılır; iman da aynen öyledir. İman ağacını da zikirle, ibadetle, salih amelle kuvvetlendirmek lazım. Çünkü son nefeste şeytan-ı lâin insanın imanına musallat oluyor, o da aynen şiddetli rüzgâr gibidir. Allah-u Zülcelâl o anda seninle beraber olacak, senin yardımına meleklerini, evliyalarını gönderecek, onlar şeytanı senin yanından kovacaklar. O zaman dünyadan imanla ayrılmana Allah yardımcı olacak. Ama biz ömrümüzü Allah'tan gafil olarak yaşarsak, Allah da bize yardımcı olmazsa sekerat zamanı çok tehlikelidir.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Çare, Sahabe-i Kiram Gibi Müslüman Olmak

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde, yaklaşık yüz on bin sahabe yaşıyordu. Bunlardan sadece on bini Haremeyni’ş Şerifeynde vefat etti; yüz bini ise tebliğ, talim ve cihad için o mukaddes toprakları bırakıp dünyaya yayıldılar. Onlardan bazıları Kafkaslarda, kimi Rum diyarında, tâ İstanbul surlarının diplerinde, kimi İspanya’da, kimi Türkistan'da, kimi Afrika'nın o kızıl çöllerinde şehit oldu yâda vefat etti. Hâlbuki onlar Peygamberimizin şehrinde, onun hatıralarıyla yaşamayı ve o topraklarda ölmeyi isterlerdi. Fakat böyle düşünmediler. Neden? Peygamberimizin terbiyesi altında yetişmiş bu mübarek zatlar gayet iyi biliyorlardı ki İslam’da “Ben kendimi kurtarayım da başkası ne olursa olsun!” düşüncesine yer yoktur. Cenneti kazanmak, sadece kendini düşünmekle mümkün değildir. Eğer ferdi anlamda sadece ibadetlerle ve dualarla kurtuluş olsaydı Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de sosyal sorumluluklarla alakalı neden bu kadar ayet gönderdi? Bugün bizim Müslümanlığımız ile sahabe-i kiramın ve İslam’a hizmetle ömrü geçen ecdadımızın Müslümanlığını ayıran en önemli nokta da budur. Ne yazık ki günümüzde Müslümanlarının birçoğu, hiç bir sosyal sorumluluk hissetmeden, doğrudan rıza-i ilahiyeye ulaşma yöntemleri icat edildiğini sanıyor. İslam adına hiçbir hizmet üretmeden, başka Müslümanların derdiyle dertlenmek namına hiçbir fedakârlık yapmadan, bu yolda hiçbir imtihana uğramadan direk olarak cennete gitme formülü varmış gibi… Bu anlayışa sahip olanlara göre, dünyanın bilmem hangi coğrafyasında yaşayan Müslümanların sorunları bizi ilgilendirmez. Hatırlamaya bile gerek yok. Onların sorunları, onlara aittir. Elbette artık bu düşüncenin yanlışlığı anlaşılıyor ve meydana gelen felaketlerin de etkisiyle ümmette bir uyanış görülüyor. Öte yandan son zamanlarda İslam dünyasındaki uyanışı söndürmek isteyen küresel aktörler, bu sefer manevi eğitimi, kültürü, medeniyet birikimi ve görgüsü kıt bir kısım Müslüman grupları, Haricî mantığına dayalı çok kaba saba bir cihad anlayışına yönlendiriyor. İslam Âlemine Saçılan Fitne Tohumları Son zamanlarda IŞİD, eş-Şebab, Boko Haram ve benzeri isimlerle piyasaya sürülen bu eli kanlı gruplar, adeta karikatürize bir İslami terör manzarası sergiliyorlar. Ellerinde Arapça yazılı bayraklar, omuzlarında kocaman silahlar ve önlerine geleni kâfir ilan edip kanını helal sayıyorlar. Hemşirelik okuluna giden bir kız çocuğunu kaçırıp öldürmek, insanları kameralar karşısında boğazlamak gibi vahşice yöntemlerle islamofobiye malzeme sunuyor, Müslümanlara reva görülen zulümlere gerekçe sunuyorlar. Halbuki onların sergilediği bu kaba saba vahşetin İslam tarihinde hiçbir örneği yoktur. Müslümanların fethettiği çoğu ülkeler, silah zoruyla değil Müslümanların engin şefkati ve adaleti neticesinde, kendiliğinden Müslüman olmuşlardır. Büyük İslam komutanı Alparslan, Anadolu'ya girdikten sonra kimseyi sürgüne göndermemiş ve katliam da yapmamıştır. Yani, Sultan Alparslan ile harp eden insanlar, o topraklarda yaşamaya devam ettiler. Zamanla İslam’a ısınıp kendiliğinden Müslüman oldular. Öyleyse bu gruplar kimi örnek alıyorlar? Anlaşılan o ki, İslam’ın özünde olmayan bu tür ifrat ve tefrit yorumlar, İslam düşmanlarının uzun uğraşlar sonucunda içimize soktukları, bidat ve saplantılardan başka bir şey değil… Çare, Ümmetin Birliği İslam coğrafyaları kan, zulüm, esaret altında, her gün yüzlercesi katlediliyor! Hal böyleyken peki, ne olacak bizim bu halimiz? Hala birlik olmayacak mıyız? Halbuki Allah-u Zülcelâl bizim birlik olmamızı emreder. Müminler ümmet oldukları için bir aradadırlar. Camide bir safta omuz omuza vermeleri, tüm dünyadaki Müslümanların namaz kılarken tek bir yöne Kâbe’ye yönelmeleri, zekâtlarını ihtiyaç sahibi müminlere takdim etmeleri, Kâbe’nin etrafında tavafa koşmaları, yılın aynı günlerinde oruç tutmaları, tüm dünyada aynı ezanı okumaları, aynı amentüye inanmaları, hep ümmet oldukları içindir. Başka bir ifadeyle, tüm bunlar, İslâm bir arada yaşanması gereken din olduğundandır. Nitekim dünyanın herhangi bir bölgesinde inleyen müminlerin derdine derman olmak için seferber olmaları, onlar için gözyaşı dökmeleri ve her bir müminin derdini, kendi dertleri edinmeleri onlardaki ümmet bilincindendir. Çünkü Allah celle celaluhu onları kardeş kılmıştır. Kardeşliğin esası ise müminin diğer mümin kardeşine sahip çıkmasıdır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Müminler bir vücudun organları gibidirler. Hangisi bir acı duysa diğer organlar da bunu hissederler…” buyuruyor. Bunun için de önce Sahabe-i Kiram gibi iman etmeliyiz. Temel esaslarda birlik olmalıyız. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin hayatta olmasına rağmen, Ashab-ı Kiramın da aralarında farklı anlayışlar olurdu. Ama bunlar tali meselelerdi ve uhuvvetlerine halel getirmezdi. Kıblesi bir, kitabı bir, peygamberi bir ve aynı Allah’a ibadet eden bir ümmettiler. O halde madem sahabeler birer yıldızdırlar, o zaman uhuvvetimizin yeniden hayat bulması için Resulüllahın Ehl-i Beytini ve her biri birer yıldız gibi olan sahabelerinin yolunu takip etmeliyiz. Biz Müslümanlar, ümmet şuuruyla hareket ettiğimiz dönemlerde, Allah celle celaluhu bizi yeryüzünde adaleti tesis eden, halkını asırlar boyu güven ve huzur içinde idare eden büyük devletleri kurmakla şereflendirdi. Bütün insanlık hala, bizim, tarihteki o adil yönetimimizden bahsetmektedir. Avrupa'nın asilzadeleri, o dönemlerde çocuklarını Endülüs okullarında okuturlardı ki sırf çocukları insanî erdemlere sahip olsunlar... Kudüs, bizim topraklarımız içinde iken orada tüm inanç mensupları barış ve huzur içinde, yüzyıllar boyu yaşamışlar, kimse, kimsenin kanını dökmemiş, malını gasp etmemiş ve namusuna dokunmamıştır. Ne zamanki; Osmanlı, dünya siyaset sahnesinden çekildi ve o topraklar zalimlerin eline geçti, işte o zamandan beri sadece Filistin değil, bütün dünya yaşanmaz hale geldi. Ümmet bilincinden yoksun olan toplumlar, düşmanlarına karşı zayıf ve savunmasız kalarak mağlup olmaktadır. Ama ümmet şuuruyla hareket eden Müslümanlar, sayıları az olsa bile Allah Teâlâ’nın izni ile galip gelmektedirler. İnşaallah, yine galip geleceklerdir.

25 Haziran 2015 Perşembe

Oruç Tutun ki Sakınasınız…

Allah Azimüşşan ayet-i kerime ile Ramazan orucunu farz kıldığını beyan ediyor: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı ki, Allah'a karşı takvalı olun. Oruç size sayılı günlerde farz kılındı. (Bu günlerde) İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutar. Oruca dayanamayan (iyileşme umudu olmayan hastalar ve çok yaşlı kimseler), bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir. Kim gönülden iyilik yaparsa o iyilik kendisinedir. Oruç tutmanız eğer bilirseniz sizin için hayırlıdır. O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.” (Bakara, 183-185) Allah-u Zülcelâl ayette, “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, ” buyurmasından anlaşılıyor ki oruç ibadeti, daha önceki ümmetlere de emredilmiştir. Oruç tutmak İslam’dan önce, evvelki Peygamberlerin; Hz. Musa ve Hz. İsa’nın getirdiği şeriatlarda da vardı. Allah-u Zülcelâl’in “Bugün size dininizi kemale erdirdim; üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim…” buyurduğu İslam dininde de Ramazan orucu tutmak farz kılınmıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, İslam’ın beş şartını bildirdiği hadis-i şerifinde Ramazan orucunu da zikretmiştir: “İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah”tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, Ramazan orucu tutmak." (Tirmizi, İman, 3) Ramazan ayı dışındaki günlerde oruç tutmak sevaptır ama tutulmadığı zaman günahı yoktur. Farz olan Ramazan orucunu tutmanın sevabı çok büyüktür; mazeretsiz tutmamanın da cezası çok büyüktür. Geçerli özrü olmadığı halde Ramazan ayında oruç tutmayan bir kişi bunu daha sonra kaza etse de zamanında tutmamanın günahı üzerinden kalkmaz. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Mazereti olmadan, Ramazan’da bir gün oruç tutmayan kimse, bir sene boyu oruç tutsa dahi (Ramazan Ayında tutulan orucun) yerini tutamaz.”(İbni Mâce, Sıyam: 14) Bu sebeple Ramazanda oruç tutmamış kişiler borcunu kaza etmenin dışında çok tevbe etmeli ve bu günahını affettirecek salih ameller işlemelidir. Rabbimizin, Ayet-i kerimenin devamındaki “Oruç size de farz kılındı ki, Allah'a karşı takvalı olun,” buyurması ise orucun takvalı olmaya yardımcı olduğunu haber vermektedir. Takva, kalpte Allah'a karşı büyük bir haşyet, tazim ve saygı olması demektir. Kişinin kalbinde böyle bir ürperiş, Allah'ın büyüklüğünü idrak ve Ona karşı hürmet hissi olursa o kişinin azaları günah işlemekten çekinir. Oruç tutmanın takvalı olmaya çok faydası vardır. Çünkü oruç, kişinin Allah'ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğunu hissetmesini sağlar. Allah'ın nimetlerini yiyip içerek tok gezen bir insan, bu rahat halini Allah'a borçlu olduğunu unutur; Allah'ın hakkı olan kulluğu yerine getirmeye üşenir. Bu sebeple nefsin muhtaçlığını kabul etmesi ve Allah'a boyun eğmesi için biraz açlığı tatması lazımdır. Oruç nefsin ve şeytanın dolaştığı kan damarlarını büzüştürür. Bu sayede nefsin şehvet, öfke ve gurur gibi kuvvetleri kırılır. Oruçla aç ve susuz kalan, gücü ve gururu kırılan nefis kolay boyun eğer. Çünkü şımaracak ve baş kaldıracak gücü kalmamıştır. Ramazanda oruç tutumuz zaman ibadet etmek ve Kuran-ı Kerim okumak bize daha kolay gelir. Çünkü tokluk insanı gaflete sürükler; açlık ise Allah'ın huzurunda olduğumuzu düşünmemizi kolaylaştırır. Orucun manevi hayatımıza çok faydası olduğu gibi, Allah-u Zülcelal oruca çok büyük mükafatlar vaad etmiştir. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Kudsi hadiste haber veriyor: “Âdemoğlunun işlemiş olduğu her iyilik ve ibadet, sevap bakımından on katından yedi yüz katına, Allah’ın dilediği sayıya kadar artar. “Allah buyuruyor ki: ‘Ancak oruç böyle değildir. Çünkü oruç sırf Benim rızam için tutulmuştur, Bana aittir. O zevkleri ve yemesini Benim için bırakır.’” (İbni Mâce, Sıyam: 1) Uzun günlerde oruç tutmak nefse zor gelen bir ibadettir. Fakat bu zorluğa sabredenlerin mükafatı çok büyük olacaktır. Mahşer günü aç, susuz ve bitkin bir haldeyken, cehennemin homurtuları duyulurken ve herkes kendi günahı için korkarken bu sevaplara ne kadar ihtiyacımız olduğunu düşünelim. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ramazan boyunca orucunu tamamlayan bir müminin geçmiş günahları affedileceğini müjdeliyor: “Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, İman: 28, Savm: 6) İftar saatleri dua etmek için büyük bir fırsattır. Peygamberimiz, “Allah’a yemin ederim ki, oruç tutanın ağzının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur.” (İbni Mâce, Sıyam: 1) buyurmuştur. Yani oruçtan dolayı ciğerlerimizin yandığı o zavallı halimizle ne kadar dua edebilirsek edelim. Bütün geçmiş günahlarımıza af dileyelim, tevbe edelim. Eğer bu zamanı değerlendirirsek orucun hakikatine nail olur ve Allah'ı görür gibi ibadet etme sırrına erişmiş oluruz. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Oruçlunun iki sevinç zamanı vardır; Birincisi iftar ettiği an diğeri Cennet’te Rabbiyle karşılaştığı andır.” (Müslim, Sıyam: 1)

11 Haziran 2015 Perşembe

RAMAZAN'IN FAZİLETLERİ

Ramazan ayının hakkını gözetelim! Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak kendisinde Kur'an'ın indirildiği aydır. Sizden her kim bu ayda bulunursa oruç tutsun." (Bakara, 185) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve ashab-ı kiram, Ramazan-ı şerifin gelmesiyle, birbirlerini tebrik ediyorlardı. Evet, bu ay çok büyük bir nimettir. Öyle mübarek bir aydır ki, bildiğimiz gibi değil! Onun sevabı, diğer ayların sevabı gibi değildir. Bu ayda yapılan ibadet, zikir, oruç diğer aylardakinden çok daha faziletlidir. Onun için, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ve ashab-ı kiram, bu ay yaklaşınca birbirlerine müjde veriyorlardı. Birbirlerini gördüklerinde: "Sana müjdeler olsun! Ramazan ayına giriyoruz." diyorlardı. Daha bu ay gelmeden, onu sevinçle karşılıyorlar ve birbirlerini tebrik ediyorlardı. Burada, bizim almamız gereken çok mühim ölçüler vardır ki, biz de Ramazan ayını aşk ve muhabbetle karşılamalıyız. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır." (Taberani) Buna göre, biz öyle bir aya giriyoruz ki; onun hakkını, ancak Allah-u Zülcelâl’in kuvvetiyle yerine getirebiliriz. O’nun kuvveti olmasa, O tevfik vermese, kalbimize hayır tohumu ekmese, bu Mübarek Ramazan Ayı’nda biz, hiç bir şey yapamayız. Mecma’ul Umus adlı hadis-i şerif kitabında, Ebu Hureyre radıyallahu anhden rivayet olunan bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ramazan Ayı hakkında şöyle buyuruyor: “Şehr-i Ramazan size geliyor. O, çok bereketli, hayırlı bir aydır. Onun içinde öyle hayırlar vardır ki, bir insan, nasıl bir elbiseyi giydiği zaman, o elbise, onun bütün bedenini örtüyor kaplıyor ise Allah da o hayırlarla kullarını örtüyor. Allah, o ayda size rahmet indiriyor. Onda, duaları kabul ediyor. Ve Allah-u Zülcelâl, hataları da affediyor. Allah, sizin aranızda kim hayırda önde giderse, daima onlara bakıyor.” Demek ki Allah-u Zülcelâl, daima kullarına bakıyor. Hayır, yönünden kim kimin önüne geçerse; Allah-u Zülcelâl, kendi rahmetiyle, affıyla ve merhametiyle daima onlara bakıyor. Onda öyle hayırlar var ki... Allah-u Zülcelâl, nefsi öyle yaratmıştır ki, oruç tutmak, zahmet görmek istemez. Ama o bilmiyor ki; Allah oruç karşılığında ona neler verecek? Dünya hayatı bir damla kadar az bir şeydir. Ahiret hayatı ise bir okyanus gibidir. Nefis, o Ramazan-ı şerifteki amelleri için sonsuz olan hayatında, nice mükafatlar bulacaktır fakat bilmiyor işte. İnsan, Allahu Zülcelâl'in rızasına uygun bir şekilde oruç tutmakla nefsini, Allah-u Zülcelal'in razı olduğu salih kimselerin ve meleklerin sıfatıyla sıfatlandırıp, terbiye edebilir. Bir rivayete göre, orucun hikmeti şudur; Haşr’ın müddeti otuz gündür. İnsanlar haşir meydanında otuz gün, otuz ay veya otuz yıl dururlar. İnsan, otuz gün olan Ramazan’ın her bir gününde oruç tutarsa, Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde, o oruçların hürmetine, onu gölgesi altına alacak ve o kişi yemek ve içmekle lezzetlenecektir. Çünkü kıyamet gününde, Peygamberler ve onların ehli ile oruç tutanlar hariç, diğer insanların hepsi açtır. İnsan Ramazan orucunu tutarsa, bu azaptan kurtulmuş olur. Oruç tutmaktan maksat, Allah'ın düşmanı olan şeytanı kahra uğratmaktır; Şeytanın insana yaklaşıp azdırma vesilesi, şehvete dayalı şeylerdir. Şehvet ise yemekle, içmekle şahlanır. Allah'ın düşmanını kahra uğratmak için orucun istifade edilecek yanı, şehvete dayalı arzuları kırmaktır. Bu türlü bir istifade ise az yemek sureti ile nefsi perişan etmek yoluyla olacaktır. Bunun yolu da oruçtur. Her anımızı değerlendirelim İmam-ı Rabbani şöyle demiştir: "Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz." Diğer aylarda yaptığımız gibi vaktimizi boşa sarf etmemeliyiz. Bu ayda; değil beş dakikamızı, bir dakika, hatta bir saniyemizi dahi boş geçirmemeliyiz. Kişi, daha sonra kuvvetle ibadet edebilmek için vücudunu istirahat ettirirse, o istirahati de ibadettir. Bu ayda vaktimizi gafletle geçirmemeliyiz. Çünkü çok kıymetlidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bir gün minbere çıktı. Birinci basamağa çıkınca "Âmin" dedi. Sonra ikinci basamağa çıktı "Amin" dedi. Sonra üçüncü basamağa çıkınca, yine "Âmin" dedi. Daha sonra şöyle dedi: “Bana Cebrail gelip: ‘Ya Muhammed! Kim Ramazan’a erişir de bağışlanmazsa, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın.’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim. Sonra Cebrail: ‘Kim ana-babasına veya onlardan birine (yaşlılığında) yetişir de cehenneme girerse, Allah onu (ilahi rahmetinden) uzaklaştırsın.’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim. Sonra yine Cebrail aleyhisselam: ‘Sen kimin yanında anılırsan da üzerine salâvat getirmezse, Allah onu (ilahi rahmetten) uzaklaştırsın.’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim.” (İbn Hıbban) Kur'an okuyalım, zikirsiz vakit geçirmeyelim Demek ki, Ramazan-ı şerifte, vaktimizi diğer aylardaki gibi gafletle, boş şeylerle geçirmemiz doğru değildir. Ya Kur'an okuyarak, ya ibadet, ya zikir veya sohbet yaparak, vaktimizi değerlendirelim. Bu ayda, kıyamet kopmuş gibi davranalım. Yani, nasıl kıyamet koptuğunda, insan kendini günahlardan muhafaza ediyorsa, biz de bu ayda, günahlardan kendimizi öyle muhafaza edelim. Bu ay, bizim için çok büyük bir fırsattır. Allah-u Zülcelal, bir sene boyunca işlenmiş günahları, Ramazan ayının ibadetiyle affediyor. Çünkü Ebu Hureyre (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek, Ramazan Ayı'nda oruç tutarsa, Allah onun günahlarını affeder." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai) Nefsimize nasihat edelim Ama insanın nefsi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu gibi istemiyor, ramazanın çabucak bitmesini istiyor. Fakat bu yanlıştır! Nefsimizi azarlayarak ona şöyle dememiz lazımdır: "Ey nefsim! Sen, on bir ay istediğin gibi yemek yedin. Ne kârın oldu? Allah sana bir ay yemek yememeyi emretti, o da akşama kadar, üstelik akşamdan sabaha kadar da serbestsin!" Esasen geçmiş ümmetlerde oruç, yirmi dört saatte bir sefer yemek yemek suretiyle tutuluyordu. Allah-u Zülcelâl, fazlıyla bize müsaade etmiştir ki, akşamdan sabaha kadar yemek yiyebiliyoruz. Ya onlar gibi yirmi dört saatte bir sefer yemek yeseydik halimiz ne olurdu? Bunun için kişi Ramazan ayında, vaktini ibadetle, tazarruyla, yalvarmakla geçirmelidir. Karşılığı hesapsız olarak verilecektir Bize kalacak olan, sadece Allah-u Zülcelal’in yanındaki ecir ve sevaplarımızdır. Allah’ın rızasıdır. Bu dünyadaki mal-mülk, hiç birisi insana ait değildir. Hepsi dünyadadır. Varisleredir, varislerden de öteki varisleredir. Hiç kimse dünyadan bir şey elde edememiştir. Allah-u Zülcelâl, Ayet-i Kerimede şöyle buyuruyor: “Ancak sabredenlerdir ki ecirlerine hesapsız erdirilir.” (Zümer, 10) Allah-u Zülcelal, bu Ayet-i Kerime ile, sabırlı olan kullarına, sevaplarını hesapsız olarak vereceğini beyan ediyor. Müfessirler, bu ayette geçen, sevapları kendilerine hesapsız olarak verilen kişileri “Ramazan Ayı’nda oruç tutanlardır” diye tefsir etmişlerdir. Allah-u Zülcelal, açlığa ve susuzluğa sabır gösteren kimselere, sevaplarını hesapsız olarak veriyor. Allah-u Zülcelal, orucun sevabını hesapsız olarak verdiğinden, bu sene de Ramazan Ayı’na yetişmemiz bizim için çok büyük bir fırsat, büyük bir hazine ve ganimettir. Fakat bunları sadece bilmenin faydası yoktur, önemli olan onu değerlendirmektir. Evet, bu mübarek ay, bu kadar kıymetlidir, amellerin sevabı bu kadar çoktur demek, bunları sadece bilmek, kâfi gelmez bize. Bilmenin yanında, bildiğimiz şeyleri tatbik de edeceğiz. Ramazana hürmet göstermeli Bağdat’da yaşayan bir Mecusi’nin (ateşe tapan kimse) oğlu, Ramazan Ayı’nda çarşıda, sokakta yemek yedi. Oğlunun, Müslümanların karşısında öyle aşikâr olarak yemek yemesi babasının, çok zoruna gitti ve oğlunu çok fena bir şekilde dövdü. Ona şöyle dedi: “Oğlum, İslam’a hürmet göstermemiz, dinimizde bizim üzerimize bir vecibe olmasa da, Ramazan Ayı’na karşı, hürmetkâr olmamız gerekir.” Bu Mecusi vefat ettikten sonra, salih kimselerden birisi, rüyasında onun cennette olduğunu gördü. Mecusi’ye: - Allah Allah! Sen Mecusi değil miydin? diye sordu. Mecusi: - Evet Mecusi’ydim ama yaptığım bir hareket, Allah-u Zülcelal’in çok hoşuna gittiğinden, daha dünyadan ayrılmadan, bana İslâm dinini ve imanı nasip etti, dedi. Salih Kişi: - Allah-u Zülcelal’in hoşuna giden o şey ne idi? Diye sordu. Mecusi: - Benim oğlum, Ramazan Ayı’nda, çarşıda yemek yedi. Ramazan Ayı’na olan hürmetimden dolayı, bu olay benim çok zoruma gitti ve onu dövdüm. Yaptığım bu hareket de Allah-u Zülcelal’in çok hoşuna gitti. Ben ölmeden önce, bana gaipten “İman et, müslüman ol!" diye bir ses geldi. Ben de iman ettim ve müslüman oldum. Allah-u Zülcelâl de benim bütün günahlarımı af etti ve imanlı olarak da dünyadan ayrıldım, diye cevap verdi. Bu kıssaya bakarak insan iyice düşünecek olursa; Allah-u Zülcelâl için takdire şayan olan bir amel, insana neler kazandırıyor neler! Mecusi olduğu halde, sırf Ramazan Ayı’nın hürmetini bildiği ve ona hürmet gösterdiği için Allah-u Zülcelâl, o Mecusi’ye dünyadan ayrılmadan önce imanı nasıp etti. Biz imanlı olarak, o Mecusi’nin yaptığını yapsak, dinin emirlerine saygılı olsak, Allah-u Zülcelâl kim bilir bize ne kadar verecektir! Yok, eğer yapmazsak, bu da ne büyük bir akılsızlıktır! Ramazan Ayı’nı öteki aylar gibi veya öteki aylardan daha bayağı, daha sıradan bir şekilde geçirmemiz, bizim için çok zararlıdır ve akılsızlıktan başka bir şey değildir.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Ayağımıza Serilen Servet: Toprak

Allah'ın istifademize sunduğu nimetlerin çoğu üzerinde pek düşünmüyoruz. Bilhassa ayağımızın altına serilen toprak, kıymetini en az takdir ettiğimiz nimetlerden biridir. Çünkü toprağın çok basit, sıradan bir madde yığını olduğunu düşünüyoruz. Dünyamızda bolca toprak bulunduğu için kıymetini fark edemiyoruz. Halbuki toprak, dünya dışındaki gezegenlerde bol bulunan bir madde değildir. Dünyamızı saran toprak tabakasının özellikleri, yeryüzünde hayatın var olabilmesi için verilmiş büyük bir nimet ve adeta Allah'ın bir mucizesidir. Toprak, canlıların hayatını sağlayan ekosistemin temelidir. Çünkü toprak, ya canlıları doğrudan besleyen veya canlıların beslendiği bitki ve organizmaların yetiştiği kaynaktır. Toprak, yer kabuğunu oluşturan kayaların yüzyıllar boyunca ufalanması, su ve hava hareketlerinin etkisiyle çözünüp taşınmasıyla ortaya çıkmıştır. Toprak bir karışımdır. Toprağın katı kısmını; çakıl, kum, kil, mil ve tuzlar oluşturur. Bu katı maddelerin arasında kalan boşluklara da su ve hava yerleşir. Toprağın tanecikli ve aralarında hava ve boşlukları bulunduran bir yapıda olması, canlıların hayatı için çok önemlidir. Çünkü yeryüzündeki hayat, yeşil yapraklı bitkilerin sağladığı enerji sayesinde ortaya çıkmaktadır. Dünyada doğrudan insanların gıdasını oluşturan üç bin bitki türünün tarımı yapılmaktadır. Dünya nüfusunun gıda ihtiyaçlarının yüzde doksanı tahıl, bakliyat, sebze, meyve gibi bitki kaynaklarından sağlanmaktadır. Et, süt, yumurta, yağ gibi hayvani besin maddelerinin elde edilebilmesi için ise yem bitkilerine ihtiyaç vardır. Bu sebeple insanların gıda ihtiyaçlarının başlıca kaynağı topraktır. Renk Renk Topraklar Bitkilerin toprakta beslenebilmesi için ise suyun toprakta yayılıp, bitki için gerekli mineralleri çözerek bitki köklerine taşıyabilmesi çok önemlidir. Bunun için toprak alüvyonlardan yana zengin olması gerekir. Alüvyonlu topraklar, ufalanan kayaların eğimli sahalardan akarsu, rüzgâr gibi kuvvetlerin etkisiyle taşınıp, eğimin azaldığı yerlerde birikmesiyle oluşur. Mineral bakımından zengin bu topraklar, geniş tabanlı vadilerde, deltalarda ve ova tabanlarında yaygın olarak bulunurlar. Bu ovalar insanoğlunun beslenmesi için Allah'ın ihsan ettiği hazineler yerindedir. Ziraata elverişli olan bu ovalar asla inşaat için heba edilmemelidir. Topraklar suyu tutma bakımından birkaç türe ayrılır. Kumlu topraklar suyu hemen alt tabakaya geçirir. Killi topraklar sıkışıktır, suyu yüzeyde tutar. Kumlu, killi, kireçli ve humuslu toprakları renklerinden ayırt edebiliriz. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede toprağın bizim ihtiyaçlarımıza uygun olarak renk renk oluşuna dikkat çekiyor: “Allah'ın gökten su indirdiğini görmüyor musun? O su aracılığı ile türlü türlü renkte meyveler yetiştirdik. Dağlarda beyaz, kırmızı, koyu siyah değişik renklerde yollar, patikalar açtık.” (Fatır, 27) Toprağın verimliliğini sağlayan ve humusça zengin olan toprağın 10 cm'lik üst tabakasıdır. Kum ve kilin dengede olduğu, tanecikli yapıda ve bol humus içeren topraklar tarıma en elverişli topraklardır. Kökler, mantarlar ve bakteriler, toprağı ekmek ufağı gibi küçücük parçalardan oluşan topaklara dönüştürürler. Toprak topaklardan oluşması, topraktaki organik maddeyi korur, toprak organizmaları için yaşam alanı sağlar, su ve hava için kanallar oluşturur. Toprak canlılar için bir malzeme deposu gibidir. Canlıların atıkları toprakta çürütülüp, minerallere ayrılarak yeniden bitkiler için gıda haline getirilir. Toprağın içinde önemli miktarda canlı ve canlı artıkları da bulunur. Humus, çürümüş bitki kökleri ve canlı atıklarından meydana gelen organik kalıntıdır. Humsun topraktaki oranı yükseldikçe toprak bereketli ve tarıma elverişli hale gelir. Toprağın Bağrındaki Hazineler İnsanoğlunun gıda dışında da birçok ihtiyacı vardır. Barınaklar, eşyalar, araç gereçler gibi… Allah-u Zülcelal insanoğlunun ihtiyaç duyacağı her türlü maddeyi toprağın bağrında hazırlamıştır. Mesela madenler toprağın içinde "maden damarları" ve " maden yatakları" olarak bulunmayıp tamamen ufalanmış ve dağılmış olarak bulunsaydı onu elde etmemiz çok güç olurdu. Allah-u Zülcelal maden damar ve yatakları, toprağın içinde filizler ve damarlar halinde yaratarak bize büyük bir lütufta bulunmuştur. Toprağın derinliklerinden sadece madenler çıkmaz; inşaatlar için kullandığımız kum ve kil gibi maddeler de yine kum ocakları halinde çıkarılıp işlenmesi kolay bir şekilde bulunur. Ayrıca kimyevi maddelerin terkibinde kullanılan bor minerali gibi birçok zenginli kaynağımız da yine toprakta gizlenmiştir. Elbette yerkabuğundan çıkardığımız maddeler içinde petrol, kömür, doğalgaz gibi enerji kaynakları da önemli birer hazinedir. Fosil yakıtlar dediğimiz bu enerji kaynakları, hayvan ve bitki atıklarının yer katmanları arasında sıkışmasıyla milyonlarca yıllık bir sürede yaratılmıştır. Bunlar deniz veya karaların altındaki boşluklarda, maden yatakları gibi kaynaklar halinde bulunur. Allah-u Zülcelâl yeryüzü halkı çoğaldıkça artan enerji ihtiyacı için yerin katmanları arasında bu fosil yakıtları milyonlarca yıl önce hazırlamıştır. Bugün bu enerjiler olmadan hayatımızı sürdürmemiz imkânsız hale gelmiştir. Elbette Allah'ın emrimize musahhar kıldığı bu nimetleri sorumlulukla kullanmamız, israf etmememiz gerekir. Çünkü bu nimetleri israf ettikçe kaynaklar hızla tükenmekte ve çevre kirliliği meydana gelmektedir. Allah'ın verdiği bu nimetler bize emanettir. Onlarda gelecek nesillerin de hakkı vardır.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Allah'a Gönülden Boyun Eğelim

Allah-u Zülcelâl, kullarına karşı kıyamet gününde nasıl muamele edeceğini, Rablerine gönülden bağlananlara nasıl mükâfat vereceğini bize bir ayet-i kerimede şöyle beyan etmiştir: “İman edip, salih ameller işleyen ve Rablerine (ihbat edip) gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Hud; 23) Yani o kullar ki, Allah-u Zülcelâl’in zatına taliptirler; Allah-u Zülcelâl onların yanında her şeyden daha mühimdir. Bu ayet-i kerimede iman edenler ve amel-i salih işleyenler ve “Rablerine ihbat edenler” buyruluyor. İhbat etmek, kalbi tatmin olmuş şekilde Allah'a gönülden bağlananlar demektir. Böyle kullar, cennetin nimetlerine ermek için veya cehennemin azabından muhafaza olmak için değil, sadece Allah’ın zatına karşı rağbet ederek Allah'a kulluk ederler. İnsan böyle yalnız Allah'ın rızasına talip olursa o zaman her şey onundur. Allah-u Zülcelâl onu cehennemden muhafaza eder, cenneti de ona nimet olarak verir. İnşallah Allah o iman edenlere ne istiyorsa verecektir. Allah-u Zülcelâl, nefsi mutmain olmuş, gönülden boyun eğmiş kullarımı müjdele buyuruyor: “Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a gönülden boyun eğenleri (Muhbitleri, ihbat edenleri) müjdele.” (Hac, 34) İnsan Ne Kadar Hırslıdır İnsan bu dünyada ne kadar yaşamışsa o derecede kabre yaklaşmış oluyor. Fakat tabiatı gereği ne kadar yaşlanırsa, hırsı ve tamahı da o kadar fazla oluyor. Hz. Enes radıyallâhu anhu anlatıyor: "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İnsan yaşlandıkça, iki şeyi gençleşir: “Mala karşı hırsı ve yaşamaya karşı hırsı." (Buharî, Rikâk 5; Müslim, Zekât 115,) Hâlbuki insan saat saat, dakika dakika, her gün kabrine doğru biraz daha yaklaşıyor. Bazı insanlar o kadar kabirlerine yaklaşmışlar ki kefenlerini dahi hazırlamışlar. Buna rağmen: “Ben ilerde şöyle şöyle yapacağım” diyerek dünyaya dalmaktalar. Bu ne kadar hatalı bir davranıştır. Lain şeytan bizim düşmanımızdır, devamlı olarak bizi Allah’ın rızasından alıkoymak için çalışıyor. Bakın şeytan: “Kul kırk yaşına yaklaştığı zaman onun hayrı şerrinden daha fazla değilse yani sevabı günahlarından fazla değilse, onun iki gözünün arasını öperim ve “Bu yüze canım feda olsun! Bu artık iflah olmaz!”derim.”diyor. Kırk sene yaşamış bir kişinin hayrı şerrinden fazla değilse ve hala günah işlemeye devam ediyorsa; o zaman şeytan o kişinin alnından öpüyor, “Benim canım sana feda olsun. Bu kişi benimle beraber cehenneme girecek.” diyor. Hemen hemen hepimiz kırk yaşına yaklaşmışız. Kırk yaşına geldiğimiz zaman sevaplarımızın günahlarımızdan fazla olması gereklidir. Önceden işlediğimiz günahlarımızdan da tövbe etmeliyiz. Ondan sonra yaşadığımız her gün ise sevaplarımız günahlarımızdan fazla olması için çalışmalıyız. Ta ki kıyamet gününde, inşallah, sevaplarımız günahlarımızdan fazla olsun. Bir zerre miktarı, sevaplar günahlardan fazla olursa cennete gireceğiz, inşallah. Bir hata yapıp da nefsimize mağlup olduğumuz zaman, hemen tövbeye koşalım. Allah-u Zülcelâl’in merhametinin kapısı olan tövbe kapısını kapatmadığı için bizim daima o kapıda durarak Allah’a yalvarmamız gerekiyor. Tövbe etmek niyetiyle, Allah’ın o merhamet kapısına gittiğimiz zaman, Şeytan “Bu yüze canım feda olsun. Bu artık iflah olmaz.” demek yerine, başına kül atıyor ve “Eyvah! Yazıklar olsun bana! Bu kadar emek sarf ettim, günah yaptırdım, sonra bütün o günahları Allah affetti ve sevaba çevirdi.” diyerek kendi kendine kahroluyor. Bu sebeple insanın kurtuluşu tövbedir. Allah-u Zülcelâl’in kahır ve azap kapısı olduğu gibi lütuf, merhamet ve şefkat kapısı da vardır. Hangisini istersen o kapıyı çalabilirsin. Allah’ın sana rahmet etmesini istiyorsan merhamet kapısını çal, şefkat kapısını çal. Eğer günah kapısını çalarsan o zaman kendini Allah’ın azabına müstehak edeceksin. Bu noktada Allah insanı serbest bırakmıştır. Yani cüz-i ihtiyar ile seçebileceği her iki kapı da insanın önündedir. Günaha, gaflete yönelmek, kahır kapısını çalmaktır. Tevbe edip, ilim ve salih amel yapmak ise merhamet kapısını çalmaktır. Nasıl ki bu dünyada başımız sıkışınca, bir insan başka bir insandan dahi merhamet istiyor; “Kardeşim bana zulmetme, bana hakaret etme, bana yardım et.” diyor. Hâlbuki o da senin gibi zayıf bir kuldur. Ama ondan merhamet istiyor. Fakat Allah öyle kudret ve azamet sahibidir ki, Neuzubillah, insan onun azap kapısını çalarsa sonunda kendini helak eder. Onun için elimizden geldiği kadar daima Allah-u Zülcelâl’in lütuf, merhamet, şefkat kapısını çalalım inşallah. Allah-u Zülcelâl Davud aleyhisselama: “Ya Davud! Kim benim kapımı çalmış da ben açmamışım?” diye buyurmuş. Allah-u Zülcelâl’in merhamet kapısını çaldığımız zaman merhametle bize muamele edecektir inşallah. Namaz kıldığımız, zikir yaptığımız, Kur’an okuduğumuz, hayır yaptığımız zaman, Allah-u Zülcelâl’in kapısını çalmış oluyoruz. Hiçbir zaman günah veya hata ile Allah-u Zülcelâl’i gazaba getirecek olan hareketler yapmayalım. Çünkü bu hareketlerle onun azap kapısını çalmış oluyoruz. Eğer o kapıyı açarsa helak oluruz. Bir hata yaparak nefsimize mağlup olduğumuzda, “Özür dilerim ya Rabbi. Ben hata yaptım, ama şimdi pişman oldum. Bir daha yapmayacağıma sana söz veriyorum.” diyerek hemen tövbe kapısını çalalım inşaallah. İnsan hangi kapıyı çalarsa Allah o kapıyı açacaktır. Allah-u Zülcelâl Kalbimize Bakıyor Allah-u Zülcelâl bizim Rabbimizdir, kudret ve azamet sahibidir. Devamlı olarak kalbimize bakmaktadır. Kalbimiz O’nun nazargâhıdır. Hz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9) Bizler de Allah kalbimize baktığı için kalben O’nun zatına karşı hararetli olalım. Eğer biz Allah'a gönülden bağlanarak, sadece O’nun Zatına talip olursak bize cennet nimetlerinden daha büyük bir nimetini, cemalini lütfedecek. Hz. Ali radiyallahu anhu şöyle anlatıyor: “Cennetlikler cennete girdikten sonra Allah-u Zülcelâl, meleklerine: “Dostlarıma yemek verin.” buyurur. Bunun üzerine, oraya türlü türlü yiyecekler getirilir. Cennetlikler, bu yiyeceklerin her lokmasında farklı bir lezzet bulurlar. Yemekler bitince, Allah-u Zülcelâl: “Kullarıma içecek sunun” buyurur. Bunun üzerine ortaya türlü türlü içecekler getirilir. Cennetlikler bu içeceklerin her yudumunda, diğerlerinde bulunmayan bir lezzet bulurlar. İçecekler bitince Allah-u Zülcelâl: “Ben sizin Rabb'inizim, size verdiğim sözü gerçekleştirdim. Şimdi canınız ne diliyorsa, isteyiniz de vereyim” der. Cennetlikler iki veya üç kere: “Ey Rabb'imiz, biz senin rızanı istiyoruz,” derler. Bunun üzerine Allah-u Zülcelâl kendilerine şöyle buyurur: “Ben sizden razıyım. Üstelik bugün, tarafımdan size bundan daha fazlası bağışlanacaktır. Ardından perde kalkar, cennetlikler Allah azze ve cellenin cemalini görürler. Cennetlikler Allah'ın cemalini görünce, derhal secdeye kapanırlar ve Allah'ın dilediği sürece secdede kalırlar. Arkasından Allah-u Zülcelâl kendilerine: “Kaldırın başlarınızı, burası ibadet etme yeri değildir.” buyurur. Cennetlikler Allah'ı görünce, oranın tüm nimetlerini unutuverirler, onlara diğer bütün nimetlerden daha tatlı gelir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, “Gökteki şu Ay’ı nasıl net görüyorsanız, (Cennette) Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz. O’nu görmekte sıkışıklığa düşmeyeceksiniz. O’nu rahatça göreceksiniz.” Buyuruyor. (Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633) İşte, bu güzel nimetler bizi bekleyip dururken, dünyalık zevklerin peşinde koşup durmak çok büyük bir hatadır. Allah'ın rızası için kalbimizde binlerce merak bulunduralım. Allah-u Zülcelâl o zaman bütün azalarımızı sevaplarla, taatle meşgul edecektir. Kim kalbini temizleyerek selamete çıkarırsa, Allah-u Zülcelâl onun zahiri azalarına sahip çıkar. O sahip çıktığı zaman inşallah gözümüzü, elimizi, ayaklarımızı ve her azamızı hayırlarda kullanacaktır. Allah-u Zülcelâl kalbimize baktığında “Ben hakikaten Allah’ın rızasına talibim.” isteğini görsün. Yani kalp böyle istesin. Sadece dille söylenilmesin. Belki de dil hiç söylemesin. Ben dile hiç itibar etmiyorum. Ben ruha, kalbe, sırra itibar ediyorum. Çünkü Allah oraya bakıyor. Hâşâ huzurdan, münafıklar da dille “İman ettik,” diyorlar. Fakat Allah’ı kalben inkâr ediyorlar. Onun için hem kendimden hem sizden sadece dil ile değil, kalp ile istiyorum. Müminin Bayramları İnsan dünyanın sadece zahirine baktığı zaman dünyanın sevgisi ahirete galip geliyor. Fakat derin bir düşünce ile bakarsa dünyanın mahiyetini, ahiretin mahiyetini, kendi sonunun nasıl olacağını düşünürse dünyanın ne kadar adi, ahiretin ise altın cevheri gibi değerli olduğunu anlayacaktır. İnsan önce dünyayı sever. Fakat kendi sonunu ve dünyanın fani olduğunu düşünürse dünyaya olan muhabbetin yerini baki olan ahiretin muhabbeti alacaktır. Fakat insan ahiretin hakikatini düşünmediği ve idrak etmediği zaman zahiri olarak dünyaya muhabbet besliyor. Enes bin Malik radıyallahu anhu, buyuruyor ki: “Mümin için şu bayramlar vardır: Birincisi, Allah’a karşı günah işlemediği gün onun bayramıdır. İbadetle, zikirle gününü tamamladığı zaman o gün o müminin bayramıdır. Şayet o gün bir hata yapmış ise hakiki olarak Allah-u Zülcelal’e karşı tövbe ederse o da sanki günah yapmamış gibidir, o gün onun bayramı sayılır. İkinci bayramı ise dünyadan imanla ayrıldığı zamandır. Çünkü Peygamberler dahi “Acaba biz imanımızı kurtaracak mıyız” diye korkuyorlardı. Peygamberler dahi son nefeste imansız ölmekten çok korkmuşlardır. Bakmayın biz böyle rahat davranıyoruz, onlar gibi olamıyoruz. Üçüncüsü sırat köprüsünün üzerinden geçtiği ve zebanilerin elinden kurtulduğu zaman da onun bayramıdır. Dördüncüsü cennete girip de Allah-u Zülcelal’in cemaline baktığı zaman. Bunlar onların bayramlarıdır. Kabristanlara baktığımızda sessiz ve sakindir. Hâlbuki bazıları cehennem çukurudur (neüzubillah), bazıları da cennet köşkleridir. Herkes kendi ameline göre kabirde yaşıyor. Bir insan kabirlerin önünden geçtiği zaman kabirdeki ona seslenerek “Kardeşim siz gaflettesiniz, eğer sen bizim bildiğimizi bilseydin senin bütün etin eriyecekti. Ahiret hayatını, bizim gördüğümüzü sen de görseydin üzüntüden senin üzerindeki et eriyip yok olacaktı,” diyorlar. Nasıl ki kar suyun içine ya da ateşe atıldığında eriyorsa senin etin de bu şekilde eriyecekti, diyorlar. Allah-u Zülcelal’e çok hamd-u sena ve şükür edelim ki tövbe etmeyi, Allah sohbeti edilen böyle yerlerde toplanmayı bize nasip etmiştir. Allah-u Zülcelal’e ne kadar şükretsek, hamdetsek yine de azdır. Allah-u Zülcelal’e daha fazla ibadet ederek, zikir yaparak ve bu gibi meclislere devam ederek şükrümüzü arttırmaya çalışmalıyız. Cennete Temiz Girilir Tövbe Allah’ın merhamet kapısıdır. Dünya pisliğinin kokusu çok kötü olup nasıl ki insanı rahatsız ediyorsa işlenilen günahların da çok kabih kokusu vardır ki eğer hissedebilseydik günahkâr insanların yanında oturamazdık. Ama insan zamanla o kötü kokulara alışıyor. Deri tabaklayanların yanına insan ilk gittiği zaman o kokuya dayanamıyor. Fakat orada bir miktar kaldıktan sonra burnu alışıyor, artık koku almıyor. Bizim burnumuz da bu günahların pis kokusuna alışmış. Bütün necasetlerin en kötüsü, en galizi günah necasetidir. Günah necaseti o kadar pis ve kabihtir. Gülistan kitabında Şeyh Sadi Şirazi diyor ki: Bir adam üzerinde necaset bulunduğu halde camiye girecekti. Başka biri “Burası Allah’ın evidir, üzerindeki bu pislikle giremezsin,” dedi. “Allah cenneti o kadar temiz yaratmış ki, insanın üzerindeki bir pislikle camiye girmesine izin verilmiyorsa o zaman günah necaseti ile cennete girmesine nasıl izin verilecek?” dedim ve günahlardan uzak durdum. Eğer günah işlemiş isek samimi olarak Allah-u Zülcelal’e karşı tövbe edelim, Allah bizi günahlardan temizlesin o şekilde cennete günahsız gireceğiz, İnşaallahu Teala. Çünkü Allah-u Zülcelâl : “Allah tövbe ile günahlarından temizlenenleri sever.’’(Bakara; 222) buyuruyor. Demek ki insan tövbe ederse günahlardan da temizlenmiş oluyor. O günahın pisliği ve kokusu insandan gidiyor, tertemiz oluyor. Hepimiz kendi derecemize göre günah ve hata sahibiyiz. Onun için kurtuluş tövbedir ve tövbe yanımızda çok kıymetli olsun. Bütün mümin kardeşlerimize de daima tövbenin ne kadar kıymetli olduğunu anlatalım inşallah. Anlattığımız zaman tövbe etse de etmese de biz karlıyız. Ederse ona sevap oluyor ve biz sebep olduğumuz için sevabından bize de hisse alıyoruz. Eğer tövbe etmezse Allah’ın emir ve nehiylerini anlattığımız için yine sevap kazanmış oluyoruz. Her mümin diğer insanlara, bahusus kötü yolda olanlara yardımcı olmalı, onların hidayetine vesile olabilmek için gayret sarf etmelidir. Bakınız bir kişi tövbe etmiş namazını kılıyor, zikir ve taatini yapıyorsa; akrabasından veya arkadaşlarından namaz kılmayıp oruç tutmayan günahkâr insanları tövbeye davet etmelidir. “Gel kardeşim, bu halin iyi bir hal değildir,” demelidir. Nasıl ki trafik kazası yapanların hemen yardımına koşuyoruz, onları alıp hastaneye götürüyoruz, elimizden ne gelirse yapıyoruz. Günah işleyenleri de böyle kurtarmaya çalışalım. Günah da ahiret yolunun trafik kazası gibidir. Onun için nasıl dünyada birbirimize yardımcı oluyoruz, ahiret bakımından da birbirimize yardımcı olalım. Hatta etrafımızdaki insanlar, mahşerde bizim yakamızı tutup “Sen namaz kılıyordun, oruç tutuyordun. Niye bana da anlatmadın?” diyebilir. Onun için elimizden geldiği kadar akrabalarımıza, arkadaşlarımıza anlatalım. Görevimizi yapalım geri kalanı Allah’a havale edelim inşallah. Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı ameli salih nasip etsin inşallah.

Peygamberimizin Miraç Mucizesi

Miraç Kandili, Peygamber Efendimizin gecenin bir anında Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya, oradan da göklere seyahat ettirildiği mübarek gecenin adıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de; "Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür." (İsra; 1) buyurmuştur. Miracın, Peygamberimizin Medine’ye hicret etmesinden bir yıl ya da on altı ay önce Recep ayının 27. gecesinde gerçekleştiği kabul edilmiştir. Rivayete göre Peygamberimiz gece vakti Kâbe’den alınıp Burak adı verilen binek üstünde Mescid-i Aksa'ya götürülmüştür. Peygamberimiz el-Aksa Camiinin altındaki yerden Mescid-i Aksa meydanına girip Kubbet’s Sahra’nın bulunduğu alana geçerek burada Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Zekeriyya aleyhisselam ile buluşmuştur. Bu alanda bütün Peygamberlere namaz kıldırmış, oradan da Miraç Minberi'nin bulunduğu alandan göğe yükselmiştir. Kuran'da Miraç'tan bahseden ayetler Necm suresinde geçer; "Muhakkak ki o, O'nu bir başka inişte daha gördü. Sidretü’l Müntehâ’nın yanında. O'nun yanında da Me’va cenneti. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz şaşmadı ve aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü” (Necm 13-18) Peygamberimiz miraç mucizesini şöyle anlatmıştır: “Haremi Şerifte Hatim mevkiinde istirahat ederken Cibril aleyhisselam geldi. “Ey yüce Nebi! Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.” dedi. Göğsümü yardı. Kalbimi çıkarıp, imanla (ve hikmetle) dolu altından bir kapta zemzemle yıkadı. Sonra içerisini (imanla-hikmetle) doldurup yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz “Burak” isminde bir bineğe bindirildim. Burak, ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Cibril'in refakatinde, yol üzerinde Hz. Musa'nın (as) makamına uğradık, orada iki rekât namaz kıldık. Oradan Kudüs’e Mescid-i Aksa'ya vardık. Hz. Cibrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince, ‘Yaratılışına uygun olanı seçtin.’ dedi.”(Buhârî, Bed'u'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakibu'l-Ensar 42) “Bundan sonra emrime verilen Miraca binerek; ki ben ondan güzel bir şey görmedim; göklere kadar yükseldik. Cibril’le aleyhisselamla beraber Hafaza kapısına kadar geldik. Burada Hz. Cibril, kapının açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti: Soruldu: “Sen kimsin?” “Ben Cibril’im.” “Yanındaki kim?” “ Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem” “O’na Miraç daveti gönderildi mi?” “Evet.” Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. “Hoş gelmişler, bu geliş ne güzel geliştir.” dediler. Bir de ne göreyim! Semayı muhafaza eden İsmail isminde büyük bir melek, yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var. Bunlardan ayrılınca; bünyesi, yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. ‘Ya Cibril, bu kimdir?’ diye sorduğumda, ‘Baban Âdem’dir.’ diye cevap verdi. Bana “Ona selam ver,” dedi. Ben de ona selam verdim, o da selâmıma mukabele etti ve “Hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlat!” diye karşıladı.” Peygamberimiz bu minvalde, ikinci semada Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimasselam ile, üçüncü semada Hz. Yusuf aleyhisselam ile, dördüncü semada Hz. İdris aleyhisselam ile, beşinci semada Hz. Harun aleyhisselam ile altıncı semada Hz. Musa aleyhisselam ile karşılaştığını anlatmıştır. Peygamberimiz bu Peygamberlere selam verdiğini, onların da selamına mukabele ettiğini ve: "Salih kardeş hoş geldin, salih nebi hoş geldin!" dediğini bildirmiştir. Hz. Musa aleyhisselam Peygamberimiz onun yanından geçince ağlamıştı. Kendine: "Niye ağlıyorsun?" diye sorulunca, "Çünkü benden sonra bir delikanlı peygamber oldu. Onun ümmetinden cennete gidecekler benim ümmetimden cennete gideceklerden daha çok!" diye cevap verdi. Peygamberimiz yedinci semaya yükselince Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştı. Sırtını Beytü’l-Ma’mûr’a dayamışdı. Hz. Cibril: "Bu baban İbrahim’dir, ona selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih oğlum hoş geldin, Salih Peygamber hoş geldin!" dedi. Burada bana, “İşte senin ve ümmetinin mekânı.” denildi. (Buhârî, Bed’ü’l halk 6; Enbiyâ 43; Menâkıbü’l ensâr 42) Peygamberimiz Beytü’l-Ma’mur’a girdi, içinde namaz kıldı. (Müslim, Îmân 259–264) Burası tıpkı Kâbe gibi, semavattaki meleklerin kıblesidir. Sonra Peygamberimiz öyle bir makama yükseldi ki, orada levh-i mahfuzu yazan kader kalemlerinin yazarken çıkardıkları sesleri işitebiliyordu. Peygamberimize Cennet ve cehennem gösterildi. (Buhari, Bed'u'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakibu'l-Ensar 42) Peygamberimiz sonunda Sidretü'l-Müntehaya, yani yaratılmış bütün varlıkların son noktasına kadar çıktı. Sidretü’l-müntehâ; kökü altıncı kat gökte ve gövdesi, dalları yedinci kat göğün üzerinde, gölgesiyle bütün gökleri ve cenneti gölgeleyen, yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri küpler kadar, bir ağaçtı. Burada dört nehir vardı: İkisi bâtıni nehir, ikisi zâhiri nehir. Peygamberimiz, “Bunlar nedir, ey Cibril?” diye sordu. Cibril aleyhisselam: "Şu iki bâtıni nehir cennetin iki nehridir. Zâhiri olanların biri Nil, diğeri Fırat’tır!" dedi. (Buhârî, Enbiya 22, 43; Müslim, İman, 75) Cibril aleyhisselam sidreden ötesine geçmedi. Bundan sonra Peygamberimiz cennetten getirilen yemyeşil bir Refref'in birden ufku kapladığını gördü. Onun üzerine oturdu, Rabbinin huzuruna yükselip yaklaştı. Allah-u Zülcelâl; “Korkma ya Muhammed, Yaklaş!” buyurdu. Peygamberimiz Kab-ı kavseyn makamına erişti. Allah-u Azimuşşana karşı hürmet ve muhabbetini ifade etmek için; Cenâb-ı Hakka Hitaben; اَلتَّحِيَّاتُ لِلهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ "Tahiyyat (övgü ve selamlamalar), salâvat (ibadet ve salavatlar) ve tayyibât (temiz mallardan verilen sadakalar) Allah'a aittir (mahsustur)” diyerek, Allah'a selâm verdi. Allah-u Zülcelâl ise Nebisine, اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ "Selam sana Ey Peygamberim! Allah'ın rahmeti ve bereketi sana olsun." diyerek mukabelede bulundu. Peygamber efendimiz, اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ "Selâm bize ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun." dedi. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada şahitlik eder Cebrail aleyhisselam da Allah’ın şahitlik etmesini emretmesi üzerine; أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ "Şahadet ederim ki Allah'tan başka hakiki mabud yoktur. Yine şahadet ederim ki Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem Allah'ın kulu ve Resulüdür." dedi. Peygamberimizin Miraç’taki bu selamlaması ve Allah-u Zülcelâl’in bu selamını biz müminlerin her namazda okuyoruz. Bu bize Miraç gecesinin güzel bir hatırasıdır. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbinden birçok vahiyler alarak, geri döndü. Dönüşte Hz. Musa’nın yanına geldiğinde Rabbimizin ümmetine elli vakit namaz emrettiğini anlattı. O “Ümmetin onu kılamaz, Allah'a yalvar da hafifletsin,” buyurdu. Peygamberimizin yalvarması üzerine elli vakit beş vakte kadar indirildi. (Buhârî, Salât, 8; Bed’ü’l-halk, 6; Mi’râc) Miraç mucizesi Peygamberimiz için büyük bir ihsan ve şeref vesilesi olduğu gibi, biz Müslümanlar için de ilahî rahmetler ve lütuflarla doludur. Beş vakit namaz, bize bir Miraç hediyesidir. Nasıl ki, Sevgili Peygamberimiz Mirac'ta vasıtalardan arınmış olarak Mevlasına mülaki olduysa, mü'min de namazda doğrudan doğruya Rabbinin huzuruna çıkar; sadece O'na kulluk etme ve sadece O'ndan yardım isteme fırsatı bulur. Eğer bizler namazlarımızı huşu içerisinde kılacak olsak, namazlarımız bizim için bir Miraç olur. Miraçta verilen diğer hediyeler ise, Bakara Sûresinin son kısmı ile ümmetinden Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı vaad edilmesiydi. (Müslim, İman, 279) Şaban Ayı 19 Mayıs Salı günü üç ayların ikincisi olan Şaban-ı Şerif ayına kavuşuyoruz. Bu ay, amellere kat kat sevabın verildiği mübarek aylardan biridir. Bu fırsattan istifade etmek için gücümüz yettiği kadar namaz, oruç ve sadaka gibi amellerimizi artırmamız gerekir. Hz. Âişe Annemizin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz Şaban ayında çok oruç tutardı. Bir sahabe: “Yâ Resulallah, Şaban ayında tuttuğunuz kadar hiçbir ayda oruç tuttuğunuzu görmedim.”deyince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Recep ve Ramazan ayları arasında şu Şaban ayında insanlar gafildir. Bu öyle bir aydır ki, ameller, Âlemlerin Rabbine bu ayda yükseltilir. Ben oruçlu iken amellerimin yükseltilmesini severim.” (Neseî, Savm: 70) Enes ibni Mâlik Radiyallâhu Anh rivayet ediyor: Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemden sordular: “Ya Resulallah, Ramazan’dan başka en faziletli oruç ayı hangi aydır?” Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Ramazan’ı tazim için (Ramazan hürmetine) Şaban’da tutulan oruçtur” cevabını verdi. (Tirmizî, Zekât: 28)