18 Kasım 2009 Çarşamba

Kurbanla İlgili Sıkça Sorulan Sorular ve Cevapları

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:http://yaglikuyumcutirebolusabrikontek.azbuz.com::Kurban ne demektir, hükmü nedir?

Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibâdet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı, kurban bayramı günlerinde usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder.
Akıllı, hür, mukim ve dini ölçülere göre zengin sayılan mümin, ilâhî rızayı kazanmak gayesiyle kurbanını keser. Böylece hem maddi durumu yetersiz olup kurban kesemeyenlere bir şekilde yardımda bulunmuş, hem de Cenab-ı Hakk’a, yaklaşmış olur.
Kurban ibadeti, İslam toplumlarının şiarı sayılan ibadetlerden biri olarak asırlardan beri devam ede gelmektedir. Ayrıca kurban, bir Müslüman’ın gerektiğinde bütün varlığını Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun da bir nişanesidir.
Kurban Hanefi mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise, sünnet-i müekkededir. Dini kaynaklarda Peygamber Efendimizin kurbanını daima kestiği ifade edilmektedir.

Kurbanın dinî dayanağı nedir?

Genel anlamda kurbanın bir ibadet olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet yer almaktadır. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in yerine, Allah tarafından bir kurbanın verildiği açıkça bildirilmektedir. (Saffat, 37/107)
Ayrıca aşağıdaki ayetler de genel anlamda kurban ibadeti ile ilgilidir :
- “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hac, 22/34)
- “... kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belirli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin”(Hac, 22/28)
“Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yeyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” “Onların etleri ve kanları asla Allah'a ulaşmaz. Allah'a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hac 22/36-37)
Bu ayetlerde zikredilen hayvan kesiminin, ibadet amaçlı birer uygulama oldukları açıktır. Bu amaçla kesilen hayvanların, et ve kanlarının Allah’a ulaşamayacağı asıl olanın ihlas ve takva olduğunun vurgulanması, kurban kesmenin ibadet olduğunun açık bir göstergesidir.

Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?

Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet verilmemelidir. Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve kesim işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. Ayrıca, çevre temizliği için gerekli tedbirler alınmalıdır. Kesim esnasında hayvanların, birbirlerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına özen gösterilmelidir.

Kurban bayıltılarak kesilebilir mi?

Ölmeden kesilmesi kaydıyla, ihtiyaç halinde veya hayvana eziyet vermemek amacıyla kurbanlık hayvanın uygun tekniklerle bayıltılmasında bir sakınca yoktur. Ancak hayvan henüz kesilmeden, şok etkisiyle ölürse, kurban olmayacağı gibi, eti de yenmez.

Kurban kesilirken besmele çekilmesinin hükmü nedir? Hangi dua okunmalıdır?

İster kurban niyetiyle olsun ister başka bir amaçla olsun hayvan kesilirken besmele çekilmesi gerekir. Hayvanın kesimi esnasında besmele kasten terk edilirse o hayvanın eti yenilmez. Ancak kasıtsız ve unutularak besmele çekilmezse bu hayvanın eti yenilir.
Kurban kesilirken üç defa “Bismillahi Allahü ekber” denilir ve şu ayetler okunur:






Kurban keserken abdestli olmak şartmı dır?

Kurban kesen kişinin abdestli olması şart olmamakla birlikte, kurban bir ibadet olduğu için kesenin abdestli olması daha faziletlidir.

Kadın kurban kesebilir mi?

Hayvan kesiminde, gerekli yeterlilik ve şartları taşıyan kişi kadın olsun, erkek olsun kurban kesebilir.

Kimler kurban kesmelidir?

Kurban kesmek, âkıl-baliğ (akıllı-ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslüman’ın yerine getirmesi gereken mali bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80.18 gr. altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir. Dolayısıyla, Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakarlığın nişanesi olmak üzere kurban kesmelidir.

Zengin olan karı-kocadan her birinin kurban kesmesi gerekir mi?

İbadetlerde sorumluluk bireyseldir. Bu nedenle, dinen zengin olan karı-kocadan her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi gerekir. Ancak İmam Malik’e göre aile reisi tüm aile efradı adına bir adet büyükbaş veya küçükbaş hayvan keserse, bu aile bireylerinin hepsi için yeterli olur.

Yolcunun kurban kesmesi gerekir mi?

Yolcu kurban kesmekle mükellef değildir. Ancak kesmesi halinde, sevabını kazanır. Sefer halinde iken kurban kesenler; bayram günleri içinde memleketlerine dönerlerse, yeniden kurban kesmeleri gerekmez. Sefer halinde iken kurban kesmeyip de bayram günlerinde memleketlerine dönenler, kurbanlarını keserler.

Kurban ne zaman kesilir?

Kurban, kurban bayramının ilk üç gününde kesilir. Kurban kesim vakti, Bayram namazı kılınan yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra, bayram namazı kılınmayan yerlerde ise sabah namazı vakti girdikten sonra başlar. Bayramın üçüncü günü güneş batıncaya kadar devam eder. Bu süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüzleri kesilmesi uygundur. Şafii mezhebine göre ise, kurban bayramın dördüncü günü de kesilebilir.

Hangi hayvanlar kurban olarak kesilir?

Kurban; koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Bunların dışındaki hayvanlar kurban olarak kesilemezler. Söz konusu hayvanların kurban olarak kesilebilmesi için devenin 5; sığır ve mandanın 2; koyun ve keçinin 1 yaşını doldurmuş olması gerekir. Bu sayılan yaş sınırını geçtiği halde süt dişlerini değiştirmeyen hayvanlar da kurban edilir. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması halinde kurban edilebilir.
Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, azaları tam ve besili olması, hem ibadet açısından, hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak, hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine mani teşkil etmez.





Kurbanlık hayvanlardan hangileri ortak olarak kesilebilir?

Koyun veya keçinin bir kişi tarafından; sığır, manda ve devenin ise, yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban olarak kesilebileceği Hz. Peygamber'in hadisleri ve uygulamaları ile sabittir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 7-8). Ortak olarak kurban edilebilen hayvanlar tek veya çift hisse olarak kesilebilirler.

Akika, adak, udhiyye ve nafile kurbanlar için aynı büyükbaş hayvana ortak olunabilir mi?

Ortak kesilen kurbanlarda, hissedarlardan her birinin kurbanlarını aynı maksat için kesmiş olmaları gerekmez. Ortakların herbirinin ibadet niyetiyle katılmış olması kaydıyla bir kısmı udhiyye, diğer bir kısmı ise adak, akîka, nafile kurbanı olarak niyet edebilirler.

Kurban eti nasıl değerlendirilmelidir?

Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, bir bölümünün de eve ayrılmasını tavsiye etmiştir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 10). Ailenin ihtiyaç durumuna göre etin tamamı evde bırakılabileceği gibi, toplumda muhtaçların arttığı dönemde kurban etinin çoğunun hatta tamamının dağıtılması uygun olur.

Kurban derisi nasıl değerlendirilmelidir?

Kurbanın derisi, bir fakire veya hayır kurumuna verilmelidir. Hz. Peygamber, veda haccında Hz. Ali'ye, kurban olarak kesilen develerinin başında durmasını ve bunların derileri ile sırtlarındaki çullarını sadaka olarak vermesini, kasap ücreti olarak bunlardan bir şey vermemesini emretmiştir (Ebu Davud; Menasik, 20). Buna göre kurban derilerinin para karşılığında satılması, kurbanın kesimi veya bakımı için ücret olarak verilmesi caiz değildir. Derinin satılması halinde bedelinin yoksullara verilmesi gerekir.

Vekalet yoluyla kurban kesilebilir mi?

Kurbanı, kişi kendisi kesebileceği gibi, vekalet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde de vekalet caizdir.
Vekalet yoluyla kurban kestiren kişi, bulunduğu yerde ki birisine vekalet verebileceği gibi, başka bir yerdeki kişi veya kuruma da vekalet verebilir. Vekalet, sözlü veya yazılı olarak verilebileceği gibi telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları ile de verilebilir.

Kuyruksuz koyunlar kurban edilebilir mi?

Doğuştan kuyruksuz olan veya besili olması için küçük yaşta kuyrukları boğulmak suretiyle düşürülen koyunların kurban edilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak bir kaza ile değerini azaltacak şekilde kuyruğunun tamamı veya yarısından çoğu kopan hayvanın kurban edilmesi caiz değildir.

Ölmüş kimseler için kurban kesilir mi?

Son zamanlarda halkımız arasında yaygınlaşma eğilimi gösteren; “ölü kurbanı” veya “kabir kurbanı” diye isimlendirilen bir kurban çeşidi yoktur. Ancak, ölmüş birisi adına veya sevabı ölüye bağışlanmak üzere kurban kesilebilir. Kurban borcu olup da hayatta iken vasiyet eden kişinin bıraktığı miras yeterli ise, mirasçıları tarafından vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Vasiyeti yoksa, ölen kimseler için mirasçılarının kurban kesmeleri gerekmez. Ancak bir kimse, sevabını ölmüş bulunan anne veya babasına yahut diğer yakınlarına bağışlamak üzere, çeşitli hayır kurumlarına, fakir ve muhtaç kişilere bağışta bulunabileceği gibi, kurban da kesebilir.

Taksitle kurban alınabilir mi ?

Kişi, ister peşin ister taksitle olsun satın aldığı hayvanı kurban olarak kesebilir

Satın alınan kurbana, daha sonra başkaları ortak edilebilir mi ?

Kişi, mülkiyetinde olan veya kurban etmek amacıyla satın aldığı büyükbaş hayvana yedi kişiyi geçmemek şartıyla başkalarını da ortak edebilir.

Kurban yerine sadaka vermekle bu ibadet yerine getirilmiş olur mu?

Fıkhi hükmü ister vacip, ister sünnet olsun; kurban ibadeti belirli şartları taşıyan hayvanın usulüne uygun olarak kesilmesiyle yerine getirilir. Kurban bedelini yoksullara ya da yardım kuruluşlarına vermek suretiyle, kurban ibadeti ifa edilmiş olmaz. Şüphesiz Allâh Teâlâ’nın rızasını kazanmak niyetiyle, fakir ve muhtaçlara yardım etmek, iyilik ve ihsanda bulunmak da Müslüman’ın önemli vazifelerinden biridir. Ancak, bu iki ibadetten birinin diğerinin alternatifi olarak sunulması dini açıdan doğru değildir.
Nitekim Peygamber (a.s.) Efendimiz de, kurban meşru kılındıktan sonra her yıl kurban kesmiştir. (Buhârî, Hac 117, 119; Müslim, Edâhî 17).
Ayrıca hadisi şeriflerde kurban bayramında, Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağı ve kurban edilen hayvanın her unsurunun kişinin hayır hanesine yazılacağı ifade edilmiştir. (Tirmizî, Edâhî 1; İbnu Mâce, Edâhî 3).

Akika Kurbanı nedir?

Yeni doğan çocuk için şükür amacıyla kesilen kurbana, “akika” adı verilir. Akika kurbanı kesmek müstehaptır. Akika kurbanı olarak kesilecek hayvanda, diğer kurbanlarda aranan şartlar aranır.
Akika kurbanı, çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilirse de doğumun yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir.
Akika kurbanının etinden ve derisinden, kurban sahibi dahil herkes istifade edebilir.

Şükür kurbanı ne demektir?

Temettu ve kıran haccı yapan kişilerin, aynı mevsimde hac ve umreyi birlikte ifa ettikleri için, kestikleri kurbanlara şükür kurbanı da denilmektedir. Aynı şekilde kişi, arzu ettiği bir amaca ulaşması veya bir nimete nail olması sebebiyle şükür kurbanı kesebilir. Bu kurbanların etinden sahipleri de yiyebilirler.

Adak Kurbanı Ne Demektir?

Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi adağını bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa, bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, usul ve furûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri…ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları..) yiyemeyeceği gibi, zengine de yediremez. Eğer kendisi yemek ister veya bu sayılanlardan birisine yedirmek isterse, o eti tartıp rayiç bedelini yoksullara vermesi gerekir.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Emsâlsiz Örnek Şahsiyet

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Peygamberler tarihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünya âleminde zuhûruyla da nihâyet bulmuştur. Yani bu yüce nûr, en temiz ve en asîl soylardan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh’a kadar gelmiş, Âmine Hâtun’un hâmileliğiyle birlikte Hazret-i Abdullâh’ın alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.

Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrundan husûle gelmiştir. Onun içindir ki kâinâttaki binbir türlü nakış ve ilâhî kudret akışları, O’nun nûrundan bir tedâî ve bir tebessümdür. Âdem -aleyhisselâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasîb konduğu için, Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesine icâbet olundu. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allâh Teâlâ:

«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm-:

«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.”2

İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar oldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.
Görüldüğü üzere peygamberler dahî O’nun hakkı için ilâhî rahmetten istifâde etmişlerdir. Hattâ O’na tâbî olmanın bereketine erebilmek için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır:

Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Yâ Rabbî! Bana verdiğin levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”

Allâh Teâlâ:

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Rabbim! Levhalarda dünyaya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Hazret-i Mûsâ:

“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla, tek gözlü ve yalancı deccal ile savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa ona bir hasene yazılmakta, yaptığı takdirde ise 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:

“–Allâh’ım! Beni de Ahmed’in ümmetinden eyle!” diye yalvardı.3

Hâsılı bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunun âdeta bir ikbâl müjdecisiydi…

Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.

O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve Gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu. Bu bereket, bütün kâinâtı yani bütün zaman ve mekânları kuşattı.

Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyayı teşrîf etmeseydi, insanlık, kıyâmete kadar zulüm ve vahşet içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esîri olurdu. Muvâzene şer lehine bozulurdu. Dünya, zâlimlere ve güçlülere âid olurdu. Şâir bu hâli ne güzel ifâdelendirmiştir:

Yâ Rasûlallâh, eğer Sen gelmeseydin âleme,

Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhûl esmâ Âdem’e

Varlığın mânâsı kalmaz garkolurdu mâteme!..

Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh- da, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek zulmü bertaraf eden ve putları kıran Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar minnet duymamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:

“Ey bugün müslüman olan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

,

Medeniyetten uzak ve câhil bir toplum içinden çıkan bu ümmî insan, ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla devrin insanlarını âciz bıraktığı gibi, ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak bir mûcize deryâsıyla gelmiştir. Bu şununla da sâbittir ki, Kur’ân-ı Kerîm, geçmişteki târihî hâdiselerden gelecekte zuhûr edecek hâllere kadar birçok ilmî ve fennî mes’eleye temâs ettiği hâlde, 1400 yıldan beri hiçbir keşif O’nu tekzîb edememiştir. Hâlbuki, bugün bile dünyanın en meşhûr ansiklopedileri, her yıl bir ek cilt çıkararak, kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalırlar.

O yetîm ve ümmî Peygamber, insanlardan ders görmedi; lâkin bütün beşeriyete kurtarıcı, gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak geldi.

Hazret-i Mûsâ birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvûd, Allâh’a duâ ve münâcaatları ile mümtâz olmuştu. Hazret-i Îsâ, insanlara mekârim-i ahlâkı ve zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, bunların cümlesini getirdi: Ahkâm vaz’ etti. Nefsi tezkiye edip berrak bir kalb ile Allâh’a duâyı öğretti. En güzel ahlâkı bildirdi ve yaşayışı ile nümûne oldu. Dünyanın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini kendisinde cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti, hep O’nda toplanmıştı.

Kırk yıl câhil bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı mükemmelliklerin çoğu, halkının henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı, bir vâiz, bir hatîb olarak bilinmiyordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek şöyle dursun, sıradan bir asker olarak dahî mârûf değildi.

Fakat hiç şüphesiz O’nun kırkıncı yaşı, insanlık için en büyük dönüm noktası oldu.

O’nun daha önce, geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayatın, yüksek bir ahlâkın içinde idi. Lâkin ilâhî bir vazife ile Hirâ Mağarası’ndan döndüğünde, tamâmen değişmişti.

Teblîğe başlayınca, bütün Arabistan korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgati ve hitâbeti, onları teshîr etti (âdeta büyüledi). Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir şâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu. Böylece asırlardan beri gelen bir an’ane tarihe karıştı. O derecede ki meşhûr şâir İmriü’l-Kays’ın şiirden çok iyi anlayan kız kardeşi:


وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

“(Nihayet) «Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: «O zalimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.” (Hûd, 44) âyet-i celîlesini işitince:

“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî meydân-ı iftiharda duramaz!..” diyerek vardı İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.4

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa, kendisinin yeryüzünde Hakk’ın Rasûlü olduğu gerçeğini fiilen tâlim etti.

En güzîde ilim adamlarının bile ancak ömür boyu süren araştırmalarından, insan ve eşyâ üzerindeki geniş tecrübelerinden sonra gerçek hikmetini idrâk edebilecekleri sosyal, kültürel, iktisâdî hayat, kitle idâresi, milletlerarası ilişkiler… gibi her alandaki en mükemmel kâideleri koydu. Muhakkak ki insanlık, teorik bilgi ve pratik tecrübe açısından geliştikçe, Hakîkat-i Muhammediye’yi daha iyi kavrayacaktır.

Daha önce eline kılıç almamış, askerî tâlim görmemiş, ancak bir defâ seyirci olarak savaşa katılmış olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihâta eden engin merhametine rağmen tevhîd mücâdelesi ve içtimâî sulh uğruna zarûreten en çetin savaşlardan bile geri kalmayan cesur ve şecaatli bir asker, dirâyetli bir kumandan oldu.

Kapı kapı dolaşıp Allâh’ın dînini insanlara teblîğ etti. Fakat nasîbi olmayanlar, kendilerine gelen hidâyet güneşine pervâsızca kapılarını kapatıp ilelebed karanlıklar içinde kalmayı tercih ettiler. Hatta bazen kalblerinde bulunan katılıktan dolayı kendisine kaba davrandılar. Ancak O, şahsına yapılan bu kaba hareketler sebebiyle değil de, onların gaflet ve cehâletinden dolayı müteessir oldu.

Bu gibi insanlara:

“Bu (tebliğime) mukâbil sizden bir ücret istemiyorum!” (Sâd, 86) buyurarak, sırf Allâh rızâsını hedef aldıklarını dâimâ ifâde ettiler.

Dokuz yıl içinde çoğu zaman düşmanın üçte biri kadarlık askerî gücü ile bütün Arabistan’ı fethetti. Hem de iki taraftan da yok denecek kadar az bir can kaybıyla… Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı rûhânî güç ve verdiği askerî eğitim ile fütûhâtta mûcizevî bir başarı elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers imparatorluklarını hezîmete uğrattılar.

Böylece insanlık tarihinin -bütün menfî şartlara rağmen- en büyük inkılâbına vücûd vermiş olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâlimleri sindirdi, mazlûmların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun tesellî ışıkları ile gönüller gamdan kurtuldu.

Mehmed Âkif, bu manzarayı ne güzel ifâdelendirir:
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada insanlığı kurtardı o Mâsûm,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.

Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..
,

Peygamberlerin serveri Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîretleri ise oraya dökülen nehirler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -bir rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının daha ötesine sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış îtibârıyla kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyettir. Bu sebeple bütün insanlığa Âhirzaman Nebîsi olarak gönderilmiştir.

Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk,

24 Eylül 2009 Perşembe

NEFSİN İNSANI ALDATMASI

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:Mü’min iki kısımdır. Birisi; itaatkar olan yani; Allah-u Zülcelal’in emir ve yasaklarına tam manası ile uyan mü’minler. Diğeride âsi mü’minler, yani; Allah-u Zülcelal’in emir ve yasaklarına uymayanlar.

Mü’minlerin asi olanları: “Allah kerimdir, O’nun affı çoktur.” gibi sözlere bel bağlayıp salih amelleri terketmek suretiyle aldanırlar. Bu kimselerin aldanmalarının bir sebebi de, atalarının durumlarına güvenmeleridir. Halbuki atalarının takvasıyla kurtulacağını zannetmek, babasının yemek yemesi ile kendi karnının doyacağına veya babasının hacca gitmesi ile kendisinin hacı olacağını zannetmek gibidir. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“Ey İnsan! Sen kerem sahibi olan Rabbin hakkında aldatıp yanlışlara (küfür, günah, nankörlük) süren nedir? Halbuki O seni yarattı, sana düzgün bir vücut verdi ve organlarını ihtiyaçlarına göre biçimlendirdi.” (İnfitar; 6-7)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Akıllı insan, kendi nefsini hesaba çeker ve ölümden sonrası için çalışır. Aldanmış olan ise, nefis ve hevasına uyar ve buna rağmen Allah’tan temennilerde bulunur. (affedileceğini, cennete götürüleceğini düşünür.)” (Tirmizi, İbn Mace)

Gurur ve aldanış cehaletten de kötüdür. Çünkü cehalet bir şeyi bilmemektir. Gurur ise onu yanlış ve ters bilmektir. Bu sebebten dolayı, çok kimse kötü oldukları halde kendilerini iyi zannederler veya yaptıkları iş yanlış olmasına rağmen, onu doğru kabul ederler.

Burada zikredilen sebeblerden dolayı aldanışlar meydana gelir.

Birinci aldanış dünyayı ahiretten üstün tutmaktır. Bu en büyük aldanıştır. Bu aldanışın sebebi, dünyanın hazır ve gözönünde olması, ahiretin gayb ve zamanın arkasında bulunmasıdır. Allah-u Zülcelal bu aldanışın içinde olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Dünya hayatını ahiretten daha çok seven ve bu sebeble Allah yolundan sapan ve onu eğri bulan kimseler açık bir delalet içindedirler.” (İbrahim; 3)

Diğer aldanış ise, iyi ve kötü olmayı dünyadaki mal ve rahatlıkla ölçmektir. Bazı insanlar mal ve hal sahibi oldukları için kendilerini ve kendileri gibi olanları Allah nazarında iyi zannederler. Allah-u Zülcelal bu kimselerin aldanmalarını şu ayet-i kerimede bildirmiştir:

“İmtihan etmek maksadıyla Allah insanı üne çıkardığı ve ona nimet verdiği zaman; ‘Rabbim beni üstün kılmıştır’ der. Hayır! (Bu söz doğru değildir.)” (Fecr; 15)

Bu sözün ve böyle düşünmenin doğru olmaması şundandır ki, imtihan malzemeleri kimseye üstünlük sağlamaz. Onun üstünlüğü ancak bunlarla imtihanı başarmasındadır. Bundan dolayı Allah-u Zülcelal maddi durumlarını hiç hesaba katmadan, imtihanı başarmış olan mü’minlerin imtihanı kaybetmiş olan inkarcı ve fâsıklardan üstün olduklarını bildirmiştir.

Nefs ve şeytandan bir dürtü olan temenniye ümit gibi sarılanlar şöyle derler: Allah’ın rahmeti çok, lütfu sonsuzdur. O’nun deniz gibi olan affı yanında bizim günahlarımız birkaç damladan ibarettir. Biz O’na iman etmişiz. Bu kadar kâfir ve zalim varken bizi mi cezalandıracaktır? Allah’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur!

Biz de bu kimselere şöyle deriz: Peki peygamberler, alimler, veliler ve diğer salih insanlar Allah’ın rahmetinin geniş olduğunu, O’nun kimsenin ibadetine ihtiyacı bulunmadığını, dünyada şu kadar kâfir ve zâlim yaşadığını bilmemişler mi ki, gece gündüz ibadet etmişler, en küçük bir günahtan bile sakınmaya çalışmışlar ve Allah-u Zülcelal’in azabından tir tir titremişler! Meleklerde bunu bilmemişler mi ki, tamamen masum ve devamlı ibadet halinde olmalarına rağmen hep korku içindedirler. Hem af ve mağfiret sahibi olan Allah-u Zülcelal’in kendisi de salih amel işlenmesini ve kendisinden korkulmasını emretmemiş midir?

Bazı kimselerin bir miktar taatları vardır. Fakat günahları da vardır. Kendileri ise günahlarını önemsemez, ibadetlerinin kendilerini kurtaracağını zannederler. Bu sebeble de kendilerini iyi durumda görürler. Bunların bu hâli de bir aldanış ve gururdur.

Diğer bazı kimseler de günahlarını hiç görmez, yalnızca ibadetlerini görürler ve bu sebeble kendilerini çok iyi bir durumda sanırlar. Allah-u Zülcelal bunlar hakkında ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“O gün Allah hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah bunların yaptıklarını unutmaz, fakat kendileri unuturlar. Allah herşeye şahittir.” (Mücadele; 6)

Bazı insanlar vardır ki, Allah’ın emir ve nehiylerini insanlara anlatırlar. Fakat bu hayırlı ve önemli iş için gerekli ve şart olan ihlâs, yumuşaklık, sabır ve şefkati göstermezler. En ufak bir direnme karşısında kızarlar. Buna da Allah için kızmak adını verirler. Fakat başkalarına söylediklerini kendileri yapmazlar ve şayet onları bu konuda uyaran olursa bunu edebe muhalefet sayarlar.

Nefs ve şeytan, bütün insanları günahlarla aldatmaz. Bazılarını da amel ve ibadetlerle aldatır. Bazıları amel ve ibadetlerinin, hayır ve hizmetlerinin değer ve kıymetlerinin hakkıyla bilinmediğinden ve hak ettikleri medhi ve takdiri alamadıklarından şikayet ederler. Yaptıklarının karşılığını halktan almak isteyen bu kimseler, bu yüzden halka kızgın ve kırgındırlar. Bu sebeble onlardan uzak dururlar, onlarla karşılaş-tıkları zaman yüzlerini ekşitirler ve onlarla konuşurken yumuşak bir dil ile konuşmazlar.

Bu kimseler düşünmezler ki, ibadetler ve hayırlar insanların takdiri için değil Allah-u Zülcelal’in rızası için yapılır. Hal böyle olunca da bu işlerden dolayı kimsenin insanlardan birşey bekleme hakkı yoktur. Bu sebeble Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“De ki: Müslümanlığınızı başıma vurmayın. Eğer gerçekten müslüman olmuşsanız, sizin kimse üzerinde minnetiniz yoktur, Allah’ın sizin üzerinizde minneti vardır.” (Hucurat; 17)

Allah-u Zülcelal’e giden yolda başarılı olanlar, o yolun üzerindeki engellerin afetlerini ve kalbe giriş yollarını bilip, kendisini bundan muhafaza eden ve basiretle davranan kimselerdir.

Aldananlar ise, Allah-u Zülcelal’in kendi iradelerine terkettiği ve kalblerini hakkı bilip anlamaktan geri bıraktığı kimselerdir. Nasıl insan düşman karşısında uyanık ve dikkatli duruyorsa, şeytan ve nefsin karşısında da o şekilde uyanık ve dikkatli davranması lazımdır.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Saygı ifadeleri

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com.:Aleyhisselam: Ona selam olsun demektir, Peygamber için söylenir.
Aleyhimesselam: İkisine selam olsun demektir, Peygamberler için söylenir.
Aleyhimüsselam: Onlara selam olsun demektir, ikiden çok Peygamber için söylenir.

Radıyallahü anh: Allah ondan razı olsun demektir, bir erkek sahabi için söylenir.
Radıyallahü anha: Allah ondan razı olsun demektir, bir kadın sahabi için söylenir.

Aleyhimürrıdvân: Allah onlardan razı olsun demektir, Eshab-ı kiram için söylenir.
Rıdvanüllahi teâlâ aleyhim ecmain: Allahü teâlâ, hepsinden razı olsun demektir. Sahabe için söylenir.

Rahmetullahi aleyh: Allah ona rahmet etsin demektir, bir âlim için söylenir.
Rahmetullahi aleyha: Allah ona rahmet etsin demektir, kadın için söylenir.
Rahmetullahi aleyhim: Allah onlara rahmet etsin demektir, âlimler için söylenir.
Aleyhirrahme: Allah rahmet etsin demektir, genelde bir âlim için söylenir.

Kuddise sirruh: Allah onun sırrını temiz, mübarek ve mukaddes etsin demektir, evliya için kullanılır.
Kaddesallahü esrarehüm: Allah onların sırrını temiz, mübarek ve mukaddes etsin demektir, evliyalar için kullanılır.

Cenâb kelimesi
Cenâb-ı Allah diyoruz. Cenâb kelimesi, Peygamberimiz için de kullanılır mı? İnsanlar için de, âli Cenâb deniyor. Uygun oluyor mu?

Cenâb, büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadıyla söylenir. Cenâb-ı Hak dendiği gibi, Cenâb-ı Peygamber de denir. Ayrıca, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Muhammed dendiği gibi, Hazret-i Allah da denir. Bunlar saygı ifade eden kelimelerdir. Âli Cenâb ifadesi de, iyilik sahibi, yüksek ahlâklı, cömert, büyük zat gibi anlamlara gelir.

Bazı kimseler Hazret-i Ali için, Ali aleyhisselam diyorlar. Böyle söylemek uygun mudur?
Aleyhisselam, ona selam olsun demektir; ama bu tabir Peygamberler için söylenir. Sahabi, âlim ve veli için söylenmez. Söylenirse kavram karışıklığına sebep olur. Hazret-i Ali’ye peygamber diyenler de, Ali aleyhisselam diyorlar. Bunun için Peygamber olmayana aleyhisselam dememelidir. Asırlardır, din kitaplarında böyle bildirilmiştir. Yeni bir şey çıkarmak da uygun olmaz.

Hazret-i Ali, Eshab-ı kiramdandır. Bir erkek sahabi için, radıyallahü anh denir. Bir âlim için, rahmetullahi aleyh denir. Bir veli için, kuddise sirruh denir. Ölmüş bir mümin için de, merhum veya rahmetli denir. Gayrimüslim ölü için bu ifadeleri kullanmak caiz olmaz. Toprağı bol olsun denebilir. Bu deyimleri değiştirmek yanlış olur.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN HAYATI

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com : Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke'de doğdu. 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik hayâtının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçti. Medine'de 63 yaşında vefât etti. Bu sebeple:

Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in hayâtı (571-632):

a) Peygamberliğinden Önceki Hayâtı (571-610),

b) Peygamberlik Devri (610-632) olmak üzere iki kısma ayrılır.

Peygamberlik devri de:

a) Mekke devri (610-622)

b) Medine devri (622-632)

olarak iki döneme ayrılır.

Bu sebeple Siyer ve İslâm Târihi ile ilgili kitaplarda, Rasûlullah (s.a.s.)'in hayâtı, "Peygamberlikten (Bi'setten) öncesi" ve "Peygamberlik devri" diye iki devreye ayrılarak incelenmiştir. Peygamberlikten önceki hayatını da:

1- Çocukluk devresi (8 yaşına kadar olan süre),

2- Gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre),

3- Evlilik dönemi (25-40 yaşı arasındaki devre) olmak üzere genellikle üç bölüme ayırmışlardır.

Peygamber olduktan sonra, "Mekke Devri"nde geçen olayları incelerken, târihbaşı olarak, Peygamberliğin (Nübüvvetin) l. 2. veya 5 inci yılı gibi, Nübüvvetin başlangıcını; "Medine devri" olaylarında ise,-Hicretin, 1., 2. veya 3 üncü yılı şeklinde Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in Hicret olayını esâs almışlardır.

Bu kitapta da aynı usûle uyulacaktır.

ÖNSÖZ

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:İnsanlığa, dünya ve âhirette mutlu ve doğru yolda olmalarını sağlayacak esasları öğretmek; Yüce Rabbımıza nasıl kulluk ve ibâdet edileceğini göstermek üzere, târih boyunca Allah tarafından Peygamberler aracılığı ile gönderilen dinlerin en mükemmeli ve sonuncusu olan İslâm Dini, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve tâlim edilmiştir. Bu yüce dinin ve Allah'ın son kitabı Kur'an-ı Kerîm'in hükümleri, O'nun yaşayışı, sözleri ve uygulaması ile açıklık kazanmıştır. Bu itibârla, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimizin hayatını öğrenmek, bir bakıma, dinimizi öğrenmek demektir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'in yaşayışı, sünneti, çeşitli olaylar karşısındaki davranışları bilinmeden, ne Kur'an-ı Kerîm'in anlaşılması, ne de diğer İslâmî ilimlerin öğrenilmesi mümkün olabilir. Bu sebeple bir Müslüman için Rasûlulah (s.a.s.) Efendimizin hayâtını, örnek yaşayışını ve üstün ahlâkını öğrenmek ve bütün davranışlarında, O'nu rehber edinmek, dinî bir vecibedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Allah'ın Rasûlünde sizin için en güzel örnek vardır"(1) "Peygamber size neyi getirmiş ve emretmişse, onu alın (yapın); neyi yasaklamış ise, ondan sakının"(2) "Kim Peygambere itâat ederse, gerçekte Allah'a itâat etmiştir."(3) "Sevgili Peygamberim, şüphesiz ki sen en üstün ahlâka sâhipsin"(4), buyrulmuştur.

Rasûlullah (s.a.s.)'in hayâtı tâlim ve tebliğ ettiği esaslar ve meydana getirdiği büyük inkılâpla ilgili olarak Doğu'da ve Batı'da, çeşitli dillerde kütüphâneler dolusu eserler yazılmış; hayâtının her safhası en ince teferruâtına kadar araştırılmış ve incelenmiştir. O'nun hayâtının gizli kalmış, bilinmeyen hiç bir tarafı yoktur. Peygamberler ve tarihin kaydettiği diğer meşhûr şahsiyetler içinde, hayâtının her safhası, Rasûlullah (s.a.s.)'in hayâtı kadar apaçık bilinen; yaşayışı, sözleri ve davranışları en ince ayrıntılarına kadar ve en mevsuk şekilde kaydedilmiş ikinci bir şahsiyet bulunmamaktadır. Bu gerçek, Batılı (gayr-i müslim) yazarlar tarafından bile itirâf edilmiştir. Nitekim İngiliz bilgini john Davenport, Hz.Muhammed ve Kur'an-ı Kerîm" adlı eserinde:

"Meşhûr Peygamberler, fâtihler arasında târih-i hayâtı; Hz.Muhammed'in Târihi gibi, en ince teferruâtına kadar, en mevsuk şekilde kayd ve zapt olunan bir kimse gösterilemez" (5) demektedir.

Bu küçük kitapta Rasûlullah (s.a.s.)'in hayatı özet olarak anlatılmaya çalışılmıştır. Kitap, Kur'ân Kursları müfredâtına göre ders kitabı olarak kaleme alınmıştı. Daha sonra Kurân Kurslarında okutulacak ders kitaplarının sayfa adedi, Din İşleri Yüksek Kurulu'nca sınırlandırıldığından, ders kitabı olarak hacimli bulunan bu eserin, özellikle Kur'ân Kursu öğreticileri için yararlı olacağı düşünülerek, Başkanlığın diğer neşriyatı arasında yayınlanması uygun görülmüştür.

Gayret bizden, başarı ise ancak Allah'tandır.AA


6.8.1982

İrfan YÜCEL



(1) el-Ahzâb Sûresi, 21

(2) el-Haşr Sûresi, 7

(3) en-Nisâ Sûresi, 80

(4) el-Kalem Sûresi, 4

(5) Jon Davenport, Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm, (Mütercimi: Ömer Rıza Doğrul) S. 14, İst., 1345/1926

MEKKE VE KÂBE

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:MEKKE VE KÂBE

Yeryüzünde Allah'a ibâdet için yapılan ilk binâ, bütün namazlarda kıblegâh olarak yönelmekte olduğumuz Kâbe'dir.(5) Allah'ın emriyle Hz. İbrâhim ve oğlu Hz. İsmâil tarafından(6) Milattan 2000 yıl kadar önce Mekke'de yapılmıştır.(7) Tavâfa başlama yerinin işâreti olmak üzere, Kâbe'nin güney-doğu köşesi (Rükn-i Hacer-i Esved) nde bulunan "Hacer-i Esved" denilen siyah taşı Hz. İbrâhim, Ebu Kubeys dağından getirerek hâlen bulunduğu köşeye koymuştur. İnşaatın tamamlanmasından sonra Hz. İbrâhim ilk tavâfı oğlu Hz. İsmâil'le beraber yapmış, bütün insanları hacca, Kâbe'yi ziyârete dâvet etmiştir.(8)

Mekke şehri, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in büyük dedelerinden Kusayy tarafından, Kâbe'nin inşâsından çok sonra kurulmuştur. Allah'a ibadet için yapılmış olan Kâbe, zamanla "Tevhid İnancı"nın unutulmasıyla, putlarla doldurulmuş; Mekke puperestliğin merkezi hâline gelmiştir.


a) Mekke ve Kâbe ile İlgili Özel Vazifeler

Mekke şehrini kuran Kusayy, şehrin idâresi, Kâbe'nin bakımı ve Kâbe'yi ziyârete gelenlere hizmetle ilgili bazı görevler ihdâs etti. Bu hizmetler Hz. İsmâil'in neslinden olan kimseler tarafından yerine getiriliyordu. Bu hizmet ve görevlerden bir kısmı şunlardır:

1- Hicâbe: Kâbe'nin perdedarlığı ve anahtarlarını taşıma görevidir.

2- Sikâye: Kâbeyi ziyârete gelenlerin suyunu temin etme ve Zemzem kuyusuna bakma görevidir.

3- Rifâde: Kâbeyi ziyâret için Mekke'ye gelenleri ağırlama, barındırma ve muhtaçlara yardımcı olma hizmetidir.

4- Nedve: Kusayy tarafından yapılan "Dâru'n-Nedve" adlı istişâre meclisi binâsında yapılan toplantılara başkanlık etme görevidir. Savaş, sulh ve memleketin diğer bütün önemli işlerinin kararı, burada yapılan toplantılarda verilirdi. Kırk yaşından küçük olanlar, bu meclise alınmazlardı.

5- Livâ: Savaş zamanında ve askerin toplanmasında sancağı taşıma görevidir.

6- Kıyâde: Savaşta askere komuta etme görevidir.

7- Sefâre: Aynı toplum içindeki fertler veya kabîleler arasında meydana gelen çekişmelerde hakem olarak arabulma hizmetidir.

8- Hazine-i emvâl: Savaş için hazırlanan silâh, mal ve âletleri muhâfaza etme görevidir.

9- Ezlâm: Oklar ile fal bakma işidir.

Kâbe'nin üzerine konulmuş olan Hubel adlı putun yanında üç fal oku vardı. Birinde: "emeranî rabbî" (Rabbım bana emretti); diğerinde "nehânî rabbî" (Rabbım bana yasak kıldı), yazılıydı. Üçünçüsü ise boştu.

Yapacağı iş konusunda karar veremeyen kişi, ezlâm işiyle görevli kimse aracılığı ile bu oklardan birini çekerdi. Birinci ok çıkarsa, tasarladığı işi yapar, ikincisi çıkarsa o işten vazgeçerdi. Üçüncüsü çıkarsa, o işi bir yıl erteler, ertesi sene falı yenilerdi.

10- Nezâre: Bir yerden başka bir yere nakledilecek eşyayı kontrol ve muâyene ettikten sonra "taşıma ruhsatı" verme görevidir.

Araplar arasında her biri büyük bir şeref sayılan bu hizmet ve görevlerin hepsi Kusayy'ın elinde toplanmışken daha sonra Kureyş arasında dağılmıştır.

b) Zemzem Suyu

Hz. İbrâhim, Milâttan yaklaşık 2000 yıl kadar önce, Irak'ta Sümer şehirlerinden "Ur" sitesinde dünyaya geldi. Peygamber olduktan sonra, halkı tek Allah'a imâna dâvet ettiği için, Bâbil Hükümdârı Nemrut tarafından ateşe atıldı. Fakat Allah'ın emri ile ateş onu yakmadı.(9) Kendisine imân eden İbrâni'lerle Filistin'e göçtü. Birara Mısır'a gitti, orada da kendisine imân eden kimse bulamadığı için, tekrar Filistin'e döndü.

Hz. İbrâhim, karısı Hâcer ile henüz annesini emmekte olan oğlu Hz. İsmâil'i Allah'ın emri ile Filistin'den alıp, Mekke'ye, Kâbe'nin bulunduğu yere götürdü. Onlara bir dağarcık hurma ve bir kırba su bırakarak yanlarından ayrılıp Filistin'e döndü. O esnâda, henüz Kâbe yapılmamış, Mekke şehri kurulmamıştı. Etrâfta ne insan, ne su, ne de hayat işâreti vardı.

Hz. İbrâhim, eşi ve çocuğundan ayrılıp onları göremeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, Kâbe'nin bulunduğu yere yönelerek:

"Rabbımız, zürriyetimden bir kısmını senin kutsal evinin yanında, ekin bitmez (çorak), bir vâdi içinde yerleştirdim. Rabbımız, (beyt'inde) namaz kılmaları için, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları meyvelerle rızıklandır..."(10) diye duâ etti ve uzaklaşıp gitti.

Yanlarındaki hurma ve su bittikten sonra, Hâcer çocuğunu olduğu yerde bırakıp, bir can yoldaşı görebilmek ve birkaç yudum su bulabilmek ümidiyle Safâ ile Merve tepeleri arasında gidip geldiği esnâda bir melek, ökçesiyle Zemzem suyunu ortaya çıkarmıştı. Hâcer bu sudan kana kana içti, çocuğunu emzirdi ve Allah'a hamdetti.


c) Mekke Şehrinin Kurulması

Hz. İsmâil, daha sonra bu bölgeye yerleşen "Cürhümîler" den bir kızla evlendi. Kendisi İbrânî, Cürhümîler Yemenli Âribe (halis) Arablarındandı. Bu sebeple İsmâiloğullarına "müsta'rabe (arablaşmış) arabları" denilir.

Yemen'de "Seylü'l-arim"(11) denilen sel felâketinden sonra bu bölgeye gelen Huzâa Kabîlesi, İsmâiloğullarının da yardımı ile, Cürhümîleri Mekke'den sürüp çıkardılar. Cürhümîler, Kâbe'ye hediye edilmiş olan altın geyik heykelleri ile diğer kıymetli eşyayı Zemzem kuyusuna atıp, üzerini toprakla doldurduktan sonra, kuyuyu belirsiz hâle getirerek Mekke'den kaçtılar. Bu yüzden Zemzem kuyusu uzun müddet kapalı kaldı.

Mekke bölgesinin hâkimiyeti ve Kâbe muhafızlığı üç asır kadar Huzâalılarda kaldıktan sonra Kilâb (Hâkim)' in oğlu Kusayy, milâdî 5 inci asırda Kâbe muhafızlığını ele geçirdi. Kureyş'in başına geçerek, Huzâalıları bu bölgeden çıkardı. Kâbe'nin etrâfında bugünkü Mekke şehrini kurdu. Ölümünden sonra kabîle başkanlığı ve Kâbe muhâfızlığı oğlu Abdimenâfa, ondan da oğlu Hâşim'e kaldı. Haşim ticâret için gittiği Şam seferinde Gazze'de ölünce, rifâde (ziyâretçileri ağırlama ve barındırma) ve sikaye (ziyâretçilere su temin etme) vazifelerini küçük kardeşi Muttalib üzerine aldı.


d) Şeybe'nin adı Abdülmuttalib kaldı

Hâşim, Medine'de Hazrec kabîlesinin Neccâr oğulları kolundan Amr kızı Selmâ ile evlenmiş, "Şeybe" adında bir oğlu olmuştu. Selmâ Medine'den ayrılmadığından, Şeybe de Medine'de dayılarının yanında büyümüştü. Hâşim'in vefâtından sonra, amcası Muttalib O'nu Mekke'ye getirdi. Mekkeliler Muttalibin yanında tanımadıkları bir çocuk görünce, Şeybeyi Muttalib'in kölesi sanarak, Ona "Abdülmuttalib" dediler. Bu yüzden Şeybe, Abdülmuttalib adıyla anıldı.

e) İki Kurbanlığın Oğlu

Abdülmuttalib, 10 oğlu olduğu takdirde, bunlardan birini Allah için kurban etmeyi adamıştı.(12) Bu eski âdet, bize Hz. İbrâhim'in gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu Hz.İsmâil'i kurban etmek istemesini(13) hatırlatmaktadır.

Abdülmuttalib, çeşitli zevcelerinden 10 oğlu olunca aralarında kur'a çekerek adağını yerine getirmek istedi. Kur'a sonucuna göre, ileride Rasûlullah (s.a.s.)'in babası olacak olan Abdullah'ın kurban edilmesi gerekiyordu. Bir arrafe (kadın kâhin)nin tavsiyesine uyularak, belirli sayıda deve ile Abdullah arasında kur'a çekildi. Kur'a Abdullah'a düştükçe, develerin sayısı onar onar arttırılarak, yeniden çekildi. 10 deve ile başlayan kur'a çekimi, develerin sayısı 100 olunca nihâyet develere isâbet etti.(14) Böylece Abdullah'ın yerine 100 deve kurban edildi. Bu olaya ve neslinden geldiği Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimizin:

"Ben iki kurbanlığın oğluyum" (15) buyurduğu nakledilmiştir. O zamana kadar 10 deve olan diyet (öldürülen bir kimsenin kan bedeli) de, bu olaydan sonra, 100 deveye yükselmiştir.(16) İslâm Hukuku'nda kan bedelinin 100 deve olması, zamanla örf hâline gelen bu olaya dayanmaktadır.


f) Zemzem Kuyusunun Temizlenmesi

Muttalib'in ölümünden sonra, kabîle başkanlığı ile Rifâde ve Sikâye hizmetleri Abdülmuttalib'e verilmişti. Abdülmuttalib, Zemzem'in yerini bulup yeniden kazdırdı. Cürhümîlerin Mekke'den kaçarken kuyuya attıkları altın geyik heykelleri, kılıç ve zırhlar çıkarılarak kuyu temizlendi. Zemzem kuyusunun idâresi, Abdülmüttaliboğullarında kaldı.





(5) Bkz.Âl-i İmrân Sûresi, 96

(6) Bkz. el-Bakara Sûresi, 127

(7) Kâbe, Hicretten, yaklaşık 2793 yıl önce yapılmıştır. (Mahmut Esad, Tarih-i Din-i İslâm,2/7)

(8) Bkz. el-Hacc Sûresi, 27-29

(9) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi, 69-70

(10) Bkz. İbrâhim Sûresi, 37

(11) Bkz. es-Sebe' Sûresi,16

(12) İbn Hişâm, 1/160; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/5; İbn Sa'd, et-Tabakat, 1/88

(13) Bkz. Saffât Sûresi, 102-110

(14) İbn Hişâm, 1/160-164; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2 /6-7

(15) el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut 1351

(16) İbn Hişâm, 1/163

2 Temmuz 2009 Perşembe

Yaz Kur'an kursu fırsatı neden kaçırılmamalı?

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:

Çocuklarımızın yaz Kur'an kurslarında Kur'an'dan ayetler ezberlemelerinin ne manaya geldiğini anlamak için şu misali hatırlamak gerek:

Yolda yürürken yerde gördüğünüz kâğıt parçalarına basıp geçersiniz, eğilip alarak yüksek bir yere koyma gereği duymazsınız. Çünkü kâğıt parçaları üzerinde değerini yücelten bir yazı yoktur. Şayet bu kâğıdın üzerinde Kur'an'dan ayetler yazılı olsa hemen eğilip alır, yüksek bir yere hürmetle koyma gereği duyarsınız. Çünkü üzerinde Allah'ın kelamını taşımaktadır o kâğıt parçası.

İşte insanların kalbi de aynen bu kâğıt parçası gibidir. Kutsal konulardan bomboş ise kendini yüceltecek bir değere sahip değil demektir. Böyle değil de en azından namazda okuyacağı kadar Kur'an'dan sûreler, ayetler ezberlemiş, kalbine, gönlüne Allah'ın kelamını yazdırmışsa, artık o genç boş kâğıt değersizliğinden kurtulmuş, kalbinde Allah'ın ayetleri yazılı değerli bir varlık derecesine yükselmiştir. Rabb'imiz, kelamını ezberleyerek kalbine yazdırmış bu kulunu, Cennet'ine layık görmekle kalmıyor, ayrıca yakınlarına şefaat etme izni vereceğini de bildiriyor. İsterseniz İbn-i Maceh'teki hadisi birlikte okuyalım:

- "Kim Kur'an'ı okumayı öğrenir, arkasından da ezberler, ezberlediği Kur'an'ın emirlerine uygun şekilde yaşarsa, o kimseyi Allah, ezberleyip amel ettiği Kur'an hürmetine Cennet'ine almakla kalmaz, ayrıca akrabalarından Cehennem'e gitmesi kesinleşen on kişiye de şefaat edip kurtarma izni de verir!.."

Demek ki, Kur'an'a gereken ilgiyi gösterip ezberleyerek kalbine, gönlüne ayetler, sûreler yazdıran yavru, Cennet'e girmekle kalmayacak, ayrıca yakınlarından Cehennem'e gitmesi kesinleşmiş kimselere de şefaat ederek kurtarma salahiyetine de sahip olabilecektir. Hadisin işareti budur!..

Aslında bu konunun en unutulmaz örneğini Hazreti Mevlânâ vermektedir. Buyurun birlikte okuyalım, büyük velinin konuya bakışını:

Huzuruna giren bir genci ayağa kalkarak karşılamakla kalmayıp genci makamına oturtur, kendisi de karşısında bir talebe gibi diz çökerek oturur.

Bu sırada çevredekilerin itiraz dolu bakışlarına cevap veren Mevlânâ der ki:

- Siz sokakta üzerinde Allah yazılı bir kâğıdı görünce hemen eğilip alır, yüksek bir yere koyarak hürmet gösterirsiniz? İşte ben de bunu yapıyorum. Kalbine Kur'an'ın tamamını yazdırmış bir gence hürmet gösteriyor, ayağa kalkıyorum. Sizin hürmet gösterdiğiniz kâğıt üzerindeki yazıdan daha fazlası bu gencin kalbinde yazılıdır. Çünkü bu genç hafızdır!

Hazreti Mevlânâ sözlerini şöyle tamamlar:

- Sadece ben değil Allah (cc) da kelamını ezberleyerek amel eden gençlere büyük değer veriyor, onu Cennet'ine almakla kalmıyor, ayrıca ona şefaat etme izni de veriyor, akrabalarından Cehennem'e gidecek on kişiye de şefaat ederek kurtarma hakkı tanıyor!..

Evet, Hazreti Mevlânâ da böyle anlatıyor Kur'an'ı ezberleyerek manasıyla amel edenin ahirette şefaat etme iznine sahip olacağını...

Demek ki, fırsat bulunca Kur'an'ın tamamını olmasa da, namazda okunacak kısa sûrelerden başlayarak Amme'yi, Tebareke'yi, Yasin'i ezberleyenler boş bir kâğıt gibi ayak altında çiğnenecek durumdan çıkıyor, üzerinde ayet yazılı Kur'an sayfaları gibi hürmet ve saygıya layık hale geliyorlar. Hatta, şefaat izni alacak duruma bile yükselmeleri söz konusu olabiliyor, Mevlânâ'yı dahi ayağa kaldıracak itibara sahip olabiliyorlar...

- Ne dersiniz? Yaz tatilinde çocuklarımızın kalplerine, kafalarına Kur'an'dan ayetler, sûreler yazdıralım da şefaat etme izni alacaklar arasına girme imkânı kazansınlar mı? Hz. Mevlânâ'yı ayağa kaldıracak itibara sahip olsunlar mı? Konuyu birazcık düşünsek mi? Değer mi?

26 Haziran 2009 Cuma

İtici olmak

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Bu mantık, çok yanlıştır, dinimize aykırıdır. Yalnız Allah’ın rahmetinden bahsedip de, azabından hiç bahsetmemek Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere aykırıdır. Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi müminler için müjdeleyici, kâfirler için korkutucu [ikaz edici, uyarıcı] olarak göndermiştir. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Ey nebi, biz seni [inanıp inanmayanlar ve iyi amel edip etmeyenler için] bir şahit, [inananlara Cenneti] müjdeleyici ve [inanmayanları Cehennemle] korkutucu [uyarıcı] olarak gönderdik.) [Ahzab 45]

Yine bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(İçinizde, hayra çağıran, marufu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerdir.) [Âl-i İmran 104]

Marufu emretmek, iyi şeyleri bildirmektir. Namaz kılın, oruç tutun güzel ahlaklı olun gibi. Münkeri nehyetmek ise, dinimizin yasakladığı şeylerin mesela içkinin, zinanın, çalgının zararlarını anlatıp önlemeye çalışmak demektir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Kötülüğü gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu da, imanın en zayıf derecesidir.) [Müslim]

Görüldüğü gibi, Allahü teala da, Resulü de, kötülükleri önlemeye çalışın buyuruyor.

Herkes, yaptığı kötülüğün cezasını görecektir. Azapla ilgili birkaç âyet-i kerime meali şöyledir:
(Rabbinin yapacağı azaptan kurtuluş yoktur) [Tur 7,8]

(Elbette azabım çok şiddetlidir.) [İbrahim 7]

(Allah ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır.) [Enfal 13]

(Dünyada kibirlenip, günah işlediniz. Bugün şiddetli azap göreceksiniz.) [Ahkaf 20]

Birkaç da hadis-i şerif bildirelim:
(Yas tutan, ölmeden tevbe etmezse, kıyamette şiddetli azap görür.) [Müslim]

(Çalgıları yok etmek için gönderildim.) [Ebu Nuaym]

(Şarkıcı ve çalgıcı kadınlar çoğaldığı ve içkiler mubah gibi içildiği zaman, bazı belalara maruz kalınır.) [Tirmizi, Ebu Davud, İ. Mace, İ.Ahmed]

(Şarkıcı kadını dinlemek, yüzüne bakmak haramdır. Parası da haramdır. Kimin eti haramdan beslendiyse, ona Cehennem ateşi layıktır.) [Taberani]

(Cenab-ı Hak, zurna, gırnata, ud, def gibi bütün çalgı aletlerini, cahiliyet döneminde tapınılan putları kaldırmamı emretti.) [İ.Ahmed]

(Çalgı aletleri çoğaldığı, bu ümmetin sonra gelenleri [âlim geçinen cahilleri], önceki âlimleri kötülediği zaman bazı belaları bekleyin.) [Tirmizi]

(Bir zaman ümmetimden mizmarı [çalgıyı] helal sayacak olanlar çıkacaktır.) [Buhari]

(Musiki, kalbde nifak hâsıl eder.) [Beyheki]

(Suyun otu büyüttüğü gibi, şarkı, oyun ve eğlence kalbde nifakı büyütür.) [Deylemi]

(Çalgı çalmak, Allah’ın gazabına vesiledir.) [Deylemi]

Cenaze namazından sonra
Cenaze namazından sonra nutuk söyler gibi konuşmak veya ölünün yaptığı iyi işleri anlatmak caiz midir?

Caiz değildir, bid’attir. İmam-ı Rabbani hazretleri vefat edince, bid’at işlenmesin diye, cenaze namazından sonra hemen kabre koymuşlar ve kabre koyduktan sonra dua okunmuştur.

Yılan derisi
Ayakkabıcıyım, gayrimüslimlere yılan derisinden ayakkabı yapmam caiz midir?

Caizdir. Namaz kılan Müslümanlara yapmamalı; çünkü yılan derisi necistir.

22 Haziran 2009 Pazartesi

İnsan niye yaratıldı

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:Hadis-i kudside, (İnsanları, beni tanımakla şereflenmeleri için yarattım) buyuruldu.

Bu şerefe kavuşup kavuşmama tercihini de kullarına bıraktı. Ateistlerin, (Biz Allah’a inanmıyoruz, Allah’ı tanımakla şereflenmediğimize göre, Allah’ın maksadı hâsıl olmadı) demeleri yanlıştır; çünkü çok kimse, belli bir yaşa gelince, Allahü teâlâyı tanımaya başlıyor. Kâfir kalıp hiç tanımasa bile, zaten tercih kullara bırakılmıştı. Kâfirler de, ahirete gidince tanıyacaklar. Tanımayan hiç kimse kalmayacaktır. Bir âyet-i kerime meali:
(Cin ve insanları ancak, beni bilip itaat, ibadet etmeleri için yarattım.) [Zariyat 56]

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, cin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve saadettir; yoksa Allahü teâlânın bir şey kazanması için değildir. Hadis-i kudside, (Tanınmak için her şeyi yarattım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demektir; yoksa (Tanınayım ve onların tanımasıyla kemal bulayım) demek değildir. Bu mânâ, Allahü teâlâya lâyık olmaz. (1/266)

Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Yerde olan her şeyi sizin için yarattım.) [Bekara 29]

İki hadis-i kudside buyuruluyor ki:
(Seni kendim için yarattım. Başka şeylerle oyalanma!) [İslam Ahlakı]

(Ey Âdem oğlu, sizi kendim için yarattım. Her şeyi de sizin için yarattım. Senin için yarattıklarım, seni, kendim için yaratılmış olduğundan alıkoyup gâfil ve meşgul etmesin.) [İslam Ahlakı]

Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım? Bize döndürülmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?) [Müminun 115]

(Bizim ibadetimize Allah’ın ihtiyacı yoktur, günahlarımız da ona zarar vermez) diyerek Allahü teâlâya ibadet etmeyen kimse, perhiz yapmayan, ilaç kullanmayan hastaya benzer. Doktor bu hastaya perhiz tavsiye etse, bazı ilaçlar verse, bu hasta da, (Perhiz yapmazsam, ilaçları almasam doktora hiç zararı olmaz, perhizin ve ilaçların ona bir faydası olmaz) diyerek gerekli ilaçları kullanmasa, elbette doktora zararı olmaz; ama kendine zarar verir. Doktor, kendine faydası olduğu için değil, onun hastalıktan kurtulması için, ilacı tavsiye ediyor. Doktorun tavsiyesine uyarsa şifa bulur, uymazsa hastalığı artarak ölür gider. Doktorun bundan hiç zararı olmaz. (İşlediğim günahların Allah’a zararı olmaz, ibadetlerimin de faydası olmaz) diyerek, Allahü teâlâya isyan edip, ibadet etmekten kaçanlar da, Cehenneme gider.

11 Mart 2009 Çarşamba

Kanaat Etmek

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Kanaat, İslam dininde çok önemli bir yere sahiptir. Her kim kanaat sahibi olursa, dosdoğru olan bir yolun üzerindedir. Kanaat: “Elindeki ile yetinmek ve daha fazlasını elde etmek için hileli yollara başvurmamaktır.” Kanaat, Allah-u Zülcelal’in kullarına vermiş olduğu büyük bir nimettir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah onlara güzel bir rızık vermiştir.” (Hac; 58)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’de bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İçinizden biri can ve mal güvenliği içinde, vücut sağlığına ve günlük geçimine (yetecek bir mala) sahip olarak sabahlarsa, dünyanın tümü kendisine bağışlanmış gibidir.” (Tirmizi)

Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur: “Müslüman olupta rızkı geçimine yetecek kadar olan ve Allah’ın verdiğine kanaat eden, felaha ermiştir.” (Müslim)

Allah-u Zülcelal Musa aleyhisselam’a şöyle vahyetmiştir: “Ya Musa! Sana vereceğim rızka karşı kanaatli ol.” Onun için denilmiştir ki: “Kanaattan daha üstün bir zenginlik, haris olmaktan da daha şiddetli bir fakirlik yoktur.”

Çünkü insanın rızkı, henüz annesinin karnında yüzyirmi günlük iken yazılmaktadır. Kanaat, bitmeyen bir zenginliktir. Kanaat sahibi kimse, zillet ve alçalmadan kurtulur.

Nasıl bir ömür boyunca kasabın önünden ayrılmayan bir kedinin, biraz et parçası için başına gelmeyen kalmazsa, kanaati terkeden kimsenin başına da gelmeyen kalmaz. Çünkü Allah-u Zülcelal’in verdiğine kanaat etmeyen kimse, birazcık mal için bir çok haram yollara başvurur. Örneğin; hırsızlık yapabilir, yalan söyleyebilir, başkalarının malını alabilmek için onlara zarar verebilir. Tabii biraz mal elde etmek için bunları yaptığı zaman, kendisini ahiret bakımından zarara sokmuş olur.

Rivayet edilmiştir ki: Ebu Hazım yağlı et satan bir kasaba uğramıştı. Kasap ona dedi ki: “Ya Ebu Hazım! Biraz et satın al. Bu seferki etimiz yağlı ve güzeldir.” Ebu Hazım: “İyi ama param yok!” deyince, kasap: “Sonra verirsin, ben beklerim.” dedi. Bunun üzerine Ebu Hazım şöyle cevap verdi: “Sen para bekleyeceğine, nefsim et beklesin. Bu benim için daha iyidir.”

İbrahim Maristani şöyle demiştir: “Düşmanlardan nasıl kısas ile intikam alıyorsan, nefsinden de kanaat ile intikam al.” x

Rızkına kanaat eden, ahireti kazanır, dünyada da rahat bir hayat sürer. Çünkü kanaat insanı meşguliyetten kurtarır. Ama kanaat etmeyen kimsenin aklı ve bedeni daima mal peşinde dolaşır. Akıllı kimse, dünya işlerini kanaat ve ileri zamana tehir etmek suretiyle yürüten, ahiret işlerini ise hırs ve acele ederek bitirendir.

Hz. Ali radıyallahu anh şöyle demiştir: “Kanaat, ağzı hiç körelmeyen bir kılıç gibidir.”

İnsan, Allah-u Zülcelal’in verdiğine daima rıza gösterip: “Demek ki, Allah-u Zülcelal bana bunu nasip etmiş!” diyerek kanaat etmeli, daha fazlasını istemek gibi bir hırsa düşmemelidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daima şöyle dua ederdi: “Ya Rabbi! Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ailesinin rızkını yetecek kadar ver.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Kanaat, Allah-u Zülcelal’in rızasını arayan kimselerin en büyük ahlaklarından birisidir. Beyazıd-ı Bestami’ye: “Bulunduğun mertebeye ne ile ulaştın?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Bütün dünyevi, mal ve servet arzusunu ve bunları doğuran sebebleri topladım ve bunları kanaat ipi ile bağladım. Sadakat mancınığına koydum ve ümitsizlik denizine attım. Böylelikle istirahat ettim.”

Kanaat, mü’minlerin bir sıfatıdır. Onun için Bişri Hafi şöyle demiştir: “Kanaat bir melektir. O ancak mü’minin kalbinde ikamet eder.”

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki rızık, sahibini aynı ecelinin aradığı gibi arar.” (İbn Hıbban)

İnsan rızkını bitirmeden bu dünyadan ayrılmaz. Durum böyle iken, Allah-u Zülcelal’in takdir etmiş olduğu bu helal rızkı, haram yollara saparak elde etmeye çalışmamak lazımdır. Unutmamak lazımdır ki, Allah-u Zülcelal takdir etmişse, rızkımız mutlaka elimize geçecektir. Ama takdir etmemişse: “Ben şöyle yapsaydım, şöyle olurdu; böyle yapsaydım böyle olurdu!” gibi bize hiçbir faydası dokunmayacak olan düşüncelerin içine girmemiz çok yanlıştır.

Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir yerden geçerken, yerde olgun bir hurma tanesi görür ve onu alarak bir fakire verir ve şöyle buyurur: “Sen bu hurma tanesine gelmeseydin, o sana gelirdi.” (Taberani, Beyhaki)

Onun için dünyada kaldığımız müddet içinde bize Allah-u Zülcelal’in rızası yolunda mesafe aldıracak olan kanattan ayrılmazsak, hem dünyada, hem de ahirette rahat ederiz, inşallah.

Tevekkül Etmek

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Allah-u Zülcelal’e tevekkül, İslam dininin en güzel ve en büyük kapılarından birisidir ve gerçek mü’minlerin bir makamıdır. Tevekkül, insanın bütün güç ve kuvvetten sıyrılarak, her hususta Allah-u Zülcelal’in kadiri mutlak olduğunu bilmesidir. Yani başka bir deyişle tevekkül, Allah-u Zülcelal’e güvenmektir. Nitekim Allah-u Zülcelal bazı ayet-i kerimelerde şöyle buyurmuştur: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah (‘ın adı) anıldığı zaman kalbleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman (bu onların) imanlarını arttırır ve sadece Rablerine güvenirler.” (Enfal; 2)

“Eğer mü’minseniz, sadece Allah’a tevekkül edin.” (Maide; 23) “Mü’minler sadece Allah’a güvensinler.” (İbrahim; 11) “Kim Allah’a güvenip dayanırsa, o kendisine yeter.” (Talak; 3)

Tevekkülü emreden daha pek çok ayet-i kerime vardır. Ancak, Allah-u Zülcelal’in rızasına meraklı olan kimseler için bu kadarı yeterlidir.

Tevekkül, insanın geçimini sağlamak için çalışmasından sonra olur. Yoksa hiçbir şey yapmadan oturup: “Ben Allah-u Zülcelal’e tevekkül ettim.” demek yanlıştır. Örneğin, çiftçi tohumunu tarlaya eker sonra Allah’a tevekkül eder. Onun için denilmiştir ki: “Sebeblere sarılın ve geçiminizi temin etmeye çalışın. Bir kimse ihtiyacını karşılamak için hiçbir şey yapmazsa, ilk yiyeceği şey dinidir.”

Daima Allah-u Zülcelal’e tevekkül etmek lazımdır. Nitekim İbrahim aleyhisselam’ı mancınığa koyup ateşe atacakları zaman; Cebrail aleyhisselam gelerek:
“Bir ihtiyacın var mı?” diye sormuş, İbrahim aleyhisselam’da: “Hayır, Allah bana kafidir.” diye cevap vermişti.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur: “Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi sabahleyin aç gidip, akşam tok dönen kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır.” (Tirmizi, İbn Mace)

Onun için insanın evinden çıkarken: “Allah’ın adıyla. Allah’a dayanıp güveniyorum. Allah’ım sapmaktan ve saptırmaktan, zulüm yapmaktan, zulme uğramaktan, saygısızlık etmekten, bana karşı saygısızlık yapılmasından sana sığınırım.” diye dua ederek, kendisini Allah-u Zülcelal’e teslim etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kim evinden çıkarken; “Bismillahi tevekkeltü alellahi, Allahümme inni euzü bike en edille ev udille ve ezille ev uzille ve ezlime ev uzleme ve echele ev yüchele aleyye.” derse, kendisine Allah tarafından: “Sen hidayete erdirildin. Her ihtiyacın yerine getirildi ve muhafaza edildin” denilir. Şeytanda ondan uzak durur.” (Tirmizi)

17 Ocak 2009 Cumartesi

İnsan bir şey yaratamaz



http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:Sual: Mecaz olarak, insanlar için yaratıcı demek, yaratmak kelimesini yapmak anlamında kullanmak uygun mu?
CEVAP
Yaratmak Allah’a mahsustur. Mecaz olarak da insanlar için yaratıcı demek yanlıştır. (Elektrik ampulünü Edison yarattı) diyenler oluyor. Fonograf, megafon, elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Edison; bunları yaratmamış, sadece yapılmasına sebep olmuştur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Hadis-i şerifte, (Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır) buyuruldu. (Buhari)

Demek ki, Edison’u da, elektrik ampulünü de yaratan Allahü teâlâdır. Edison’un bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve diğer organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi yoktu. Böyle birine yaratıcı denilir mi? Yaratıcı; bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır. (S. Ebediyye)

Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Her var olanı, O yaratmıştır. Maddeleri hareket ettirir. Yerlerini değiştirir. Bir zamandan, başka zamana götürür. Bir halden başka hale döndürür. Akıllara hayret verecek şeyler yaratır. Bir damla nutfeden ve görülemeyen spermatozoidden bir olgun insan yaratır. Nuh aleyhisselam gibi bir peygamberden; asi, kâfir ve ahmak bir oğul yaratır. Ebu Cehil gibi taş yürekli, örümcek kafalı bir kâfirden, Hazret-i İkrime gibi bir mümin oğul yaratır. En küçük zerre olan, mikroskopta bile görülemeyen atomun derinliğinde; çekirdeğinde, dağları deviren nükleer kuvvetler yaratır. Pancarda şeker yaratır. Yaprakta fotosentez, özümleme kuvveti yaratır. Arıda bal yaratır. Cansız yumurtada, canlı hayvan yaratır. Çiçeklerde güzel kokular, esanslar yaratır. Kuru ağaçta, yapraklar, çiçekler, meyveler yaratır. Su içinde hayvanlar, çiçekler, ağaçlar yaratır. Acı su içinde tatlı su yaratır.

Kimya reaksiyonları ve nice fizik ve kimya özelliklerini yaratır. Toprağı bitki haline, bitkiyi hayvan haline döndürür. İnsanları, hayvanları çürütüp toprak maddelerine, su ve gazlara döndürür. Her şeyin tersini de yaptığı gibi, bunun da ters, geri dönen halini yaratır. Bu kâinat fabrikasında her şeyi, hesaplı, düzenli yaratmaktadır. Gelişigüzel, yıkıcı, bozucu görünen değişmelerin, hepsinin de çok hesaplı, çok ahenkli bağlılıklar, akıllara hayret veren bir düzen içinde yaratıldığı, günden güne daha iyi anlaşılmaktadır.

Allahü teâlânın, hiçbir işinde ortağı yoktur. Her varlığın yaratıcısı yalnız Odur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]

(Yaratıcı ancak Rabbindir.) [Hicr 86]

(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]

(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]

Cenab-ı Hak, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka ortağının bulunmadığını bildirirken, insana yaratıcı denmez.

Yaratan Allahü teâlâ, kesb eden kuldur
İnsanlar, mahluk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlukudur. Çünkü Ondan başka, kimse bir şey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahluk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alamettir ve ilmin noksan olduğuna işarettir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yani o iş, kendi kudreti ve iradesi ile olmuştur. O işi, yaratan Allahü teâlâ, kesb eden kuldur.

İnsanların ihtiyari işleri, isteyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allah’ın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyarı [seçmesi, beğenmesi] olmasa, o iş titreme şeklini alır. Kalbin hareketi gibi olur. Halbuki, ihtiyari hareketlerin, böyle olmadığı açıktır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı halde, ihtiyari hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir.

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mesul olur. İşin sevabı ve cezası, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kast ve ihtiyar, işi yapıp yapmamakta eşittir. Kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret [enerji] ve ihtiyar vermiştir. Bir işin iyi veya kötü olduğunu da bildirmiştir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini seçecek, iş iyi veya kötü olacak, günah veya sevap kazanacaktır.

İslam âlimleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret sıfatlarından kullarına biraz ihsan etti; ama yalnız üç sıfatı kendine mahsustur. Bu üç sıfattan hiç bir mahlûkuna vermedi. Bunlar, kibriya, gani olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriya, büyüklük, üstünlük demektir. Gani olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şeyin Ona muhtaç olması demektir. (Hak Sözün Vesikaları)

Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Fakat, sebeplerin, vasıtaların, Onun yaratmasına hiç tesirleri yoktur. Vasıtasız maliktir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Bütün varlıkları yoktan var etti. İnsanların ve hayvanların hareketlerini, düşüncelerini, hastalıklarını, şifalarını, hayırlarını, şerlerini, faydalarını, zararlarını yaratan yalnız Odur. İnsan, kendi hareketlerini, düşüncelerini, hiçbir şeyi yaratamaz. İnsanın düşüncelerini, hareketlerini, keşiflerini, buluşlarını hep o icat etmekte, yaratmaktadır. Ondan başkasına yaratıcı demek, cahilce, batıl bir sözdür. (Feraid-ül-fevaid)

İngilizce’de yaratmak kelimesi
Sual: İngilizce’de yaratmak anlamındaki create kelimesini, insanlar için kullanmak caiz midir?
CEVAP
Yaratmak, yoktan var etmek demektir. Türkçe’de bu kelime, insanlar için, başka manada da olsa, kullanılmamalıdır. Bu kelimenin, diğer dillerdeki karşılıkları, mesela, İngilizce’de create kelimesi de, oluşturmak, meydana getirmek, yapmak gibi anlamlarda da, kullanılıyor. İngilizce olarak, bu manada kullanmak, ihtiyaçtan dolayı caiz olur. Mesela, bilgisayarda, (dosya oluşturmak) ifadesi için, (create a file) denebilir. Bir program yazarken, create yazılmazsa, o program çalışmıyorsa, create diye yazmanın mahzuru olmaz. Böyle durumlarda kullanılabilir.

Marka, şirket, program ve buna benzer başka bir şeyin isminde creative geçerse, yine bunları söylemek caiz olur. İnsanlar için, yoktan var etmek anlamında kullanılmamalıdır.

Vücuda getirmek
Sual: İnsanlar için, vücuda getirmek ifadesini kullanmak caiz midir?
CEVAP
Yoktan var etmek, yaratmak anlamında, insanlar için kullanmak caiz olmaz. Yalnız Allahü teâlâ için kullanılır. Mesela bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücuda getirdi.) [Tirmizi]

Meydana getirmek, yapmak, oluşturmak anlamında kullanılabilir. Mesela, (İmam-ı Buhari hazretleri, Buhari-yi şerif isimli kitabını, 16 yılda vücuda getirmiştir) demek caizdir.