6 Aralık 2010 Pazartesi

6 Aralık 2010 Hicri Yılbaşı Bu Gece 1432.yıl

http://sabrikontek.azbuz.com :}Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselam, miladi 571’de 20 Nisana rastlayan, Rebiulevvel ayının 12. Pazartesi sabahı, Mekke’de doğdu. 622’de Mekke’den Medine’ye hicret etti. 20 Eylül Pazartesi günü, Medine’nin Kuba köyüne geldi. Bu tarih Müslümanların şemsi yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının 1. günü de, hicri [kameri] yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir.

Bu geceyi ihya etmeli ve saygı göstermeli. Saygı göstermek, günah işlememekle olur. Zilhicce ayının son günü ve Muharrem ayının birinci günü oruç tutan, o yılın tamamını oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. Bir hadis-i şerifte, (Ramazandan sonra en faziletli oruç, Muharrem ayında tutulan oruçtur) buyuruldu.

İslamiyet’ten önce Araplar, Muharrem ayında savaşmak isteyince, o yıl Muharrem ayının ismini, sonraki aya koyarlar, sonraki ayın ismini, Muharrem ayına takarlardı. Böylece, haram ay, Muharrem ayından bir sonraki ay olurdu.

(Bir ayın haramlığını başka aya geciktirmek, ancak kâfirliği arttırır. Kâfirler, böylece sapıtıyorlar. Onlar, Allah’ın haram kıldığı ayların sayılarını denk getirmek için, haram ayı bir yıl helal edip, başka yıl onu yine haram ederler. Böylece, Allah’ın haram kıldığını helal kılmaya çalışırlar) mealindeki Tevbe suresinin 37. âyet-i kerimesi, ayların yerlerini değiştirmeyi yasak etti.

Kur’an-ı kerimde bildirilen ve dinde kullanılan Arabî ayların bir yılı, bir güneş yılından on gün kısadır. Hicri kameri aylar, hicri şemsi ve miladi aylara göre, on gün önce gelmektedir. Bunun için Müslümanların mübarek günleri veya geceleri, şemsi yıllara göre, her yıl on gün önce olur, çünkü mübarek günler, güneş aylarına göre değil, kameri aylara göre yapılır. Dinimiz böyle emretmektedir.

İslamiyet’te, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Doğum günü ve mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri, kameri aylara göre tespit edilir. Haccı Allahü teâlânın bildirdiği Zilhicce ayında yapmayıp da, miladi bir ayda, mesela Ocak ayında yapmak; orucu Ramazan ayında değil de, Şubat ayında tutmak, dini değiştirmek olur. Bütün mübarek geceler de kameri aylara göre tespit edilir.

Kıymet verilen dört aydan biri
Muharrem ayının, Zilkade, Zilhicce ve Receble beraber Kur'an-ı kerimde kıymet verilen dört aydan biri olduğu bildirilmektedir. (Tevbe 36) Birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Ayların efendisi Muharrem, günlerin efendisi Cuma'dır.) [Deylemi]

(Ramazandan sonra en faziletli oruç, Allahü teâlânın ayı Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farzlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır.) [Müslim]

(Nafile oruç tutacaksan Muharrem ayında tut, çünkü o, Allahü teâlânın ayıdır. O ayda bir gün vardır ki, o günde Allahü teâlâ geçmiş kavimlerden birinin tevbesini kabul etti. Yine o gün tevbe edenlerin günahlarını da affeder.) [Tirmizi]

Nafile ibadetlerin sevabına kavuşabilmek için, Ehl-i sünnet itikadında olmak, haramlardan kaçıp günahlara tevbe etmek, farzları kusursuz yapmaya çalışmak, o ameli ibadet olarak yapmaya niyet etmek şarttır.

Yılbaşı duası
Sual: Aşağıda bildirilen duayı hicri yılbaşında okumakta mahzur var mıdır?
CEVAP
Dua okumanın mahzuru olmaz. Bu duada, Allahü teâlâya hamd edilmekte, Peygamber efendimize, Eshabına ve Ehl-i beytine salat ve selam getirilmekte, yeni sene boyunca, şeytanın ve nefsimizin şerrinden Allahü teâlâya sığınılmaktadır. Duanın Latin harfleriyle yazılışı şöyledir:
(Elhamdülillâhi Rabbil-âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme entel-ebediyyü'l-kadîm, el-hayyül-kerîm, el-hannân, el-mennân. Hâzihî senetün cedîdetün. Es'elüke fîhe'l-ısmete mineşşeytânirracîm, vel avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bissûi vel-iştiğâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm, birahmetike yâ erhamerrâhimîn. Ve sallallâhu ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve ehl-i beytihî ecmaîn.)

2 Aralık 2010 Perşembe

Hz Ali'nin Hitabesi

http://sabrikontek.azbuz.com :}

BİR HİTABE
Tercüme:
Şüphesiz insanlar arasında hak olduğu gibi batıl, doğru olduğu gibi yalan, nasih olduğu gibi mensuh da vardır. Bunun gibi, hükmü umumi olduğu gibi, özellik ifade eden emirler, muhkem olduğu gibi müteşabih ve ezberlenip zaptolunan (Hadis) ler olduğu gibi, iyice ezberlenmeyip vehme dayanan rivayetler de vardır.) Resulullah (S.A.S.) zamanında bile O'nun adına yalan uydurup
söyleyenler oldu. O kadar ki, Allah Resulü (S.A.S.) kalkıp şu hitabede bulunmuştu. << KİM KASDEN BENİM ADIMA YALAN SÖYLERSE, CEHENNEMDEKİ YERİNE HAZIRLANSIN>>...
Sana hadisle gelenler (hadis rivayet edenler) dört sınıftır, bunların beşincileri yoktur :

Birincisi : münafıktır, iman izhar eder, Müslüman değil iken, Müslüman görünür. Günaha vebale hiç aldırmaz. Kasten yalan uydurup Resulüne isnadda bulunur. İnsanlar, şayet bunun yalancı ve münafık olduğunu bilselerdi, rivayetini dinlemez, sözünü tasdik etmezlerdi. Halbuki halk, bunlara ( sahabidir Resulullah'ı gördü, O'nu dinledi ve O'ndan ilim aldı) diyerek böylesinin sözünü kabul ediyorlar. Gerçek şu ki, senin de okuduğun gibi, Allah (c.c.) münafıkların durumunu haber vermiş ve onların vasfını beyan buyurmuştur. Bunlar, Resulullah (S.A.S) in vefatından sonra sapık önderlere ve ateş davetçilerine yaptıkları yalan ve iftiradan yararlanarak yaklaştılar. Her işte bunların direktifine girerek, bunların insanlara hükmetmesini temin ettiler. Bu işbirliği sayesinde, dünya nimetlerini beraber yediler. Allah (c.c.) nun siyanetine mahzar olan insanlardan başkası daima yöneticilerden ve dünyadan yana olurlar. İşte dördün birincisi bunlar (münafıklar) dır.

İkincisi: Resulullah (S.A.S) den dinlendiğini, O'nun huzurunda ezberlemeyen kimsedir. Bu, kasden yalan söylememekle beraber, yanılgısını doğru sanarak bununla amel etmekte, hatalı vehmini başkalarına da anlatmakta ve << bunu Resulullah'dan işittim>> demektir. İnsanlar, bunların gerçeği değil, kendi vehmini söylemekte olduğunu bilselerdi, rivayetlerini kabul etmez ve haliyle onu terk ederlerdi.

Üçüncüsü: Resulullah (S.A.S. in bir şeyi emrettiğini duymuş, sonra da ondan neyhettiğinden habersiz. Bu durumda adam, mensuh olanı ezberlemiş, ama nasihi hiç bilmemekte. Bunun mensuh olduğunu ( hükmünün kaldırıldığını ) bilseydi, peşine düşmeyecekti, insanlar bu mensuhu işittikleri zaman farkında olsalardı ( mensuh olduğunun farkında olsalardı ) onlar da bunu bırakacaklardı.

Dördüncüsü: Allah ve Resulü adına yalan söylemez, Allah' dan korktuğu ve Resulullah' a saygısı olduğu için yalandan nefret eder, tahminle hareket etmez. Bu kimse, Resulullah' dan dinlediğini O'nun huzurunda ezberlemiştir. Bununla beraber, nasih olanı ezberleyerek onunla amel etmiş, mensuh olanı da zaptedip ondan sakınmıştı. Bu zat, hükmü özel olan ile genellik ifade edeni ayırt eder, her şey yerli yerine koyar, muhkem ile müteşabihi tanır. (Ancak):

Resullah (S.A.S.)in sözleri iki kısım idi : ( hüküm bakımından ) özellik ifade eden sözler, bir de genellik ifade eden sözler. Bazen O'nu dinleyenler, Allah ve Resulünün neyi kastettiğini anlamıyorlardı. (Bazen) dinleyici sözü ezberler, ama maksat ve anlamını öğrenmeden başka bir manaya onu tevcih ettiği olurdu. Resulullah (S.A.S) in bütün ashabı, O'ndan mesele sorar ve ilim ister değildi. Hatta çoğu isterdi ki, bedeviler ve yabancılar gelip Resulullah'dan bir mesele sorsunlar da cevabını kendileri de duymuş olsunlar. Böyle bir hadis ile muhakkak onu Peygamberden sorar ve cevabını ezberlerdim. İşte bu gün insanların ihtilafa düşmelerinin ve rivayette anlaşamamalarının sebepleri bunlardır...

24 Kasım 2010 Çarşamba

KUR'AN'IN KENDİNİ TANITMASI*

http://sabrikontek.azbuz.com :}Kur'an-ı Kerim nüzulünden itibaren gündemde olmuştur. Onun muhatabı insandır. Nüzul sürecindeki çoğu muhatabı ona inanmış, teslim olmuştur. Bir kısmı ise çeşitli gerekçelerle inanmayarak bazı nitelemelerde bulunmuştur. Kur'an, isim ve sıfatları ile kendini tanıtmakla subuti sıfatlarını bildirmektedir. Bu arada muarızlarının nitelemelerine cevap vermek suretiyle selbi sıfatlarını kaydetmektedir. Böylece 'Kur'an nedir, ne değildir?' sorusunun cevabını vermektedir. Kur'an, isim ve sıfatları yoluyla kendi gerçekliğini ispatlamaktadır. Kur'an Allah tarafından geldiğinden bir kısım isimleri Esmâ-yı Hüsnâ'ya muvafıktır. el-Hakk, el-Hakîm, el-Azîz, el-Alî, el-Müheymin gibi.

Kur'an'ın bazı isimleri Rasûlüllah (s.a.s.)'ın sıfatlarına uygunluk arz eder. el-İmâm, el-Beşîr, en-Nezîr, el-Hayr, er-Rahme, et-Tayyib, el-Arabî, el-Beyyine gibi.

Kur'an'ın bazı isimleri önceki semavi kitaplar ile müşterektir. el-Kitap, ez-Zikr, el-Furkân gibi. Kur'an'ın bazı vasıflarının tabiatı da nitelemesi dikkat çeker: "Âyât", "âyâtullâh" bundandır.

Kur'an'ın isim ve sıfatlarının büyük çoğunluğu surelerin hemen başında bir nevi onların serlevhası olduğundan mesajının yerine ulaşmasına hizmet etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Kur'an, Kur'an'ın İsim ve Sıfatları, Kitap, el-Müheymin.



Self-Presentation of the Qur'an

Abstract:

The Qur'an has played key role since its revelation. The target of the Qur'an is human being. Most of the people, who witnessed the revelation, believed and submitted into Qur'an. Many others did not believe for various reasons and ascribed it certain attributes. With its names and attributes, the Qur'an demonstrates its affirmative attributes, on the other hand, it informs of its negatory attributes while responding to its opponent's descriptions. Thus, the Qur'an provides the answers for the question: 'what is the Qur'an and what not?' The Qur'an proves its self-authenticity with its names and attributes. Because the Qur'an is the revelation from Allah, some of its names coincide with al-Asma al-Husna (the most beautiful names of Allah) like al-Haqq, al-Hakim, al-Aziz, al-Ali, al-Muhaymin. Its certain names are also the same as the attributes of the Prophet Muhammad like al-Imam, al-Bashir, al-Nazir, al-Khayr, al-Rahmah, al-Tayyib, al-Arabi, al-Bayyinah. Some names of the Qur'an such as al-Kitap, al-Zikr, al-Furqan are common with are the former Sacred Books. Some attributes of the Qur'an describing the nature like al-Ayat, Ayat al-Allah attract attention. The fact that most of the names and attributes of the Qur'an exist in the beginning of the Qur'anic chapters (surahs) serves to convey its message to the readers.

Key words: Qur'an, the Names and Attributes of the Qur'an, al-Kitap, al-Muhaymin.

11 Kasım 2010 Perşembe

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Ümmetine Şefkat ve Merhameti

http://sabrikontek.azbuz.com :} Kendisi Rahman ve Rahim olan Allah, merhamet ve şefkat duygusunu yarattıklarının en üstünü olan insanın fıtratına da koymuştur. İnsanlara şefkat ve merhamet duygusu en üst düzeyde Allah’ın hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerde bulunur. Allah’ın kalplerine yerleştirdiği bu şefkat hissiyle peygamberler bütün gayretlerini ümmetlerinin kurtuluşu yolunda sarfetmişlerdir. Ümmetine acıma ve şefkat konusunda en fazla öne çıkan Allah elçisi ise şüphesiz son peygamber olarak görevlendirilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.)dir. Her güzel haslet ve ahlâkta olduğu gibi Allah Rasulü şefkatte de zirve şahsiyettir.

Allah Rasulü (s.a.s.), Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla bütün hayatı boyunca insanların ilahi rahmetten istifade etmesi için olağanüstü çaba harcamıştır.

Allah Rasulü (s.a.s.) kendisine inananların memnuniyetini temin etmek, onları huzurlu ve mutlu kılmak için de çok hassasiyet göstermiş, ashabının üzülmemesi ve zarar görmemesi hususunda çok titiz davranmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hususa açık işaret bulunmaktadır. “Andolsun, size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir” (Tevbe, 128) Bu âyet, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in ümmetine olan şefkat ve ilgisini, onlar için nasıl endişelendiğini, kendisine inananların sıkıntılarına tahammül edemediğini, bunların kendisine çok ağır geldiğini, müminlere olan şefkatini ve merhametini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.

Allah Rasulü’nün insanlara engin rahmeti öyle boyutlara ulaşmıştır ki, inkâr edenlerin bile hidayete ermeleri için çabalamıştır. Allah Teala Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin.” (Kehf, 6; Şuarâ, 3) Nitekim o, Allah’ın dinine davet etmek için yurtlarına gelen Allah elçisini feci bir şekilde karşılayan ve şehrin ayak takımı insanlarını üzerine salan Taif halkı için beddua etmek bir yana Allah’a şöyle yalvarmıştır:

“Allah'ım, kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi, Sen beni kime bırakacaksın? Üstüme saldıran uzak birilerine mi, yoksa başıma geçirttiğin bir düşmana mı? Eğer bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, ancak benim için afiyet vermen daha etkin ve etkileyicidir. Yüzünün, kendisiyle karanlıkların açıldığı, dünya ve âhiretin düzgünleştiği nuruna sığınırım. Bana gazabının inmesinden, kızgınlığına düşmekten sana sığınırım, sadece senin rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”. (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 60-63; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 210-212; Belâzürî, Ensâb, I, 227)

Bir keresinde çok ağır hakaretlere maruz kalmış, melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak; “Allah’ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah’a ibadet edip O’na şirk koşmayan birilerinin çıkacağını ümit ediyorum.” demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti. (Buhârî, Bedü’l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), ümmetine öyle düşkündür ki, ümmetinin dünyada ve ahirette sıkıntıya düşmesi onu çok müteessir ve mahzun eder, onu en çok düşündürüp mahzun eden de ümmetinden cehennem azabına düşecek olanların hâlidir. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatinin ötesinde ikaz eden Rasulüllah (s.a.s.), bizlerin hayırlara, güzelliklere kavuşması hususunda ısrarcı olmuştur. Nitekim Şefkat Peygamberi (s.a.s.) ümmetine olan bu düşkünlüğünü şöyle ifade etmişti: “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evladına olan durumu gibiyim”. (Ebu Davud, Taharet, 4; Beyhaki, Sünen-i Kübra, I, 91)

Görüldüğü gibi İslam Peygamberi (s.a.s.)’nin müminlere olan şefkati, bir babanın evladına olan şefkati gibidir. Onun merhameti sadece dönemindeki insanları değil, kıyamete kadar gelip geçecek bütün ümmetini de içine almaktadır. Onun ümmetine düşkünlüğü her gece sabahlara kadar ümmeti için dualarla Rabbine yakarmasına sebep olurdu. Nitekim bir gün, ellerini kaldırmış, “Allah’ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!” diye ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail’e buyurdu ki: “Ey Cebrail! Gerçi Rabbin her şeyi bilir; ama sen git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” Cebrail geldiğinde, Peygamberimiz ona, ümmeti için ağladığını söyledi. Cebrail Allah’ın huzuruna dönüp durumu anlattı.

Yüce Allah buyurdu ki: “Ey Cebrail, Muhammed’e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz”. (Müslim, İman, 346)

Hz. Peygamber (s.a.s.) müminlere kendi nefislerinden daha yakın ve önceliklidir. İnananlara dünya ve ahirette hayırlarına olanı göstermiştir. Bir hadis-i şerifte; “Ben müminlere kendi öz canlarından daha yakınım. Allah Rasulü (s.a.s.), müminlere kendi canlarından daha azizdir.” (Ahzab, 6) buyurmuş ve sonra da sözüne şöyle devam etmiştir: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç veya bakıma muhtaç kimse bırakarak giderse, borcunun ödenmesi ve geride kalanların bakımı bana aittir, onların velisi ve koruyucusu benim”. (Buharî, Tefsir, 33; Müslim, Feraiz, 15)

Hz. Peygamber (s.a.s.) Uhud Savaşı esnasında düşmanın ani hücumu karşısında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak, “Allah’ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar.” niyazıyla can düşmanı olan kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemeye çalışmıştı. (Buhârî, Enbiya, 54; Müslim, Cihad, 105)

Şefkat Peygamberinin (s.a.s.) hane-i saadetinde birlikte yaşama bahtiyarlığına eren Hz. Âişe (r.anha) annemiz, dinin emir ve yasaklarında Efendimizin ümmetine olan şefkatini şöyle ifade etmiştir: “Allah Rasulü iki tercih arasında muhayyer bırakıldığında mutlaka kolay olanı tercih etmiştir”. (Buhârî, Menakıb, 27; Müslim, Fezail, 77)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), ashabına hitap ederek imkanı yerinde olanların hac yapmalarının farz olduğunu bildirmiş, onlardan hac görevini yerine getirmelerini istemişti. Orada bulunanlardan biri, “Her sene mi hac yapacağız”? deyince, Allah Rasulü (s.a.s.) sessiz kalmıştı. Bunun üzerine, soru soran kimse üç kere sorusunu tekrar etti. En sonunda Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Eğer evet deseydim her sene hac yapmanız farz olacaktı ve siz de buna güç yetiremeyecektiniz.” buyurarak ümmetinin altından kalkamayacağı bir hükmün farz kılınmasını istememiştir. (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1) Hz. Peygamber (s.a.s.) başka bir hadislerinde bu konuda, “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim” buyurmuştur. (Buhârî, Cum’a, 8; Müslim, Tahare, 42)

Allah Rasulü (s.a.s.) birkaç gece mescidde ashabına teravih namazını kıldırmış daha sonra cemaat hâlinde kıldırmayıp odasında tek başına kılmıştı. Ashab, Efendimizin çıkıp kendilerine teravih namazını kıldırmalarını arzu etmişlerdi. Rasulüllah (s.a.s.) onların bu arzularını gördüğünü fakat bu şekilde cemaatle devam ederse teravih namazının ümmetine farz kılınabileceğini, farz kılındığında ümmetinin bunu yerine getirmekten aciz kalacağını, bildiğinden cemaatle kıldırmayıp tek başına kılmıştır. (Buhârî, Salatü’t-teravih, 2; Müslim, Salatü’l-müsafirin, 178)

Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabenin takatını aşacak mahiyette idi. İşte o, böyle bir namaz kılma niyetiyle duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Rasulü’nün (s.a.s.) imamlığında namaz kılmak için cemaate iştirak ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesini böylece rahatlatıyordu. (Buharî, Ezan, 65; Ebu Davud, Salât, 123) Bu itibarla Peygamberimiz namazda imamlık yapanlara şu tavsiyede bulunmuştu: “Sizden biri insanlara namaz kıldırırken cemaatin durumunu dikkate alarak cemaate ağır gelmeyecek şekilde namaz kıldırsın. Zira cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı olanlar vardır. Kendi başına kılarken ise istediği kadar namazını uzatabilir”. (Buhârî, Salât, 183; Tirmizî, Salât, 61)

Yeni Müslüman olmuş birisi, Efendimizin yanına gelerek ondan yardım talep etmişti. Allah Rasulü (s.a.s.) adama bazı şeyler vermesine rağmen adam hoşnutsuzluk ızhar edip edep sınırlarını zorlayınca, Sahabe-i Kiram o şahsın üzerine yürümüş ve saygısızlığını cezalandırmak istemişlerdi. Fakat, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onlara mani olmuş ve başka şeyler de verip o adamı memnun etmişti. Sonra da ashabına dönüp şöyle buyurmuştu: “Benimle bu köylünün durumu kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinden koşmuş, hep beraber onu yakalamaya çalışmışlardır, fakat deve kalabalıktan daha çok ürkmüştür. Sonunda deve sahibi, “Devemi benimle baş başa bırakın. Ben onu sizden daha iyi bilirim, ona karşı sizden daha yumuşak davranırım” diye seslenmiş; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna yuları vuruvermiştir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın”. (Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, 1/124-125)

Allah Rasulü (s.a.s.) ümmetinin hata ve kusurlarını affederek kırmadan, incitmeden şefkatle kucaklayarak irşat etmiştir. Helal dairesi keyfe yeterli iken şeytani cazibesine kapılarak haramlara ve günahlara sürüklenmelerini ve böyle bir durum karşısında kendisinin onları kurtarmak için gayretini bir temsille şu şekilde ifade etmiştir:

“Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen pervaneler, kelebekler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz”. (Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19) Bir diğer hadis-i şerifte; “Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin yarısını Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi. Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir”. (İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75) Her peygamber Allah Teâlâ’nın reddetmeyeceği duasını dünyada iken yapmış ve bu hakkını kullanmıştır. Sevgili Peygamberimiz ise reddedilmeyecek duasını, kıyamet gününde ümmetine şefaat etmek üzere âhirete saklamış ve böylece ümmetine ne kadar düşkün olduğunu göstermiştir. Nitekim ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp, “Ümmetim! Ümmetim!” diye yakarışa geçecek, ona “Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!” deninceye kadar başını yerden kaldırmayacaktır. (Buhârî, Tevhid, 36; Tefsirü’l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326, 327) Bu şekilde müminler Allah’ın izniyle onun şefaatine nail olabileceklerdir. Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) kimlere şefaat edeceği sorulduğunda, “Benim şefaatim, dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir.” buyurarak, samimi olarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulüllah” diyenlerin şefaatten mahrum bırakılmayacaklarını açıkça dile getirmiştir. (Buhârî, Rikak, 50; Müslim, İman, 369)

Müslümanların Efendimizin şefaatinden istifade nisbeti, ona iman etmeye, onun getirdiği dini hakkıyla yaşamaya bağlıdır. Efendimizin şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimizin tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Hatırlayanlar o gün elbette ki hatırlanacaktır

http://sabrikontek.azbuz.com :}Allah da ona “Evet, öyle. Ayetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutulacaksın.” der. (Tâ hâ, 126.) Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. (Bakara,152.)

Bilindiği gibi Kur’an’ın değişik isim ve sıfatları vardır. Kitap, vahy, furkân, rûh, hablullah bunlardan bazılarıdır. “Zikr” kelimesi de bunlardan biridir. (Nahl, 44.) Kelimenin Tevrat’ı ifade etmek üzere kullanıldığını da biliyoruz. (Nahl, 43.) Zikr, bir şeyi unuttuktan sonra hatırlamak ve akılda tutmak anlamlarına gelmektedir.

Elbette ki ilahî kelamların bu şekilde isimlendirilmesinin birçok hikmeti vardır. İlk akla gelen husus, burada vahyin her şeyden önce insan fıtratıyla ne denli örtüştüğüne işaret edilmiş olabilir. Çünkü insan tabiatının en önemli özelliklerinden biri unutmasıdır. Nitekim bir yoruma göre “insan” kelimesinin “en-nesy/unutmak” kökünden geldiği ifade edilir. Yine bu durum “İnsan, unutma ile maluldur” şeklinde de ifade edilir.

Kısaca insanın “unutkan” olma zaafı, Kur’an’ın “hatırlatıcı” özelliğiyle karşılanmaktadır. Böylece insan tabiatında bulunan fakat gözardı edilmiş, unutulmuş hakikatler ona hatırlatılmaktadır. Dolayısıyla buradaki unutma, sıradan bir hafıza yetersizliği şeklinde değerlendirilmemeli; aksine ebedî hakikat karşısındaki maksatlı ilgisizlik ve duyarsızlık konusunda insan uyarılmaktadır.

Kur’an, “zikr” ismini kullanarak aynı zamanda insanda bir zaman tasavvuru inşa etmeyi hedeflemektedir. İnsanın zihin dünyasının ne geçmişten kopuk geleceğe çakılı, ne de gelecekten habersiz geçmişe odaklı olduğunu söyleyebiliriz. O, geçmiş, şimdi ve gelecekle iç içe yaşar. Geçmişini hatırlayarak şimdi ve geleceğini kurgular. Aslında bu durum, canlılar arasında sadece insana mahsus bir özellik değil midir? Geçmişin hatıra ve tecrübeleri, geleceğin hayalleri ile “şimdi”de buluşur; hepsi birlikte insanın düşünce ve eylemlerinin temelini meydana getirir.

Kur’an, insandaki bu fıtri özelliği yani zaman algısını, dinî ve ahlaki değerler bazında yeniden şekillendirir. O, geçmişten bahsederken sadece tarihsel bir olgu ve olay olarak onları yad etmek amacında değildir. Başka bir ifadeyle, mazide kalan bu olayları hatırlatmakla keyifli dakikalar geçirmek veya nostaljik duygular yaşatmayı amaçlamaz. Aksine geçmişten bahsederken, muhatapların şimdi ve geleceklerini inşa etmelerini hedeflemektedir. Böylece o, bizim “şimdi”ye saplanıp kalan ve zihni güdükleşen insanlar olmamızı değil, geçmiş ve geleceğin ufkuyla şimdiyi kurgulayıp yaşamamızı istemektedir.

Aslında Müslüman şimdisi için değil, geleceği için yaşayan insandır. Gelecek, yani dünya ötesi, ebedî âlem onun zaman tasavvurunun odak noktasını oluşturur. Bütün eylem ve çabaları geleceğe yapılan bir yatırımdır. Gelecek olmadan şimdi ve geçmişin bir anlam ve önemi yoktur. Böylece Kur’an, müminlerin geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki irtibatı koparmamalarını hedefler. Geçmişten geleceğe bir bakış açısı kazanmalarını ister. Geçmişten hareketle şimdiki zamanları değerlendirmeyi ve geleceğe hazırlanmayı amaçlar. Böylece külli bir zaman tasavvuru kazanmalarını hedefler.

Kur’an, her şeyden önce kendi ayetlerine karşı bir unutkanlığa ve aldırışsızlığa düşmememiz uyarısını yapmaktadır. Demek ki hatırlatıcı olan vahiy, önce kendisinin unutulmamasını istemektedir. (Bakara, 63.) Çünkü ayetler, insanın ihtiyaç duyduğu bütün uyarı ve hatırlatmaları yapmaktadır. Dolayısıyla bahşedilen ilahî mesajlara bütün gücümüzle sımsıkı sarılmayı ve onları hatırdan çıkarmamayı emretmektedir. Çünkü hatırladıkça kendini, dünyada varoluş amacını ve Rabbini hatırlayacaktır. Aksi bir durum Allah’ın rahmetinden uzaklaşmaya ve kalplerin katılaşmasına sebep olacaktır. (Mâide, 13.) Yine ayetlerin unutulması, hesap gününde Allah tarafından bir unutma ve alakasızlığa maruz bırakılma sonucunu doğuracaktır. (Tâhâ, 126.)

Kur’an’ın insana hatırlattığı ilk şey, Rabbine verdiği sözdür. Bu Elest Bezmi olarak bilinir. Burada insan, O’nun rablığına şahitlik etmektedir. (A’râf, 172.) Ayette geçen bu ifadeler şu şekilde de yorumlanmaktadır: Muteal Kudret’in varlığını sezme ve algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan zaten vardır. Fakat kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük vb. sebeplerle bu gözardı edilebilir. (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 1996, I, 310.) İşte Kur’an, insanları, tabiatında küllenmiş bulunan bu hakikati görmeye davet ediyor. Böylece şuurlu bir hayat yaşamalarını istemektedir. Bir nisyana/unutkanlığa maruz kalıp gaflete kapılmamalarını; aksine varlığın sahibiyle alakalarını mütemadiyen canlı tutmalarını amaçlamaktadır.

Yine bu bağlamda Allah’ı hatırlayanların O’nun tarafından hatırlanacağı ifade edilir. (Bakara, 152.) Muhakkak ki bu durum hem bu dünyada hem de ahirette geçerli olacaktır. Allah’ın hatırlanması müminin hayatında belirli zamanlara münhasır bir durum da değildir. Her mekân ve durumda O’nun zikri söz konusudur. (Âl-i İmrân,191.) Allah’ı az hatırlamak, müminlerin değil, aksine münafıkların bir vasfı olarak ifade edilir. (Nisâ, 142.) İnsanın gaflet içerisinde bulunmaması, aksine zihnine hâkim ve uyanık olması, gaflete düştüğünde de derhal kendine gelip Rabbini hatırlaması gerekir. (Kehf, 24.)

İlk insan Hz. Adem’den itibaren insanoğlu hep unuttuğu için günaha düşmüş ve isyan etmiştir. (Tâ hâ, 115.) Günah bir unutma ile başlıyor, ilahî uyarının dikkate alınmaması ile devam ediyor. Bazen günah bile bile işleniyor; böyle olsa da bir unutma muhakkak söz konusudur. Fakat takva sahibi müminler sadece yanılarak günah işlerler. Onlar isyanda ısrarcı olmazlar. İşledikleri günahın, hatanın ardından hemen Mevlayı hatırlar ve günahlarından bağışlanma dilerler. (Âl-i İmrân, 135.)

İnsanın unuttuğu en önemli konulardan biri de, zikre değer hiçbir şey değilken yaratılmış olmasıdır. (Meryem, 67.) Allah onu yarattı ve varolma şerefiyle onu şereflendirdi. Fakat o kendi kökenini unuttu.

Hak ve hakikatten insanın yüz çevirmesine sebep olan en büyük unutturucular da şeytan (Mücadele, 59.) ve dünya metaıdır. (Furkân, 18.) Öyle ise insan her an bir unutma ve gaflete düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Her an hakikatle kendisi arasında bir perde çekilebilir. Gören göz görmez hale, düşünen kalp anlamaz hale gelebilir. İşte hatırlatıcı özelliği ile Kur’an bu perdeyi kaldırmayı, daldığı gaflet uykusundan insanı uyandırmayı hedefliyor; ta ki insan, hakikatle yüz yüze gelsin.

Evet, hatırlayanlar, bu dünyada olduğu gibi ahirette de hatırlanacaktır. Acımasız hayat mücadelesi ve koşuşturması içerisinde daima Rabbinin hoşnutluğunu arayanlar elbette ki o gün unutulmayacaktır. Dünyanın debdebesi, aldatıcılığı ve çekiciliğine kapılmadan Allah’ın rızasını arzu edenler şüphesiz ki görmezden gelinmeyecektir. Baş döndürücü lütuflara eriştikleri halde ayakları yerden kesilmeyen, Hz. Süleyman misali “Bu rabbimden bana bir lütuftur.” (Neml, 40.) diyebilenler, o gün muhakkak ki gözetilecektir.

Nail oldukları lütuflar sebebiyle şımarıp gururlanmayanlar, yine maruz kaldıkları mahrumiyetler dolayısıyla ümitsizliğe kapılmayanlar, o günde elbette ki himaye edileceklerdir. (Hûd, 9-11.) Koyu karanlıkların insanı bunalttığı bir dünyada balığın karnında sıkışan Hz. Yunus misali yalvarıp yakaranlar da unutulmayacaktır. (Enbiya 87.) Yine hastalıkların pençesine düştüğü halde Hz. Eyyûb misali sabır ve metanetle bunu karşılayanlar da o gün unutulmayacaktır. (Sâd, 41.)

31 Ekim 2010 Pazar

MEZHEPSİZLİK NİÇİN "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ"DÜR?

http://sabrikontek.azbuz.com :}MEZHEPSİZLİK NİÇİN "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ"DÜR?

Bilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük âlimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.(1) Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır.
Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.

Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım.

Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.

Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda baş gösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.

Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.

Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.(2)

Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir...

Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?

Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak(3)

1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5)

Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.

Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.

Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.

2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7)

Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.

Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8)

Bizzat ALLAH Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.

3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatıyla modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.

Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş âlimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.

Burada, âlimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh âlimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski âlimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.

Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine başvurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.

4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "ALLAH'ın Kitabı'na aracısız olarak başvurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.

Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri(9) için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.

Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.

Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!

İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, ALLAH'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.

Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.

Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?

Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.

Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.

İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat ALLAH Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlaşılır biçimde ortaya koymaktadır.

Selam, hidayete tabi olanlara...

********************************************************************************

DİPNOTLAR

1- "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâALLAH yakında neşre hazır hale getirilecektir.

el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler.

2- Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "ALLAH'ın Elçisi ve Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an", 317.

Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir.

Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.

3- Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır.

4- İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.

5- "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dâhil olmak üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.

6- Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam âleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce ALLAH'ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce ALLAH'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır.

Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?

7- Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.

8- Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam", 224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, Ekim-Aralık, 1998, 224.

Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.

9- Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).

EBUBEKİR SİFİL

24 Ekim 2010 Pazar

Canlı Tutulması Gereken Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Karz-ı Hasen

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:İnsanların ırkları, renkleri, dinleri, dilleri, cinsiyetleri ve düşünceleri farklı olduğu gibi, mal varlıkları ve sahip oldukları imkânları da farklıdır. Zenginlik ve fakirlik tarih boyunca bütün toplumlarda var olagelmiş sosyal bir olgudur. Bu ilahî bir takdirin sonucudur. Bu husus birçok ayette açık-seçik bildirilmiştir: “Allah’ın, dilediği kimsenin rızkını genişlettiğini ve daralttığını görmediler mi? Bunda inanan bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 37; bk. Bakara, 245; Ra’d, 26; İsra, 30; Kasas, 82; Ankebut, 62; Sebe’, 36, 39; Zümer, 52; Şûra, 12) Bu farklılık, ilahî bir takdirin yanında aynı zamanda toplumsal bir gerekliliktir. Aksi takdirde bazı işlerin toplumda yapılması mümkün olmazdı. Ayetin “Bunda inanan bir toplum için elbette ibretler vardır” cümlesi buna işaret etmektedir. Bu olgu ve gerekliliğin sonucu olarak insanlar birbirlerine muhtaçtır. Yüce Allah, zengin-fakir arasında uçurum olmaması, fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanması için zekât, sadaka ve infakın yanında gerektiğinde ihtiyacı olan insanlara borç verilmesini, kendisine borç verme gibi telakki ederek teşvik etmiştir: “Kim Allah’a güzel bir borç verirse, Allah da bunu fazlasıyla öder. Ayrıca ona pek değerli bir ödül de vardır.” (Hadîd, 11)

“Karz-ı hasen”, “karz” ve “hasen” kelimelerinden oluşan bir terkiptir. Sözlükte bir şeyi “kesmek, koparmak ve karşılık vermek” anlamlarına gelen “karz”, terim olarak birine geri vermek üzere mal ve ürün vermek veya birine ödünç borç para ve döviz vermek demektir. “Hasen” kelimesi ise terkipte “karz” kelimesinin sıfatı olup “iyi ve güzel” anlamına gelir. Kur’an dilinde “karz-ı hasen”; ihtiyaç sahiplerine Allah rızası için güzelce ödünç verme ve sırf Allah rızasını gözeterek yoksullara karşılıksız yardım yapma anlamında kullanılmıştır. Bir fıkıh terimi olarak “karzı- hasen”, “bir kimsenin diğer bir kimseye aynını, mislini veya bedelini iade etmek şartıyla verdiği şey demektir. Karz-ı hasen; altın ve para gibi, değişim vasıtası olabileceği gibi, buğday ve ekmek türü tüketilen bir ürün ve mal da olabilir. Karz-ı hasen, veren açısından uhrevî, alan açısından ise dünyevî yarar gözetilen ahlâkî ve hukukî bir kavramdır.

1. Karz-ı Hasenin Önemi Ve Değeri

Tahlil etmeye çalıştığımız ayette muhtaçlara faizsiz kredi, ödünç para veya mal-mülk vermek, “Allah’a borç vermek” olarak ifade edilmiştir. Allah’ın insanlara ihtiyacı yoktur. Çünkü “Allah zengin, insanlar fakirdir.” (Muhammed, 48) Bütün varlık âlemini yaratan Allah’tır, bütün mülk O’nundur, insanlara mülkü veren de O’dur. (Âl-i İmran, 26) Dolayısıyla “Allah’a borç vermek”, Allah için borç vermek, bir karşılık beklemeksizin Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla borç vermektir. Yüce Allah, borç vermeyi kendine borç verme olarak ifade ederek, faizsiz, çıkarsız ve ibadet amacıyla borç verilmesini istemektedir. Dünyada herhangi maddî bir karşılık beklemeden bir insanın ihtiyacını karşılayan kimse, bu fedakârlığının karşılığını, ücretini, mükâfatını ahirette Allah’tan alacaktır. Dolayısıyla Kur’an’da karz-ı hasen, “Allah’a borç vermek” olarak ifade edilmiştir.

Müzzemmil suresinin yirminci ayetinde “karz-ı hasen”; Kur’an okumak, namaz kılmak ve zekât vermek ile birlikte emredilmektedir: “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için önceden (dünyada) ne hayır-iyilik gönderirseniz onu, Allah katında (ahirette) daha üstün bir hayır-iyilik ve daha büyük bir mükâfat olarak bulursunuz.”

Emirler prensip olarak zorunluluk ifade eder. Dolayısıyla her mümini bağlar. Allah’ın emrini tutmak itaat, tutmamak ise isyandır. Ayette dört ibadetin yerine getirilmesi emredildikten sonra, dünyada “hayır” işleyenlerin ahirette bunun karşılığını yine “hayır” olarak ve “büyük bir mükâfat” olarak bulacağı bildirilmektedir.

Kur’an’da dört ayette “karz-ı hasen” Allah’a borç vermek olarak ifade edilmekte ve Allah rızası için borç verenlere dört şey vaat edilmektedir: (a) verilen borcun mükâfatının kat kat verilmesi, (b) çok değerli ücret verilmesi, (c) günahların bağışlanması, (ç) cennetlere konulması.

a) Allah İçin Borç Verenlere Mükâfatı Kat Kat Verilir

Tahlil etmeye çalıştığımız ayette ve “Allah’a güzel bir borç veren kimseye Allah, borcunun karşılığının kat kat öder.” (Bakara, 245) anlamındaki ayette, faizsiz Allah için borç veren kimsenin mükâfatının kat kat olacağı; “ed’âf-ı kesîre” terkibiyle ifade edilmektedir. “Ed’âf-ı kesîre” tabiri çokluk ifade eder ve bunun sınırı yoktur, bin katı da olur milyon katı da olur. Bakara suresinin 261. ayetinde Allah yolunda infak edenlere yedi yüz katıyla mükâfat verileceği bildirilmiş ve “Allah dilediğine kat kat verir” buyrulmuştur. Allah yolunda infaka yedi yüz katı verileceği bildirildikten sonra “Allah dilediğine kat kat verir” buyrulması, “kat kat” ifadesinin yedi yüz kat mükâfatı aşacağının beyanıdır.

b) Allah İçin Borç Verenlere Ecr-i Kerîm Vardır

Tahlil etmeye çalıştığımız ayette ve “Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler var ya, (verdikleri) onlara kat kat ödenir. Ayrıca onlara çok değerli bir mükâfat da vardır.” (Hadîd, 18) anlamındaki ayet ve diğer ayetlerde (bk. Hud, 11; Fatır, 7; Yasin, 11; Fussilet, 8; Feth, 16; Mülk, 12; Tîn, 6) borç verenlere ecr-i kerîm vaat edilmektedir: “Ecr-i kerîm” terkibindeki “ecr”, emeğin ve çalışmanın karşılığı ücret (A’raf, 170; Hud, 115; Yusuf, 56; Zümer, 74); “kerîm” kelimesi çok değerli, çok kıymetli ve çok üstün demektir. “Ecr-i kerîm” ifadesi, Allah rızası için borç verenlerin mükâfatının değerini ve kıymetini ifade eder. Kur’an’da iman edip salih ameller işleyenlere, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, Allah’tan korkanlara, ibadetlerini, işlerini ve görevlerini en güzel bir şekilde yapanlara, Allah yolunda çalışanlara ve sabırlı olanlara, Allah ve Peygamberine itaat edenlere, “ecr-i kerîm” (çok değerli mükâfat), “ecr-i azîm” ve “ecr-i kebîr” (büyük mükâfat), “ecr-i hasen” (güzel mükâfat), “ecr-i gayr-i memnun” (sürekli mükâfat) vaat edilmektedir. (Âl-i İmran, 172, 179; Maide, 9) Özellikle “ecr-i kerîm”; Allah rızası için borç verenlere ve Allah’tan korkanlara vaat edilmiştir. (Yasin, 11)

c) Allah İçin Borç Verenlerin Günahları Bağışlanır

“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz Allah onu size, kat kat öder ve sizi bağışlar.” (Teğabün, 17) İnsan, zayıf yaratılmıştır, bu sebeple nefsinin kötü arzularına, şeytanın vesvesesine, ahlaken kötü insanların telkinlerine, şehvet ve dünya nimetlerinin cazibesine kapılarak günah işleyebilir. İşlenen günahlardan kurtulmanın yollarından biri şartlarına uygun tevbe etmek, bir diğeri de salih ameller işlemektir. Bu hususu ifade eden birçok ayet (bk. Âl-i İmran, 157; 195; Mâide, 65; Ankebut, 7) ve hadis vardır. Şu örnekleri verebiliriz: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 70–71) “Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Sıyâm, 6, II, 228) Günahların bağışlanmasına vesile olan güzel amellerden biri de Allah için faizsiz kredi ve borç-ödünç vermektir. Teğabün suresinin 17. ayeti ve aşağıdaki ayet bu hususu açıkça ifade etmektedir.

ç) Allah, Borç Verenleri Cennetlere Koyar

“Eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime iman eder, onları desteklerseniz, Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım.” (Mâide, 12)

Ayette beş görev zikredilmiştir: Namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek, peygamberlere iman etmek, onları desteklemek ve Allah için faizsiz kredi, borç ve ödünç vermek. Bu görevleri yapanlara iki şey vaat edilmiştir: Biri günahların örtülüp gizlenmesi, affedilip bağışlanması, diğeri altlarından ırmaklar akan cennete konulmasıdır.

Karz-ı hasen ile ilgili ayetlerden faizsiz kredi ve borç vermenin; günahların bağışlanmasına, Allah’ın rızasını ve çok değerli mükâfatların bulunduğu cenneti kazanmaya vesile olan salih bir amel olduğu anlaşılmaktadır.

Farz, vacip ve mendup olan yardımlar yani zekât, sadaka-i fıtır, sadaka-i tatavvu ve infak gibi karz-i hasen de İslam dininin sosyal yardımlaşma ve dayanışma, fakirleri ve borçluları görüp gözetme alanlarından biridir. Zekât ve sadakalar genellikle fakirlere verilir. Belirli bir mal varlığı olan kimse ev alma, düğün yapma, temel ihtiyaçlarını karşılama ve benzeri meşru nedenlerle borçlanabilir, bu kimselere zekât ve sadaka vermek de mümkün olmayabilir. İşte bu durumda karz-ı hasen devreye girer. Onun için yüce Rabbimiz karz-ı haseni teşvik etmektedir.

Kur’an’ın sözlü ve uygulamalı olarak açıklayıcısı olan rehberimiz ve modelimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), borç vermeyi tavsiye ve teşvik etmektedir: “Kim zor durumda olan kimseye borç verir ve geri ödeme kolaylığı sağlarsa, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık sağlar.” (İbn Mâce, Sadakat, 14, No:2417)

Peygamberimiz, zor durumda bulunan birine borç veren Müslüman’a, kendisine geri ödeninceye kadar her gün sevap yazılacağını, vade dolduğu halde borçluyu sıkıştırmadığı takdirde alacaklı olduğu para kadar veya iki katı kadar sevap yazılacağını beyan etmiştir. (İbn Mâce, Sadakat, 14, 19; No: 2418, 2430) “Kim mümin kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun bir ihtiyacını karşılar. Kim Müslüman’ın bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir.” (Buhârî, Mezalim, 4, No: 2310)

İbn Mâce’nin es-Sünen’inde; “Miraç gecesi Cennetin kapısı üzerinde, ‘sadaka on misli sevapla karşılanır. Borç ise on sekiz misli sevap ile karşılanır’ yazılı olduğunu gördüm. Cebrail’e, ödünç vermenin sadakadan üstün olmasının sebebi nedir diye sordum. Cebrail: ‘Çünkü dilenci, yanında olduğu halde dilenir. Hâlbuki borç isteyen kimse ancak muhtaç olduğu için borçlanır’ diye cevap verdi” anlamında bir rivayet vardır. (İbn Mâce, Sadakat, 19, No: 2430) Ancak Ahmed ibn Hanbel, Yahya ibn Ma’în, Ebu Dâvûd, Nesâî ve Dârekutnî, bu rivayetin zayıf olduğunu söylemiştir. (İbn Mâce, es-Sünen, Sadakat, 19, No: 2430) Hâlbuki Kur’an’da, “hasene” olan görevleri yapanlara “kat kat”, “10 kat”, “700 kat” ve “hesapsız derecede” mükâfat verileceği bildirilmektedir. (bk. Nisa, 40; En’am, 160; Bakara, 261; Zümer, 10)

2. Karz Akdinin Şartları

Karz-ı hasen; esasen maddî bir karşılığı gözetilmeyen bağış ve iyilikten ibarettir. Karz işlemi, bir borçlanma işlemidir. Her karz (ödünç), bir borçtur (deyn), fakat her deyn karz değildir. Aynı şekilde her ödünç verilen şey de karz değildir. Çünkü fıkıh dilinde misli ve piyasada emsali bulunan buğday, pirinç, ekmek ve yumurta gibi mal ve ürünlerin borç verilmesine “karz” (tüketim ödüncü); ev eşyası, tarım aleti, kitap ve benzeri yararlanıp geri verilen şeylerin borç verilmesine ise “âriyet” (kullanım ödüncü) denir. Borç sözleşmesinde olduğu gibi karz-ı hasen sözleşmesinin de bazı şartları vardır ve bu şartlara uyulması gerekir.

a) Borç veren kişi akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olmalı yani bağış yapabilme ehliyeti bulunmalıdır.

Çocuklar mümeyyiz bile olsalar bağış yapabilme ehliyeti olmadıkları için borç veremezler. Aynı şekilde baba veya vasiler velayet ve vesayeti altındaki çocukların ve yetimlerin malları ve paraları konusunda bağış yapabilme ehliyetine sahip değildir. Dolayısıyla babalar veya vasiler çocukların veya yetimlerin mallarını ve paralarını borç olarak kendileri de alamazlar, başkalarına da veremezler.

b) Borç alan kimse, tasarruf ehliyetine sahip olmalıdır.

c) Borç olarak verilen şey, para ve döviz gibi değişim aracı veya altın, gümüş, demir ve buğday gibi mislî bir mal olmalıdır.

Mislî mal; ölçü, tartı ve sayı ile alınıp satılan ve piyasada emsali bulunan mallardır. Mislî mallar, fertler arasında değer ve fiyat farkına yol açmaz, dolayısıyla borcun geri ödenmesinde anlaşmazlığa düşülmez. Kıyemî mal; ölçü, tartı ve sayı ile alınıp satılmayan ve piyasada emsali bulunmayan mallardır. Bu mallar karz olarak verilemez. Çünkü bu tür malların, fertler arasında değer ve fiyat farkı olur ve malların emsali piyasada bulunmaz. Bu sebeple borcun geri ödenmesinde sıkıntılar ve çekişmeler yaşanır.

Hanefilerin dışındaki mezheplere göre özellikleri ve nitelikleri belirlenmiş şeyler mesela ölçü ve tartı ile alınıp satılan mallar, ticaret malları ve hayvanlar borç olarak verilebilir, fakat ev, arsa, tarla, mücevher ve madenler borç olarak verilemez.

ç) Borç alan ve borç veren kişiler; ihtilafa ve çekişmeye yol açmayacak şekilde borç akdine konu olan mal ve ürünün niteliğini ve miktarını, paranın cinsini ve miktarını açık ve net bir şekilde belirlemeli, karz akdini hile ve aldatmadan uzak tutmalıdırlar.

d) Karz akdinde; borç verene menfaat sağlayacak herhangi bir şart koşulmamalıdır.

Böyle bir şart koşulduğu takdirde, bu şart geçerli olmaz. Mesela bir kimse, birine borç vermesi için evini kendisine satması veya verdiği üründen veya paradan fazlasını vermesi şartını koşması geçerli olmaz. Borçlunun bu fazlalığı ödemesi gerekmediği gibi, borç verenin de alması caiz olmaz. Söz gelimi birine bin lira borç veren bir kimse, altı ay sonra geri alırken bin yüz lira verilmesini şart koşsa veya buna benzer maddî bir şey istese bu faiz olur. Bu tür faize, “ribe’l-kurûz” (karz faizi) denir. Bir hadiste bu husus, “Menfaat getiren her karz ribadır” şeklinde ifade edilmiştir. (Aclunî, Keşfü’l-Hafa, II, 164, No:1991; Beyhakî, V, 350)

Allah rızası için verilen borçtan dünyevî bir menfaat talep edilmez. Menfaat talep edildiği zaman karz-ı hasen, “Allah’a borç” verme anlamını taşımaz. Peygamberimiz (s.a.s.), borç vermeyi “menîha” yani gönül hoşnutluğu ile yapılan bir bağış ve iyilik olarak ifade etmiştir: “Kim gönül hoşnutluğu ile bir borç verirse, akşam sabah sadaka vermiş gibi sevap kazanır.” (Müslim, Zekât, 73; bk. Tirmizî, Birr, 37, No: 2023)

Prensip olarak karz akdinde borç verenin de borç alanın da zarar görmemesi gerekir. Müçtehitler, altın ve gümüş paranın ayar veya ağırlığının düşürülmesi hâlinde borçlunun borcunu, borçlanma zamanındaki paranın ağırlığı ve değeri üzerinden vermesi gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir. Bakır ve bronz paralar ile altın ve gümüş oranı çok düşük paraların değerinin değişmesi hâlinde Ebu Hanife ve fakihlerin çoğunluğuna göre borç alınan paranın her halükârda mislinin, Ebu Yusuf’a göre paranın borç verildiği zamanki kıymetinin verilmesi gerekir. Para tedavülden kalksa veya değeri düşse Ebu Yusuf’a göre paranın borç alındığı zamanki değerinin verilmesi gerekir. Aynı şekilde tartı ile veya ölçü ile alınıp satılan bir ürün borç alınsa sonra bu ürünün değeri düşse veya artsa Ebu Hanife’ye göre misli, Ebu Yusuf’a göre borç alındığı zamandaki kıymetinin verilmesi gerekir. Bu itibarla özellikle enflasyonun (paranın değer kaybının) yüksek olduğu zamanlarda ve yerlerde, verilen paranın değer kaybının telâfi edilmesi için tedbirler alınması gerekir. Mesela para yerine altın veya döviz verilebilir veya para, değerini koruyan bir ürüne endekslenebilir veya herhangi bir şart koşulmadan eğer para değer kaybına uğramışsa borç alan kimsenin, paranın borç aldığı zamandaki değeri kadar geri ödeme yapması gerekir. Çünkü yüce Allah, borç verenin de borç alanın da zarar görmemesini istemektedir: “Eğer böyle yapmazsanız (faizcilikten vaz geçmezseniz), Allah ve Rasulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tevbe edecek olursanız, anaparalarınız sizindir. Böylece siz ne başkalarına haksızlık etmiş olursunuz, ne de başkaları size haksızlık etmiş olur.” (Bakara, 279)

Peygamberimiz (s.a.s.) birinden genç bir deve ödünç alır. Zekât develeri gelince bir sahabîyi alacaklıya aynı yaşta bir deve vermekle görevlendirir. Sahabî, Hz. Peygambere, develer arasında ödünç alınan devenin niteliğinde bir deve bulunmadığını ve mevcut develerin daha iyi olduğunu söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) sahabîye alacaklıya daha iyi develerden birini vermesini söyler ve şöyle buyurur: “En hayırlınız borcunu en güzel biçimde ödeyeninizdir.” (Buharî, İstikraz, 4-7, No: 2260-2263; Müslim, Müsakat, 118-122)

e) Vadeli alım-satım sonucu borçlarda olduğu gibi, karz akdinde ödeme takvimi belirlenmez.

Karz akdi bağlayıcı olmayan akitler arasında yer alır. Bir ödeme tarihi belirlense bile bu tarih bağlayıcı olmaz. Alış-veriş borcunda (deyn) geri ödeme süresi bağlayıcıdır, dolayısıyla alacaklı, alacağını zamanından önce isteyemez, borçlu da borcunu belirlenen tarihte ödemesi gerekir. Karz akdinde ise belirlenen süre bağlayıcı olmadığı için borç veren kişi, borçludan borcunu belirlenen süreden önce isteyebilir, borçlu da borcunu belirlenen süreden önce veya sonra ödeyebilir. Eğer bir ödeme zamanı belirlenmiş ise, bu şarta fıkhî açıdan uyulması zorunlu olmasa da ahlaken uyulması gerekir.

Alacaklının, borçluya borcunu vermesi için sıkıştırmaması gerekir. Çünkü borçluyu sıkıntıya sokmak, “karz-ı hasen” kavramı ile bağdaşmaz. Yüce Allah, borçluya mühlet verilmesini istemektedir: “Eğer borçlu darlık içindeyse, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin. Eğer bilirseniz, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 280)

Borçlunun borcunu suistimal etmeden en kısa zamanda ödeme imkânı elde edince geciktirmeden ödemesi gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Sizin en hayırlınız borcunu en güzel biçimde ödeyeninizdir” buyurarak, borcun en iyi bir şekilde ödenmesini teşvik etmiştir. (Müslim, Müsakat, 122) İmkânı olduğu halde borçlunun borcunu ödememesi zulümdür. Peygamberimiz (s.a.s.), “İmkânı olanın, zengin kimsenin borcunu zamanında ödemeyip uzatması zulümdür” buyurmuştur. (Müslim, Müsakat, 33)

Malikî müçtehitlere göre karz akdinde belirlenen ödeme takvimi hukuken de geçerlidir ve uyulması gerekir.

f) Muhtemel anlaşmazlıkları ve mağduriyetleri önlemek için karz akdinin yazılı belge ve şahitle tevsik edilmesi isabetli bir davranış olur.

Bakara suresinin 282. ayetinde borçların yazılması ve tanık tutulması emredilmektedir. Dört mezheb imamının da içinde bulunduğu çoğunluğa göre ayetteki emirler borcu güvence altına almaya yöneliktir, dolayısıyla bağlayıcı değildir, yapılırsa daha iyi olur. Buna mukabil; Dahhâk, Muhammed ibn Cerir et-Taberî (III, /3/120), Dâvûd ez-Zâhirî ve Nehaî gibi bazı fakih ve müfessirlere göre ayetteki emirler bağlayıcıdır, terk eden itaatsizlik etmiş ve günaha girmiş olur. (Taberî, III, 3/117) Ebu Saîd el-Hudrî, Hasan el-Basrî, Şa’bî, Atâ b. Ebî Rebah, İbn Cüreyc, İbn Zeyd ve İbn Uyeyne gibi bir kısım müfessir ve fakihe göre ayetteki emirler başlangıçta zorunluluk ifade ediyordu, 283. ayetin inmesiyle bu zorunluluk kaldırılmıştır. (Taberî, III, 3/118-119; Hazin, I, 340; Kurtubî, II, 383, 402-403)

g) Karz akdi, icap ve kabul ile yani birinin borç istemesi, diğerinin de istenen borcu vermesi ile gerçekleşir (irade beyanı).

Borç alan kimse, para, altın, gümüş, ekmek ve yumurta gibi borç aldığı şeye malik olur. Borcun alacaklıya geri verilmesi ile karz akdi sona erer. (bk. Kasanî, VII, 394-396; Bilmen, VI, 94-104; Apaydın, DİA, Karz, XXIV, 520-534)

Sonuç olarak; borç vermek İslam’ın teşvik ettiği ve sadakadan daha sevap olan bir ibadet ve sosyal yardımlaşmanın önemli vasıtasıdır. Borç akdi ile ilgili şartlara ve kurallara uyulmalı, tartışma ve hak kaybına fırsat verilmemelidir. İmkânı olanlar muhtaç olanlara borç vermeli, borç alanlar da borçlarını eksiksiz ve zamanında ödemelidirler. Kur’an’da alışveriş akdine ve yapılan sözleşmelere uyulması emredilmekte (Bakara, 177; Mâide, 1; İsrâ, 34; Müminûn, 8); borç ilişkisinde karşılıklı rızâ ve gönül hoşnutluğu üzerinde ısrarla durulmaktadır (Nisâ, 4, 29). Hz. Peygamber (s.a.s.), “Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Akdıye, 12, No: 3594) Bu itibarla borç sözleşmelerinin sağlam yapılması ve sözleşmenin gereğinin yerine getirilmesi zorunlu dinî bir görevdir.

Borç ilişkisinde aslolan tarafların borçlarını, gerektiği zaman ve istenilen şekilde ödemesidir. Şu hadisler borcun ödenmesini teşvik etmektedir: “Kim ödemek üzere insanların mallarını borç olarak alırsa, Allah onun borcu ödemesine imkân verir. Kim de itlaf etmek, vermemek üzere alırsa, Allah da onun malını itlaf eder.” (Buharî, İstikraz, 2, No: 2257)

Hz. Âişe validemiz sahabeden Urve’ye Peygamberimizin borçtan Allah’a sığındığını şöyle anlatmıştır: “Rasulüllah (s.a.s.) namaz (sonunda), “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım” diye dua ederdi. Bir sahabî Hz. Peygambere, “Ey Allah’ın Elçisi! Ne kadar çok borçtan Allah’a sığınıyorsun?” dedi. Hz. Peygamber, “Çünkü insan borçlanıp (ödeme sıkıntısı çekince) konuştuğu zaman yalan konuşur, vaat edince vaadini yerine getiremez” buyurdu. (Buharî, İstikraz, 10, No: 2267)

21 Ekim 2010 Perşembe

Helal ve haram bilinci

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Mâide, 87, 88) buyurarak helal ve haram duyarlılığına sahip olup haddi aşmamayı ve takvayı yani kendisine karşı derin bir saygı duyup topyekün bir kulluk ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi emretmektedir. Allah’a karşı duyduğumuz derin saygı ile irademiz ve tercihlerimizde Allah’ın rızasını göz önünde bulundurup davranışlarımızı buna göre şekillendirmemiz, dünyada mutlu ve huzurlu olmamızı sağlayacak, ahirette de kurtuluşumuza vesile olacaktır. (Âl-i İmrân, 136)

Her konuda bizlere örnek olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de helal-haram duyarlılığı hususunda şu uyarıyı yaparak hepimize önemli bir kıstas getirmektedir: “Helal olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve iffetini korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhari, Büyû 2; İman, 39) Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bu uyarısı, sadece haramdan ve harama yol açan vasıtalardan kaçınmamızı değil; aynı zamanda haram şüphesi taşıyan işlerden de uzak durmamızı öğütlemektedir.

Allah’ın çizdiği sınırlara riayet edip onları aşmama hasleti ve helal-haram duyarlılığı, yüksek değerler ve erdemlerle donanımlı bir insan modeli ortaya çıkararak, başta insanlar arasında olmak üzere her alanda hak ve hukukun gözetilmesine vesile olur. Böylece söz konusu haslet ve duyarlılık, insanları, bir taraftan hayatın bütün alanlarında iyilik, doğruluk, istikamet ile meşru ve helal kazanç elde etmeye yöneltirken; diğer taraftan toplumların huzurunu bozan gıybet, iftira, koğuculuk, insanların gizli hallerini araştırma, yetim malına el uzatma, hırsızlık, gasp, faiz, kumar; kamu mallarını zimmete geçirme, alışverişi hileli yapma, eksik ölçüp tartma, kalitesiz mal üretip pahalıya satarak servet elde etme gibi her türlü gayrimeşru davranış ve kazançtan uzak durmaya sevkeder.

Bu hasletler ayrıca bütün yaratılmışlara şefkat ve merhametle muamele etmeye, eşyayı, tabiatı ve çevreyi birer emanet olarak kabul edip sorumluluk içinde yararlanılması gereken imkânlar olarak görmeye neden olur. Böylece Allah’ın çizdiği sınırlara riayet eden Müslümanlar mana ile maddeyi, şahısların özel çıkarı ile toplumun genel yararını, dünyevi ve geçici kaygılarla ahirete dair kalıcı saadeti, insanların temel ihtiyaçlarıyla diğer yaratılmışların haklarını bir arada gözetmeyi ve dengeli hareket etmeyi başarır. Sonuçta hem bireysel ve toplumsal hayatımızda hem de tabiatta karşılaşacağımız olumsuzlukların önüne geçilerek hayatın akışının sürekli iyiye doğru yol alması sağlanır.

Çağımızın küreselleşmiş sorunları karşısında daha kalıcı çözümler üretme hususunda sorumluluğu olan biz Müslümanların, bu sorumluluğumuz çerçevesinde Allah’ın sınırlarına riayet ve helal-haram duyarlılığımızı en üst seviyede muhafaza etmemiz son derece önemlidir.

7 Ekim 2010 Perşembe

İlim yükseltir, cehalet alçaltır

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com::İlim yükseltir, cehalet alçaltır.
* Ahlak ve edep, aklın dışarıdan görünüşüdür. Kişinin aklı edebi kadardır.
* Akılda kemalin şartı, ahlak ve edepte kemaldir.

* Hayırlı insan, ailesine ve çocuklarına faydalı olandır. Her fayda ehl-i sünnet itikadının içindedir.

* İslamiyet, bütün nimetlerin cem edilip, insanlara sunulmuş şeklidir.
* Akıllı insan aklını kullanır. Daha akıllı olan başkalarının da aklını kullanır.

* Kişinin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında o kadar noksanlık vardır.
* Kibirli insan, ateşe hevesli insan demektir.

* Başkasına yük olan alçalır.
* Dil bir canavar gibidir, serbest bırakılırsa parçalar. Ama önce sahibini.
* Her fenalıktan sakınmanın yolu, dili tutmaktır.

* Söz taşımak, yani kovuculuk yapmak, emanete hıyanet etmektir.
* Söz ilaç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.

* Kendine acımayan, başkasına hiç acımaz. Kendine acımanın yani iyilik etmenin yolu, beş vakit namazdan geçer.

* Kötü insan, kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür. Bütün kötülüklerin başı kötü arkadaştır.

* Kişi, dilinin altındadır, konuşturursanız, ne olduğunu anlarsınız.
* Bir farzı vaktinde yapmak, bin senelik nafile ibadetten daha iyidir.
* Kalb temiz olursa, dilden güzel sözler çıkar. Dil, gönlün aynasıdır.

* Çalışıp kazanma zahmeti çekmemiş olanda hayır yoktur.
* Canınız sıkıldığı zaman çalışınız.
* Dünyada ve ahirette iyilik, iman, namaz ve sabır ile ele geçer.

* Sabretmeyen zafere kavuşamaz.
* Öldükten sonra yaşamak isterseniz, kalıcı bir eser bırakınız.
* Edep öğrenilmeden, ilim öğrenilmez.

* Yolunu, paranı, itikadını kimseye söyleme.
* Hakiki sevgi, iyilik ve kötülük gördüğünde değişmeyen sevgidir.

* Çalışmayıp, herkese muhtaç kalanların dini ve aklı noksan olur.
* İlmiyle amel etmeyen âlimin ilmine güvenilmez.
* Açları doyurmak, af ve mağfirete sebep olur.

* Akıllı insan, korktuğu başına gelmeden önce onun çaresine bakandır.
* Şükredilen nimet devamlı olur.
* Kendi görüşünü beğenen doğruyu bulamaz.

* Başkalarının ayıplarını araştırmayı terk eden, kendi ayıplarını görüp düzeltir.
* Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.

* Kötü huydan haramdan sakınır gibi sakının.
* Üç şey kalbi öldürür; çok konuşmak, çok uyumak, çok yemek.

* Dini ve imanı hakkında, (Sonum ne olur) diye söğüt yaprağı gibi titremeyenin sonu tehlikelidir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Başarmanın Anahtarı Çalışmak

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:Kur’an’ın evrensel prensiplerinden birisi de “çalışmak”tır. Çalışmak, Allah'ın bir kanunudur. Kâinatta her şey bu kanuna boyun eğmiş, her zerrenin varlığı çalışmaya, hareket etmeye, bağlı kılınmıştır. Her varlık yaşamını devam ettirebilmek için devamlı bir çalışmanın içindedir. Gezegenler, güneş sistemindeki hareketlerine devam etmeseler âlemin düzeni alt üst olur, kalbimiz çalışmasa hayatımız sona erer. Velhasıl âlemdeki her şey, sürekli bir çalışma ve dinamizm/hareketlilik hâlindedir.

İslam’da çalışma izzet, şeref ve itibar vesilesidir. Yüce Rabbimiz birçok ayette çalışmanın önemini beyan etmiştir. (Nisa, 32; Kasas, 77; Şûra, 20; Necm, 39-41; İnsan, 22; Leyl, 4.) Allah Teâlâ, insanı kendisi adına yeryüzünde tasarrufta bulunması için halife olarak yaratmış ve varlıkları insanın emrine vermiştir. Cenab-ı Allah’ın insana böyle bir sorumluluk yüklemesi, varlıkları onun emrine vererek şereflendirmesi, insanın aktif ve dinamik bir varlık olmasını gerektirmektedir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 1, Çelik-Şûrâ Yay., İstanbul 1993, s. 299.) Ayrıca Yüce Rabbimiz: “İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatını tastamam verecektir.” (Bakara, 25, 82; Âl-i İmran, 57; Nisa, 57, 122-123,173; Maide, 9.) anlamındaki ayetlerde, iman etmenin arkasından salih amel işlemeyi, yani hayırlı, faydalı, iyi ve güzel işler/faaliyetler içerisinde bulunmayı müminlerin bir özelliği olarak zikretmiştir. İlgili ayetlerdeki insanoğluna yönelik “salih amel” kavramı umumî bir ifade olup, farz ve nafile ibadetlerin yanı sıra, onun bedenî, zihnî, kalbî bütün hayırlı/faydalı ve güzel faaliyetlerini kuşatmaktadır. Bu noktada tefekkür zihnin faaliyeti, zikir ise kalbin ve dilin faaliyeti olduğunu bilmeliyiz. Ahiret mükâfatına ilave olarak, her hayırlı ve faydalı faaliyetin içine peşin mükâfat olarak zevk, lezzet, huzur ve saadetin verilmesi, ayrıca bir ilahî lütuftur. (Yunus Vehbi Yavuz, Çalışma Hayatı ve İslam, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1992, s. 38.)

Çalışma her şerefin temeli, her başarının anahtarıdır. Çalışma olmasaydı insanlık bugünkü bilimsel ve teknik ilerlemeleri sağlayamaz, ilkel yaşamdan kurtulamazdı. Çalışma sayesinde insan huzurlu ve rahat bir hayat yaşar. Çalışma ile boş vakit değerlendirilir, servetler bereketlenir, gelir artar. İnsan, ahirette Allah’ın huzurunda kurtuluşa erer, zira Allah, çalışkan ve salih kullarını sever. (Yavuz, age., s. 39.)

Yüce Allah, Kur’an’da çalışmanın önemini belirterek şöyle buyurmaktadır: “İnsana kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Onun çalışması yakında görülecektir. İnsana karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 39-41) Bu ayetler insanın ancak çalışarak ilerleyebileceğini, dünya ve ahiret saadetinin ancak helal ve meşrû yoldan çalışmakla mümkün olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu ayetlerde, insanın kemali ve olgunluğu da başkalarının çalışmasıyla değil, ancak kendi çalışmasıyla mümkün olacağı açıklanmaktadır. Nitekim bir hadiste de bununla ilgili olarak; “Hiç kimse, kendi el emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir. Allah’ın peygamberi Hz. Davut (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” buyrulmuştur. (Buhârî, Büyû, 15.)

Her insan ancak kendi çalışmasının karşılığını görür, diğer insanların çalışması neticesinde elde ettikleri şeylere sahip olamaz. Bu nedenle Yüce Rabbimiz, bütün insanları çalışmaya teşvik ederek, çalışmayan kimsenin fayda temin edemeyeceğini, her çalışanın çalışmasının meyvesini alacağını belirtmiştir. Yüce Rabbimiz böylece, insanı atalet ve tembellikten men etmiş, dünyada ve ahirette huzur ve saadete ulaşmak için çalışmayı, helal ve meşrû yollardan kazanmayı emretmiştir.

Kur’an-ı Kerim, dünyanın imar edilmesi için çalışmayı teşvik etmiştir. Gayretli olmayı, rızık elde etmenin ve geçimini temin etmenin esası saymıştır. Rızık, insana hiç çalışmadan verilecek değildir. Rızık ister tarım, ticaret, sanayi gibi beden ve adale gücü gerektiren bir iş olsun; isterse doktor, öğretmen, avukat, mühendis gibi bilgi veya düşünce çabası gerektiren iş olsun, ancak ciddi bir çaba ve uğraşının neticesinde gelir. (Şamil İslam Ansk., "Çalışmak” mad., C. 2, Dergah Ofset, İstanbul 2000, s. 43.)


Bütün bu işler, hayatın tabiî ve zaruri ihtiyaçlarından sayılır. Bunlar, dünyanın ayakta durması, hayatın ıslah edilmesi, bilim ve teknikte, medeniyette ilerleme ve gelişme sağlanması, toplumların hür, müreffeh ve rahat yaşaması için mutlaka gerekli olan farz-ı kifayedendir. Bu görev taksimi bağımsız, şahsiyetli ve onurlu bir hayat yaşamak isteyen her milletin milli iktisadının ana direğidir. (Yavuz, age., s. 39.) Bu nedenle Müslümanların çalışarak üretim ve verimlilik şartlarını sağlaması, böylece hiçbir sömürgeci gücün ve yabancı düşmanların Müslümanların içişlerine karışmasına, baskı yapmasına, ekonomik yönden ve diğer yönlerden Müslümanlara hâkim olmasına imkân vermemeleri gerekir.

Peygamberler, hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima çalışma ve gayret içerisinde olmuşlardır. Hatta geçimlerini temin hususunda birçok peygamberin belli mesleklerin piri olacak kadar hayatı kazanmada öncü oldukları bilinmektedir. Örneğin, Hz. Âdem (a.s.) hem çiftçilik hem de dokumacılık, Hz. İdris (a.s.) terzilik, Hz. Nuh (a.s.) ve Hz. Zekeriya (a.s.) marangozluk, Hz. İbrahim (a.s.) çiftçilik ve dokumacılık, Hz. Davud (a.s.) demircilik, Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) ticaret, Hz. Eyyüb (a.s.) çiftçilik, Hz Musa (a.s.) ve Hz. Şuayb (a.s.) çobanlık yapmış, Peygamberimiz (s.a.s.)’de gençliğinde çobanlık ve ticaret yapmıştır. (Yavuz, age.,s. 46-49.) Raşid halifelerden (Allah hepsinden razı olsun) Hz. Ebu Bekir (r.a.) manifaturacılık, Hz. Ömer (r.a.) dericilik, Hz. Osman (r.a.) ticaret yapmıştır. (Nurettin Turgay, Kur’an’da Mal Kavramı, Fecr Yay., Ankara 2006, s. 81.)

Dünya geçimini temin açısından bakıldığında Allah Resulü (s.a.s.): “Bir kimse kendi el emeğiyle çalışıp kazandığından daha hayırlı bir şey yememiştir”, (Buhârî, Büyû, 15.) “İnsanın kazandıklarının en hayırlısı çalışıp kazanarak elde ettikleridir.”, (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/354, 357.) “Kişi kendi elinin emeğinden daha helal ve temiz bir kazanç elde etmemiştir.” (Ebu Davud, Büyû, 79; Tirmizî, Ahkâm, 22; Nesâi, Büyû, 1; İbn Mace, Ticârât, 1.) buyurarak, çalışıp temiz ve helalinden kazanmanın önemini belirtmiştir.

Peygamberimiz (s.a.s.) helal ve temiz kazancı sadece emretmekle kalmamış, mübarek hayatı boyunca bizzat çalışarak geçimini temin etmiştir. Kendisinin dinî-dünyevî otorite olmasını istismar etmemiş, normal bir insan gibi hem kendisi ve ailesi, hem de toplumu ilgilendiren hizmetlerde bizzat çalışmış; tembellikten ve insanlara yük olmaktan şiddetle kaçınmıştır. Hz. Aişe validemizin anlattığına göre Peygamberimiz (s.a.s.), ailesinin ev işlerine de yardım eder, evini süpürür, koyunlarını sağar, develerini bağlardı. Elbisesini kendisi temizler, ayakkabılarını kendisi tamir ederdi. (İsmail Lütfü Çakan, Ashabının Dilinden Peygamberimiz, Rağbet Yay., İstanbul 2004, s. 13.) Satın aldığı eşyayı bizzat taşır, koyun ve develeri bizzat kendisi sular, onlara işaretleri kendisi koyardı. Mescid-i Nebevi’nin inşası sırasında herkes bir kerpiç taşırken Peygamberimiz (s.a.s.) iki kerpiç taşımış, Hendek Savaşı öncesi hendek kazılması sırasında bizzat hendek kazımında bulunmuş, çıkan toprakları taşımıştır.(Çakan, age., s. 13.)

Çalışmak sadece kişisel veya ailevî ihtiyaçları gidermeye yönelik bir gayret ve mesai değil, aynı zamanda toplumsal üretimi ve refahı artıran çok önemli bir unsurdur. İnsanlara faydalı olan, helal yoldan meşrû bir şekilde kazanan kimse, aynı zamanda toplum için de çalışmaktadır. Bu görev ihmal edildiğinde toplum için zararlı sonuçlar doğacağından, Allah katında bütün toplum sorumlu olur. Bunun için İslam toplumu ve İslam devleti her türlü işin ve mesleğin ustasını yetiştirmekle yükümlüdür. (Şamil İslam Ansiklopedisi, s. 43.)

Bir Müslümanın, kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmeye, borçlarını ödemeye yetecek kadar helalinden kazanması farzdır. İslam, çalışıp helalinden rızık kazanma hususunda “meşruiyet” prensibini esas almıştır. Bu nedenle İslam’da faiz, rüşvet, ihtikâr/karaborsacılık, hırsızlık, vurgunculuk, tefecilik, kalpazanlık, gasp, kumar ve şans oyunları, kamu mallarını haksız yere zimmete geçirmek, yetim malını haksız yere yemek, hileli alışveriş, her türlü sahtekârlık, eksik tartıp ölçmek, işçi ve memurun görevini ihmal ve suistimal etmesi, işverenin çalışanın hakkını vermemesi, kalitesiz mal üreterek elde edilen gayrimeşrû kazanç yasaklanmıştır. Bu nedenle yüce dinimiz İslam, bizlere helal ve temiz rızık kazanmayı emretmektedir. (Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yay., İstanbul 1999, s. 257.)

Fakirler ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek ve Allah yolunda infak etmek için helalinden fazlaca kazanmak İslam’ın övdüğü, güzel gördüğü bir ameldir. Böyle helal bir kazanç, nafile ibadetten faziletlidir. Çünkü böyle bir kazancın faydası, toplumun tüm bireyleri içindir. Lükse, israfa, gösterişe kaçmamak şartıyla rahat ve huzur içinde yaşamak ve fazlasını Allah yolunda hak sahiplerine infak etmek için daha fazla kazanmak mübahtır. (Süleyman Uludağ, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yay., Ankara 1989, s. 184.)

Netice olarak söylemek gerekirse: İslam, insanların dünya ve ahiret saadeti için çalışıp helalinden kazanmalarını emretmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun güzide ashabı da bizzat çalışarak ve helalinden kazanarak bizlere örnek olmuşlardır. Şurası iyi bilinmelidir ki; bilimde, teknikte, medeniyette ve daha birçok alanda ilerlemenin, gelişmenin yolu ancak çalışmaktan geçmektedir.

11 Temmuz 2010 Pazar

YUVANIZI KORUMAK İÇİN HAREKETE GEÇİN’

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:: 'Dr. Muhammed Bozdağ ile evlilik ve boşanma üzerine'

Süleyman Karakaş: Hocam, yıllardır kitaplarınızı severek okuyan ve yüz binlere ulaşan okurlarınız var. Aile içi sorunların ele alındığı, STV’de yayınlanan programınız da dikkat çekiciydi. Bu sebeple sizinle boşanma sorunu üzerine bu söyleşiyi gerçekleştirmek istedik. Teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

2002-2007 tarihleri arsında, tam olarak 965,812 çift boşanmış. Bu şu demek; beş yılda bir milyon civarında yuva yıkılmış. Boşanma oranının sürekli artış göstermesi, sizce nereden kaynaklanıyor? Sadece ahlâkî yozlaşma ve geçim sıkıntısı ile bu durum açıklanabilir mi? Yoksa bütün bunların ardında, artık hayatımızın her aşamasını sarmalayan “modernite” veya “modern hayat tarzı” mı etkili oluyor? Eğer böyleyse bu durumdan nasıl çıkabiliriz? Aileyi ve manevi değerleri koruyan geleneksel hayat tarzımıza yeniden kavuşmamız sizce mümkün mü?

Dr. Muhammed Bozdağ: Toplum olarak Batı’yı izliyoruz. Batıda bugün yüzde ellilerin üzerine çıkan boşanma, seksen yıl önce yok denecek kadar azdı. Onların başına gelen ne ise biz de onu yaşıyoruz. Toplum hızla değişiyor. Yüzyıllardır süren sosyal, ekonomik, psikolojik toplumsal yapı tamamen değişiyor. Şehirleşmeyle birlikte eski yaşama biçiminin yerini tamamen yenisi alıyor.

Değişen ne? Bir devlet görevlisi doğu Anadolu’nun bir köyünde yaşayan yaşlı bir teyzeye, hangi partiye oy vereceğini soruyor. Teyzenin cevabı, “benim kocam ölmüştür.” oluyor. Bir ailenin her şeyinin erkek tarafından belirlendiği çağlar geride kaldı. Artık kadın okuyor, işe giriyor, bilinçleniyor. Modern hayatın karmaşık ilişkilerini, erkek tek başına yönetemiyor. Artık erkek tek başına ailenin ekonomik yükünü taşıyamıyor. Köylerin akraba dayanışmasına bağlı kalabalık ailelerini, şehirlerin yalnız ve korunaksız aileleri alıyor.

Batıda aile bağları, akraba ilişkilerinin çöküşüyle, bireyselliğin öne çıkışıyla, kadının statüsünün gelişmesiyle zayıflamış olabilir. Ancak boşanmanın esas sebebi bu değil. Batıda korkunç bozulma nasıl başladı? Evliliklerin çatırdamaya başladığı dönemde, medya üzerinden, aile birliğini koruyacağı zannıyla, kadında ve erkekte yoğun bir cinsel bilinçlenme (!) körüklendi. Abartılmış cinselliğin evlilik sınırları içerisinde karşılanamayacağı ortaya çıktı. Bağlar koptu. Kadın erkek ilişkileri dehşetli bir hal aldı.

Geçim sıkıntısının bu durumla ilgisi yok. İnsanların en zor geçinebildikleri çağlar, kadınla erkeğin en içten dayanıştığı çağlardır. Fakir toplumlarda boşanma oranı daha düşüktür. Zira masrafları iki ayrı eve bölen boşanma, geçimi daha da zorlaştırır.

Ahlâkî yozlaşma önemli. Fakat esas mesele şu: Eski zamanlarda insanlar özgüvenli, erdemli, kâmil, saygılı, sorumlu, çalışkan, iffetli kişiliklerle yetişir ve dillere destan, güçlü evlilikler yaparlardı. Ayrıca evlilikler, toplumsal dayanışma düzeni, akrabalık, ekonomik yardımlaşma gibi faktörlerce de dıştan desteklenirdi.

Sonrasında bir dönem insanî değerlerde bozulma olmasına rağmen, kadının ezildiği baskı odaklı bir zeminde evlilikler sürdürüldü. Şimdi artık kimse kimseyi zorlayamıyor. Erkek de kadın da eşini kendisine bağlı tutma sanatını öğrenmeden evliliğini yaşatamıyor.

Batıdan alınan evlilik hukuku da ailenin iyice gevşemesine yol açtı. Bu hukuk, batıda evlilikleri nasıl yok ettiyse bizde de aynısını yapmak üzere. Doğudaki birkaç aşireti hariç sayarsak, artık kimse kadını ve erkeği evlenmeye ve evli kalmaya zorlayamaz. Evliliğin yaşamasının kişisel erdemden başka çaresi kalmadı. Kadınla erkeğin karşılıklı saygı, adalet, iffet, sorumluluk ve tüm bunları temellendiren iman esasları etrafında kendilerini geliştirmeleri gerekir.

Evlilik, ancak eşlerin birlikteliğinden doğan maddî ve manevî faydanın, üretilen maddî ve manevî külfetten fazla olmasıyla yaşayabilir. Şu halde, kadın ve erkek evlilikten ne alacağından önce, evliliğe ne vereceğini düşünmeli. Özgüvenli mi? Sağlıklı ilişkiler kurabiliyor mu? İlişkileri âdil yönetebilecek bir cesareti var mı? Yoksa nasılsa evlendim, artık her şey çantada keklik diyen, eşiyle her gün birkaç dakika da olsa yakından ilgilenmeyen, kırk yıl sonra bile olsa evliliğini kaybeder.

S. Karakaş: Bizler Müslümanlar olarak, ancak Allah’a söz vererek, akid yaparak evleniyoruz. Neden sanki böyle bir şey yokmuş gibi kendi kafamıza ve keyfimize göre hayatımızı düzenlemeye kalkışıyoruz? Örneğin boşanmanın, pek de üzerinde durulmayan, mahremiyete dikkat etmemek, kadın-erkek karışık oturmak gibi önemli bazı sebeplerini görmezden geliyoruz?

Dr. Muhammed Bozdağ: Mahremiyeti ihlâlin güvensizlik doğurduğu yerde evlilik yaşamaz. Bu doğru. Eşlerin iffetlerini ne pahasına olursa olsun birbirlerine tahsis edip koruduklarını sözleriyle, tavırlarıyla, ilişkileriyle, giyim kuşamlarıyla göstermeleri şarttır.

S. Karakaş: Sizce günümüzde akrabaların evliliğe katkısı ne derece başarılı?

Dr. Muhammed Bozdağ: Maalesef toplum çok değişti. Nerede dinimizin emrettiği sılai rahim? Nerede gıybetsiz, dedikodusuz, iftirasız, fedakâr ataların huzurlu hayatı? İnceleyince gördük ki artık dedikoducu akrabalar, evliliğin yaşamasından çok eşlerin boşanmasına yol açıyor. Ahlâkî zafiyet, kıskançlık, bencillik, anne babanın evliliğe gereksiz yere, bencilce ve adaletsizce karışması, evliliklerin çöküşünün önemli nedenlerinden biri olmuş.

S. Karakaş: Hocam, biliyorsunuz, İslam’ın emir ve tavsiyelerinin, akli hedefleri dışında, manevi fayda ve hikmete açılan boyutları da vardır. Meselâ birçok arifin ifadelerine göre; Allah’a isyan ve günah içinde olan bir insana karşı mahlûkatın sevgi ve hürmeti kalmaz. Kim de Allah’ı razı eden bir kul olursa irade dışı olarak bütün mahlûkat onu sever, sayar, ona sempati besler. İsyankâr bir baba da aile içinde öyledir, onu kimse saymaz. Eşi ve çocukları ona hürmet duygularını kaybeder. Şimdi, eğer mutluluk denen şey, manevî/kalbi doyum ile oluyorsa toplum olarak neden işin bu yönü üzerinde hiç durmuyoruz? Maneviyatımızı güçlendirmek, bize zor mu geliyor yoksa?

Dr. Muhammed Bozdağ: İslâm dini ahlâk dinidir. Allah’a en yakın Müslüman, en ahlâklı Müslüman’dır. İnsan ne kadar ahlâka tutunursa Allah’tan kalbine o kadar huzur ilham olur ve dediğiniz gibi mahlûkattan o kadar çok dua alır.

Müminin tam ahlâka tutunması için imanı ve ölümü iyi algılaması gerekir. Her gün ölebileceğini hatırında tutarsa imanını güçlendirir, imanını güçlendiren de ahlâksızlıkla kirlenmekten korkar, tiksinir. Dilini gıybetten korur meselâ. Yalandan yüzü kızarır, iffetsizlikten iğrenir. Ahlâkın özü iyilik ve adalettir. Eşinize, evlâdınıza, anne babanıza ve herkese iyilik yapmaya ve aralarındaki ilişkileri adaletle yönetmeye çalıştığınız sürece doğru yoldasınızdır. Fakat eşlerden biri eşine adaletsizlik eder, onu akrabaların adaletsizliğine teslim eder, ona tam sahip çıkmazsa onu sırtından hançerlemiş olur.

Ahlâksızlığın hızla yayılmasının en büyük nedeni televizyonlardır. İnternet bu yayılmayı cesaretlendirmiş ve katlayarak hızlandırmıştır. Birçok kimse, dünyanın en uzak köşelerinin ahlâksız ilişkilerini ekranlardan izleyerek şuur altına yerleştirdi. Eskiden bir kadın ve erkek yaklaşacak olsa yüzleri kızarırdı. Bizim inancımıza göre, insan bir kere evlendi mi devletini kurmuş demektir. Artık ağır yüz kızartıcı bir suç olmadığı sürece, eşlerin o devleti yaşatmaya çalışması, cennet kapısından eşiyle birlikte girebilmeye hazırlanması gerekir.

Mutluluğu, hayata hangi düzeyden baktığınıza göre anlamlandırırsınız. Eğer gaybın ötesini görür gibi bir veli imanına sahipseniz, iman en büyük ve tek mutluluk vesilenizdir. Mal mülk, eş, evlât, başka hiçbir şey sizi bu yüce huzurdan öte sevindiremez. Üstelik Allah’ı hakkıyla bulanın başka hiçbir mutluluk sebebine ihtiyacı yoktur.

Lâkin imtihan ve gaflet dünyasında sınanan insanlarız. Bizim gibi sıradan insanlar, o denli derin imana kavuşamıyoruz. Allah kadınla erkeği birlikte yaşayıp birbirlerine sevgi ve şefkat vesilesi olsunlar diye yarattı. Dünyadaki nimetleri de şükürle kullandığımızda, kalbimize mutluluk gönderiyor. Allah bizden imandan sonra iyiliklerde yarışmamızı yani ahlâklı olmamızı istiyor. Demek ki mutluluğun kaynağı iman ve ahlâktır.

Ahlâk da bir dizi değerin içselleştirilip hayata yansıtılmasıyla olur: Adalet, saygı, sevgi, yardım, affetme, iffet, tevazu, iktisat, yumuşak huy, dilini tutmak, doğru sözlülük, dürüstlük, güler yüz, sabır, sözünde durmak, dayanışma gibi değerleri kast ediyorum. Tabii ki kusursuz insan yoktur ve biz melek değiliz. Önemli olan bu türden ilâhî ahlâkî değerlerin hayatımıza hâkim olması, üstün gelmesidir.





S. Karakaş: Hocam, sözlerinizden anlıyoruz ki bizim en büyük sorunumuz İslâm ahlâkını kaybetmemiz olmuş. Oysa biz, Müslüman bir toplumuz. Peki, biz nasıl bu hale geldik? Biraz açar mısınız?

Dr. Muhammed Bozdağ: Öncelikle İslâm ahlâkı, Aziz Allah’ın Hz. Âdem’den beri tüm peygamberler üzerinden insanlara bildirdiği ilâhî ahlâktır. Batılılar Müslüman değil, ama cinsel ahlâkı hariç tutarsak, pek çok işlerini İslâm ahlâkına uygun yaptıklarını söyleyebiliriz. Bu sayede güçlendiler. Eğer cinsel ahlâkı da koruyabilselerdi, bugünkü sosyal facialardan korunabilirlerdi. Gerçeği uzakta aramayalım: Hemen hepimiz üstün bir insanın nasıl tanımlanacağı biliyoruz. Öyleyse şunu soralım: Bu ahlâkı neden hakkıyla içselleştiremiyoruz?

Ahlâk huydur, kişiliktir, alışkanlıktır, şuuraltındaki kalıplardır. Bunu sonradan edinmek epeyce zordur. Nesiller ahlâklarını, neredeyse hayatlarının ilk beş-on yılında edinirler. Demek oluyor ki anne babamızdan çocukken ne öğrendiysek, hayatımızı o yönetiyor.

Şu an nesillerin kafası karışık. Bir savaştan geliyoruz ve birçoğumuzun dedesi ve ninesi yetim büyüdü. Köyden şehre, kalabalık aileden çekirdek aileye geçerken, geleneksel toplumdan modern topluma dönüşürken, bir nesil rehbersiz kaldı. Bu bozulmanın üzerine önce televizyon, ardından internet ortaya çıktı. Bugün iş bambaşkadır. Artık çocukları anne babalar değil televizyon ve internet yetiştiriyor. Yani artık nesillerin şuuraltını uluslar arası güçlerin ideolojileri kodluyor.

Bu durumu görmeli, buna göre kendimizi ve nesillerimizi korumanın yollarını aramalıyız. Artık kitlesel çözümlerin yolu kapandı. Artık herkes bireysel olarak kendi yuvasını korumak için harekete geçmek zorunda. Bunun için kısmen Sevgi Zekâsı kitabında yer verdiğimiz bakış çerçevesinde, aile ve akraba ilişkilerini biçimlendirmelidir. Yoksa eşini ve evlâtlarını kaybetmekten kurtulamaz.

S. Karakaş: Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Gerçekten de yaptığımız araştırmaya göre, son yıllarda, boşanma sebeplerinin başında, teknolojik âletler, TV, internet ve bilgisayar geliyor. Keyfe düşkünlüğün, bireysel hazcılığın ve benliğin ön plâna çıkarıldığı bir dönemle/ortamla nasıl başa çıkabiliriz?

Dr. Muhammed Bozdağ: Dünyaya ne mutsuzluk için geldik ne de hazcılık için. Evrenin Şefkatli Sahibini tanımak, O’na inanarak ve yüksek ahlâkla yaşayıp cenneti kazanmak üzere, çileli dünya imtihanlarından geçiyoruz. Manevî zevkleri yitirirseniz, dünyadan hiçbir şey kalbinizi doyuramaz. Zevkçilik peşinden giderseniz, iğrençleşen doyumsuz çirkinliklere düşer, boğulursunuz.

Teknoloji hayatı kolaylaştırdı. Dünyayı âdeta köy boyutlarında küçülttü. Şehir koşuşturmalarında hayatınızı bir güne sığdıramıyorsunuz. Medeniyet oyuncakları çevrenizde dört dönüyor. Eğer yenilenen Sonsuzluk Yolculuğu’nda ele aldığımız, hayatta bulunma amacınızı, ölümü, ölüm sonrasındaki sonsuzluğu unutursanız, korkunç bir gafletin eline düşersiniz. Dünyayı tek bir küresel devlete ve insanları da bu devletin tüketici kölelerine dönüştürmeyi hedefleyen gizli güçlerin eline düşersiniz. Ne yuvanız kalır ne de huzurunuz.

Televizyon ve internet üzerinden doğrudan sizin, eşinizin ve evlâtlarınızın şuur altına yönelen saldırılara karşı kendinizi koruyor musunuz? Hangi ekranı ve nasıl izlediğinizi kontrol ediyor, plânlıyor ve hatta mümkünse uzak duruyor musunuz?

Günlük gerilimlerinizi en sağlıklı şekilde aile ilişkileri içinde giderirsiniz. Eskiden ailenin bireyleri her akşam bir araya gelir, büyüklerin hatıraları dinlenir, ailede saatler boyu süren anlatımlar, oyunlar ve paylaşımlar yaşanırdı. Şimdi televizyon, cep telefonu ve bilgisayar gibi oyuncaklar bireyleri gerçek hayattan kopardı. Aile bireylerinin ortak etkinlikleri, sohbetleri azaldıkça aralarındaki bağlar da kopar.





S. Karakaş: Son olarak, her şeye rağmen, sizce huzurlu bir aile hayatı için eşlerin dikkat etmeleri gereken temel noktalar nelerdir? Ne gibi tavsiyelerde bulunacaksınız?

Dr. Muhammed Bozdağ: Huzurun temeli derin iman ve ölümü sık hatırlamaktır. Bundan sonra sağlıklı bir kişilik geliştirme gelir. Kendine değer veren, güvenen, özenli saygılı, şükreden, kendini ne küçümseyen ne de abartan, oldu gibi kabul edip sadece Allah’a kul olan bireyler olmalıyız. Böyle bir insanın ilişkileri de doğrudan, açık, anlaşılır, çözümcü, gerçekçi, bilinçli olur. Yoksa baskı veya sorumsuzluk altında benliği bozulmuş bir insan ya korkulu, kişiliksiz, yalancı, aldatıcı, ikiyüzlü ya da sorumsuz, duyarsız, yıkıcı davranır.

Yuvada huzur artıyorsa bağlar güçlenir, huzursuzluk artıyorsa da bağlar kopar. Huzurlu olmak mı istiyorsunuz? Önce bu konuyla ilgili bulabildiğiniz kitapları okuyup birikiminizi ve anlayışınızı güçlendirin.

Altın değerinde tavsiyeler

Özellikle şunları yapın: Ailenizden kimseyi aşağılamayın, sabah akşam birbirinizi tebessümle selamlayın. Birbirinizi aşağılamadan dinleyin. Birbirinizin küçük hatalarını sabırla hoşgörün, hoş göremediklerinizi de suçlamadan dile getirin. Aileden biri yanlış yapıyorsa bunu yanlış bulduğunuzu ve sizi üzdüğünü olay büyümeden belirtin ve beklentinizi ifade edin.

Aranızdaki hayatî düzeyde olmayan sorunları, zorunlu olmadıkça akrabalara taşımayın. Eşinizi sabah akşam bazen bakışınızla, bazen dokunuşunuzla, bazen ses tonunuzla övün, her zaman yanında olun.

Anne babanız da olsa kimsenin eşinizi aşağılamasına izin vermeyin. Canınızı kurtaran birisine nasıl davranırsanız, eşinize de öyle davranmaya çalışın. Çünkü size iyi eşlik yapması sizi ateşten kurtarabilir.

İkiniz birbirinizi her gün şükre teşvik edin. Çünkü şükürsüz yuva yaşamaz. Eşinizin hasta, yorgun, bunalımda olabileceğini düşünün ve her olumsuz tavrını üzerinize almayın. Eşinizin aranızdaki buzları eritme çabasına inatla direnmeyin, esneyin ki barışma kolaylaşsın.

Çok sayıda boşanmanın vahim sonucuna tanıklık ettim. Mallar parçalanıyor, geçim çöküyor. Daha iyi bir ikinci evlilik şansı yarı yarıya azalıyor. Boşanan erkeğin ve bilhassa kadının sosyal itibarları çöküyor. Sağlıkları, psikolojileri, işleri, ilişkileri bozuluyor ve Allah korusun, birçoğunun ahlâkı da çöküyor. Varsa çocuklar ağır bedeller ödüyor. Yaşadıkça yeni bedeller, ölünceye kadar birbirini izliyor. Bu kadar ağır bedelleri, eften püften tartışmalar yüzünden bir ömür ödemek yerine, akıllı insan canını dişine takmalı ve yuvasını kurtarmalıdır.

Boşanmaktan korkuyor musunuz?

Dr. Muhammed Bozdağ’ın şu tavsiyelerine kulak verin:


Temel kural:
“Evliliğin vazgeçilmez dört ‘S’ ilkesi; saygı, sevgi, sorumluluk ve sabırdır. Yuvasını yaşatmak isteyen, eşine saygıyı bilecek. Eşinizi sokaktan değil, Allah’tan ve emanet aldınız. Nikâhla hayatınızın en büyük şeref sözünü verdiniz. Eşinize sözlerinizle, tavrınızla, aileyi ilgilendiren kararları alırken, gece gündüz, her işte saygılı mısınız?

İkincisi;
Bakışlarınız, ses tonunuz, vücut hareketleriniz, davranışlarınız ve kelimeleriniz, eşinizi sevdiğinizi her gün söylüyor mu?

Üçüncüsü;
Ailenin işlerini paylaşmakta, eşinizin (psikolojik ve maddi) ihtiyaçlarını anında hissedip gereğini yapmakta, sözünüzü tutmakta hassas mısınız?

Son olarak:
Hastalığa, eşin bazen bunalmasına, bazen (evde yemek yapılmadığından) aç kalmaya, bazen çocuğun, komşunun veya akrabanın eziyetine, her zamanda ve şartta sabrediyor musunuz? Bunlar imanın gereğidir. Bu dört değerin hakkıyla kuşattığı bir evliliğin boşanmayla sonlanması mümkün değildir.”


DR. MUHAMMED BOZDAĞ