28 Temmuz 2011 Perşembe

Oruç tutmamayı mubah kılan özürler

http://sabrikontek.azbuz.com :} 1- Hastalık: Hasta olan veya oruç tutunca hastalığı artan kimse, oruç tutmaz veya tutuyorsa bozabilir. Hastaya bakan da, hastaya bakmak için sıkıntıya girerse, oruç tutmayabilir.

2- Sefer: 104 km uzağa giden kimse, 15 günden az kaldığı yerde seferi olur. Yolculukta sıkıntı olur, iş aksar veya kazaya sebep olacak bir durum olursa, orucu kazaya bırakmak caiz olur. Hadis-i şerifte, (Seferde sıkıntı içinde oruç tutmak, takva sayılmaz) buyuruldu. (Buhari)

3- Gebe ve emzikli olmak: Kendine veya çocuğuna bir zarar gelecekse, gebe ve emzikli kadın oruç tutmaz. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, gebeyle emzikli kadına oruç tutmaması için ruhsat verdi, orucunu tehir etti) buyuruluyor. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)

Emzikli kadın, kendi çocuğunu veya başkasının çocuğunu emzirse de hüküm aynıdır.

4- Açlık ve susuzluk: Kendisinde şiddetli açlık ve susuzluk meydana gelen kimse, ölüm tehlikesi varsa veya aklı gidecekse yahut hastalanıp bir zarara uğrayacaksa orucunu bozabilir.

5- İhtiyarlık: Oruç tutamayan yaşlı kimsenin, iyileşme ihtimali de yoksa tutamadığı günler için fidye verir. 30 günün fidyesi 53 kg. undur. Veya 53 kg un alacak altın da verilebilir.

6- İkrah: Oruçlu, (Orucunu bozmazsan seni öldürürüz veya bir uzvunu keseriz) diye tehdit edilmişse, dediklerini yapmaya güçleri yetiyor ve blöf yapmıyorlarsa, oruçlunun orucunu bozması mubah olur.

Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevabdır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. (Tirmizi)

Oruç tutamamak
Sual: Çalıştığımız yer çok sıcak, oruçlu olunca çalışmam imkânsız. İzin de vermiyorlar. Çalışmasam çoluk çocuk nafakasız kalacaktır. Oruç tutmayıp kışın kaza etmem caiz olur mu?
CEVAP
Nafakaya muhtaç kimse, çalışınca hasta olacağını anlarsa, orucu bozar. Ücretle çalışmayı sözleşmişse ve iş sahibi, ramazanda izin vermiyorsa, kendinin ve ailesinin nafakası mevcut olan, orucu bozmaz, çünkü böyle kimsenin dilenmesi haramdır. Kendinin ve ailesinin nafakasına malik değilse, orucun zarar vermeyeceği başka hafif iş bulması gerekir. Hafif iş bulamazsa, işinde çalışarak, orucu bozması caiz olur. Bunun gibi, ekin biçen kimseye ramazan ayının orucu ziyan verirse, yani oruçtan dolayı, ekini biçemeyip, ekin telef olursa yahut çalınırsa [veya bina yapılamayıp da yağmurdan yıkılmak tehlikesi muhakkak olursa] ve bunları ücretle yapacak bulamazsa, oruç tutmayıp, bu işlerini yapmak caiz olur. İş bitince, orucunu tutar ve ramazandan sonra da, tutamadığı günleri kaza eder. Günah olmaz. Susuzluktan hasta olması, ölmesi muhakkak olan herkes de, orucu bozup, kaza edebilir. Kefaret gerekmez. (Redd-ül-muhtar)

Orucu kazaya bırakmak
Sual: Ramazanda sıcak günlerde oruç tutmayıp, kışın kaza edilse sevabı az mı olur?
CEVAP
Dini bir mazeret olmadan, orucu kazaya bırakmak haramdır, büyük günahtır. Namazı da kazaya bırakmak böyle büyük bir günahtır. Her ibadet vaktinde yapılır. Size birisi, (30 gün yiyip içme, ben kış günü sana 30 aylık nafaka vereceğim) dese ne dersiniz? Yahut siz çok aç ve susuzken, (Şimdi yiyip içme, bir ay sonra bin ton ekmek ve bir ton su veririm) dese ne dersiniz?

Oruç ibadeti, dinî bir mazeretle kazaya bırakılırsa, tevbe edip kazası tutulunca sadece cezadan kurtulur. Ramazan-ı şerifte tutulan sevaba kavuşamaz. Ömür boyu oruç tutsa, ramazanda tutulan bir gün orucun sevabına kavuşamaz. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ benim ümmetime ramazan-ı şerifte beş şey ihsan eder ki, bunları hiçbir Peygamberin ümmetine vermemiştir: 1- Ramazanın birinci gecesinde oruca kalkana, Allahü teâlâ rahmetle nazar eder. Rahmetle nazar ettiği kul artık rahmete kavuşmuştur, hiçbir korku yoktur. 2- İftar vakti, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir. 3- Melekler, ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için dua eder. Melekler günahsız olduğu için duaları kabul olur. 4- Allahü teâlâ, oruç tutanlara mahsus olarak Cennette bir köşk ihsan eder. 5- Ramazan-ı şerifin son günü, oruç tutan müminlerin hepsini affeder.) [Beyheki]

(Allahü teâlâ, Ramazanın her akşamı iftar zamanında bir milyon kişiyi Cehennemden azat eder.) [Deylemi]

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Hoyratça Tüketim ve Nebevi Uyarılar

http://sabrikontek.azbuz.com :} Hayat mücadelesi ihtiyaçların karşılanması yolunda sergilenen çabadır. Yeme, içme, barınma, giyinme, savunma gibi hayatın sürdürülebilmesi için giderilmesi kaçınılmaz olan ihtiyaçlara temel ihtiyaçlar diyoruz. Bunların dışında birtakım sosyal ve kültürel ihtiyaçlar da söz konusu. Ancak, temel ihtiyaçlar giderilmeden bunlar birer ihtiyaç olarak hissedilmez. Hangi türden olursa olsun ihtiyaçların giderilmesi insanın maddi ve ruhi varlığı açısından büyük önem arz eder. Bu sebeple insan hemcinsleri ile ilişki kurmak, onlarla iş birliği yapmak, birbirine el uzatmak durumundadır. İnsanın sosyal bir varlık oluşunun temelinde bu gerçek yer alır. İslam bu insanlar arası ilişkiyi doğrudan insan-Allah ilişkisine yansıtarak kuvvetle teşvik eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumu “Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir.”(Buhari, Mezalim, 3.) şeklinde ifade etmektedir.

İhtiyaçların tatmin edilmesi için tüketim gerekiyor. Tüketim yeryüzünün sınırlı kaynakları üzerinden gerçekleşir. Bu yüzden kontrollü tüketim kaçınılmazdır. Dolayısıyla ihtiyacın sınırları gerçekçi olarak belirlenmeli ve bu sınırlar aşılmamalıdır. Tatmin edilen ihtiyaçlar şiddetini kaybeder. İşte burada durmak gerekir. Eğer bu noktada durulmaz ve tüketim devam ederse, kronik bir tatminsizlik hali ortaya çıkar. Tüketilen şeyler haz vermek yerine acı ve ıstırap kaynağına dönüşebilir. İnsanın, hasretini çektiği, eksikliğini duyduğu bir şeyler olmalıdır. Hayatın motor gücünü üreten ümit ve bekleyiş bir bakıma bu tür mahrumiyetlerin ürünüdür.

İhtiyaç-tüketim dengesinin bozulmasındaki önemli etkenlerden biri de “üretilmiş ihtiyaçlar”dır. Gündelik hayatımıza bakalım. Elbisemizi, televizyonumuzu, buzdolabımızı artık ihtiyacımızı karşılamadıkları için mi değiştirmek istiyoruz? “Eski buzdolaplarınızı şu kadar liraya sayıp sizi yepyeni bir buzdolabı sahibi yapıyoruz”, “Eski buzdolaplarınızı atın…”, türünden slogan-reklamların etkisi yok mu bizim bu kararı almamızda? “Bu yıl etek boyları diz altında olacak”, “Erkek kıyafetlerinde koyu renkler hâkim olacak” gibi haberler her yıl “ihtiyaç üretim merkezleri”nde hazırlanıp “moda dünyası”na servis edilmiyor mu? “Siz her şeyin en iyisine layıksınız” cümlesi kimin hoşuna gitmez. Bu duyguya kapılan insanın elindeki her şey bir anda onun gözünde değersizleşiyor. Kendisi de değersizleşmemek için bunlardan kurtulup kendisinin layık olduğu “en iyi”yi elde etmeyi amaçlar hale geliyor. Bu çok kere bilinçaltında oluştuğundan, makulleştirme yolu ile “buna gerçekten ihtiyacım var” noktasına gelmek de zor olmuyor. Böyle olunca da ihtiyaç olmadığı halde, sırf sahip olma isteğini tatmin etmek için satın almak artık normalleşiyor. İşte burası hem psikolojik hem de ekonomik anlamda dengenin ve vasatın dışında çıkıldığı yer oluyor. “İnsanın zekâsı, vasatı terk etmek için insanlığı terk ediyor. İnsan ruhunun yüceliği bu seyri koruyacağını bilmesinde yatar. Yücelik vasatın dışına çıkmak değil, tam aksine vasatta kalmak demektir. Tabiat bizi öylesine mükemmel bir şekilde vasat bir çizgiye yerleştirmiştir ki, terazinin bir kefesini değiştirecek olsak diğerini de değiştirmek gerekiyor.” (Blaise Pascal, Düşünceler, s. 147.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uyarısı işin formülünü veriyor: “İktisat eden darda kalmaz.” (Ahmed b.Hanbel, I, 447.) İbadet amacı ile de olsa bu ilkeyi çiğnemek söz konusu değildir. “Abdest almakta olan Sa’d’ın yanına gelen Rasulüllah ona ‘Bu ne israf!’ diye çıkışınca, Sa’d, ‘Abdest için harcanan su da israf olur mu?’ diye sordu. Bunun üzerine Allah’ın Rasulü, “Akmakta olan bir nehrin kıyısında abdest alıyor olsan bile…” (İbn Mâce, Taharet, 48.) diye cevap verdi. Demesi o ki Allah Rasulü’nün; nehrin akıyor, suyun geçip gidiyor olması abdest alanın gereğinden fazla su kullanmasını meşru kılmaz. Şu halde Allah Rasulü’nün maksadı, insanı tüketimde itidal noktasına getirmektir. Aynı yaklaşım şu uyarıda da kendini gösteriyor: “İsraf ve kibre düşmeden yiyin, için, giyinin, tasadduk edin.” (Buhari, Libas, 1.) Hadis-i şerifte insan ruhunun kuytu bir köşesine ışık tutulmaktadır: Doyuma ulaşmamış ruh, yaşadığı boşluğu gereksiz tüketim yoluyla sağlayacağı sahte büyüklük duygusu ile telafi etmeye çalışıyor. Çünkü harcama/tüketme imkânına sahip olanlar itibar görüyor. Oysa bu konuda asıl değer ölçüsü harcama imkânına sahip olmak değil, harcamanın/tüketimin nasıl ve nereye yapıldığıdır. Kur’an insandaki bu yanılgı yüklü yönelişi Karûn kıssası bağlamında sakınılması gereken bir örnek olarak gündeme getirir. (Kasas, 76-82.)

İç dünyasında boşluk yaşayan çağdaş insan bu boşluğu maddi yöntemlerle doldurmaya çalışıyor; makam, mevki, şan şöhret ve tüketimle. “Sahip olursam güçlü, dilediğimce ve alabildiğine harcarsam hür ve mutlu olurum.” yanılgısı hâkim. Oysa bizim dinî değerlerimizde mülkiyet hakkı dilediğince tüketim hakkı anlamına gelmiyor. Tüketme hakkı ihtiyaç ölçüsü ile sınırlıdır. “(Rahman’ın kulları) harcadıkları zaman israf da etmezler, cimrilik de. Onlar bu ikisi arasında dengeli bir tutum sergilerler.” (Furkan, 67.)

İnsanı bu tabii denge halinden uzaklaştıracak etkenler günümüzde her zamankinden daha çeşitli ve etkili. Malların vitrinlerde olduğundan daha güzel ve kaliteli görünecek şekilde, ışık ve renk oyunları altında sergilenmesi ve abartılı reklamlar gibi klasik “göz boyama” yöntemlerine daha kapsamlıları eklendi. Büyük alışveriş merkezleri bir yönü ile gereksiz tüketime yönelten mekânlar olarak faaliyet gösteriyor. Psikolojinin verileri buralarda acımasızca tüketime dönüştürülüyor. “Her şey elinizin altıda, gözünüzün önünde” bir ortamdasınız. Çalınan müzik bir rahatlık, bir mutluluk hissi veriyor ve müşteri kendini evinde gibi hissediyor. İnsan evinde dilediği şey üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bu rahatlıkla eliniz raflara uzanıyor. Bir tür hipnoz hali içinde “alışveriş” yapıyorsunuz. Sepetiniz doluyor ama gözünüz yine raflarda. “Ödeme kolaylığı” sağlayan kredi kartı vb. yöntemlerin itici güncünü de hatırlatmak gerekiyor. Böyle bir ortamda alışveriş bağımlılığını tetikleyecek bir durum söz konusudur. Bu da ihtiyaç gidermek için tüketmek yerine tüketmek için tüketmek gibi bir ruhi rahatsızlık haline işaret eder.

İslam, insanı tüketim hoyratlığına götürecek tuzaklardan koruyucu bir uyarı sistemine sahiptir. Temelinde israf yasağının yer aldığı bu sistem, kanaat, iktisat, nefis terbiyesi ve züht gibi araçlarla desteklenir.

İslam’ın telkin ettiği züht yönelişi, hayatı sürdürürken ihtiyaçların esiri olmama eğitimini temsil eder. Züht hayatı dünyaya ve onun nimetlerine, burada kalacağı oranda değer atfeden bir bakış açısıdır. Maddi olan karşısında takınılan mesafeli tutumdur; maddi olanın çekim alanı dışında kalmaktır. Yemek için yaşamak-yaşamak için yemek ikileminde doğru tercih yapabilmektir. Bu tercihte yaşanacak yanılgı sonucunda insan, mıknatısa yapışan demir tozları gibi iradeden soyutlanıp nefsi arzuların etki alanına girer. Yeme içme ve tüketme, hazların tatmini için temel yöntem haline gelir.

Beslenme ihtiyacı ile iştah/yeme isteği ayrı şeylerdir. Vücudun sağlıklı olması için gerekli gıda miktarı beslenme ihtiyacını temsil eder. Bu ölçünün aşılması ve yeme içmeye devam edilmesi halinde beslenme ihtiyacı iştaha indirgenmiş olmaktadır.

Belli bir refah düzeyine ulaşmış olan toplumlarda önemli sağlık problemlerinden biri de “aşırı beslenme” ve bunun sonucunda ortaya çıkan şişmanlık hastalığıdır. “Aşırı beslenme”yi tırnak işareti içine aldım, çünkü beslenmenin aşırısı olmaz. Aşırıya kaçan yiyip içme beslenme değil, oburluktur. İşte burada insanın kendi sağlığına kast etmesi söz konusudur. Şu Nebevi uyarılara bakınız: “İnsan midesinden daha fena bir kap doldurmuş değildir. İnsanoğluna kendisini ayakta tutacak yiyecekler yeter. Mutlaka daha fazla yemesi gerekiyorsa midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye ayırmalı, üçte biri ise boş kalmalıdır.” (Tirmizi, Sühd, 47.) “Canının her çektiğini yemek israftır.” (İbn Mace, Et’ime, 51.)

Şeyh Sadi-i Şirazî bu Nebevi uyarıları şöyle yorumluyor:

“İnsan isen yemeği ölçülü ye. Karnını bu kadar dolduruyorsun. Adam mısın, yoksa küp müsün? Kişinin içi gıda, zikir ve nefes yeridir. Sen onu sade ekmek yeri sanıyorsun. Hırs dağarcığına Tanrının yâdı sığar mı? Nefes bile onun içinde zar zor uzanır. Can besleyenler midesi dolu olanların hikmetçe boş olduğunun farkında değildirler. İnsanın iki gözü ile bir karnı vardır ki bunlar hiçbir şeyle doymazlar. Şu büklüm büklüm bağırsak boş kalsın, daha iyi. Hani yakacak şeylerle cehennemi doldururlar da o hâlâ; ‘daha yok mu?’ diye bağırır, işte onun gibi. Görmüyor musun, kurtları da, kuşları da tuzağa düşüren yemek hırsından başka bir şey değildir. Vahşi hayvanların karşısında boyun eğmeyen kaplan yemek yüzünden, fareler gibi tuzağa düşer.” (Sâdî, Bostan,[Çev. Hikmet İlaydın, M.E. B. İst. 1950] s. 227.)

Yaşamak için tüketmek, aşırılık ve israfın söz konusu olmadığı bir bilinç işidir. Ya tüketmek için yaşamak?

Dünyayı İmar Etmek

http://sabrikontek.azbuz.com :} Kerim Kitabımızda insanoğlunun yaratılış gayesini, hayatın nihai anlamını açıkça ifade eden pek çok ayet vardır. Bunlardan birisi bütün insanlığı birlikte ilgilendirir: “O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizden yeryüzünü imar etmenizi istedi.” (Hud, 61.) Bu ayet başta Ragıp el-İsfahani olmak üzere pek çok İslam bilgini tarafından müstakil eserlerde ele alınmış, bilhassa Farabi ve İbn-i Haldun gibi filozoflara ilham kaynağı olmuştur.

İnsanoğluna dünya hayatında bahşedilen zaman dilimine “ömür” denilmiştir. Ömür, imar ile aynı kökten gelir. İmar ile geçmeyen ömür, ömür değildir. İmar ile geçmeyen ömür mamur olamaz. Resul-i Ekrem’in buyurduğuna göre, kıyamet gününde insanın sorguya çekilmeden yerinden kımıldamayacağı hususların başında, gençliğini nerede çürüttün, gelir. Kişiye “ömrünü nerede/ne yaparak geçirdin” diye sorulacaktır. Farabi’nin “Erdemliler Şehri”/el-Medinetü’l-Fadıla’daki ifadesine göre her fert mimardır. Dolayısıyla her ferdin imar etmek, mimar olmak, mamur etmek gibi bir sorumluluğu vardır. Ancak gönüller imar edilmeden, yürekler tamir edilmeden, beldeler, şehirler, şehirler imar edilmeden de yeryüzü imar edilemez. İbn Haldun’un “Umran” adını verdiği medeniyet tasavvuru, insanın ve kâinatın birlikte imar edilmesini öngörür. Ona göre insanlığın yeryüzünde bir umranı gerçekleştirmek gibi bir sorumluluğu vardır. İnsanlar yeryüzünü talan etmeye değil, imar etmeye gelmiştir.

Bugün yeryüzünü imar etmek için varlığa karşı mütevazı olmak ve yaratılan her şeyin bize bir emanet olduğunu unutmamak, hulkumuzun yani ahlakımızın, halkımıza yani yaratılışımıza uygun olması gerekir. Yüce Rabbimizin, doymak bilmeyen tutku ve ihtiraslarımız için değil, insani ihtiyaçlarımızı karşılamak için bize nimet bahşettiğini göz önünde bulundurmamız gerekir.

Oysa bugün yeryüzü aşırı gösterişçi, çılgınca bir tüketimin körüklediği bir talan ile karşı karşıyadır. Yeryüzünü hoyratça tüketiyoruz. Sadece suları, gölleri, nehirleri, bağları bahçeleri değil, sevgiyi, dostluğu, güveni, komşuluğu kısaca bizi biz yapan değerleri de tüketiyoruz. Sınırsız arzu ve ihtiraslarla sadece zamanımızı, enerjimizi, bilgimizi, birikimimizi değil, kendimizi, ömrümüzü de tüketiyoruz. Sadece kendi yaşadığımız dünyayı değil, bizden sonra gelecek olan nesillerin dünyalarını, umutlarını da tüketiyoruz. Üstelik tükenişimizi hızlandıran bu tüketimi, sektörel örgütlerle, reklam ve propagandanın bütün çeşitleriyle teşvik ediyoruz.

Unuttuğumuz bir gerçek var ki, Yüce Rabbimiz doymak bilmeyen tutku ve ihtiraslarımıza yetecek kadar değil, insani ihtiyaçlarımıza kafi gelecek kadar nimet bahşetmiştir. Tüketmek için tüketmekten, bizi tüketen tüketimden vazgeçmeli, yeryüzünü bize musahhar edene musahhar olmalıyız. Üzerinde yaşadığımız tabiatın hukukunu da savunmalıyız.

Hepimizin ciddi bir tüketim ahlakına ihtiyacı var. Ancak bunun da yeterli olmayacağı bir gerçektir. Zira aşırı tüketim ile ahlak yan yana gelmeyecek kadar birbirinden uzak kavramlardır. Tüketimin Arapçadaki karşılığı istihlaktir. İstihlak, helak etmeyi, yok etmeyi talep etmektir. Tüketim gerçekten helak etmek, talan etmek demektir. Helak etmenin ahlakı, talan etmenin terbiyesi olmaz.

Tüketirken tükenmemek için yapılacak ilk iş, ahlaki bir karşı duruş sergilemektir. Zira Yüce Kitabımızda şöyle buyrulmaktadır: “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” (İsra, 26, 27.)

Bizler, bir nehir kıyısından bile olsa abdest alırken suyu ölçülü ve tutarlı kullanıp israf etmemek konusunda derin bir duyarlılığa sahip olan ve çevresini de bu doğrultuda tutumlu davranmaya davet eden bir Peygamberin (s.a.s) ümmetiyiz. Bir defasında Rasulullah (s.a.s) Sa’d’a uğradı. Sa’d (r.a) abdest alıyordu. Rasulullah (s.a.s) onun suyu aşırı kullandığını görünce: “Bu israf niye” diye sordu. Sa’d (r.a) da; “Abdestte de israf olur mu?” dediğinde, Rasulullah Efendimiz; “hatta akmakta olan bir nehirden abdest alsan bile” buyurdu. (İbn Mace, Taharat, 48; İbn Hanbel, Müsned, II, 221.) Bu nebevi uyarıda aynı zamanda insana, tabiata ve Allah’a karşı duyulan bir sorumluluk bilinci vardır.

Gönüllerde yankı uyandırması beklenen bu nebevi duruş, din gönüllülerinde çok daha derinden makes bulmalıdır. Dolayısıyla din görevlilerinin, her konuda olduğu gibi tüketim ahlakı konusunda da örnek davranışlarıyla toplumu bilinçlendirmeleri gerekir. Hizmet erleri olarak bizlerin, vaktimizi, bilincimizi, zihin dünyamızı, kültürümüzü hasılı bütün değerlerimizi israf etmemek gibi bir sorumluluğumuz var.