13 Haziran 2008 Cuma

İbadet Yapalım


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com ://İslam dini ne kadar güzeldir. Eğer İslam dininin ahlakıyla hareket edersek dünya bizim için cennet olacaktır. Kur'an'ın hükmünü, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in hadislerinin hükmünü yerine getirirsek dünyamız da cennet olur; ahiretimiz de zaten cennet olacaktır.

Maalesef o hükümleri bir kenara bırakıyoruz, nefis ve şeytanın oyununa geliyoruz, amel yapmıyoruz!...

İnsan amel yapmadığı zaman, o vücud ne olur? Zulmetle dolar... Vücud zulmetle dolduğu zaman da kişi her kötülüğü yapacaktır. Eğer biz zahiri vücudumuzu ibadetle süslersek; Allah imanla, feyz ve nisbetle içimizi dolduracaktır, İnşallah-u Teâlâ...

Korku ve Ümit Arasında Olmak


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: // Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde Allah'ın korkusundan ses çıkmaz. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin." (Taha; 108)

Bu ayet-i kerime, kıyamet gününde insanların, Allah-u Zülcelal'den ne kadar çok korktuğunu beyan etmektedir. Adem aleyhisselam'dan, kıyamet kopuncaya kadar yaşayan bütün insanlar, o günde bir araya gelirler. Öyle olduğu halde, o mahşer kalabalığından 'çıt' çıkmaz. İşte o gün, o kadar azametli, heybetli ve dehşetli bir gündür.

İnsanlar bu şekilde toplanınca, Allah-u Zülcelal, Nuh aleyhis-selam'ı çağıracaktır. Nuh aleyhisselam insanların içinden çıkıp Allah-u Zülcelal'in huzuruna geldiğinde, Allah-u Zülcelal ona şöyle seslenecek: "Ya Nuh! Sen kavmine, benim emirlerimi tebliğ ettin, duyurdun mu?" O da: "Evet, ya Rabbi, tebliğ ettim." deyince, Allah-u Zülcelal onun kavmini çağıracak ve şöyle soracaktır: "Nuh Peygamber, size benim emir ve yasaklarımı tebliğ etti mi?" Onlar ise korkudan: "Hayır ya Rabbi, biz bir şey duymadık!" derler.
Halbuki, Nuh aleyhisselam çok uzun seneler, onları Allah'ın dinine davet etmişti de onlar ona inanmamışlardı. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal, yine Nuh aleyhisselam'ı çağırıp ona:

"Ya Nuh! Bunlara dinimi tebliğ ettiğine dair şahidin var mı?" diye sorar. O da:"Evet, ya Rabbi!" der. Allah-u Zülcelal: "Senin şahidin kimdir?" deyince, Nuh aleyhisselam:
"Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetidir." der. Nuh aleyhisselam'ın kavmi bu sefer şöyle derler: "Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti en son ümmettir. Nuh Peygamber, Adem aleyhisselam'a yakın dünyaya geldi. Nuh Peygamberle, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmeti arasında, bu kadar zaman farkı var. Onlar bizim üzerimize nasıl şahit olurlar?" Nuh aleyhisselam: "Onlar sahitlik ediyorsa, sizin diyeceğiniz bir şey yoktur." der.

Nuh Peygamber, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetini şahit olarak Allah'ın huzuruna getirir ve: "Siz, kavmime Allah'ın emirlerini tebliğ ettiğime dair, şahitlik ediyor musunuz?" der. Onlar da: "Evet, şahitlik ediyoruz. Çünkü Kur'an'da bir ayette şöyle buyurulur: "Andolsun Biz Nuh'u, kendi kavmine gönderdik!" (Nuh; 1) dolayısıyla biz, onun Allah'ın emir ve nehiylerini tebliğ ettiğine şahitlik ediyoruz." derler.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hürmetine, bu ümmeti, bütün ümmetlerden efdal kılınmıştır. Ümmetlerin en hayırlısı olan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti, kıyamet gününde diğer insanlara, ümmetlere, şahitlik eder. Kur'an-ı Kerim'de Firavun kavminden, Nuh'un kavminden, her kavimden bahsedildiği için Ümmet-i Muhammed, bunları Kur'an'da okuduğundan, onlara şahitlik yaparlar.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Muaz bin Cebel'e: "Ya Muaz! İnsanların üzerinde, Allah'ın hakkı nedir?" diye sordu. O da: "Allah ve Resulü bilir." dedi. O zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, Allah'a halis olarak ibadet yapıp O'na ortak koşmamalarıdır." "Peki, Ya Muaz! Kulların Allah'ın üzerindeki hakkı nedir? Biliyor musun?" Muaz bin Cebel:"Allah ve Resulü bilir." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Kulların Allah'ın üzerindeki hakkı da onlar halis ibadet yaptıklarında, onları cennetine ve nimetine müstahak etmesidir." (Müslim)

Bu, çok kısa bir söz olmasına rağmen, bunun altında çok geniş mânâlar vardır. Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, bütün emir ve nehiyleridir. Kişi, bu çok olan emir ve nehiyleri yerine getirdiği zaman, kulun Allah'ın üzerindeki hakkı, Allah'ın ondan razı olup cenneti vermesidir.

İnsan dünyada biraz adaletli olduğu zaman görüyoruz ki hiç kimsenin hakkını kaybetmez. Birisi ona çalıştığı, bir iş yaptığı zaman, onun hakkını tam eksiksiz olarak verir. Allah-u Zülcelal ise Âdillerin Âdili'dir. O, hiç bir insanın hakkını zerre kadar kaybetmez. İnsanın hakkını tam olarak verir. Hatta fazlasıyla verir.

İbadet şu üç temelin, üzerine kuruludur: Korku, ümit ve muhabbet. Birincisi: İnsanın Allah'tan ve kıyametten korkmasıdır. Tabi 'ben korkuyorum' demekle korkmak olmaz. Korkunun alametleri, izleri görünmesi lazımdır. Kişi Allah'tan korkuyorsa, Allah'ın haram kıldığı, gazaba geleceği şeylerden kendisini muhafaza etmelidir. Allah korkulmaya çok layıktır.

Dikkat edelim, şöyle bir düşünelim; bizden daha üstün bir kişi, elinde silah, bize bir şey emrettiğinde: "Bunu yapacaksın! Şunu yapmayacaksın!" dediğinde, senin elinde silah yoksa ve kudretin de ona karşı yetmiyorsa, nasıl davranacaksın? Onun emrinden çıkamazsın ki! Oysa Allah-u Zülcelal hiç bir kimseye benzemez. O'nun kudret ve azametinin nihayeti yoktur. O bize şah damarımızdan daha yakındır.

Allah-u Zülcelal o kadar kudret ve azametiyle beraber, sana şah damarından da daha yakınken, bir şeyi yap dediğinde yapmamak, yapma dediğini yapmak, bizim için O'na karşı ne kadar büyük bir noksanlıktır. O'ndan korkmak lazımdır. Korku, insanı Allah-u Zülcelal'in haram kıldığı şeylerden muhafaza eder.

Daima Allah'ın bize baktığını, bize nâzır olduğunu, bizimle beraber olduğunu düşünmeliyiz. Allah yalnız gözümüze, dilimize, elimize, ayaklarımıza değil, kalbimizin içine, ruhumuza, her şeyimize bakar.

Bu söz çok geniştir. İnsan, hiç bir kimseye kin beslememeli, Allah için ibadet edenlerin, zikir yapanların hepsini sevmelidir. İnsan, kendini İslam dini nasıl istiyorsa, o şekilde ayarlamalıdır. Allah'tan korktuğu, Allah'ın kendisine daima baktığını bildiği zaman, zahirini ve maneviyatını düzeltmiş olacaktır.

O zaman görecek ki Allah'ın rahmeti, bereketi, feyzi ve nisbeti insanın üzerine oluk gibi akacaktır. Fakat bir şeyi yapıyoruz, yüz şeyi bozuyoruz! Bu şekilde yapmamalıyız!
İbadetin ikinci temeli: Reca yani ümittir. Reca Allah'ın rahmetini, ihsanını, af ve mağfiretini istemek demektir. Allah'ın merhametini, ihsanını, af ve rızasını kazanmak için Allah'a ibadete aşık olmalıdır. İnsan böyle aşkla ibadet ettiği zaman, o ibadetle Allah'ın merhametini, af ve rızasını ümit ediyor, demektir.

İbadetin üçüncü temeli: Muhabbettir. Muhabbet Allah-u Zülcelal'i sevmektir. Gerçekten, derinlemesine düşünürsek, Allah-u Zülcelal'i çok sevmek gerektiğini anlarız.
Bir insan sana, çok kıymetsiz de olsa bir hediye verdiğinde, seviniyorsun, takdir ediyorsun. Peki, Allah-u Zülcelal sana neler vermiştir, bunu düşünmüyor musun? Sana bir kimse bir şey verdiğinde, onu da Allah-u Zülcelal vermiştir, yalnız, bu verişine o kimseyi vesile kılmıştır.

Anlatıldığına göre, bir fakir bir zengin kimsenin kapısına gitmiş ve bir şeyler istemiş. Fakat zengin olan kimse hiçbir şey vermemiş. Böyle olunca fakir kimse: "Bunu Allah vermedi." demiş. Sonra başka bir zaman yine aynı zengine gitmiş ve yine bir şeyler istemiş. Zengin adam bu sefer ona bir şeyler vermiş. Fakir bu sefer: "Bunu Allah verdi." demiş. Bunun üzerine zengin kimse: "Birinci sefer geldin sana bir şey vermedim, bunu Allah vermedi dedin. İkinci sefer geldin sana bir şeyler verdim, bunu Allah verdi dedin, bunun sebebi nedir?" diye sorunca fakir şöyle cevap vermiş:"Birinci sefer geldiğimde, Allah senin kalbine verme isteğini koymadığı için sen bana vermedin. İkinci sefer geldiğimde ise, Allah senin kalbine verme isteğini koyduğu için sen bana verdin. Gerçekte veren Allah'tır."

Bundan dolayı bu tür iyiliklerin de hakiki faili ve sahibi Allah-u Zülcelal'dir. Demek ki iyilik yapan insanlar hakiki değil mecazidir. Durum böyle olunca bu iyiliklerden dolayı da önce Allah-u Zülcelal'in sevilmesi ve O'na şükredilmesi gerekir.

Demek ki insan yapılan iyilikleri Allah-u Zülcelal'den bilmediğinden dolayıdır ki, O'ndan gafil kalmakta ve kalbinde muhabbet meydana gelmemektedir. Bunun için bütün iyiliklerin failini, hakiki fail olarak Allah-u Zülcelal'den olduğunu bilirsek O'ndan gafil kalmayız ve kalbimizde muhabbet meydana gelir. İnsan iyiliğin kölesi olduğu için, her iyiliği Allah-u Zülcelal'den bilirse O'na köle olur ve O'nu sever.

Esasen, veren Allah-u Zülcelal'dir. Ruhu, aklı, dünyanın ve ahiretin bütün nimetlerini Allah Zülcelal vermektedir. Her şey O'nun elindedir. Eğer Allah'ı gerçek anlamda sevmiyorsak, nefsimizi: "Ey nankör! Senin Rabbin bu kadarcık sevgiye, muhabbete mi layıktır?" diye azarlamalıyız.

Bazı Evliyalar şöyle demişlerdir: "İki şeyi, iki şeysiz istemek doğru değildir. İnsan iki şeyi istediği zaman, bunlarla beraber iki şeyi de yapmazsa, şeytan onunla alay eder. Bu iki şey şudur:

Birincisi: Kişi Allah'ın zikrini muhabbetle yapmak istiyorsa, mutlaka dünya sevgisini kalbinden atmalıdır. Kalbinde dünya muhabbeti varken: "Ben Allah'ın zikrini muhabbetle yapmak istiyorum." derse şeytan ona güler.

Çünkü kalpte, bir sevgi olur. Kalpte dünya sevgisi varsa, zikrin halaveti, gönül yumuşaklığı, hoşluğu olmaz. Kalbinden, önce dünya sevgisini at, ondan sonra Allah'ı zikret. Bak o zaman Allah'a muhabbetin nasıl artacak. Dikkat ediniz! Dünyalığı kazanmak başka şeydir, dünyaya kalpten bağlı olmak başka... Dünyalığımızı kazanacağız, fakat ona gönlümüzde yer vermeyecegiz.

İkincisi: Bir kimse: "Ben Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak istiyorum." der de gerektiğinde nefsine kızmaz ve onu eleştirmezse, şeytan yine güler ve: "Bu ne yapıyor, ne istiyor, Allah'ın rızasını istiyor, fakat kendi nefsini seviyor, bu nasıl olur." der.

Kişi daima kendi nefsini düşman bilmeli, muhalefet etmelidir. Ancak o zaman Allah'ın rızasını kazanabilir. Niçin? Çünkü Allah-u Zülcelal, insanın nefsini yaratmış, kendi rızasını da tam onun zıddına koymuştur.

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Kim yaptığı ibadetle başkalarının kendisini takdir etmesinden, övmesinden hoşlanırsa, hiç demesin ki, ben hâlis, samimi amel ediyorum! Halis amel, bir tek Allah'ın rızası gözetilerek yapılır. Kişi amelinin halis olmasını istiyorsa, yaptığı amel dolayısıyla başkalarının onu methetmesine ya da kötülemesine aldırmamalı, tek Allah'ın rızasını gözetmelidir."

Mü'min dağ gibi olmalıdır. Hiç bir şey onu etkilememelidir. Sıcaklık dağı eritemez; kar, soğuk, onu su gibi buz yapmaz. Rüzgar ve sel onu götürmez.
Mü'min de Allah için böyle, dağ gibi olmalıdır. Bir kişi ona iyilik yaptığında, onun iyiliğinden dolayı hak yolundan çıkmamalıdır. Bir kişi de ona kötülük yaptığında, yine hak yolundan çıkmamalıdır.

Allah-u Zülcelal'e hamd-ü senalar olsun ki kendi evinde oturup sohbetini yapmayı, ondan sonra da namaz ve ibadetini bizlere nasip etmiştir. Bunun için Allah-u Zülcelal'e karşı şükür borçluyuz. Bazı mümin kardeşlerimiz, kim bilir şimdi nerededirler. Allah'a karşı şükrümüzü ödemek için dil ile 'Elhamdülillah' diyeceğimiz gibi ruhen ve bedenen de O'nun ibadetinde olmalıyız.

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: " Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır." (İsra; 53)

Örnek olarak, bir kişi bize düşman olduğunda, bizim hakkımızda zararlı olan şeylerin hepsini yapmak ister. Onun bize silahla saldırmasına müsaade edip silahsız ve tembel olarak kendimizi ona teslim edip de: "Benim başımdan git, beni bırak!" dediğimiz zaman bizi bırakmaz. Çünkü düşmanımız olup bizim hep zararımızı ister. Üstelik, ona teslim olduğumuz zaman tabi ki bizi bırakmaz.

İnsan gaflete girdiği, ibadet yapmadığı, zikir çekmediği zaman, kendisini nefis ve şeytana teslim etmiş olur. Onlara kendisini teslim edince de onlar onu etkisiz hale getirip kalbinde yaralar açarlar.

Nefis ve şeytan insanın kalbinde öyle yaralar açar ki, insanın ibadet yapmaya, mecali ve arzusu kalmaz. Onlarla mücadele edemeyecek kadar zayıf düşer. İnsanın işlediği her günahla, kalbi ve maneviyatı yara alır. İşte, sadat-ı kiram'ın yaptığı 'Teveccüh' bu yaraları tedavi etmek içindir.

Eğer kendimizi nefis ve seytana teslim edersek, bu düşmanımıza, kendimizi teslim edip onun, kılıçla, bıçakla, hançerle üzerimize gelip bizi öldürmesini beklememiz gibi olacaktır. Onlara teslim olmamak lazımdır.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Çalışmak da İbadetten Sayılır Mı?


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com .// Sabah ve ikindi namazlarından sonra her gün birer saat virdle meşgul olmak. Günün diğer vakitlerinde ise azığı kazanmak için uğraşmak insanın kalbinin açılmasına vesiledir. Nitekim şöyle buyuruluyor; Amellerin en faziletlisi, vakitleri en uygun ve muvafık işlerden tamir etmektir. Yani, helal yoldan dünyalık kazanmak veya ibadetle vakti değerlendirmektir.

Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; "Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle, ikindi) ve gecenin (gündüze yakın olduğu saatlerinde (akşam, yatsı vakitlerinde) gereği gibi namaz kıl." (Hûd; 114)

Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; "Gecenin bir kısım saatlerinde (akşam ve yatsı vakitlerinde) ve gündüzün etrafında da (öğle vaktinde) tesbih et (namaz kıl) ki, Allah'ın rızasına kavuşasın." (Taha:130)

Kişinin bu ayet ve hadis-i şeriflerin ışığı altında bu kıymetli vakitleri kendisine ganimet bilip değerlendirmesi icap eder.

Ey Nefsim!
Mademki dünya bir ticaret yeridir, sen ticaretini ahiret hesabını yaparak geliştir. Vakitleri birer fırsat olarak bil.

Ailen, çocukların ve nafakan için çalışman ve harcadığın emek, Allah katında ibadet gibi olsun istemez misin? Öyleyse yaptığın her işi ve yapmaya çalıştığın her işi Allah’ın adı ile ve Allah rızasını gözeterek yap.

Ya Rabbi! Bana emanet verdiğin çocuklarıma nafaka sağlamak ve takdir ettiğin rızkı toplamak için işime gidiyorum, sen bana kuvvet ver ve haramdan koru diye dua ederek evden çık ve ibadet vakti ibadetlerini aksatmadan yap.

İşte o zaman çalışmanda senin için bir ibadet olmuş olur, inşallah.

Dünya İmtihan Yeridir


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com :// Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Onlar her yıl bir veya iki kere kendilerinin çeşitli belalara uğratıldıklarını görmüyorlar mı? Böyle iken yine de tevbe etmiyor ve ibret almıyorlar." (Tevbe; 126)

Aşağımızda bir uçurum, bunun içinde de ateş olduğunu düşünelim. Bir kişi, bizi yukarıdan uçuruma sarkıtırsa, nasıl korkar ve ona: "Beni bu uçuruma, bu ateşin içine atma!" diye yalvarırsak; Allah'ın kudret eli altında da aynen böyleyiz. Gaflete dalmamamız lazımdır. Allah-u Zülcelal, gafletten uyanmamız için bizi ikaz etmekte, işaret vermektedir.

Bu ikazlardan, belalardan dolayı ne tevbe ediyor, ne de bunun niçin geldiğini düşünüyoruz. Allah-u Zülcelal, günahlarımızdan dolayı, bize bu işareti vermektedir. Derinlemesine düşünürsek, günahların daha fazla işlendiği yerlere, daha fazla bela ve musibet gelmektedir.

Hiç Allah'a yalvarmadan, tevbe etmeden ve kendini Allah'ın affına müstahak etmeden, bağışlanmayı ummak doğru değildir. Allah-u Zülcelal, kulunu her an imtihan etmektedir.

Namaz, Allah-u Zülcelal'in bize vermiş olduğu çok büyük bir nimettir. Bir kimse, namaza başlamadan önce, yapmış olduğu bütün günahlar, başı ve omuzları üzerine konulmuş vaziyettedir.

Kişi namazda, rükuya gittiği zaman, nasıl tepsinin üzerine koyduğumuz bir şey, onu ters çevirince düşerse; kişinin günahları da öylece dökülür. Allah o kişiyi affeder. Secdede de aynı şey olur. Bundan daha büyük bir nimet var mıdır?

Veya eve geldiğimizde, hanımımızın, ne yemek, ne temizlik, ne de hiç bir iş yapmadığını görürsek ve bu durum bir gün, iki gün devam ederse, kabul eder miyiz? Kim kabul ederim derse, yalan söyler.

İşte, dünya işlerinde, yakınlarımız görevlerini yapmadıkları zaman, onları uyarıyor, bu hareketlerinin yanlış olduğunu söylüyorsak; çocuğumuz, gelinimiz, hanımımız namaz kılmadığında, niçin onlara nasihat etmiyoruz.

Rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal, bir ümmetten yetmiş bin kişiyi helak etti. O ümmetin Peygamberi: "Ya Rabbi! Onların içinde salih, sana ibadet eden kullar da vardı. Onların günahı neydi?" diye sorunca, Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Evet, onlar salihtiler ama o ibadet ve zikir yapmayan, kötülük işleyen kişilere, bir gün olsun nasihat etmediler."

İşte, o günahkarlara nasihat etmemeleri sebebiyle, Allah Zülcelal o ümmetin salihlerini de helak etti. Allah Zülcelal bir kavmi helak ettikten sonra, bir haneyi, bir ev halkını niye helak etmesin!

Nasıl, dünya işleri için nasihat ediyor ve işlerin yolunda gitmesi için birbirimizi teşvik ediyorsak, ahiret için de aynı şekilde davranmamız lazımdır. Allah-u Zülcelal, kullarını daimi bir imtihan üzere tuttuğu için çok dikkatli olmamız gerekiyor.

Rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal zamanın birinde üç kişiyi imtihan etti. Bunlardan biri âmâ, bir tanesi cüzzamlı, diğeri de uyuz idi.

Allah Zülcelal onların yanına bir melek gönderdi. Melek âmâ olana: "Sen dünyada ne istiyorsun?" diye sordu. Tabi ki, göz Allah'ın büyük bir nimetidir. İnsan dünyayı onunla görüyor. Âmâ adam: "Ben Allah'tan bir göz istiyorum. Allah bana bir göz verseydi de her şeyi görseydim." dedi. Bunun üzerine, melek elini âmâ adamın gözlerine sürünce, gözleri görmeye başladı.

"Dünya malı olarak da bir keçi istiyorum." dedi. Melek ona bir keçi verdi ve: "Allah bereket versin." diye, dua edip gitti. Allah-u Zülcelal'in bereketiyle, bu keçiden bir sürüsü oldu. O âmâ da keyf-ü sefa içinde yaşadı.

Melek uyuz olan adama gidip: "Ne istiyorsun?" dedi. O da:"Uyuz olduğum için herkes benden kaçıyor, uyuzluktan kurtulmak istiyorum." dedi. Melek ona dua etti ve uyuz hastalığından kurtuldu. Adam: "Dünya malı olarak da deve istiyorum." dedi. Melek ona bir deve verdi ve: "Allah bereket versin." diye dua edip gitti. Allah-u Zülcelal'in bereketiyle, bu deveden bir sürü oldu.

Melek cüzzam hastalığına müptela olana gidip: "Ne istiyorsun?" diye sordu. O da: "Benim vücudum yara içinde, herkes benden kaçıyor, bu hastalıktan kurtulmak ve güzel bir yüz istiyorum." dedi. Melek ona dua edince hastalıktan kurtuldu. Sonra: "Dünya malı olarak ne istersin?" diye sordu. O da: "Bir koyun istiyorum." dedi. Melek ona bir koyun verdi ve: "Allah bereket versin." diye dua edip gitti. Allah-u Zülcelal'in bereketiyle bu koyundan bir sürü oldu.

Melek daha sonra başka bir kılıkta, her birinin yanına tekrar uğradı. Daha önce cüzzamlı olanın yanına gelip:"Ben yolcuyum, bir şeyim yoktur. Sen her halde, bir zamanlar cüzzamlı idin, Allah sana şifa verdi ve sonra da bu malı verdi. Allah için bana bir koyun ver." dedi. Adam:"Hayır ben eskiden cüzzamlı değildim, bu mal da bana dedele-rimden miras kaldı." dedi. Bunun üzerine Melek:"Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski halin gibi yapsın." diye dua etti.

Daha sonra eskiden uyuz olanın yanına gidip ona da cüzzamlıya dediği gibi: "Sen herhalde eskiden uyuz hastalığına müptela idin. Allah sana şifa ve ardından bu malları verdi, şimdi ben düşkün ve fakirim, bana Allah için bir deve ver." dedi. O da aynen cüzzamlının dediği gibi:"Hayır sen başkasıyla karıştırıyorsun, ben uyuz falan değildim ve mallar da bana dedelerimden kaldı." diye cevap verince ona da: "Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski halin gibi yapsın." diye dua etti.

En son eskiden âmâ olanın yanına gelip: "Ben yolcuyum, bana bir keçi ver, sen her halde bir zamanlar âmâ idin. Allah sana şifa ve bu malı verdi." deyince, âmâ adam:
"Evet, hakikaten ben eskiden görmüyordum, Allah bana önce göz, sonra da bana bu malı verdi. Sürümden istediğin kadar alabilirsin. İstersen hepsini götür, Allah için hepsini sana verdim." dedi. Bu cevap üzerine melek: "Benim buna ihtiyacım yok, sizi imtihan ettim. Sen kazandın. Diğerleri ise dünya ve ahirette helak oldular." dedi.

İşte, Allah-u Zülcelal kullarını daima, her konuda imtihan etmektedir. Bu anlatılan, bize sadece bir örnektir. Namaz, oruç, Hac, zekat veya her hangi bir dünya işi, insanın önüne geldiği zaman Allah-u Zülcelal, daima Acaba kulum benim emrimi gözetecek mi diye kuluna bakmaktadır.

Anlatıldığına göre, Habib-i Acemi tevbe etmeden önce tefecilik işiyle uğraşırdı. Tevbe ettikten sonra tamamen Allah-u Zülcelal'e yöneldi. Bir gün hanımı evlerinde nafakalarının bittiğini, ev için erzak lazım olduğunu söyledi. Habib-i Acemi bir şey demeyip sustu. Sabahleyin: "Çalışmaya gidiyorum." diyerek evden çıktı. Onun bir kulübesi vardı. Kulübesine gidip ibadetle meşgul oldu. Akşam eve gelince hanımına: "Öyle bir zatın işinde çalışıyorum ki gayet cömerttir. O zatın kereminden utandım da bir şey isteyemedim. On günde bir ücret vereceğini söylüyorlar. On gün sabret, on günlük olunca kendisi verecektir." dedi. Onuncu gün olduğunda, kulübesinde öğle namazını kıldıktan sonra: "Bu akşam hanımıma ne söyleyeyim!" diye düşünüyordu.

Tam bu sırada Habib-i Acemi'nin evine beyaz elbiseli kimseler geldi. Birisinin sırtında un çuvalı, birisinin sırtında yüzülmüş koyun, birisinin sırtında bal ve benzeri yiyeceklerin bulunduğu tulum ve birisinin elinde üç yüz gümüş bulunan bir kese vardı. Habib'in evinin kapısını çaldılar. Kadın kapıyı araladı. Gelenler ellerindekileri bıraktılar ve: "Bunları efendinizin çalıştığı yerin sahibi gönderdi. Eğer Habib işini artırırsa biz de ücretini artırırız, diye söyledi." deyip gittiler.

Habib-i Acemi akşam mahcup bir şekilde evine döndü. Daha eve girmeden içeriden taze ekmek ve yemek kokuları geldi. Hanımı kendisini karşıladı ve şöyle söyledi:
"Efendi! Kime çalışıyorsan, hakikaten çok iyi bir kimseymiş. İkram ve ihsan sahibi bir zatmış. Bugün öğle vaktinde şunları göndermiş. Ayrıca, Habib'e söyle, eğer işini artırırsa biz de ücretini artırırız, diye haber göndermiş."

Bunun üzerine Habib-i Acemi şöyle demiştir:"Sübhanallah! On gün çalıştım bana dünyada bu ikramlarda bulundu. Demek daha çok çalışırsam kimbilir bana ahirette neler verecektir."

Evet, Allah-u Zülcelal'e ibadet eden kimseler için Allah-u Zülcelal çok güzel nimetler verecektir. Yeter ki biz O'na hakiki kul olalım. Tekrar dirileceğimiz gün için hazırlanalım. Çünkü kıyamet günü herkes tekrar diriltilecektir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Gerçekten biz ölüleri diriltiriz, onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi, levh-i mahfuzda yazıp saymışızdır." (Yasin; 12)

Ayet-i kerimede, Allah-u Zülcelal'in 'ölüleri diriltiriz' demesi hakkında iki rivayet vardır. Bunlardan biri, O'nun ölüleri kabirde, münker ve nekir'in soru sorması için diriltmesi, diğeri de kıyamet gününde diriltmesidir. Bu ayetten anlaşıldığına göre, Allah-u Zülcelal insanı diriltip huzuruna çağıracak, dünyada yaptıklarını soracaktır.

Allah-u Zülcelal çok kudret ve azamet sahibi olduğundan, O'na karşı işlenen günahlar küçük de olsa, büyük sayılır. Günah küçük olsa da insan onu işlemeye devam ederse, Allah'ın yanında çok büyük olur.

Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Bir damla, yukarıdan aşağıya doğru devamlı damladığında, orada bir iz yapar. O küçük damla, yavaş yavaş ne kadar az aksa da devamlı aktığı için damladığı yerde bir tesir yapar. Bunun gibi bir günah küçük de olsa, devamlı işlendiği zaman, Allah'ın yanında büyük olur. Kişi onunla Allah'ın gazabına müstehak olabilir.

O küçük günah devamlı işlendiği zaman, damlanın yerde iz bıraktığı gibi kalpte bir iz bırakır ve kalpte hastalığa yol açar. İnsanın küçük gördüğü, yabancı kadına bakmak gibi günahlar, devam edildiği zaman, ufak olarak kalmaz, büyük günah olur.

Salih amel de böyledir, az olsa da devamlı işlendiği zaman, Allah'ın yanında çok makbuldür. Nasıl küçük damlalar devamlı aktığı zaman damladığı yerde bir iz bırakıyorsa, salih amel de az olsa da devamlı olduğu zaman, sahibinin ruhuna, kalbine, vücuduna iyi bir iz bırakır. Fakat, amel ne kadar çok olsa da devamlı olmadığı zaman, sahibine pek bir fayda sağlamaz.

Dikkat edersek, bir kova su, bir sefer beton üzerine dö-küldüğünde orada bir iz, tesir yapmaz. Her ne kadar, su çok olsa da bir sefer dökülüp sürekli olarak dökülmediği için orada bir eser bırakmaz. Fakat damla küçük olmasına rağmen, devamlı olarak aktığı zaman bir iz bırakır.

Onun için bize verilen görevleri elimizden geldiği kadar, ara vermeden, devamlı olarak yapmalıyız. Devamlı olmayıp ara sıra yapılırsa, o görevler kişi üzerindeki menfaatini, tesirini kaybeder.

Kişi işlediği günahı, hiçbir zaman küçük görmemelidir. O günahı, kime karşı işlediğine bakmalıdır. Günahı, kudret ve azamet sahibi Allah-u Zülcelal'e karşı işlediği için ne kadar küçük olsa da yine de büyük sayılır.

Bazı insanlar günah işlerken onunla ferahlanıyor, seviniyorlar. Mesela: "Filan kimseyle rekabet ettim, mücadele ettim, nasıl da ona galip geldim." diyorlar. Halbuki, mücadele ve birbirine hasım olmak günahtır. Oysa onlar bu günahla ferahlanıyorlar, gururlanıyorlar. Böyle davranmak çok büyük bir hatadır. Biz Allah-u Zülcelal'i gerçekten tanımıyoruz. Gerçekten tanımış olsaydık, ona nasıl kulluk edecektik. Bize bu sohbeti dinlettirmesinin, evi olan bu camiide oturmayı nasip etmesinin karşılığı olarak, ne yapsak yine de azdır.

Allah-u Zülcelal bize bu iyilikleri nasip ettiği için O'na karşı borcumuz çoktur. O'nun bu iyiliklerini kendimizden bilmemeliyiz. Şimdi Allah'ın evindeyiz, fakat Allah bizi istediği yerde bulundurabilir. İyi yerlerde de kötü yerlerde de bulundurabilir. Madem ki bize böyle bir nimet vermiştir, O'na çok şükretmeliyiz. Günahlar nefse tatlı gelir. Nefsin günahlara meyli vardır. Fakat tevbeden sonra, günahların nefse acı gelmesi lazımdır. Birisi derse ki, nefis şehvani olan şeylere meyilli olarak yaratılmıştır. Günahlar ona nasıl acı gelecek? Ona şöyle deriz: "Bal tatlıdır ama onun içine zehir koyup yediğin zaman ne olur? Başındaki saçlar dökülür, titrersin, felç gibi olup ölürsün."

Bakınız, bal her ne kadar tatlı ise de içine zehir konduğu zaman acılaşır. Nefis de günaha ve şehvani şeylere meyilli olarak yaratılmışsa da o bal gibi olan günahların içinde zehir vardır. Niçin zehir vardır? Çünkü o günahla, Allah-u Zülcelal sana gazap edip seni cehenneme atacaktır. İnsan bunu bu şekilde bilmelidir.

İsrail oğullarından bir abid senelerce Allah'a tevbe ve ibadet etti. Daha sonra o zamanın Peygamberine:"Ben bu kadar tevbe ve ibadet ettim, acaba Allah beni affetti mi?" diye sordu. O Peygamber Allah'a münacat ettiğinde ona şöyle vahiy geldi: "Hayır, ben onu affetmedim. O senelerce ibadet etse de kabul etmem. Çünkü işlemiş olduğu günahların muhabbeti, daha onun kalbinden çıkmamıştır. O günahların muhabbeti kalbinden çıkarsa, ancak o zaman onun ibadetini kabul ederim."

İşte günahların muhabbeti insana acı gelmelidir. Malik bin Dinar şöyle anlatmıştır: "Soğuk bir kış gününde Utbetü'l-Gulam'ı gördüm. Karlı, fırtınalı bir gün olduğu halde, terden elbisesinin ıslanmış olduğunu gördüm ve: "Bu ne hikmettir?" diye sordum. O da, şöyle cevap verdi: "Ben burada, Allah-u Zülcelal'e karşı bir günah işledim. Buraya geldiğim zaman, günahımı hatırlıyorum. Allah-u Zülcelal'e karşı haya ediyorum ve o hayadan dolayı terliyorum."

Keşke herkes onun gibi olsa! Herkes Utbetü'l-Gulam gibi olmalıdır. O, Allah'ın kulu idi, biz Allah'ın kulu değil miyiz? Hepimiz öyle olmalıyız. Hz. Ebubekir Sıddık radıyallahu anh'ın bir sözüne göre, Allah-u Zülcelal'in karşısında günah işlememek, salih amel işlemekten daha efdaldir. Allah'ın huzurunda, insan günah işlemezse, onun ibadetleri daha kıymetlidir. İnsan, hatalarından dolayı Allah-u Zülcelal'den böyle haya edip korkmalıdır. Günahları aklına geldiğinde, kalbi titreyip gözlerinden yaş akmalıdır.

İslam dininde liderlik yapan kimseler, kendilerine diğer insanlardan daha fazla dikkat etmelidirler. Çünkü diğer insanlar onlara tabi olacaklardır. İster iyi yapsın ister kötü, diğer insanlar onlara uyacaklardır.

İsrailoğullarından bid'at ehli, insanları dalalete sürükleyen bir alim vardı. Sonradan hatasından döndü, tevbe etti, bağışlanması için Allah'a yalvardı. Allah-u Zülcelal zamanın Peygamberine şöyle vahyetti: "Onun günahı, sadece onunla benim aramda olsaydı, onu affederdim ama o, bu kadar insanın cehenneme girmesine sebep oldu. Onların günahı ne olacak?"

Demek ki, âlim iyi olduğunda, diğer insanların iyi olmasına sebep olur. Kötü olduğunda ise diğer insanların da kötü olmasına sebep olur. Eğer o âlimin günahı, sadece kendisiyle Allah arasında olsaydı, Allah onu affederdi.

Arkamızda bir kişi de olsa buna çok dikkat etmek lazımdır. Cennete girmekle cehenneme girmenin arasındayız. Onun için özellikle lider ve alim olan kimseler, ellerinden geldiği kadar dikkatli olsunlar. Çünkü diğer insanlar onlara bakmaktadırlar. Baktıkları zaman da örnek aldıkları o insanlar gibi davranmaktadırlar.

Lider ve alim olan kimseler, daima hayırlı işlerde bulunsunlar ki, bu sayede onları örnek alanlar da hayır işlesinler ve onların sevabına ortak olsunlar.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Cuma Günü İbadet Etmenin Fazileti


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com :// Cuma günü müslümanların bayram günüdür. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cuma günüdür.” (Müslim)

Bu yüzden Cuma gününe çok kıymet vermek, o gün geldiğinde, Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanabilmek için diğer günlerden biraz daha fazla gayret göstermek ve ibadetle meşgul olmaya çalışmak lazımdır.

Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur; “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı zikretmeye koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz ki, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma; 9)

Cuma günü melekler ellerinde kalem olduğu halde caminin kapısında durarak gelenleri salihlerin defterine yazarlar. İmam mimbere çıktığı zaman defteri kapatarak hutbe dinlemek için otururlar onun için Cuma günü camiiye erken gitmek çok menfaatlidir.

Çünkü imamın mimbere çıkmasından sonra camiiye gelenler salihlerin defterine yazılma fırsatını kaçırdıkları gibi ön saflarda namaz kılmaktan da mahrum olmuş olurlar. Cuma namazını özürsüz olarak terk etmek çok çirkindir.

Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Bazı kimseler cumayı terk etmekten vazgeçsinler. Yoksa Allah, Kalplerini mühürle-yecekte gafillerden olacaklar.” (Müslim)

Onun için cuma namazını ve diğer namazlarımızı terk etmemeye özen göstermemiz lazımdır.

İslamın Şartları


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com .// İslam dininin beş temel şartı vardır.

1-) Kelime-i şahadet getirmek,

Şahadet kelimesi şudur; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Resuluh.”

Manası; Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. yine şahadet ederim ki, Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) O’nun kulu ve resulüdür.

2- Namaz kılmak,

3-) Zekat vermek,

4-) Oruç tutmak,

5-) Hacca gitmek.

Kelime-i şahadet ve kelime–i tevhid kelimesi çok kıymetlidir. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur; “Allah, iman edenleri dünya ve ahiret hayatında kelime-i tevhid üzerinde sabit kılar...” (İbrahim; 27)

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün sahabelere; “İmanınızı tazeleyin.” buyurmuş, Sahabeler; “Ey Allah’ın Resulü! İmanımızı nasıl tazeleyeceğiz?” diye sorduklarında, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur; “Lâ İlahe İllallah kelime-i tevhidini çok söyleyin.” (Taberani, Ahmed b. Hanbel)

Görüldüğü gibi, Kelime-i Şahadet ve Kelime-i Tevhid böyle kıymetlidir. Onun için bu kelimeleri daima dilimizle söyleyerek, hem imanımızı tazelemiş oluruz, hem de çok büyük sevaplar kazanmış oluruz. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şahadet edene, Allah cehennemi haram kılar.” (Müslim)

Tefekkür ve Murakabe


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com ://Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O bir söz söylemeye dursun. Mutlaka yanında hazır bir gözcü (melek) vardır (sözü zapdederler.)" (Kaf; 18)

Bizler ne kadar bu meleklerden gafil olsak da, onlar bizden gafil değildirler. Onlara uyku ve dinlenme yoktur. Biz nasıl ve nerede olursak olalım, onlar daima bizimledir. Onlar, bizim bütün hal ve hareketlerimizi kitap haline getiriyorlar.

Onun için insan Allah-u Zülcelal'e, daima murakabe halinde olmalıdır. İnsan Allah-u Zülcelal'e murakabe halinde olduğu zaman, kolay kolay günah işlemez. Çünkü Allah-u Zülcelal kudret ve azamet sahibidir. Biz O'nun kudretiyle kendimizi hiç kıyas edemeyiz.
Allah-u Zülcelal daima bizimle beraberdir. O'nun bizimle olan beraberliği de, hiçbir şeyle kıyas olamaz. Allah-u Zülcelal bizlere öyle yakındır ki; O bize şah damarımızdan daha yakındır. Allah-u Zülcelal o kadar kudret ve azamet sahibidir ki, bu gökyüzünü direksiz yaratmıştır.
Güçlü olan bir insan, zayıf olan insana: "Şunu çok dikkatli yap, yoksa seni mahvederim." dese, zayıf olan insan o işi titizlikle yerine getirir. Sonuçta ikisi de kuldur. Niyahet onu öldürür ve bâki olan hayat başlar.

Fakat Allah-u Zülcelal'in ki ebedü’l-ebeddir. İşte insan bu şekilde düşünür ve murakabe ederse, o insan kolay kolay günah yapmaz. Maalesef bu durumdan gafil kalıyoruz. Hepimiz Allah'a inanıyoruz. Fakat (haşa) sanki inanmıyormuş gibi günah işliyoruz.
Anlatıldığına göre, Bayezid-i Bestami bir gün öyle ağladı ki, en sonunda yaş yerine gözünden kan geldi. O anda Allah tarafından bir nida gelerek:
"Ey Bestami niçin ağlıyorsun, cennet için mi, yoksa cehennem için mi?" dedi. O da şöyle cevap verdi:
"Ya Rabbi, ben ne cennet ve ne de cehennem için ağlıyorum. Benim ağlamamın sebebi; benim muradım, Senin muradın olsun. Sen ne istiyorsan ben de onu isteyim. Beni iradenle cehenneme atarsan, benim iradem de öyle olsun. Senin isteğin ne ise, benim muradım o olsun."
İşte kulluk böyledir; insan Allah'ın muradını istediği vakit hiç günah işlemez. Çünkü Allah-u Zülcelal kulunun günah işlemesini istemiyor, buna göre kul da bunu istememelidir.
İşte Evliyaların hali böyle idi. Biz kendimizi onlarla kıyaslarsak, sanki müslüman değilmişiz gibi gelir. Allah-u Zülcelal onların bereketinden bizleri mahrum etmesin.


Ebu'l-Hasan Harkani şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in camisine gittim. O zaman ki insanlar çok kıtlık içinde idiler. Ben camiye girdim ve üç gün dışarı çıkmadım. Daha sonra kendi kendime bir dışarıya çıkayım da yemek yiyeyim, dedim. Ben sol ayağımı dışarı attım, sağ ayağım içerdeyken bana: "Sen bizi bir yemek için mi bırakıyorsun?" diye bir ses geldi. Bunun üzerine ayağımı geri çekerek camiye girdim. Bir müddet sonra, bir insan önüme şeker koydu ve tekrar gitti. Ben kendi kendime:
"Allah ondan razı olsun. Şekeri önüme koydu ve beni zikrimden alıkoymadı, diye sevindim. Onu yedim, açlık, susuzluk ve uyku-suzluk benden gitti. Sonra ibadetime devam ettim."


İşte onlar öyle idi. Kendi nefislerini Allah-u Zülcelal'in İbadetine hapsediyorlardı. Onlar herşeyde fedakarlık gösteriyorlardı.
Mesela Şeyh Abdulkadir Geylani, yirmibir sene insanların içine karışmadan bağlarda, bayırlarda, amel yapıp emek verdiği için, büyük makamlara sahip oldu.

Evet, kim ne yaparsa, başkası için değil, kendisine yapmış olur. Öyleyse insan ibadete ve salih amele yönelerek, kendi kurtuluşunu temin etmelidir.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler." (Al-i İmran; 191)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın zatını tefekkür etmeyin. O'nun nimetlerini ve yaratıklarını düşünün. Çünkü siz Allah'ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz." (Ahmed bin Hanbel, Beyhaki)
Eğer Allah-u Zülcelal'in yarattığı kainatı derinlemesine tefekkür edersek, Allah'ın ne kadar kudret ve azamet sahibi olduğunu anlarız. Allah-u Zülcelal o kadar kudret ve azamet sahibidir ki, bütün mahlukattan her an haberi vardır. Allah'ın kudret ve azamet sahibi olduğunu bilmek, o kudret ve azamet sahibinden merhametini istemek lazımdır.
İnsan kendi nefsinin nasıl yaratıldığını düşünürse, Allah-u Zülcelal'in kudret ve azamet sahibi olduğunu buradan da anlar.
İşte tefekkürün birincisi... Allah'ın yarattıklarını düşünmek ve O'nun kudret ve azamet sahibi olduğunu anlamaktır.
Tefekkür'ün ikincisi ise; Allah-u Zülcelal'in nimetlerini düşünmektir. İnsan Allah'ın nimetlerini düşündüğü zaman Allah-u Zülcelal'den haya etmesi gerekir. Çünkü Allah-u Zülcelal, insana bu kadar iyilik yaparak, rızkını veriyor. İnsan bu şekilde düşündüğü zaman, Allah-u Zülcelal'den haya ederek, O'na iyi kulluk yapar.
Tefekkürün üçüncüsü; Allah-u Zülcelal'in, mü'min kullarına vaadettiği cennet nimetlerini düşünmektir. Bu cennet nimetlerini, Allah-u Zülcelal'den bedava olarak istemek doğru değildir. Allah-u Zülcelal bu cennet nimetlerini salih kullarına vaadettiği içindir ki; bunları salih amellere bağlanmıştır. Onun için, elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal'e taatte bulunmak suretiyle, kendimizi bu cennet nimetlerine layık hale getirmemiz lazımdır.
Tefekkürün dördüncüsü; Allah-u Zülcelal'in kafir, münafık ve fasık kimseler için hazırladığı cehennem ateşini düşünmektir. Kendimizi cehennem ateşinden muhafaza etmemiz için, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerine riayet etmemiz gerekir.
Tefekkürün beşincisi; Allah-u Zülcelal, insana o kadar nimetler verdiği halde, insan Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini hakkıyla yerine getirmediğinden, kendisini Allah-u Zülcelal'e karşı günah yüklü görmesidir.
Bir gün Ebu Şureyh yolda yürüyordu. Bir kenara oturdu ve elbisesine bürünerek ağladı. Ona: "Seni ağlatan nedir?" diye sorduklarında, dedi ki:
"Ömrüm bitiyor ama amelim azdır, diye ağlıyorum."
İbrahim bin Ethem'e: "Bize biraz nasihat et!" dediler. Onlara dedi ki:
"Ben dört şeyle öyle meşgulüm ki, size nasihat etmeye vaktim yok. Kusura bakmayın size nasihat edemem!"
"Nedir bu dört şey?" diye sordular. Dedi ki:
Birincisi: Allah-u Zülcelal ruhları yarattığı zaman, onları toplayıp: " Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Benim ruhumda onların içindeydi. Acaba benim ruhum: "Evet, Sen benim Rabbimsin" mi? Yoksa: "Hayır, benim Rabbim değilsin" mi? dedi. Hangi guruptan olduğumu bilmediğim için, daima onunla meşgulüm.
İkincisi: Allah-u Zülcelal insanı annesinin karnında yarattığı zaman bir melek gönderir:
Melek şöyle sorar:
"Ya Rabbi! Bunu said (cennetlikler)'lerden mi yazayım, yoksa şaki (cehennemlikler)'lerden mi yazayım?" Allah-u Zülcelal o meleğe benim hakkımda acaba ne cevap verdi. Ben daima bu sorunun cevabıyla meşgulüm.
Üçüncüsü: Azrail benim ruhumu almaya geldiğinde, Allah-u Zülcelal'e: "Ya Rabbi! Senin bu kulunun ruhunu imanlı olarak mı, yoksa kafir olarak mı alayım." diye münacaatta bulunur. Acaba, Allah-u Zülcelal Azrail'e: "Bu kulumun ruhunu imanlı olarak al!" ya da: "Bu kulumun ruhunu kafir olarak al." buyuracak. Ben daima bunu düşünüyorum ve bununla meşgulüm.
Dördüncüsü: Haşir meydanında, Adem aleyhisselam'dan ta kıyamet kopuncaya kadar yaşamış olan bütün insanlar biraraya toplanacak, korku ve dehşet içinde büyük bir izdiham olacak. Ben, bu korkuyla yaşanacak izdihamı gözümün önüne getiriyorum. O gün Allah-u Zülcelal: "Ey günahkarlar ve mücrimler, bu gün mü'minlerden ayrılın." (Yasin; 59) buyuracak. Acaba ben hangi guruptan olacağım. Bunu bilmediğim için daima onunla meşgulüm. Bu yüzden size nasihat etmeye vaktim yoktur."
İnsan, bizden önceki insanların hayatını düşünecek olursa, hatalarımız bir bir meydana çıkıyor.
Bizden önceki insanlardan iki kardeş vardı. Bunların babaları vefat ettiği zaman, malları paylaşmak için evlerinde münakaşa etmeye başladılar. O sırada evin kerpiçlerinden bir tanesi dile gelerek, o iki kardeşe şöyle dedi:
"Size ne oluyor ki, bu dünya için birbirinizle mücadeleye girişi-yorsunuz? Ben bir zamanlar filan memleketin padişahı idim. Ben öldükten sonra bedenim çürüyüp toprak oldu. Bu toprağı bazı insanlar çömlek tencere yaptılar. Yani beni yüz sene çömlek tencere olarak kullandılar.
Sonra o tencere kırıldı ve yeni halimi aldım. Yüz senedir de ben burada kerpiç halindeyim. Benim şu kadar malım ve mülküm vardı. Bu kadar hizmetçiler benim elimdeydi. İşte benim son halim budur. Neden boşyere birbirinizi rahatsız ediyorsunuz?"
İşte böyle bir dünyayı kalbimize koyup Allah-u Zülcelal'in rızasını bırakmak ve böyle büyük bir zararın içerisine girmek, akılsızlıktan başka birşey değildir. Allah-u Zülcelal bizleri kendisine ibadet etmemiz için yaratmıştır. İşte bu ibadet vesilesiyle, Allah-u Zülcelal bizlere merhamet ediyor. Demek ki, ibadetten maksat; Allah-u Zülcelal'in rahmetine sığınmaktır.
Şunu hepimiz bilmeliyiz ki; nefis ile şeytan, insana sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi günah işletirler. Bunun için insanın hemen pişman olması lazımdır.
İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kâr ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü'min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır.
Eğer insan hesabını görürken iyi bir şey yapmış ise, Allah-u Zülcelal'e hamd-ü sena etmeli; eğer vaktini gaflet ve günah ile geçirmiş ise, hemen tevbeye sarılmalı ve Allah-u Zülcelal'e yalvarıp kendisini ibadete teşvik etmelidir.
Bu dünya bir han misalidir. Gördüğümüz gibi insanlar çömlek tencere, kerpiç oluyor. İşte bizden önceki insanlar böyledirler. Allah-u Zülcelal'in bizlere vermiş olduğu çok kıymetli bir cevher olan akıl ile düşünmek, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmak, daima iyiyi seçmek ve iyi olanı yapmak lazımdır.
İnsan, Allah-u Zülcelal'i razı ettiği taktirde, bütün insanlar ve melekler kendisinden razı olur. Bütün kainat O'nun mülküdür. İnsana azab verecek ve de rahata erdirecek olan yine O'dur.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Benim Sonum Ne Olacak?


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com ://Şeytanın belini kıran en büyük şey, insanın: "Acaba benim sonum ne olacak?" diye düşünmesidir. Yani: "Sekarat esnasında benim halim ne olacak? Acaba dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım?" diye düşünmek, lain şeytanın belini kıran en büyük haldir. Çünkü böyle bir düşüncenin sahibi, daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret eder.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur
"Ağız tatlarını bozan, bütün ümitleri kıran ölümü çok düşünün." (Tirmizi, Taberani, İbn Mace)
Tabi ölümü düşünmek, sadece ölüm vardır diye düşünmek değildir. Kendimizi o ölen kişinin yerine koymamız lazımdır. "Bu ölen kişi benim. Beni kabre koyup üzerime toprak attılar. Buradan kalkamazsam benim halim ne olur?" diye düşünürsek, ölümü hatırlamış oluruz. Böyle düşündüğümüz zaman çok pişman olacağız ve kendi kendimize:
"Bundan sonra kalbimden bu dünyanın muhabbetini söküp atayım; zikir ve ibadetle daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için gayret göstereyim." diyeceğiz.
Bir insan için en önemli şey akıbettir. Onun için insan daima: "Acaba benim akıbetim ne olacak. Dünyadan imanlı olarak mı, yoksa imansız olarak mı ayrılacağım?" diye düşünmelidir.
Bu düşünce insanın hatırından hiç çıkmamalıdır. Çünkü bazı insanlar vardır ki, daima günahlarla meşgul oluyorlar. Ama sonradan pişman olup öyle bir tevbe ediyorlar ve kendileri ile Allah-u Zülcelal'in arasını öyle bir düzeltiyorlar ki, bununla cenneti kazanı-yorlar. Ama bir kimse ibadet yaptığı halde sonradan bozulursa, bu hal onun için çok büyük bir tehlikedir. Onun için lain şeytan demiştir ki:
"İnsanlardan: "İşte bu amel beni kurtaracak!" demesini bekliyorum."
Onun için insan ne amel yaparsa yapsın, hiçbir zaman bu yaptığı amele güvenmemelidir. Bu şeytanın bir tuzağıdır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kâinatın en efdali olduğu halde, Allah-u Zülcelal onu miraca çıkarırken:
"Geceleyin kulunu, ayetlerimizden bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir." (İsra; 1) buyurarak, ne Peygamber ne de Resul dememiş, kul diye hitap etmiştir. Kulluk, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Onun için Bayezid-i Bestami şöyle demiştir:
"İnsanlar; 'Keşke Allah-u Zülcelal benimle hesap görmese, çünkü O'nun hesabından korkuyoruz!' diyorlar. Ben de istiyorum ki Allah-u Zülcelal benimle hesap görsün." Yanında bulunanlar:
"Senin güvendiğin şey nedir?" diye sorduklarında, Bayezid-i Bestami şöyle cevap vermiştir:
"Benim bir güvencem yoktur. Ama Allah-u Zülcelal'in benimle hesap görürken, bir sefer: "Ey Kulum!" demesi benim için kâfidir. Bana: "Ey Kulum!" dedikten sonra, beni ister cennete koysun, isterse cehenneme koysun farketmez."
İşte Allah-u Zülcelal'e kul olmak böyle kıymetlidir. O'na kul olalım. Bizi kurtaracak olan budur. Onun için Allah-u Zülcelal'in kudret ve azamet sahibi olduğunu ve herşeyin O'nun elinde bulunduğunun idrakinde olmamız lazımdır.
İnsanın çaresi, daima Allah-u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara karşı meraklı olmaktır. Allah-u Zülcelal insana, bu merakına göre salih amel yapmayı nasip etmektedir. Bir kişi bir Evliyanın yanına giderek:
"Benim evime hırsız girdi ve bütün eşyalarımı çaldı!" dedi. Evliya o adama:
"Allah-u Zülcelal'e şükret ve hamd-ü senada bulun ki, hırsız senin kalbine girip de imanını çalmadı. O hırsızın çaldığı dünya malıdır. Bir gelir, bir gider." diye cevap verdi.
Ne kadar da doğrudur. Eğer biraz derin olarak düşünürsek, lain şeytan insanın kalbine girdiği zaman, kalbin içindeki imanı, Allah sevgisini, günahlardan muhafaza olma halini çalıp götürür. Böyle olduğu halde hiçbir şey olmamış gibi davranıp, adi olan bir dünya malımız çalındığı zaman merak edip üzülüyoruz. Halbuki biraz derin olarak düşünürsek, şeytan bizim kalbimize girip hırsızlık yapıyor ama bizim haberimiz olmuyor.
İlk önce kalbe giriyor ve iman ağacını yaş tutan, sulayan ve daima imanı kuvvetlendiren Allah-u Zülcelal'in zikrinin aşkını, muhabbetini çıkarıyor. Daha sonra günahlardan muhafaza olma gücünü çıkarıyor ve insan günahlara gidiyor. Vesvese ile bütün hayırlı olan halleri çalıyor ve yerine dünya muhabbetini koyuyor. Ama maalesef bundan hiç haberimiz bile olmuyor.
Oysa zahiri olarak bir şeyimiz çalındığı zaman nasıl üzülüyor ve daha dikkatli hareket ediyorsak, manevi olan ve ebedü'l-ebed baki hayatımıza yarayacak olan şeyleri, lain şeytanın çalmaması için uyanık olmamız lazımdır. Uyanık olup, çalındığını bilirsek bir daha çaldırmamak için daha dikkatli oluruz. Ama -Neuzübillah- bunun farkına varamazsak tâ kabre kadar öyle gideriz ve çok perişan oluruz.
Peki şeytan, kalbimizdeki zikrin aşkını, muhabbetini nasıl alıyor?
"Senin zikir yapmaya vaktin yoktur. Şu işini yap!" diyerek, elimizde sermaye olan vaktimizi boşa geçirtiyor ve zikir yapmamıza engel oluyor. Oysa iman, yeşil bir ağaç gibidir. Sıcak bir havada yeşil bir ağaca biraz su vermezsek, yavaş yavaş kuruyacaktır.
Buna bakarak iman ağacının kurumaması için hergün mutlaka Allah-u Zülcelal'in zikrini yapmamız lazımdır. Çünkü günahların zulmeti o yeşil olan ağacımızın üzerine gelerek onu kurutuyor. Onun kurumasını önlemek için kalbimizin üzerinde Allah'ın zikrini yaparsak kurumaz inşaallah.
Biz huzursuz olarak gafletle O'nun zikrini yapıyoruz; zannedi-yoruz ki, hiçbir şey olmuyor. Eğer insan Allah-u Zülcelal'in zikrini huzurlu olarak yaparsa çok büyük kemalat sahibi olur.
Aynı şekilde Ahmed er-Rufai bazı zamanlarda kendi cemaatinin içindeyken, Allah-u Zülcelal'in tecelliyatı üzerine öyle geliyordu ki, kan pıhtısı gibi oluyordu. Sonra yavaş yavaş eski halini alıyordu ve diyordu ki:
"Vallahi, eğer Allah-u Zülcelal'in rahmeti olmasaydı, ben sizin yanınıza dönemezdim."
İşte Allah-u Zülcelal'in zikri böyledir. İnsanı bu şekilde Allah-u Zülcelal'e kavuşturuyor. Onu yapmamak sanki ahirete inanmamak gibidir. Hem kendimize hem de birbirimize Allah-u Zülcelal'in zikrini yapma hususunda daima tavsiyede bulunalım.
Bilhassa yalnız kaldığımız zaman zikir ve ibadet yapmak, Allah-u Zülcelal ile aramızdaki gizli olan hali düzeltmeye çalışmak çok kıymetlidir. Veyahut da arkadaşlarımızla birlikte olduğumuz zaman, kimse kimsenin kalbini bilmediği için, Allah-u Zülcelal'e karşı olan manevi halimiz, kalbimiz, ruhumuz, sırrımız daima düzgün olmalıdır. Samimi ve sadık olmalıdır. Onun için Sehl bin Abdullah şöyle demiştir:
"Kim Allah-u Zülcelal'e karşı gizli olarak hıyanetlik yaparsa, Allah o hıyaneti kıyamet gününde, hatta bu dünyada da açığa çıkarır."
Yani insan ne yaparsa yapsın, onun içindeki gizli hali, zahiri vücudunda meydana çıkıyor. Eğer bir kişi iyi bir kimse ise, Allah-u Zülcelal'e karşı samimi ise ve manevi olarak doğru ise; mutlaka onun ahlakını insanlar güzel olarak görürler. Ama onun içi, Allah-u Zülcelal'e karşı hain ise, kendini her ne kadar iyi göstermeye çalışırsa da ara sıra içindeki kötülüğü meydana çıkar ve insanlar bunu görürler.
Çünkü Allah-u Zülcelal açığa çıkarıyor. Zaten ahirette de zerre kadar hiçbir şey gizli kalmaz. Yani insanın çaresi, kendisini Allah-u Zülcelal'e karşı sadık ve doğru yapmaktır. İnsan, kalbinden dünyanın muhabbetini söküp attığı zaman, gece gündüz dünya ile meşgul olsa da, o dünya ona zarar vermez.
Çünkü kalp Allah-u Zülcelal'e bağlıdır. Ama kalp dünyaya bağlı olduğu zaman, dünya ile bir saniye dahi meşgul olsa, zarar görür. Kalp, Allah'ın nazargâhıdır. Onu Allah-u Zülcelal'e bağlamak lazımdır.
Allah-u Zülcelal'in dostları manevi doktordurlar. Onlar kalbi, nasıl dünyadan çözüp Allah-u Zülcelal'e bağlayacaklarını çok iyi biliyorlar. Allah yüz bin defa onlardan razı olsun.
Kalbi Allah-u Zülcelal'e bağlamanın da bir takım alametleri vardır. Kalp, Allah'a bağlandığı zaman, daima O'nun yolundan, aşk ve muhabbetinden bahseder. Onun için bir adam bir Evliyanın yanına gelerek:
"Allah'a nasıl kavuşulur?" diye sormuş. Evliya ona: "Sana müjdeler olsun!" demiş, adam: "Niye?" diye sorunca Evliya şöyle cevap vermiştir:
"O yolu soran kimse, o yola meraklı demektir. Allah ona nasip edecektir inşallah!"
Demek ki Allah'ın yolunu merak etmek, daima onunla meşgul olmak, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Sehl bin Abdullah şöyle demiştir:
"Kim kalbini Allah-u Zülcelal'e teslim ederse, Allah-u Zülcelal onun âzâlarına sahip çıkar."
İnsan kalbini Allah'a teslim ederse, O da o kimsenin gözlerine, ellerine, ayaklarına, diline yani bütün âzâlarına sahip çıkar. Gözünün harama bakmasını engeller, dilinin haram konuşmasına engel olur. Ayaklarının günah yerlerine gitmesine engel olur.
Kalp, bir şey değildir ki! Allah-u Zülcelal'in yaratmış olduğu bir et parçasıdır. Peki neden onu Allah'a teslim etmiyoruz? Onu Allah-u Zülcelal'e teslim edip:
"Ya Rabbi! Bu kalbi sen yaratmışsın. Onu sana teslim ediyorum." diyerek, O'nun önüne koyalım. O zaman Allah-u Zülcelal'in rahmeti kalbimize girer ve bütün âzâlarımız da Allah-u Zülcelal'e karşı teslim olur ve Allah-u Zülcelal'in yanındaki ecir ve sevaplara doğru gider.
Esasen bizi mahveden şeytan ve nefstir. Onun için Bayezid-i Bestami şöyle demiştir:
"Ben nefsimi çağırıp; 'Gel, Rabbime gidelim' dedim. Ama gelmedi. 'Madem ki gelmiyorsun, sen kal ben gidiyorum' dedim."
Tabi nefse sadece sen kal diye söylemek kolaydır. Asıl önemli olan onu terkedebilmek, onun heva ve heveslerini bırakabilmektir. Demek ki, onu terketmek Bayezid-i Bestami'ye göre kolaydı. Onun için şöyle demiştir:
"Ben bir gün rüyamda Allah-u Zülcelal'e dedim ki: "Ya Rabbi! Ben sana nasıl gelebilirim?" Allah-u Zülcelal buyurdu ki: "Ya Bayezid! Nefsini bırak öyle gel!"
Bu zamanda nefsimizi yediriyoruz, içiriyoruz, rahat ettiriyoruz. Hiç olmazsa biraz Allah-u Zülcelal'in ibadetini de yapalım. Devamlı olarak nefsi doyurmak, ibadetin önünde büyük bir engeldir. Çünkü denilmiştir ki:
"Dünyada daima tok olan kimse, kıyamet gününde aç olur. Dünyada aç olan kimse, kıyamet gününde tok olur."
Yemek şehvetinin zararlarından bazıları şunlardır:
a-Allah korkusu kalpden gider.
b-Mahlukata karşı merhamet duygusu kalbinden çıkar.
c-Fazla yemek insana bir ağırlık vererek, taat ve ibadetine mani olur.
d-Hikmetli sözleri duysa da, kalbi yumuşamaz.
e-Kendisi hikmetli sözleri konuşsa da, başkalarına tesir etmez.
Öyle ise, hiç olmazsa, bir iki saat nefsimizi aç bırakalım. En azından aç olduğumuzu hissedelim. İnsan günde üç sefer yemek yerse aç kalmaz. Ama bir sabah, bir de akşam yediği zaman, sabah yediği yemekten sonra, ancak akşama doğru aç olduğunu hisseder.
Hülasa; insan, Allah-u Zülcelal'e karşı sadık olup ve daima O'nun yanındaki ecir ve sevaplara karşı meyilli olursa, Allah-u Zülcelal ihlası da, sadakati de, doğruluğu da ona nasip edecektir.
Fatıma-i Nişaburi şöyle demiştir:
"Sadıklar ve takva sahipleri bu zamanda bir derya içindedirler. O deryanın dalgaları onlara çarpmaktadır. O derya içinde boğulmuşcasına Allah-u Zülcelal'e dua ve feryad ederler."
Böyle olduğu zaman, Allah-u Zülcelal o kimseyi günahlardan da muhafaza eder, ibadet yapmayı da nasip eder, zikir yapmayı da nasip eder. Ama biz Allah-u Zülcelal'e yalvarmıyoruz ve istemiyoruz. İstediğimiz zaman isteksiz bir şekilde istiyoruz. Oysa samimi bir şekilde, mahzun ve çok kıymetli bir şeyimiz kaybolmuş da onu arıyormuş gibi istersek, Allah-u Zülcelal bize istediğimizi nasip edecektir inşaallah.
Bütün bu bilgiler, bizim manevi olan hastalıklarımıza ilaçtır. Bu ilaçları bilip yapmamak, aynı bir kimsenin hastalığında ilaç alıp bir poşetin içine koyup hiç kullanmaması gibidir.
İlaçları kullanmayan hasta iyileşebilir mi? Onun için bu bildiğimiz ilaçları kalbimize, ruhumuza ve sırrımıza tatbik etmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Allah' ım Rızanı Talep Ediyorum


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com ://Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Ancak Allah'a temiz bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa erer.)" (Şuara; 88-89)
Bu dünya bir imtihan yeridir. Allah-u Zülcelal, bizleri imtihan etmek için dünyanın keyf ve sefasını gözümüzün önüne seriyor. Allah-u Zülcelal bu imtihanı kazanan kimseye, kıyamet gününde en güzel mükafatları verecektir. Bu sebeple, Allah'tan bir karşılık olmaksızın cehennemden muhafaza olunmak ve -o kadar ucuzmuş gibi- cenneti istemek doğru değildir.
Allah-u Zülcelal daima bizimle beraberdir. Bir saniye bile bizden gafil olmayıp herkesin kalbine muttalidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Allah, sizin suretinize bakmaz, ancak kalbinize bakar." (Müslim)
Allah-u Zülcelal, neyi istiyorsa ve nerede rızası varsa, kalbimizin de onu istemesi lazımdır. Mesela bir köle, efendisinin kendisini sevmesi için kılıktan kılığa girip nasıl yağcılık yapıyorsa, bizim de birazcık böyle olmamız ve daima Allah-u Zülcelal'in rızasına yönelmemiz gerekmektedir.
Bir gün Davud aleyhisselam, Allah-u Zülcelal'e:
"Ya Rabbi! Her padişahın hazineleri vardır, Senin hazinelerin nedir?" diye sorar. Allah-u Zülcelal:
"Ey Davud! Benim hazinelerim arş'tan daha yüksek, Kürsi'den daha büyük ve cennet nimetlerinden daha fazladır." buyurarak, hazinelerinin çokluğunu ve büyüklüğünü beyan etmiştir.
Allah-u Zülcelal, Adem aleyhisselam'a:
"Buğday ağacından yemeyeceksin!" diye emrettiği zaman, Allah'ın takdirinde vardı ki; Adem aleyhisselam buğday ağacından yedi. Adem aleyhisselam buğday ağacından yedikten sonra, Allah-u Zülcelal onu yere indirdi.
Bir rivayete göre, Adem aleyhisselam başını yere koyarak Eftehan dağının üzerinde iki yüz sene ağlamıştır. Onun gözünden dökülen mübarek yaşlardan yerde ot bitiyordu ki; Adem aleyhisselam'in başı o otun içinde kayboluyordu.
Bazı zamanlarda da yaptığı hatayı hatırlayarak "ah!" çeki-yordu. O "ah!" ki; Adem aleyhisselam'in ağzından çıkan hararet, etrafındaki otları yakıp kül ediyordu. Böylece iki yüz sene ağladıktan sonra, Allah-u Zülcelal, ona:
"Ey Adem! Sen Benim meleklerimden dahi saf ve en seçkin kulumsun." buyurdu. Adem aleyhisselam bunu duyunca hiç sesini çıkarmadı. Allah-u Zülcelal, aynı şekilde iki defa daha nida etti.
Fakat Adem aleyhisselam yine ses çıkarmadı. Adem aleyhisselam sessiz kaldığı için melekler korkudan titrediler. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam geldi ve:
"Ey Adem! Allah-u Zülcelal'in sana seslendiğini duymu-yor musun?" diye sordu. Adem aleyhisselam:
"Ey Cebrail! Duyuyorum. Saf, Allah'ın seçkin kuludur. Ben bir hata işledim. Ben nereden Allah'ın saf kulu olacağım. Ben kendi hatamı bildiğim için ses çıkarmadım." diye cevap verdi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam:
"Allah, sana saf kulum dediği zaman sen ne düşündün?" diye sordu. Adem aleyhisselam:
"Ey Cebrail! Ben düşündüm ki; Allah'tan başka günahları affedecek kimse yoktur. Fakat günahımı hatırladığım zaman da, Allah'tan çok korkuyordum. Yani ümit ile korku arasındaydım." diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal, Cebrail aleyhisselam'a emrederek:
"Ey Cebrail! Adem'e söyle, ben onu affettim. Benim söylediğim hazine de ancak ona layıktır." buyurdu.
İnsanoğlunun, kendisini daima tevbe, ibadet ve zikirle günahlardan muhafaza etmesi gerekir. Çünkü tevbe, ibadet ve zikir insan için manevi bir tedavidir. Bilhassa bu ahir zamanda, insanoğlunun maneviyatını hasta edecek sebepler haddinden fazladır.
Anlatıldığına göre, cahil bir kadın Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş. Orada Kabe-i Muazzama'yı gördüğü zaman:
"Bu da benim evim gibi bir evdir. Bu evle benim evim arasında bir fark yoktur!" demiş. İşte bu kadın, kendi eviyle Allah-u Zülcelal'in evini farksız görüyor. Bazı insanlar da iyi âlim ile kötü âlimi farksız görüyor.
Zülkarneyn'in bir yardımcısı vardı ki; senede bir defa Zülkarneyn'e bir bardak zehir veriyordu. Zehirin tesiriyle Zülkarneyn'in dökülen saçları yeniden çıkıyor ve dökülen derileri yeniden yenileniyordu. Yardımcısı, zehirin Zülkarneyn'e zarar vermesi için başka tedaviler de uyguluyordu. Bir gün Zülkarneyn, yardımcısına:
"Sen benim dostum musun? Yoksa düşmanım mısın?" diye sordu. Yardımcısı:
"Ben senin dostunum." diye cevap verdi. Zülkarneyn:
"Peki bu zehiri bana neden veriyorsun?" diye sorunca, yardımcısı:
"Ben sana önce bir ilaç veriyorum. Bu zehir, başkalarının sana verdiği zehirin dokunmaması içindir." diye cevap verdi.
İşte insan, günah ile şeytanın zehirli oklarıyla zehirlendiği zaman, onun koruyucusu; Allah'ın kelamı, emir ve nehiyleri ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hadis-i şerif-leridir.
Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerine uyup; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hadis-i şeriflerini ve Evliyaların tavsiyelerini tatbik ettiğimiz zaman, şeytanın zehirli okları bizlere zarar veremez. Nasıl insan tedavi olduğu zaman, zehir ona zarar vermiyorsa; biz Kur-an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle muamele ettiğimiz zaman şeytanın oyununa gelmeyiz.
Allah-u Zülcelal İsrafil aleyhisselam'a emredip de, İsrafil aleyhisselam Sur'a üflediği zaman bütün insanlar öleceklerdir. Yalnız dört büyük melek ve şeytan kalacaktır. Bundan sonra Allah-u Zülcelal, Azrail aleyhisselam'a:
"Şeytanın ruhunu al!" diye emreder. Azrail aleyhisselam ruhunu almak için şeytanın yanına gider, fakat şeytan kaçar. Allah-u Zülcelal şeytanın ölümüne kadar ona bazı kuvvetler vermiştir. İnsan nasıl denize girip çıkıyorsa, şeytanda yetmiş sefer toprağın içine girip diğer taraftan çıkar. Azrail aleyhis-selam şeytanın hakkından bir türlü gelemez ve Allah-u Zülcelal'e:
"Ya Rabbi! Ben onu bir taraftan yakalamak istiyorum, fakat o öbür taraftan çıkıyor." diyerek münacaatta bulunur. Allah-u Zülcelal bunun üzerine, şeytanı yakalamak için yetmiş bin köpek yaratır.
Bu köpekler şeytanı yakalamak için yanına giderler. Fakat bu köpeklerde şeytanın hakkından gelemezler. Allah-u Zülcelal, üç sefer daha yetmiş bin köpek yaratır. Bu köpekler şeytanın etrafını sararlar. Şeytan artık aciz kalır ve kendisini yere atar. Azrail aleyhisselam:
"Ey Lain! Sen Adem'e secde etmedin, tam Adem'in kabri üzerindesin, burda secde et!" der. Şeytan:
"Eyvah bu onun kabri midir? Öyleyse beni cehenneme götürün, ben ona secde etmem." diye cevap verir. Bunun üzerine Azrail aleyhisselam yetmiş balyozla şeytana vurur ve bütün köpekler şeytana saldırırlar. Ve Şeytan, böylece sekarata girer ve Azrail aleyhisselam onun ruhunu alır. Daha sonra şeytanı cehennemin bekçisine ve zebanilere teslim eder.
İşte bu şeytan, bizi de yanında götürmek için daima çalışı-yor. Bizler bu dünyada uyanık olup, onun oyununa gelmeme-miz lazımdır. Bizler dünyaya bir sefer gelmişiz, ikinci sefer gelmeyeceğiz.
Görüyoruz ki, insan dünya ile müptela olduğu zaman, hakikaten hasta oluyor. Bunun için sadat-ı kiram şöyle tavsiye etmişlerdir:
"Eğer ibadetin tatlılığı sizden giderse veya bir gevşeklikle karşı karşıya kalırsanız hemen tasavvuf ehlinin kitaplarına bakın veya diğer insanlarla tasavvuf ehlinin sohbetini yapın."
İşte gevşekliğin bir ilacıda budur. İnsan günah üzere devam ede ede -Allah muhafaza- bir gün namazını da terk edebilir. Hakiki şeytana da tamamen uyabilir.
İsrailî rivayetlerde şöyle gelmiştir:
"Abidin biri uzun yıllar Allah'a ibadet etmiş. Günün birinde bir cemaat kendisine gelerek:
"Falan yerde ağaca tapan insanlar var!" diye haber vermişler. Buna kızan abid, baltayı omuzuna alarak ağacı kesmek üzere yola çıkmış. Yolda ihtiyar suretinde şeytan ile karşılaşmış. Şeytan:
"Nereye gidiyorsun?" diye sormuş, Abid:
"Falan yerde bir ağaca tapıyorlarmış o ağacı keseceğim!" demiş. Şeytan: "Sana ne! İbadetini bıraktın da ağacı kesmekle meşgul oluyorsun, ibadetine dön!" demiş. Abid:
"Bu da benim bir ibadetimdir, insanların sapkınlığına engel olacağım." demiş. Şeytan:
"Ben bu ağacı kesmek isteyene izin vermem." demiş ve dövüşmüşler. Abid, şeytanı yenerek göğsü üzerine oturmuş, bunun üzerine şeytan:
"Beni bırak, sana söyleyeceklerim var, sen bundan sorumlu değilsin. Kendin ağaca tapmıyorsun, başkasından sana ne var! Allah-u Zülcelal'in yeryüzünde bu kadar Peygamberleri mevcuttur, dilese buraya da bir Peygamber gönderir ve ağacı ona yıktırır." demiş. Abid:
"Hayır, olmaz mutlak surette bu ağacı yıkacağım." demiş ve tekrar şeytan ile boğuşmaya başlamışlar. İkinci defa yine onu yenmiş, göğsü üzerine oturmuş. Bunun üzerine şeytan:
"Beni bırak, sana öyle teklifte bulunacağım ki, bu hem senin ve hem de benim hakkımda daha hayırlıdır!" demiş. Abid, şeytanı tekrar bırakmış ve:
"Teklifin nedir?" diye sormuş. Şeytan:
"Sen hiçbir şeye malik (sahip) olamayıp insanların başına yük olan bir kimsesin. Elbette sen de emsallerinden üstün olmak, yoksullara yardımda bulunmak gibi meziyetleri istersin değil mi?" Adam:
"Evet, isterim!" deyince, şeytan:
"O halde sen bu işten vazgeç, evine dön. Her sabah senin başının ucuna iki altın korum. Bunları istediğin gibi kendine, ailene ve yoksullara dağıtırsın. Bu da senin için bu ağacı kesmekten çok daha hayırlı olur. Çünkü onu kesmenin ağaca tapanlara bir zararı olmadığı gibi, ağaca tapmayanlara da bir kârı yoktur." demiş. Abid, bir süre düşündükten sonra:
"Bu ihtiyar doğru söylüyor. Ben Peygamber değilim ki bu ağacı kesmek mecburiyetinde kalayım. Allah-u Zülcelal bunu kesmekle bana emretmedi ki, kesmemekle O'na âsi olayım. Bu ihtiyarın vaadi hepsinden faydalı ve kârlıdır." diyerek onunla sözleşerek dönmüş.
Akşam yattı, sabahleyin başı ucunda iki altını buldu. Ertesi sabah da aynı vaziyette iki altını buldu ve ondan sonra altınlar kesildi. Altınların kesildiğini gören abid, hiddetle yine baltayı omuzladı ve ağacı kesmek üzere yola çıktı. Yolda yine aynı ihtiyar ile karşılaştı. Yine ihtiyar nereye gittiğini sordu, ağacı kesmeye gittiğini söyledi. Bunun üzerine ihtiyar:
"Geçmiş olsun, sen onu daha yıkamazsın.” diyerek dövüşmeye başladılar. Bu defa ihtiyar abidi ayaklarının altına alarak kuş gibi oynatmaya başladı ve abid'e:
"Ya bu fikrinden vazgeçersin, ya da seni boğazlarım." dedi. Abid bir şey yapamayacağını anlayınca, ihtiyara:
"Beni bırak ve bana ilk önce nasıl sana galip geldiğimi ve şimdi senin beni nasıl mağlup ettiğini anlat!" dedi. Şeytan:
"İlk hiddet ve çıkışın Allah için idi, niyetin ahiret sermayesi idi. Onun için Allah-u Teala seni galip getirdi. Fakat bu sefer ki hiddetin ve çıkışın dünyalık içindir. Altınlar gelmiyor diye kızdın, onun için ben seni mağlup ettim." dedi.
Şeytanın elinde bir kuş gibi olmayalım. Samimi olup, her şeyimizi Allah için yaparsak şeytan bizim gölgemizden dahi kaçar. Çünkü o zaman Allah-u Zülcelal'in kuvveti, azameti ve yardımı bizimle beraber olur. Böyle olduğu zaman da şeytan önümüzde duramaz. Onun için namazlarımızda, virdimizde bir gevşeklik meydana geldiği zaman, günahlara karşı meyilli olduğumuz zaman, samimi bir şekilde Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe edersek, Allah-u Zülcelal bize yardımını, kuvvetini gönderecektir. Yeter ki rızası için ruhumuzu feda edeceğimizi bir görsün.
Böyle gördüğü zaman inşaallah bizi günahlardan daha muhafaza eder, salih amelleri yapmayı da bize nasip eder.
Abdurrahman bin Ziyad şöyle anlatmıştır:
Musa aleyhisselam topluluklardan birinde oturuyordu. Yanına iblis geldi. Başında renkli bir kavuk vardı. Musa aleyhisselam'ın yanına gelince kavuğunu çıkardı sonra başına koydu ve selam verdi. Musa aleyhisselam:
“Sen kimsin?” diye sordu.
“Ben iblisim.” deyince:
“Niçin geldin?” diye sordu. İblis:
“Allah katında yüce dereceni biliyorum. Onun için sana selam vermeye geldim.” dedi. Musa aleyhisselam:
“Başındaki bu kavuk nedir?” diye sordu. İblis:
“Bununla Ademoğlunun kalbini çalarım.” dedi. Musa aleyhisselam:
“Bana öyle bir günahı anlat ki, Ademoğlu onu işlediği zaman sen ona galip gelmiş olasın.” dedi. İblis şöyle anlattı:
“Kendini beğendiği, amelini çok bulduğu ve günahını unuttuğu zaman ben ona galip gelirim.”
İşte bunlara çok dikkat etmek lazımdır. Her insan kendi kuvvetine göre, Allah-u Zülcelal'i razı etmek için gayret göstermelidir. Allah-u Zülcelal'in hukuku öyle büyüktür ki, onu hiç kimse yerine getiremez. Fakat O'ndan samimi olarak rızasını istersek, inşaallah bize nasip edecektir.
Bazı Evliya zatlar bir yerden geçerken bir çoban gördüler. Çobanın koyunlarının yanında kurtlar da vardı. Çobana:
"Kurtla koyun ne zaman bir arada gezer?" diye sordular. Çoban dedi ki:
"Çoban kendi Rabbi ile sulh yaptığı zaman, O'nun dediklerini yerine getirip O'nu razı ettiği zaman, koyunlarla kurtların arası da sulh olur."
Bu anlatılanların hepsi Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametine delalet etmektedir. İnsan Allah-u Zülcelal'i razı ettiği zaman, her şey çok kolay olur. Dünyada böyle mükafat veriyor, kimbilir ahirette nasıl verecektir. Zaten bizim için önemli olan ahirettir. Bunları örnek olarak anlatmamızın sebebi, Allah-u Zülcelal razı olduğu kimseye dünyada böyle mükafat veriyor, ahirette daha fazla verecektir, bunu iyice idrak etmemiz içindir.
Başta kendime söylüyorum:
"Bu güne kadar olan her şey geçti. Bundan sonra inşaallah elimden geldiği kadar Senin rızan için her ne varsa onları yapmaya gayret edeceğim. Senin gazabına sebep olacak şeylerden de kendimi muhafaza edeceğim." diyerek Allah-u Zülcelal'e söz vermemiz lazımdır.
Bu, bizim için çok büyük bir fırsat ve menfaattir. Şaşkın gibi gevşek bir şekilde şeytanın elinde kalmak çok yanlıştır. Bundan kendimizi kurtarmamız, Allah-u Zülcelal'e dönmemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Allah' a Kulluk


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com :// Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, cennetlerde ve ırmakların başındadırlar. (Onlara) "Selametle, güven içinde girin!" denilir." (Hicr; 45-46)

Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de hariç olmamak üzere (hepsi) muhakkak apaçık bir kitapta (yazılı) dır." (Sebe; 3)

Dünyada ister günah olsun, isterse sevap olsun her ne yapmışsak, kıyamet gününde zerre kadar kaybolmamak şartıyla karşımıza çıkacaktır. Peki kıyamet gününde Allah-u Zülcelal tarafından kendisine: "Selametle, güven içinde (cennete) girin!" denilmesini kim istemez? Herkes ister. Ama sadece istemek doğru değildir. Onunda bazı şartları vardır. Nasıl dünyadaki bazı nimetleri elde etmek için istemek yeterli gelmeyip, çaba göstermek gerekiyorsa; ahiretin nimetlerini kazanmak içinde yalnızca istemekle kalmayıp, biraz çaba göstermek lazımdır. Bizden önceki insanlarda Allah-u Zülcelal'in kuluydular. Allah-u Zülcelal'in yanındaki nimetlere öyle meraklıydılar ki, gece gündüz hiç akıllarından çıkmıyordu.


Anlatıldığına göre, bir gün birkaç alim, Rabia-i Adeviyye'nin yanına gitti ve ona: "Neden evlenmiyorsun?" diye sordular. Rabia-i Adeviyye onlara şöyle dedi:"Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi: "Acaba ben son nefesimde imanımı kurtarabilecek miyim?" O kimseler: "Biz bu sualin cevabını söylemekten aciziz." dediler. Rabia-i Adeviyye tekrar:"Kıyamet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?" diye sordu. O kimseler bu soruya da:"Biz bu sualin cevabını söylemekten aciziz." dediler. Rabia-i Adeviyye tekrar:"Herkesin hesabı görüldükten sonra bir grup cehenneme ve bir grup cennete giderken, acaba ben hangi grupta bulunacağım?" diye sordu. O kimseler şaşırarak:"Biz bu sualin cevabını da söylemekten aciziz." dediler.

Bunun üzerine Rabia-i Adeviyye onlara şöyle dedi:"O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lazım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim!"


İşte herkes böyle olmalıdır. Rabia-i Adeviyye'nin bu hali herkes için büyük bir derstir. Eğer bunları dünyada biraz olsun düşünmeyip, önümüze her geleni yaparsak, kıyamet gününde perişan oluruz. O gün pişmanlık günüdür. O gün herkes pişman olacak ama o gün pişmanlık da fayda vermez.

Sorguya Çekileceğiz


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com // Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle beraberdirler." (Nisa: 69)
Demek ki Allah-u Zülcelal, insanın ahirette ne şekilde olacağını bu dünyada bildirmiştir. İnsan, Allah ve Resulünün emir ve nehiyle-rine riayet ederse, kıyamet günü Peygamberler, şehitler ve sıddıklarla beraber olacaktır.
Bizim bu zamanımız öyle bir zamandır ki, insan, Allah-u Zülcelal'in nimetlerine karşı nasıl cevap vereceğini şaşırıyor. Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Sonra, and olsun ki, kıyamet günü, (dünyada) sizlere verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz." (Tekasür; 8)
Biz görüyoruz ki, soframızda nice nimetler vardır. Nice çeşitli yemekler yiyoruz. Peki bu nimetlere karşı Allah-u Zülcelal'e hangi dil ile cevap vereceğiz, hangi amel ile O'na cevap vereceğiz? Bizler, gece gündüz affolunmak için ağlasak yine de azdır.
Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Ey Habibim! Onları kendi hallerine bırak, doyuncaya kadar yesinler, dünya lezzetleri ile lezzetlensinler. Emel onları gaflete düşürsün. Onlar gelecek zamanda başlarına gelecekleri bileceklerdir." (Hicr; 3)
Az yemek yiyenin nefsi zayıf olur. Nefsi zayıf olunca, vücudun bütün azalarında nefsin tasarrufu da o derece azalır, kesilip gider. Nefsin tasarrufu gidince, aklın tasarrufu gelir. Akıl nuru, göz nuru gibi değildir. Duvarların ardındakini göz göremez, ama akıl görür. Yemek çok yendiğinde, bedende aklın tasarrufu kesilir. Tasarruf nefsin eline geçer. Nefsin tasarrufu ile olan işler hep hatadır. Hatalı olduğu gibi dine muhaliftir. Öyle ise çok yemek gönlü karartır ve basiret gözünü kör eder.
Ebu Talib el-Mekki şöyle demiştir:
"Bu karın dedikleri, kamış gibidir. İçi boş olduğunda, güzel ses verir; içi dolu olduğunda, asla ses seda vermez."
İnsan karnı söyleyicidir. İçi boş olsa, hep hikmetten söyler, her söylediği hoş olur. Uykuyu az uyur. Seherde uyanıktır. Çok yiyen kimseler kuşluğa kadar uyurlar. Niçin uyumasın ki, midesinde yemeklerin buharı vardır. Böyle olunca nefs-i emmarelik sıfatı galip ve hükümran olur.
Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle buyurmuştur:
"Bu ümmet arasında ilk çıkan bid'at çok yemek oldu. Ondan sonra diğer bid'atlar yüz gösterdi. Resulullah zamanında ümmet, çok yemekten korkardı. Aksi halde imanın lezzetini, İslam'ın tadını bulamayız, derlerdi."
Şeytan, nefsin istek ve arzularını kullanarak yaklaşır, baskı kurar. Nefs aşırı emellerle ve boşuna kuruntularla insanı avutur. Zira vurdum duymazlık, gaflet, rahata düşkünlük, tembellik ve miskinlik, nefsin özelliğidir.
İnsan dünyada neyi sever ve neye aşık olursa, daima ondan bahseder. Bir genç, bir kıza aşık olduğu zaman, herhangi bir arkadaşını gördüğünde hemen ondan bahseder. Bir tüccar malını sevdiği için, nerede oturursa otursun, malından bahseder.
Allah-u Zülcelal'e aşık olan kimse de nerede oturursa otursun, Allah-u Zülcelal'den bahseder. Böyle davranmadığımız takdirde Allah-u Zülcelal, kural ve kaideye göre, bizi yalancı çıkaracaktır.
İnsan bir gün tek başına kabre girecektir. Orada ne mal ne de aile efradı, hiç biri olmayacak, tek başına kalacaktır. Fakat yanında iman nuru ve salih amel götüren kimseye ne mutlu!..
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"(Ey Muhammed!) İnsanları, azabın geleceği gün ile korkut. O gün, zalimler şöyle diyecekler: "Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir zamana kadar ertele de senin davetine uyalım ve Peygamberlere tâbi olalım." (İbrahim; 44)
Bizler, Allah-u Zülcelal'in ayetlerinden gafil olmamalıyız. Allah-u Zülcelal çok şefkat ve merhamet sahibidir. O, kıyamet gününde bizleri azabı ile azablandırmayı istemiyor. Daima bizleri ayet-i kerimelerle ikaz ediyor. Bizim de bu durumdan gafil olmamamız gerekir.
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığı gibi, insan kıyamet gününde böyle diyecek ve tekrar dünyaya dönerek amel yapmak isteyecektir. Fakat bu durum Allah-u Zülcelal'in koymuş olduğu kural ve kaide dışındadır. Onun için biz ölmüş ve Allah-u Zülcelal bizlere müsaade etmiş ve tekrar dünyaya gelmişiz gibi kendimizi ayarlamamız gerekir.
İsa aleyhisselam şöyle buyurmuştur:
"Dünyayı üç gün olarak kabul et:
Birincisi; dün gelip gitmiştir, ondan yana elinde bir şey yoktur.
İkincisi; yarına kavuşacak mısın, kavuşmayacak mısın bilemezsin.
Üçüncüsü; içinde bulunduğun gün, bu günün kıymetini bil ve değerlendir."
Hatta dünya üç saatten ibarettir.
Birincisi; geçip giden saat.
İkincisi; kavuşup kavuşamayacağın bilemediğin saat.
Üçüncüsü; içinde bulunduğun saattir. O halde bu saatin kıymetini bil ve değerlendir.
Hatta dünya üç nefesten ibarettir.
Birincisi; geçip giden nefes.
İkincisi; kavuşup kavuşamayacağını bilemediğin nefes.
Üçüncüsü; almakta olduğun nefestir.
Zira, senin sahip olacağın tek nefesten ibarettir. O halde, bu tek nefes içinde, taat işlerine koş ki, asi gitmeyesin. Ölmeden, o nefesi tevbeye ver. Bilemezsin, belki de ikinci nefese geçmeden ölmüş olursun.
Anlatıldığına göre, adamın biri, çölde yürüyordu. Bir gün, şeytan onunla arkadaş oldu. O adam; sabah, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı namazını kılmadı. Akşam olunca o adam uyumak istedi. Hemen şeytan onu bırakıp kaçtı. Şeytan kaçarken o adam:
"Neden benden kaçıyorsun?" diye seslendi. Şeytan:
"Nasıl kaçmam ki? Ben ömrümde Yüce Allah'a bir kere asi geldim, onun için ebedi lanete uğradım. Sana gelince, bir günde beş kere Yüce Allah'a asi geldin. Allah'tan korkarım ki; sana gazab eder, senin sebebinle beni de kahreder!" diye cevap verdi.
İşte namazımıza tam dikkat edip, kıyamet gününü sanki bugün olacakmış gibi bilmemiz gerekir. Bakın bizden öncekiler gittiler. Biz de nöbetimizi bekliyoruz ve bizim nöbetimiz de bir gün bitecektir.
Bakın Ebu Derda radıyallahu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Elinizden geldikçe kendinizi dünya işlerine fazla kaptırmayınız. Biraz da ibadet için vakit ayırınız. Zira kimin gailesi sırf dünya olursa, Allah işlerini dağıtır. Fakirliği iki gözünün arasına getirir. Hep fakir olduğunu sanır.
Kimin de gailesi daha çok ahiret olursa, Allah işlerini toparlar, huzurunu arttırır. Zenginliği kalbine yerleştirir. Gönül zenginliğinde huzur bulur.
Kim kalbini Allah'a bağlarsa, Allah mü'minlerin kalbinde ona sevgi ve merhamet yaratır, meydana getirir. Herkes onu sever. Hakkında hayırlı olan herşeyi ona hızla yaklaştırır." (Taberani, Beyhaki)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:
"Rabbiniz şöyle buyurur: EyAdemoğlu! (Kulum) Kendini ibadetime ver ki, kalbini kanaatle, elini malla doldurayım. Ey Ademoğlu! Benden uzaklaşırsan (ibadeti terkedersen) kalbini fakirlikle (aç gözlülükle) doldurur, elini de faydasız şeylerle oyalarım." (Hakim)
Bunun için bizlerde, dünyada devamlı olarak Allah-u Zülcelal'in zikri ile meşgul olmaya çalışırsak ve Allah-u Zülcelal'in istediği, emrettiği şekilde kulluk vazifelerimizi yapmaya gayret edersek, kabre girdiğimizde ve mahşer yerine vardığımızda da Allahu Zülcelal bize rahmeti ile muamele edecektir inşallah.
Unutmayalım, Allah-u Zülcelal bizden hakiki ve samimi bir şekilde kulluk istemektedir. Bunun yoluda O'nun emrettiği, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in gösterdiği ve sadatların yaşadığı yoldan gitmekle mümkündür.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Seher Vaktinin Kıymeti


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:// Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "(Bu nimetler) Sabreden, doğru olan, huzurunda boyun büken, infak eden ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir.)" (Al-i İmran; 17)
Görüldüğü gibi, seher vaktinde Allah-u Zülcelal'e yalvararak tevbe istiğfar eden kimseleri, Allah-u Zülcelal bu ayet-i kerimede methetmiştir. Daha sonra seher vaktinde istiğfarda bulunan kimselerin, güzel bir amel işlediklerini beyan etmiştir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Allah-u Teala, her gecenin üçte biri kalınca rahmeti ile dünya semasına iner ve şöyle buyurur: Mülkün sahibi benim. Dua eden kim ise, onun duasını kabul edeyim. Kim benden bir şey isterse, ona vereyim. Kim benden bağışlanmayı isterse, onu bağışlayayım." (Buhari, Müslim)
İnsan, Allah-u Zülcelal'in rahmetine muhtaç olarak, geceleri hiç olmazsa uykusundan az bir miktar feda ederek Allah-u Zülcelal'e en azından iki rekat namaz kılarsa, bu fedakarlığa bakarak Allah-u Zülcelal de:
"Kulum, diğer insanlar uykudayken, uykusunu bölüp bana ibadet yaptı." diyerek, o kulunu af ve mağfiret edebilir. Yeter ki insan onun affına müşteri olsun.
Geçmiş Evliyaların yaşantılarına baktığımız zaman, ömürleri boyunca seher vakitlerini ibadetle geçirdiklerini görürüz. Nitekim Şakik-i Belhi şöyle demiştir:
"Kabrimin aydınlık olmasını istedim, onu seher vaktinde namaz kılmakta buldum."
Onun için her insan her ne kadar onlar gibi yapamıyorsa da, denizden bir damla da olsa hiç olmazsa onlara mutabaat yapmaya gayret göstermesi gerekir.
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal Davud aleyhisselam'a şöyle vahyetmiştir:
"Ey Davud! Akşamın karanlığı yayılınca yatıp sabaha kadar uyuyan kimse, beni sevdiğine dair iddiasında yalancıdır."
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında gece uyanmadan sabahlayan birinden bahsettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: "Şeytan onun kulağına bevl etmiştir." buyurdu. (Buhari, Müslim, Nesai)
Gece ibadeti, ahirette çok büyük mükafatları kazanmaya vesiledir. Bütün bunlardan sonra, insan gece uykusundan fedakarlık yaparak korku ve ümit içerisinde Allah-u Zülcelal'e yalvarmalıdır. İnsan nasıl ki bir yolculuğa çıkarken hazırlık yapıyorsa, kıyamet yolculuğunda da gece ibadeti gibi kendisine faydalı olacak esbablara sarılmalıdır.
Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilemez." (Secde; 17)
Demek ki ibadetle vaktini geçiren kimse, kendisi için hazırlanan mükafatı ve hazineleri bilemez. Onun için bundan kendimizi mahrum etmeyelim.
Bu kıymetli olan mükafatın, herkes kendisine nasip olmasını ister. Fakat dünya muhabbeti, nefs ve keyf-ü sefa, insana hicap ve mani oluyor.
İnsanın kalbi bir kale gibidir. Şeytan, insanın kalbine girip orasını istila etmek ister. Buna göre insana düşen görev, kalbinin düşmana karşı giriş yerlerini kapamaktır. İnsan bu kapıları kapatırsa, şeytanın kalbine girmesine mani olmuş olur. Peki, bu kapılar nedir? İşte bunu insanın bilmesi gerekir. Bu kapılardan bir kaç tanesini izah edelim.
Mesela kızmak! Kızmak, insanın aklını tesirsiz hale getirir. Dikkat edersek, bir insan kızdığı zaman akılsızca davranışlarda bulunuyor. Onun için Vehb bin Münebbih şöyle demiştir:
"İnsan kızdığı zaman, çocuğun top ve topaçla oynaması gibi, şeytan onunla oynar."
Bir adam: "Ey Allah'ın Resulü! Beni Allahu Teala'nın kızgınlığından hangi amel korur?" diye sordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Senin O'nun kullarına kızmaman." (Taberani)
Burada kıyamet gününe inanan mü'minler için çok büyük bir ders vardır. İnsan Allah'ın yarattıklarına karşı şefkatli davranıp kızmaması lazımdır. Bununla birlikte Allah-u Zülcelal'in gazabından da muhafaza olunur. Allah-u Zülcelal'in gazabından muhafaza olmak, insan için en büyük ni'mettir. Önümüze her hangi kızabileceğimiz bir olay geldiğinde bu hadis-i şerifi hatırlamak lazımdır. İnsan bu şekilde bu hadis-i şerifi hatırlayıp da kızmaktan vazgeçerse, Allah-u Zülcelal de o kuluna kıyamet gününde inşallah gazabı yerinde rızasını nasip edecektir. Onun için bu emirleri yerine getirmeye gayret edelim...
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem birgün ashab-ı kirama:
"Size göre pehlivan kimdir?" diye sordu. Ashab-ı kiram:
"Pehlivan sırtı yere getirelemeyendir." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Hayır! Gerçek pehlivan, kızdığı anda kendine hakim olan kimsedir." (Müttefekun Aleyh)
Onun için hiç kızmamak gerekir. Anlatıldığına göre, bir adam Rebi bin Haysem'e kötü bir söz söyledi. Rebi bin Haysem kızmayıp: "Cennetle aramda bir mesafe vardır. Eğer onu aşamazsam, ben senin söylediğinden daha kötüyüm." diye karşılık vermiştir.
Evet, kızgınlığı yutmak Peygamberlerin, velilerin ve alimlerin huyudur. Kızmak ise zalimlerin, hainlerin ve cahillerin ahlakıdır.
Önceki bir semavi kitapta şöyle denilmiştir:
"Ey İnsan! Kızdığın zaman beni hatırla ki, bende kızdığım zaman seni hatırlayayım da seni de azabımla helak ettiklerim içinde helak etmeyeyim."
Bir gün bedevilerden biri Hz. Ömer radıyallahu anh'a:
"Vallahi sen adaletle hükmetmiyor ve bol vermiyorsun!" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh öfkelendi. Öyleki kızdığı yüzünden belli oldu. O vakit orada bulunanlardan bir kişi: "Ey mü'minlerin emiri! Allahu Zülcelal:
"Affa sarıl, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir." (A'raf; 199) buyuruyor. Bu adam cahillerden biridir." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh'in kızgınlığı dindi ve adamı affetti.
İnsan ne vakit öfkesini yutarsa Allah için yutmalıdır. Bunun Allah nezdinde sevabı çok büyüktür. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Her kim öfkesini yenerse Allah o kimseden azabını men eder. Her kim Rabbine istiğfar ederse Allah onun istiğfarını kabul eder. Her kim dilini kötü söylemekten muhafaza ederse Allah o kimsenin ayıplarını örter." (Beyhaki)
Öfkelenen kişi euzü besmele çekmeli ve kelime-i tevhidi söylemelidir. Ayakta ise oturmalıdır. Oturuyorsa yan üstü yatmalıdır. Soğuk su ile abdest alması da müstehaptır. Zira öfke ateştendir ve ateşi de su söndürür.
İnsan Allahu Zülcelal'in kullarına kızmayıp, onlara karşı şefkat ve merhametli olması lazımdır. Bu güzel sıfatı elde edebilmek içinde hem Allahu Zülcelal'den istemeli ve hem de gayret göstermelidir. Bu tavsiyeleri yerine getirdiğimiz zaman kızmamız gider ve şeytan, kızmamızdan fırsat bulup, bizi günaha götüremez.
Şeytanın kalbe giriş yollarından birisi de kıskançlık ve hırstır. Kıskançlık ve hırs, insanı mahveder. Bunlar da şeytan için büyük bir fırsattır. Bu konuda Evliyalardan bir zat şöyle anlatmıştır:
"Kıskançlıktan sakınınız. Çünkü kıskançlık, gerek göklerde ve gerekse yeryüzünde Allah'a karşı gelmeye ilk yol açan günahtır. Bilindiği gibi şeytan, Adem aleyhisselam'ı kıskandığı için:
"Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın!" diyerek ona secde etmek istememiş ve kıskançlığı yüzünden Allah'ın lanetine uğramıştır. Hırsın ilk örneği de Adem aleyhisselam da görülmüştür. Bilindiği gibi Adem aleyhisselam'a:
"Şu ağaç dışında her şey sana mübahtır." dendiği halde, hırsı kendisini o yasak ağacın meyvesinden yemeye sürüklediği için cennetten çıkarılmıştır.
İnsanın dağlar kadar ameli de olsa, kıskançlık bütün bu amellerin sevabını yok eder. Halbuki insan binbir zahmetle, nefsini zorlayıp amel yaparak sevap kazanıyor, bu sevaplarını da kıskançlık yaparak boşu boşuna mahvetmesi çok yazıktır. Hased eden kimse Allahu Zülcelal'in ni'metlerinin düşmanıdır. O'nun takdirine kızgındır. O'nun kulları arasındaki yaptığı taksime razı değil demektir.
Hırs da; dünya malının üstüne haris, yani arzu sahibi olmaktır. Mesela, kadının altına ve güzel elbiselere meraklı olması, erkeğin de ticarette çok mal biriktirme sevdasına tutulmasıdır. Bazı insanlar çok mal biriktirmeye çalışıyor ve bu nedenle namazdan, ibadet ve zikir-den maalesef geri kalıyor. Fakat insan hırsla değil, ancak kanaatle zengin olur. Onun için denilmiştir ki:
"Kanaattan daha üstün bir zenginlik, haris (hırslı) olmaktan da daha şiddetli bir fakirlik yoktur. Çünkü insanın rızkı, henüz annesinin karnında yüzyirmi günlük iken yazılmaktadır."
İnsanın az bir şeyi olsa da kanaat etse, yine zengin olur. Fakat insan ihtiras sahibi olursa, bütün dünya da kendisinin olsa, bu dünya ile yetinmeyip ikinci bir dünya isteyecek olursa, içinde daima huzursuzluk meydana çıkacaktır.
Şeytanın diğer giriş kapıları ucub, kibir ve cimriliktir. Bütün manevi hastalıkların kapısı da bunlardır. İnsan bu manevi hastalıklardan kolay kolay kurtulamaz. Ancak bu hastalıklardan, bir Evliyanın elinde tevbe etmekle kurtulunur. Daha sonra zikir ve hizmet yapmakla, insandan bu manevi hastalıklar izale olur. Allah-u Zülcelal herşeyi kural ve kaideye bağlamıştır.
İnsan, kural ve kaidelere, Allah-u Zülcelal'in zikrine, ibadetine devam ede ede ve tevbe etmek suretiyle zamanla bu manevi hastalıklardan kurtulur. İnsandan bu manevi hastalıklar zail olduktan sonra, kolaylıkla Allah-u Zülcelal'in ibadetini yapabilecek duruma gelir.
Şunu iyi bilmeliyiz ki; Allah-u Zülcelal'in ibadetinde devamlı olursak, o zaman dünya bizim için hayırlıdır. Aksine dünyaya müptela olursak, dünya bizim için hayırlı değil demektir.
Ebu Hureyre radıyallahu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Size hayırlınızın kim olduğunu söyleyeyim mi? Hayırlınız, ömrü uzun, amelleri güzel olanınızdır." (Ahmed bin Hanbel, İbn Hıbban, Beyhaki, Hakim)
İşte bunu böyle bilmeliyiz. Eğer biz ömrümüzü salih amel işle-yerek geçiriyorsak, o zaman dünyada kalmak bizim için hayırlıdır. Bu durumda Allah katında zengin oluyoruz demektir. O da yaptığımız amele göre bize mükafaat verecektir. Yok eğer -Neuzübillah- günahlara müptela isek, o zaman dünyada kalmak bizim için hayırlı değil, şerlidir demektir.
Ahmed bin Sehl şöyle anlatmıştır:
"Bir gece rüyamda Yahya bin Eksem'i görerek: "Ey Yahya, Rabbin sana ne şekilde muamele etti?" diye sordum. Bana şöyle dedi;
"Allah, "Ey kötü ihtiyar, yaptın yapacağını!" deyince, buna karşılık ben de O'na:
"Dünyada bana merhamet yapacağına umutluydum. Ya Rabbi! Ben sadece sana dayanan bir sözü naklettim." dedim. Allah-u Zülcelal bana:
"Nasıl naklettin?" diye sorunca, şu cevabı verdim:
"Ben Abdurrezzak'dan, Abdurrezzak Muammer'den, Muammer Zühri'den, Zühri Urve'den, Urve Hz. Aişe'den, Hz. Aişe Peygamberimizden, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Cebrail'den, Cebrail de Sen'den duyduğuna göre, Sen şöyle buyurdun:
"Ben, İslam da ağaran saç ve sakala azap etmekten haya ederim."
Allah-u Zülcelal bu sözlerime şöyle cevap verdi:
"Bu söylediklerinin hepsi doğru söylediler, ben de doğru söyle-dim. Ey Yahya! Ben gerçekten müslüman olarak ihtiyarlayanları azaba çarptırmam."
Sonra Allah-u Zülcelal amel defteri sağdan verilenlerle birlikte, benim de cennete sevkedilmemi emretti."
İşte biz de Allah-u Zülcelal'den ümitli olalım. Hem dünyada ve hem de ahirette O'ndan hayır isteyelim. O'nun affını isteyip, daima O'na yalvaralım.
Anlatıldığına göre, İmam-ı Maturidi'nin hocası, seksen yaşına vardıktan sonra talebesine:
"Git bana seksen yaşında bir köle getir. Ben seksen yaşında bir köle azad edeyim ki, Allah-u Zülcelal de kıyamet günü beni cehennem ateşinden azad etsin." dedi ve talebesi olan İmam-ı Maturidi'yi çarşıya gönderdi.
İmam-ı Maturidi çarşı pazarı aradı, fakat seksen yaşında hiç köle göremedi. Çünkü köleler seksen yaşına varmadan önce ihtiyarladıkları için azad oluyorlardı. İmam-ı Maturidi bu şekilde çarşı pazarı dolaştıktan sonra tekrar hocasının yanına geldi ve:
"Hocam bulamadım. Herkes diyor ki; seksen yaşında köle olmaz. O yaşa gelmeden önce onlara merhamet ederek azad ederler. Onun için seksen yaşında köle bulamadım." dedi. Bunun üzerine hocası şöyle dedi:
"Ya Rabbi! İnsanlar kul olduğu halde kölelerine merhamet edip azad ediyorlar. Oysa ben Senin kulun ve kölenim. Seksen yaşına geldim ve zayıfladım. Bana merhamet ederek kendi ateşinden azad et."
İşte biz de daima bu şekilde Allah-u Zülcelal'e yalvaralım. Bu şekilde Allah-u Zülcelal'e yalvardığımız zaman, O bize merhamet edecektir. Fakat hiçbir şey yapmamışız gibi, şimdi işimiz yerinde diye emin olursak, kıyamet gününde çok perişan oluruz.
Bazı insanlar: "Ben hasta oldum, virdimi çekemiyorum, namazım biraz ağır geliyor, teheccüde kalkamıyorum." diyorlar. Fakat: "Ben hasta oldum, şeytan benim kalbimi istila etmiştir, o şeytanı kovmak için hemen çaba sarfetmem lazımdır." demiyorlar. İşte böyle, sanki hiç bir şey olmamış gibi davranamayız.
Mesela kolu kırılan bir insan hemen doktora gidiyor. Çünkü gidip tedavi olmazsa ya kolu kesilir veyahut da ölür.
Manevi yönden hasta olan insan da aynen böyledir. Eğer bu insan -Neuzübillah- tedavi olmazsa, sonu cehennem ateşi olabilir. Onun için hemen tedavi olmamız gerekir. Ahiret bakımından hasta olmak, ebedü'l-ebed olan hayatı tehlikeye atmak demektir. Tedavi olmayıp bu şekilde kalmak doğru değildir.
Onun için her gün kendi nefsimizle hesap görelim. Nefsimize:
"Ey nefsim! İşte durum böyledir. Senin Rabbin, senin Peygamberin sana bu şekilde nasihatta bulunuyor. Sen de kendini ona göre ayarla!" deyip devamlı olarak hesap görmemiz lazımdır.
Şunu iyi bilmeliyiz ki, hakikatler Allah-u Zülcelal'in yanındadır. Hakikat ne ise, mutlaka kıyamet günü açığa çıkacaktır. Haklı isek ne âlâ, eğer -Neuzübillah- haksız isek sonumuz felakettir. Onun için daha fırsat elimizde iken kendimizi düzeltmemiz gerekir.
Eğer tek başımıza yapamıyorsak, gelin elele vererek, cemaat şeklinde Allah-u Zülcelal'e ibadet yapalım ve O'nun rızasına beraber gidelim. Bunun için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Kim İslam cemaatinden bir karış ayrılırsa, İslam halkasını boynundan çıkarmış olur." (Ebu Davud, Tirmizi)
Bunun için hep birlikte el ele verelim ve Allah-u Zülcelal'e yönelelim.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...