7 Şubat 2008 Perşembe

Cemaatle Namazın Faydası

"Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir." (Nesai, Ebu Davud) Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir çok hadislerinde namazların cemaatle kılınmasını emretmiş, münferit kılmak için ruhsat isteyenlere sıkı şartlar altında ruhsat vermiştir. Nitekim âmâ olan adam, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e hitaben; "Ey Allah'ın Resulü! Beni mescide götürecek bir kılavuzum yoktur." diyerek, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'den mescide gelmemek ve evinde kılmak hususunda müsaade istedi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'de kendisine müsaade etti. Fakat adam dönüp giderken onu çağırarak; "Ezanı duyuyor musun?" diye sordu. Adam da; "Evet" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem); "O halde davete icabet et." buyurdu. (Müslim) Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)'den rivayetle Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur; "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplamayı emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra bir kimseye emredip insanlara imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm." (Buhari, Müslim) İbn Mes'ud (Radıyallahu Anh)'dan rivayetle Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur; "Her kim ahirette Allah-u Teala'ya müslüman olarak kavuşmak isterse şu namazlara devam etsin Nerede çağrılırsa (ezan okunursa orada hemen cemaate koşsun)." (Müslim, Ebu Davud, Nesâi) Sonra ibn Mes'ud (Radıyallahu Anh) şöyle devam etti; "Şüphesiz Allah sizin peygamberinize Sünen-i Hüda (doğru yollar) meşru etti. Bu namazlarda Sünen-i Hüdadandır. Eğer siz cemaatten geri kalıp evinde kılanlar gibi, evlerinizde kılsanız elbette Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in sünnetini (yolunu) terketmiş olursunuz. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in sünnetini terkedince de elbette sapıtmış olur sunuz. Her hangi bir kişi güzelce abdest alır da şu camiilerden birine gitmeyi kasd ederse mutlaka Allah-u Teala o kişiye attığı her adıma karşılık bir hasene yazar, onu bir derece yükseltir ve bir günahını siler. Biz müslümanlar olarak bu namazları cemaatle kılardık, şüphesiz ben bizi şu halde görürdüm ki, cemaatten ancak münafıklığı belli olanlar geri kalırdı ve yine muhakkak ki, bir adam kendi başına cemaate gelemediğinden iki kişiye dayanarak getirilir, safa dikilirdi." (Müslim, Ebu Davud, Nesai) Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir çok hadis-i şeriflerde namazların cemaatle kılınmasını emretmiştir. Dinimiz cemaate çok ehemmiyet vermiş ve müslümanların cemaat ve birlik olmalarını teşvik etmiştir. İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.

Seferilik ve Hükümleri

SEFERİLİK Hanefi ve Şafii mezhebine göre Sefer, her hangi bir mesafeye gitmektir. Bu da yaklaşık 90 kilometredir. Bir kimsenin seferi sayılabilmesi için vasıtanın ismi ve şekli nazara alınmaz. Sadece mesafeye itibar edilir. Dinen seferi sayılan bir kimse için bir takım ibadetler hafifletilmiş, bazı kolaylıklar getirilmiştir. Seferi sayılan, yani yolculuğa çıkan kimse, farz olan oruçları daha sonra tutmak üzere erteleyebilir. Meshlere mesh müddeti, seferde üç güne kadar çıkar. Başka bir kolaylıkta dört rekatlı farz namazların iki rekat olarak kılınmasıdır. Seferi olmanın hükümleri; Bir kimsenin seferi olabilmesi için şu şartlar aranır: 1-) Yola çıkan kimsenin en az 90 km uzaklıktaki bir yere gitmeye niyet etmesi gerekir. 2-) Hanefi mezhebine göre, gideceği yerde on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse seferi olmaktan çıkar. Şafii mezhebine göre, seferilik müddeti dört gündür. Buna göre bir kimse, gideceği yerde dört günden fazla kalmaya niyet ederse seferi olmaktan çıkar. Fakihler, seferinin mukime, mukiminde seferi kimseye uymasının caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Seferi mukime uyarsa, namazını imama uyması icab ettiğinden dört rekat olarak tamamlaması vacip olur. Seferi mukim kimselere namaz kıldırırsa ikinci rekatta selam verir, sonra mukim olan cemaat namazlarını tamamlarlar. Hanefi ve Sünnet mezhebine göre, Seferi olan imamın namaza başlamadan önce; “Namazınızı tamamlayın, çünkü ben seferiyim” demesi müstehap olur. Eğer başta söylememişse, selam verdikten sonra söylemelidir. Hanefi mezhebine göre, seferi iken kazaya kalan namaz, mukim iken kaza edilecek olursa yine seferi namaz olarak kaza edilir. Yani dört rekatli farz namazlar, iki rekat olarak kaza edilir. Bunun gibi mukim iken kazaya kalan namazlar, seferi iken kaza edilecek olsa, mukim gibi kaza edilir. Yani dört rekatli farz namazlar yine dört rekat olarak kaza edilir. Şafii mezhebine göre, yolculuk sırasında kazaya kalan namazlar mukim iken dört rekat olarak kaza edilir. Mukim iken kazaya kalan dört rekatli namazlar yolculuk esnasında kaza edilecek olsa Hanefi mezhebinde olduğu gibi dört rekat olarak kaza edilir. Bir de bilinmesi gereken vatan konusu vardır. Vatan üç kısma ayrılır. 1-) Asli vatan: İnsanın doğup büyüdüğü veya evlenip yerleşmek istediği yerdir. 2-) İkamet vatanı: İnsanın asli vatanından en az 90 km uzaklıkta olup, Hanefi mezhebine göre orada on beş gün, şafii mezhebine göre ise dört günden fazla kalmaya niyet ettiği yerdir. Bu iki yerde de insan seferi sayılmaz. 3-) Geçici vatan: Hanefi mezhebine göre bir kimsenin on beş günden az, Şafii mezhebine göre ise, dört günden az kalmaya niyet ettiği yerdir, insan burada kaldığı müddetçe seferi sayılır.

Namazı Huşu İle Kılmak

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyuruyor; "Namazı huşu ile kılan insanlar kurtuluşa ermiştir." (Mü'minun; 1-2)
Huşu; Allah-u Zülcelal'den korkmak çekinmek gibi kalbin faaliyetlerinden olmakla beraber, namazda sağa sola bakmamak, oynamamak gibi davranışlardır.Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) namazda huşu içinde olmamızı ve gözlerimizi secde yerinden ayırmamamızı emretti. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Selllem) hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: Mutarrif, babasından şöyle nakletmiştir: “Resulullah (a.s.v)’ı namaz kılarken gördüm.Göğsünde ağlamaktan meydana gelen, kaynayan tencerenin sesi gibi ses duyuluyordu.” (Nesai, İbn-i Hıbban)
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur: "Beş vakit namaz, evinizin önünde akan nehir gibidir. O kişi ırmakta günde beş defa yıkanırsa onda hiç kir kalır mı?" (Müslim)
Bu şu demektir; kişi, beş vakit namazı huşu ile kıldığı zaman, büyük günahlar hariç, bütün günahlardan temizlenir. Şayet huşu ile namazı kılmazsa, namaz kendine iade edilir.
İbn-i Abbas (Radıyallahu Anh) şöyle buyuruyor: "Normal iki rekatı huşu ve tefekkür ile kılınan namaz, bir gece huşusuz ve tefekkürsüz kılınan namazdan daha hayırlıdır."
Ey Nefsim!
Allah-u Zülcelal'in huzuruna izinsiz girip kendisiyle aracısız konuşmak istersen bunu yapabilirsin. Abdestin şartlarına riayet ederek abdest al, namaz kılacağın yere git, işte o zaman Rabbinle aracısız buluşmuş ve konuşmuş olursun. Hz. Ali (Radıyallahu Anh) namaz vakti girdiği zaman titremeye başlar ve rengi solardı.
Ey Nefsim! O Hz. Ali gibi bir sahabe ve halife namaza duracağı için ve Allah'ın huzuruna varacağı için titrerken, sen sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi huzursuz ve samimiyetsiz namaz kılıyorsun. Eğer mağfiret ve mükafat istiyorsan iyi dinle, Harem el-Usame (Radıyallahu Anh) namazı huşu ile kılmayı şöyle anlatıyor: Namaz vakti geldiği zaman, erkanına uygun abdest alırım, namaz kılacağım yere gider, vücudum dinlensin diye kısa bir süre otururum. Sonra namaza şöyle dururum.
Kaşlarımın arasında kâbe, ayaklarımın dibinde sırat köprüsü, sağımda cennet, solumda cehennem, arkamda Azraili düşünerek, korku ve ümit ile tekbir alarak namaza başlarım.

Namazı Terketmenin Akibeti

Namazı terk etmek insan için çok korkunç bir akibettir. Bu konuda Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; "Onlardan sonra yerlerini bir başkaları aldı; şehvetlerine uydular, namazı terk ettiler. Bunlar yakında 'gayya kuyusu'na atılacaklardır." (Meryem; 59)
Cabir bin Abdullah (r.a)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.v) şöyle buyurmuştur; “Kişi ile, şirk ve küfür arasında namazı terk vardır.”(Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur; "Her kim namazı terk ederse, kıyamet gününde onun ne nuru, ne burhanı, ne de kurtuluşu vardır. Bunlar kıyamet gününde, firavn, karun, haman ve Ubeyy bin halef ile haşrolunurlar." (Taberani, Ahmed b. Hanbel)
Bir başka rivayette ise şöyle anlatılır; "Namaz kılmayan kişinin kıyamet gününde alnında üç satır yazı bulunur;
1-Ey Allah'ın hakkını vermeyip, haksızlık yapan. 2-Ey namaz kılmayarak Allah'ın gazabını çeken. 3-Sen dünyada Allah'ın hakkını vermediğin gibi, bu günde Allah'ın rahmetinden mahrum olacaksın.
Hz. Ebubekir (Radıyallahu Anh) zamanında bir adam öldü. Onu yıkayıp kefenlediler. Tam gömecekleri vakit kefende bir kıpırdanma oldu. Kefeni açıp baktılar ki bir yılan, ölen kişinin boynuna dolanmış, etini yiyor, kanını emiyor. Yılanı öldürmek istedikleri zaman, dile geldi ve şöyle dedi: -La ilahe illallah Muhammedü’r-Rasulullah! Benim günahım ne ki beni öldürmek istiyorsunuz? Allah-u Zülcelal bana, kıyamet gününe kadar bu şekilde ona azap etmemi emretti. Yılana; -Peki bunun hatası nedir? diye sordular. Yılan şöyle cevap verdi: -Bunun üç hatası vardır. Ezan sesini duyduğu halde cemaatle namaz kılmaya gitmezdi. Malının zekatını vermezdi. Alimlerin sözünü duyar ama, onların dediklerini yapmazdı.
Ey Nefsim!Namaz kılmanın mükafatı ve kılmamanın cezası böyledir. Şimdi kendine sor. Hangisini istiyorsun. Mezarında yılanların seni kıyamete kadar yemesini mi yoksa kıldığın namazın bir kandil gibi aydınlatmasınımı istiyorsun.
Eğer kabirde rahat etmek, yılanlarla dolu bir azaba uğramak istemiyorsan Allah'a yönel ve namaz kıl.

Namaz Kılmak En Faziletli İbadettir

Allah-u Zülcelal'e karşı yapılan ibadetlerin en faziletlisi namaz'dır. Ezan okunduktan sonra kıldığı namazdan aldığı sevap kadar hiçbir ibadette mükafat verilmemiştir.İnsanın Allah-u Zülcelal'e yönelişindeki samimiyeti ve aldığı mükafatı kıldığı namaza göredir.
Namaz; insanı her türlü kötülüklerden ve fuhşiyattan muhafaza eder. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i ke-rimede şöyle buyurmuştur; "Namaz kıl! Zira namaz insanı kötü işten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Allah'ı zikretmek (namaz kılmak) taatin en büyüğü ve en faziletlisidir. Allah her ne yaparsanız bilir." (Ankebut; 45)
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem): hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; "Namaz, dinin direğidir. Kim namaz kılarsa, dininin direğini dikmiş olur. Kim de namazı terk ederse dininin direğini yıkmış olur.” (Taberani)
Namaz; sultanın düzenlediği şölen yemeğine benzer. Bu yemekten doya doya yemek lazımdır. Yoksa sofra ortada dururken aç olarak beklemek, ondan yememek büyük bir ahmaklıktır.
Namaz, cennetin anahtarıdır. Sahibini doğruca Allah-u Zülcelal'in rızasına götürür. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) buyurmuştur ki:"Bir kimse namaz kılmaya devam ederse, bu namaz kıyamet gününde onun için nurdur, bürhandır, (delildir) kurtuluştur." (Ahmed b. Hanbel, İbn-i Hıbban)
Ey Nefsim!
Allah-u Zülcelal kullarına o kadar merhamet ve rahmet sahibi ki, kullarının kendisine yönelmesini, feyzinden ve mağfiretinden istifade etmelerini istediği için namazı emretmiştir.
Sen ise, namazı bir yük gibi görüp namazdan kaçıyorsun. Bilmiyor musun ki namaz mü’mine verilen en güzel ikramdır ve Allah-u Zülcelal’in ihsanıdır.Bu dünyada sıcak ve yumuşak halıların üzerinde kılmadığın namazlarını Allah-u Zülcelal kıyamet günü kızgın saçların üzerinde kıl diye emredecek. O zaman sen ne yapacak ve nasıl bir hale düşeceksin.
Ey Nefsim! Tevbe et ve Allah’a dön.
Fatiha ve zammı süreyi usulüne göre okur. Huşu ile rükuya tevazu ile secdeye giderim ve o şekilde namazı bitiririm.

Namazı Vaktine Riayet Etmek

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; "Hiç şüphesiz namaz müminler üzerine vakitleri belirli bir farzdır." (Nisa; 103)
Abdullah b. Mes’ud (Radıyallahu Anh) buyuruyor ki; "Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e; -Allah-u Zülcelal'in yanında hangi amel daha sevimlidir, diye sordum. Buyurdu ki; -Vaktinde kılınan namazdır. Namaz şeytanın yüzünü karartır. (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi)
Hz. Osman (Radıyallahu Anh) şöyle buyurmuştur: "Her kim namazını tam vaktinde eda ederse, Allah-u Zülcelal ona şu dokuz şey ile ikramda bulunur;
1-Allah-u Zülcelal o kimseye dost olur. 2-O kimsenin vücudu sıhhatli olur. 3-Melekler onu muhafaza eder. 4-Onun evine bereket yağar. 5-O kimsenin siması salih kimselerin simasına benzer. 6-Allah-u Zülcelal onun kalbini bütün mahlukatlara karşı yumuşak, şefkatli ve merhametli yapar. 7-O kimse sırat köprüsünden şimşek gibi geçer. 8-Allah-u Zülcelal onu cehennem ateşinden muhafaza eder. 9-Allah-u Zülcelal kıyamet gününde onu, salih kullarına komşu yapar.
Ey Nefsim!
Bütün bu ikram ve izzet az bir şey midir? Kendini düşünüyorsan ve ebedi hayatında kurtuluşa ermek istiyorsan bu anlatılanlara kulak vermen lazım gelmez mi? Çeşit çeşit bahaneler ile üzerine farz olan namazı vaktinde kılmazken ve geciktirirken hatta terkederken bütün bu nimetlerden mahrum olacağını düşünmüyor musun? Kurtuluşun ve huzurun Allah-u Zülcelal'in yolunda olduğunu bilmiyor musun?
Eğer kurtuluşu ve huzuru istiyorsan tevbe et ve Allah'ın senin üzerine farz kıldığı namazı vaktinde kıl.

Namaz Kılmanın Faydaları

Anlatıldığına göre, beş vakit namazını devamlı olarak cemaatle kılan kimseye, Allah-u Zülcelal şu beş imtiyazı bağışlar;
1-Dünyadaki maişetinin darlığı onun üzerinden kaldırılır, 2-Kabir azabına uğramaz. 3-Kitabı sağ tarafından verilir. 4-Sırat köprüsünden şimşek gibi geçer. 5-Hesapsız olarak cennete girer.
Rivayet edildiğine göre: "Allah-u Tealâ yedi kat gökleri yarattığı zaman onları meleklerle doldurdu. Onlar bir an dahi geri kalmamak üzere devamlı ibadet ederler. Allah-u Teâla her semâ ehli için bir türlü ibadet belirledi.
Bir kısmı sur üfürülünceye kadar kıyamda dururlar. Bir kısmı rükû, bir kısmı secde, bir kısmı Allah'ın heybet ve azameti karşısında çırpınmakta, büyük melekler ve arş ehli, arşın etrafını tavaf edip Allah'ı tesbih etmekte ve dünya ehli için istiğfar etmektedirler.
İşte Allah'ın bir lütfu olarak, meleklerin hepsinin yapmış olduğu bu ibadetler namazda biraraya toplanmıştır. Ayrıca Allah Kur’ân’ı bize vermiştir. Onu namaz kılarken okuruz.
Allah kullarından nimetlerine karşı şükür ister. Kulların şükrünün en güzeli; şartları ve rükunlarına uygun olarak namaz kılmaktır.

Namazı Vaktinde Kılmak

Namazı vaktinde ve cemaatle kılmalıdır. Peygamber Efendimiz cemaat üzerinde çok ehemmiyet göstermiştir. Bir defasında; "Sizden biriniz namazı kıldırsa, bende bir ateş alıp cemaate namaza gelmeyenlerin evini ateşe verip yaksam." diyerek cemaate namaza gelmeyenleri ihtar etmiştir. (Müttefekun Aleyh)
Bir başka hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur; "Cemaate gelen kimse için her bir adıma bir sevap, bir günahı af ve cennette bir derece vardır." (Müslim, Beyhaki)
Yine diğer bir hadis-i şerifde ise, Ashab-ı Kirama; "Sizden biri evinin önünden geçen nehirde günde beş defa yıkansa onda kir kalır mı?" diye sorunca, Ashab; "Hayır hiçbir kir kalmaz." demişler. Bunun üze-rine Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur; "Bu, namaza bir misaldir. Kim beş vakit namazına devam ederse, her namaz arasındaki günah ve hataları temizler." (Müslim)
İşte bu hadis-i şeriflere göre, namaz ve cemaate devam eden kimse namazı vaktinde kılmış olur. Sahabeden biri Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'e; "En hayırlı amel nedir?" deyince, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur; "Vaktinde kılınan namazdır." (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi)

Namaz Kılmak

“Mü’minler muhakkak felah bulmuşlardır. Ki onlar namazlarında huşû içindedirler.” (Mü'minun; 1-2) Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Namaz vakti girdiğinde abdestini güzelce alıp, huşu ve tadil-i erkan ile namazını kılan hiç kimse yoktur ki namazı –büyük günah işlemediği müddetçe- daha önce işlediği günahlarına keffaret olmasın. Bu hayatı müddetince böyle devam eder.” (Müslim) Şurası bilinmeli ki, namazın bir takım rükunları, vacipleri ve sünnetleri olduğu gibi bir de ruhu vardır. Namazın ruhu ise niyet, ihlas, huşu ve kalp huzurudur. Hasan el-Harraz’a; “Namaza nasıl girelim?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Allah-u Zülcelal’e kıyamet gününde nasıl yöneleceksen öyle yönel. O’nunla aranda hiçbir tercüman olmadan huzurunda bulunduğunu ve O’nun sana yönelerek nazar ettiğini, kendini de O’na münacatta bulunuyor gibi düşün. En büyük Melik’in huzurunda bulunduğunu bil!” Görüldüğü gibi, insan namazda iken Allah-u Zülcelal ile münacatta bulunduğunu bilerek kendisini ona göre ayarlamalıdır. Namaz kılan kişinin riayet edeceği edeplerin en güzeli, kalbinin az veya çok hiçbir dünyevi şeyle meşgul olmamasıdır. Kişinin namazda kalbini Allah-u Zülcelal’e yöneltmemesi şu duruma benzer: nasıl bir kimse isteğini görmek için sultanın karşısına çıkarda sultan ona bakarken o sağına soluna bakıp istediğini alamadan geri dönerse, namazda huzurlu olmayan kimse de istediğini almadan geri döner. Buna göre, kişi namaza durduğu zaman kalbi Allah-u Zülcelal’den gafil olursa bir şey elde edemez. Kalbi Allah-u Zülcelal ile ne kadar huzurlu olur ise, isteğini de o doğrultuda almış olur. Onun için İbn Abbas (Radıyallahu Anh): “İki rekat tefekkürlü ve mülahazalı olarak kılınan namaz, gafil kalple kılınan bir gecenin namazından daha hayırlıdır.” demiştir. Allah-u Zülcelal’in Hz. Musa (Aleyhisselam)’a şöyle hitap ettiği rivayet edilmiştir: “Ey Musa! Beni zikrettiğin zaman dilini kalbine tak ve vücudun titresin. Benim önümde zelil bir vaziyet al ve benimle korkan bir kalp ve doğru olan bir dil ile konuş.” Bütün bunlara bakarak elimizden geldiği kadar namazı huzurlu ve huşu’lu kılmalıyız. İnsan Rabbi ile olan münacatında kalbinin gaflette olmasından haya etmelidir. Çünkü Allah-u Zülcelal her insanın kalbin-den haberdardır. Şu yakinen bilinmelidir ki, kılınan namazın sevabı huşu, huzur tevazunun çokluğu kadardır. Bu sebeple namazımızı sanki Allah-u Zülcelal’i görüyormuş gibi kılmalıyız. Biz O’nu görmesek bile, O’nun bizi gördüğünü unutmayalım. İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.

Namazın Önemi

İslam dininin en önemli şartlarından birisi, Allah-u Zülcelal’in miraçta Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vasıtası ile bütün mü’min kullarının üzerine beş vakit olarak farz kılmış olduğu, insanları kurtuluşa götüren namaz ibadetidir. Namaz dinin direğidir ve Allah-u Zülcelal’i hatırlamanın en güzel şeklidir. O’nun için Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (Taha; 14) Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini işittim: “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiçbir kir kalır mı, ne dersiniz?” Sahabeler; “Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!” deyince, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar şöyle buyurdu; “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.” (Buhâri, Müslim) Namaz, mü’minlerle kafirler arasındaki en önemli farklardan biridir. Bir kimse, namaz kılmakla hem Allah-u Zülcelal’in emrini yerine getirmektedir, hem de inanmayanlardan ve Allah-u Zülcelal’e asi olan kimselerden ayrılmaktadır. Namaz hususunda insanlar birkaç gruba ayrılırlar: 1- Namazı kabul etmeyenler; Bunlar kafirlerdir. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “İnkarcı insan, ne iman etti, ne de namaz kıldı.” (Kıyamet; 31) 2- Namazı kabul eden, fakat gereğini yerine getirmeyenler; Allah-u Zülcelâl böyle kimseler hakkında da bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur. “Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem; 59) 3-) Allah-u Zülcelâl’in bir kısım emir ve nehiylerini yerine getirirken, bir kısmını tembellikleri yüzünden terk edenler; Allah-u Zülcelâl böyle kimseler hakkında da şöyle buyurmuştur: “Onlar namaza kalktıkları zaman, tembellikle kalkarlar.” (Nisa; 142) Bu hal, münafıklık alametidir. 4-) Hem namazı kabul eden, hem de gereğini yerine getirenlerdir. Bunlar mü’minlerdir. Allah-u Zülcelal böyle kimseler hakkında da şöyle buyurmuştur; "Gerçekten Mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler.” (Mü’minun; 1-2) “İşte, asıl bunlar varis olacaklardır; (Evet) Firdevs’e varis olan bu kimseler, orada ebedi kalıcıdırlar.” (Mü’minun; 10-11) İşte insan bütün bunlara bakarak, hangi guruptan olduğunu meydana çıkarabilir. Namaz, kıyamet gününde insanın sorguya çekileceği ilk ameldir. Eğer insan namazının hesabını verirse, diğer sorgusu da kolay olur. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Allah-u Teala adn cennetini yarattığı zaman, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinin düşünmediği ni’met ve güzellikler yaratıp, ona; “Konuş” buyurdu. O da üç defa; ‘Muhakkak namazlarını huşu içinde kılanlar kurtuldu.’ dedi” (Hakim) Allah-u Zülcelal, Namaz kılan kimseye şu üç şeyle ikramda bulunur;
1-) Gökten üzerine rahmet yağar. 2-) Ayaklarının ucundan semaya kadar melekler etrafını sarar. 3-) Bir melek durmadan şöyle seslenir; “ Eğer namaz kılan kişi, münacaat ettiği zatı yakınen bilse namazdan hiç ayrılmaz.” Namaz bütün mü’minlerin üzerine farz kılınmış bir ibadettir. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; “Hiç şüphesiz namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli bir farzdır.” (Nisa; 103)
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Bir kul namaza kalktığı zaman günahları başının ve omuzlarının üzerine konulur. Rükuya ve secdeye gittiği zaman bu günahları dökülür.” (Beyhâki, Tâberani) Onun için insanın namazın üzerine adeta titremesi lazımdır. Çünkü dediğimiz gibi insanın kıyamet gününde ilk olarak sorguya çekileceği ameli namazdır. Eğer bu sorgudan kolay kurtulursa, diğer amellerinin sorgusu da kolay olur. Ama namazın hesabını veremezse, diğer sorguları da çok çetin olur. Dünyada namaz kılmayan kimse, ya aklını kullanmıyor yada çok cesaretli demektir. Çünkü Allah’ü Zülcelâl namaz kılmayan kimseleri çok şiddetli şekilde cezalandıracaktır. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Cennettekiler: Günahkarlara ‘Sizi Sekar (yakıcı) cehennemine sokan nedir?’ diye sorarlar. Onlarda: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ derler.” (Müddesir; 40-41-42-43) Dünyada iken namaz kılmayanlar için, kıyamet günü gelip çattığı zaman, cehennem ateşinin üzerinde kor haline getirilmiş bir sac ortaya konulur ve Allah-u Zülcelâl buyurur ki: “Ey Kulum! Dünyada kılmayıp kazaya bırakmış olduğun namazlarını bu kızgın sac üzerinde kıl .” Bir kimse nefsini biraz olsun seviyorsa, namazlarını o kızgın sacın üzerinde kılmak yerine, bu yumuşak halıların üzerinde kılmalıdır. Beş dakikamızı ayırıp kılabileceğimiz bir namazı kılmayıp, kızgın bir sac üzerinde kılmaya bırakmak nefsimize çok büyük bir hakaret ve zulümdür. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Kim namaza devam ederse, namaz onun için bir nur, bir delil ve kıyamet gününde bir kurtuluş olur. Kim de namazı terk ederse, nursuz ve delilsiz kalır, kurtuluşa eremez. Kıyamet gününde Karun, Firavun, Haman ve Ubeyy bin Halefle beraber olur.” (Ahmed b. Hanbel)

Yasin Suresi' nin Fazileti

Enes (Radıyallahu Anh)'den rivayetle Resulullah (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki, herşeyin bir kalbi vardır. Kur'an'ın kalbi de Yasin'dir. Kim, Yasin'i okursa Allah-u Zülcelal, Yasin'i okuması sebebiyle on defa Kur'an'ı okuma sevabı yazar." (Tirmizi) Ma'kıl bin Yesar (R.A)'dan rivayetle Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu: "Kur'an'ın kalbi Yasin'dir. Allah'ı ve ahiret yurdunu dileyerek bir kimse Yasin'i okursa, Allah kendisini mutlaka bağışlar. Ölülerinize Yasin'i okuyunuz." (Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, Nesai, İbn Mace, Hakim)
Cündüb (R.A)'den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Kim bir gece de Allah'ın rızasını isteyerek Yasin'i okursa bağışlanır." (İmam Malik, İbn Sünni, İbn Hıbban)
Ruhu'l-Beyan tefsirinde geçtiği üzere Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Kabristana girip Yasin suresini kim okursa, mutlaka o gün için o kabirdekiler hafiflemiş olurlar. Okuyana da oradaki ölüler sayısınca sevap ve iyilik verilir." (Tefsir-i Ruhu'l-Beyan)
El-İtkan isimli eserde belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Kim Yasin suresini bir ihtiyacını önüne alıp okursa, ihtiyacı yerine getirilmiş olur." (İmam Suyuti, el-İtkan)

'Lâ İlahe İllahu Vahdehu La Şerike Leh' Demek

Ebu Eyyub (R.A)' den rivayetle Resulullah (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Kim, on defa 'lâ ilâhe illallah-u vahdehû lâ şerîke lehu, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ kül-li şey'in kadîr' -Allah'dan başka hiçbir ilah yoktur. O tektir, eşi yoktur, mülk O' nun dur. Hamd O' na mahsustur ve O' nun her şeye gücü yeter” derse İsmail Peygamberin neslinden dört köleyi hürriyetine kavuşturmuş gibi sevap alır." (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai)
Yakub bin Asım (R.A) Peygamber Efendimiz (S.A.V)' in ashabından iki kimseden rivayet ettiğine göre, Peygamber Efendimiz (S.A.V)' in şöyle buyurdu: "Herhangi bir kul can ve gönülden, kalbiyle tasdik ederek lisanıyla 'Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke lehû, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr' -Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O tektir, eşi yoktur, mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter- derse Allah-u Zülcelal semayı açarak ona bakar.. Allah'ın kendisine baktığı bir kul ise, dilediği şeyi Allah'ın kendisine vermesini hak etmiştir." (Nesai)

Ölümü Her Nefs Yaşayacaktır

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim cihad ederse ancak kendi menfaatine cihad eder. Allah, alemlerden zengindir." (Ankebut; 6) Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, Allah-u Zülcelal bize karşı şefkat ve merhamet sahibidir. O bizim iyiliğimize, hizmetimize muhtaç değildir, o zengindir.Bir işveren, işçilerinin ücretini fazlasıyla verdiği zaman, onlar muhtaç ve perişan olmayacağız diye memnun olurlar. Bir memlekette de işsizlik olduğu zaman, o memleketin halkı perişan olmamak, bir işe girmek için bütün çabalarını gösterirler. Allah-u Zülcelal de işverendir. Bize vermiş olduğu iş karşılığında, kıyamet gününde ne mükafatlar vereceğini, ancak O bilir.
Eğer omuzumuzda olan melekler, günah işlediğimiz zaman bize bir tokat vursaydı, ne yapıyorsun deseydi, hiç günah işlemezdik. Ama imtihanda olduğumuz için Allah-u Zülcelal zahiri olarak böyle bir şey göstermiyor.
Evliyalardan bir zat şöyle anlatmıştır: "Bir adam devamlı olarak yanımıza geliyordu. Yüzünün bir tarafı kapalıydı, açmıyordu. Bu dikkatimi çekti, merak ettim ona: "Sen bizim yanımıza çok geliyorsun, yüzünün bir tarafını niye açmıyorsun?" diye sordum. Adam: "Eğer bu söylediğimi kimseye söylemezsen sana söylerim." dedi ve anlatmaya başladı:"Ben eskiden kabirleri açıyor, kabirde ölünün yanında ne varsa çalıyordum. Bir gün bir kadının kabrini açtım. Onun kefenini almak için elimi uzattım, o da kefenini benden almak için kefeni geriye çekti. Ben de kefeni kendime çektim. Kadın böyle keramet gösterdiği halde, yine de kefeni bırakmadım, çok akılsızmışım. Kadın kefeni bırakmadığımı görünce, bir elini kaldırdı, yüzüme vurdu." Böyle dedikten sonra, yüzündeki peçeyi indirdi. Baktım ki yüzünde kadının vurduğu tokattan dolayı, beş parmağın izi vardır. Adam daha sonra şöyle dedi:"O işte o gün, bir daha böyle bir iş yapmamaya tevbe ettim. Allah'a söz verdim."
İşte eğer Allah, hatalarımız karşısında bizi de böyle zahiren uyarsaydı, nasıl olacaktık? Allah bir saniye bile bizden ayrılmayıp, bizi görüyor. Bilindiği gibi insana şah damarından daha yakın bir şey yoktur. O bize şah damarımızdan daha yakınken ve öyle sınırsız kudret ve azamet sahibiyken, O'na karşı hata yapan kişi, demek ki kendisini dağlardan daha kuvvetli görmektedir de onun için öyle davranmaktadır.
Söylenen olayı anlatan Evliya şöyle demiştir: "Ben olayı, Evzai'ye mektupta anlattım, o da bana cevaben:"O adam tevbe etti. Pişman oldu, peki o kadar kabir açmış, sen ona o kabirdekilerin yüzü kıbleye doğru muydu, değil miydi diye niye sormadın?" dedi. Hemen o adamı buldum ve ona: "Sen o kadar kabir açtın, kabirde yatanlar yeryüzünde müslüman olarak görünüyorlardı, onların yüzü hangi tarafaydı." diye sordum. Adam bana: "Çokları kıbleye doğru değildi." dedi. Hemen Evzai'ye bir mektup göndererek, bu durumun niçin böyle olduğunu sordum. Bana mektubunda şöyle cevap verdi: "İnnalillahi, dini üzere olmadılar onun için."
Çünkü kıble ehli, dünyadan imanla ayrılırsa, onun yüzü mezarda mutlaka kıbleye doğru olacaktır. Eğer imanını kurtaramazsa, melekler kabirde onun yüzünü kıblenin aksi istikametine çevirirler. Yeryüzünde şimdi müslüman olarak yaşıyoruz ama sekarat zamanı, ölüm anı, çok büyük bir olaydır.
İmam-ı Gazali şöyle anlatmıştır: "İman, insanın ruhu gibidir. İnsanda ruh olmadığı zaman, nasıl yaşayamıyorsa, imanı olmayan kelime-i şehadet veya kelime-i tevhid getirmeyen kişiler de ölü gibidir. İbadet de insanın âzâları gibidir. Fakat onun ibadeti yoksa, elleri, ayakları, başı, kalbi olmayan bir insan gibi olur. Öyle bir insan da hayatını devam ettirebilir mi?"
Demek ki ibadetsiz olan kimse de sekarat esnasında âzâları olmayan o kimsenin öldüğü, ruhun ondan ayrıldığı gibi imansız olarak dünyadan ayrılabilir. Onun için elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal'in bize emrettiği şeyleri yerine getirip, nehyettiği şeylerden de kendimizi muhafaza edelim. Ashab-ı kiramdan Huzeyfe el-Adevi şöyle anlatmıştır: "Yermük harbinde amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Kendi kendime: "Eğer yaşıyorsa ona biraz su vereyim." diyordum. Bir süre sonra onu buldum. Yaralı olarak yaşıyordu. "Sana biraz su vereyim mi?" diye sordum. Başıyla: "Evet!" diye işaret yaptı. O sırada bir adamın inlediğini duydu. Yine başıyla: "Suyu ona ver!" diye işaret etti. O adamın yanına gidince:"Sana su vereyim mi?" diye sordum. O da:"Evet!" dedi. Tam o esnada başka birinin inlediğini duyunca, bana: "O adamın yanına git." dedi. Bende o adamın yanına gittim. Yanına vardığımda son nefesini vermişti. Derhal diğer adamın yanına döndüm. Baktım o da ölmüş. Amcamın oğlunun yanına koştum. Ama o da ölmüştü. Bakınız, onlar sekarat esnasındaydılar. Bir iki dakika sonra can vereceklerdi, öyle hararetli oldukları halde, arkadaşlarını kendile-rine tercih ettiler. İşte biz böyle olmadığımız zaman kendimize: "Bak onlar nasıldı, ben nasılım?" dememiz ve onlar gibi olmaya biraz çaba göstermemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet; 53) Burada insanlar için çok büyük bir işaret vardır ki ne yer, ne melekler, hiç bir şey, bizim yaptıklarımıza şahit olmasa da Allah-u Zülcelal, bize şahit olarak kafidir. Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (İbrahim; 24)
Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyamda kıyametin koptuğunu ve mizanın kurulduğunu gördüm. Bir kadının ameli tartıldı. Baktı ki kadının dünyada ameli fazla olmamasına rağmen, amelleri orada Uhud dağı gibi büyük oldu. Bu duruma hayretler içerisinde kaldım. Sabahleyin o kadını çağırıp ona: "Sen ne amel yapıyorsun?" diye sordum. Kadın ilk önce söylemek istemedi, fakat çok ısrar edince, anlatmaya başladı.
Dedi ki: "Birinci olarak, ben vücudumu namahrem olan kişilerden muhafaza ediyorum. Benim ehlimden başka, hiç kimse benim vücudumu görmemiştir.
İkinci olarak, yalnız yemek yemedim. Eğer çevremde bir insan varsa, muhakkak onunla beraber yemek yerim.
Üçüncü olarak, her hangi bir kimse benden bir şey istediğinde, eğer benim yanımda varsa, onu geri çevirmedim." Bu davranış, o kadının mert olduğuna işaret etmektedir. Cömertlik kökü cennette olan, dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Bir kişi o dalları tutarsa, o dallar onu cennete çekecektir. İşte bu kadının, kimseyi reddetmemesi ve yalnız yemek yememesi, onun cömertliğine işarettir. Cimrilik de kökü cehennemde olan, dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Kim o dalları tutarsa, o dallar onu cehenneme çekecektir. Kadın:
"Dördüncü olarak, ezandan önce mutlaka abdest aldım." dedi. Namaz Allah-u Zülcelal'in bir sofrasıdır. O sofraya bizi çağırmakta, davet etmektedir. Allah-u Zülcelal bize namazı emretmiş, üzerimize farz kılmıştır. Kadın: "Ezandan önce mutlaka abdest alıyorum." dedi. Niçin? Çünkü insanın bir düşmanı olursa ve silahsız olarak onunla karşı gelirse, düşmanı, silahıyla hemen onu perişan ve helak eder. Mü'minin silahı da abdesttir. Mü'min daima abdestli olmalıdır.
Kişi abdestli olmadığı zaman, ezan okunduğunda şeytan ona: "İşte ezan okundu, senin abdestin yok, sen abdest alıncaya kadar, namaz biter, cemaate yetişemezsin." diye onu kandırabilir. Daha sonra şeytan: "Şu işi de yap, sonra abdest alıp namaz kılarsın. Şu işi de yap, daha sonra kılarsın." diye öğle namazını, ta ikindiye kadar geciktirerek onu meşgul edebilir. Abdesti olmayan bu kişi böylece hem cemaati kaçırmış hem de namazını geçirmiş olur. Onun için ezandan önce elinde silahı olursa yani abdesti olursa, ezan okunduğu zaman, şeytan ona yaklaşamaz. Çünkü o kişinin silahı elindedir. Ben abdestliyim hemen namazımı kılayım diyecektir.
Hz. Peygamber (S.A.V) bir gün, Bilal-i Habeşi (R.A)'ye: "Ya Bilal! Ben cennette, arkamda senin ayak sesini duydum. Diğer arkadaşlarına nazaran çok ilerde idin, ne amel yapıyorsun?" dedi. O: "Ya Resulallah! Benim güvendiğim amel şudur; yeryüzünde ne zaman abdestimi bozmuşsam, hemen abdest alıyorum ve abdest aldığım zaman da onunla mutlaka Allah'ın bana nasip ettiği bir namaz kılıyorum." dedi. (Buhari, Müslim)
Demek ki Bilal-i Habeşi (R.A) yeryüzünde abdestsiz dolaşmıyordu ve abdest ile sünnet namazı kılıyordu.O kadın: "Beşinci olarak, ben daima ezana cevap verdim." dedi. Ezana cevap vermek, Allah-u Zülcelal'in namaz emrine, üzeri-mize farz kıldığı o misafirliğe, bizi davet ettiği o sofraya, icabet etmek demektir. Müezzin ezan okuduğunda, onun sözlerini tekrar etmeli, işimizi, konuşmamızı bırakarak ezanı dinlemeli, ona cevap vermeliyiz. İnsanın ezana cevap vermemesi, kendi işiyle meşgul olması, sanki hiç ezan okunmuyor gibi ezanı dinlememesi, ahireti için çok zararlıdır. Bazı ulema, ezanı dinlememek, sekerat esnasında -Neuzubillah- imansız olarak gitmeye de sebep olabilir, demişlerdir.
O kadın şöyle devam etti: "Benim akrabalarım, dost-ahbaplarım, mü'min kardeşlerim, bana eziyet etse de yine de ben onlara iyilik yapıp onlarla ilişkimi kesmedim. Son olarak, hangi işe teşebbüs ettiysem, kendi başıma karar vermedim, mutlaka istişare yaptım." Hakikaten, o kadının yaptığı şeyler, İslam dininin çok güzel ahlaklarındandır. Bizim de bundan ibret alarak, elimizden geldiği kadar İslam dininin emir ve nehiylerini yerine getirmemiz lazımdır. Böyle yaparsak, bizim mizanımız, tartımız da kıyamet gününde o kadının ki gibi ağır gelecektir, inşaallah.
Ama bu dünyadayken, Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara meraklı olmazsak, bu ömür geçip bitince, elimiz boş kalacak, terazimiz de hafif olacaktır. O zaman pişman olacağız. O gün gelmeden evvel seferber olmak suretiyle kıyamet gününe hazırlanalım.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Allah (C.C)'ın Selbi ve Subuti Sıfatları

Allah-u Zülcelâl'in sıfatları Selbî ve Subûtî olmak üzere iki kısımdır:
Selbi (Zati) Sıfatlar:
Vücud: Var olmak demektir. Varlığı kendisindendir. Her şeyin varlığı, O'nun sayesindedir.
Kıdem: Ezeli yani bir başlangıcı olmamasıdır.
Bekâ: Ebedi, yani bir sonu olmamasıdır.
Muhalefetün Lil-Havadis: Yarattığı hiçbir şeye benzemez, hayalle tasavvur edilemez,
Kıyam bi-zat'ihi: Varlığı kendisindendir. Başkasına muhtaç değildir,
Vahdaniyet: Allah'ın tek (bir) olmasıdır.
Subûtî Sıfatlar:
Hayat: Allah-u Zülcelâl'in diri olmasıdır,
İlim: Olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir,
İrade: Vukû bulacak her şeyi kendi dilediği şekilde ve zamanda yaratmasıdır.
Kudret: Allah-u Zülcelâl'in bütün mümkünatta (var olan) tesir ve tasarrufa kadir olmasıdır.
Semi': Allah-u Zülcelâl'in her şeyi işitmesidir.
Basar: Allah-u Zülcelâl'in her şeyi görmesidir,
Kelam: Allah-u Zülcelâl'in sese ve harfe muhtaç olmaksızın konuşmasıdır.
Tekvin: Allah-u Zülcelâl'in istediğini, istediği şekilde yaratmasıdır.

Ehl-i Sünnet alimleri bu konuda şöyle demiştir:
"Allah-u Zülcelâl sıfatlarla vasıflanmıştır. O; eksiklik, acizlik ve fani şeylerden münezzehtir. O'nun sıfatları sonradan vücud bulup bilahare yok olan arazlar cinsinden değildir. O'nun sıfatları ezeli ve ebedidir, zatıyla mevcuttur. Bu sıfatlar, hiçbir surette yaratılmışların sıfatlarına benzemez."

Allah Üzerinizde Gözetleyicidir

Allah-u Zülcelâl birdir, ortağı da yoktur. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. Eşi ve benzeri yoktur. Akla, hayale ve düşünceye gelen herşeyin dışındadır. Akıl ve hayalle tasavvur edilemez. O'nun için bir başlangıç ve nihayet (son) düşünülemez. O, kendisini kendisinin övdüğü ve bildiği gibidir.
Bütün bu zikredilenleri insanların bilmesi gerekir. İman etmiş bir insan, Allah-u Zülcelal’i bu sıfatlarla bildikten sonra, kendini Allah-u Zülcelal’in kontrol ve takibi altında olduğunu düşünmeli ve bunu hissetmelidir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur:
“Allah üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa; 1)
İnsanlar, birbirlerinin dış görünüşlerini bilirler. Allah-u Zülcelal ise, onların hem dışlarını hemde içlerini bilir. Buna göre murakabe ehli mü’min olan kimse, Allah-u Zülcelal’in her şeye muttali olduğunu, insanın kalbini daimi olarak gözettiğini bilmeli ve o şuurla, O’nun rızası doğrultusunda amel etmelidir.
Rivayet edildiğine göre, bir şeyh genç bir müridine ikramda bulunur ve onu diğer müridlerinden üstün tutardı. Bunlardan bazıları bu tutumdan rahatsızlık duyunca, şeyh hepsine birer kuş ve bıçak verip: “Bu kuşları kimsenin olmadığı bir yerde kesin.” der. Müridler kuşları kesip şeyhin emrini yerine getirmiş olmanın rahatlık ve sevinciyle dönerler. Genç olan ise mahzun ve mahçup bir şekilde onu geri getirir. Şeyh niçin kesmediğini sorunca da, mürid şu cevabı verir: “Ben kimsenin olmadığı bir yer bulamadım. Çünkü nereye gittimse, Allah-u Teala’nın orada olduğunu gördüm.”
Bunun üzerine şehy, müridlere: “İşte ben bu genci bu murakabe halinden dolayı seviyor ve sizden üstün tutuyorum.” dedi. Yine anlatıldığına göre, bir adam Cüneyd-i Bağdadi’ye: “Gözümü haramdan koruyabilmek için ne yapmalıyım?” diye sorar. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadi şu cevabı verir: “Bakmak istediğin zaman düşün ki; Allah-u Teala’nın sana bakması, senin harama bakmandan öncedir. (Yani sen harama bakmaya başlamadan önce Allah-u Teala sana bakar ve seni gözetler.)”
Allah-u Zülcelal’i ciddi bir şekilde murakabe eden bir mü’min, murakabe anında O’ndan başkasını görmez. Allah-u Zülcelal’in kendisini her an gördüğüne inanan kimse, O’nun beğenmediği bir şeyi yapamaz.
İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.

Kaza ve Kadere İman

Kader; Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatıyla ezelden kıyamete kadar olacak şeyleri takdir etmesidir. Kazâ; Allah-u Zülcelal’İn ezelde tekvin sıfatıyla takdir etmiş olduğu şeyleri zamanı geldiğinde istediği şekilde yaratmasıdır. Kaza ve kadere inanmak farzdır. Bunun yanında insanlar kadere dayanarak kendilerini mes’uliyetten kurtaramazlar. Çünkü Allah-u Zülcelal her insana cüz’i bir irade vermiştir. Bu irade ile kendisini yanlışlardan çekip, doğru olan şeylerin üzerine yönlendirebilir. İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahluk olması da Allah-u Zülcelâl'in takdiridir. Bunun içindir ki, insan kendi istek ve ihtiyarıyla bir şey yapmak veya yapmamak iktidarına maliktir. Kaza ve kadere iman farzdır. Fakat insanlar kadere dayanarak kendilerini mesuliyetten kurtaramazlar. Çünkü insan, ezeldeki takdirin nasıl olacağını bilemez; Allah-u Zülcelal kullarına hayır ve şerri ayıracak cüz’i irade vermiştir. Onun için insan yaptığı ameli bilerek yaptığından dolayı mesuldür.
İnsanın nefsi ile arasındaki ilişki, ticari ortaklığa benzer. Nasıl ki ortaklar her işten sonra birbirleriyle hesaplaşır, kar ettiklerinde de birbirlerini daha iyisi için teşvik ederlerse, mü’min de ticaret ortağı gibi her akşam nefsiyle hesaplaşmalıdır. Allah-u Zülcelal’in razı olduğu bu salih ameli yaptığından dolayı ona, haşr, mizan ve sırat köprüsünden başarıyla geçeceğini, Allah-u Zülcelal’in kullarına karşı çok lütufkar olduğunu (Şura; 19) ve cennet ni’metlerini hatırlatıp daha iyisini yapması için teşvik etmelidir. Tevfik verip lütufta bulunduğu içinde Allah-u Zülcelal’e hamd ve şükür etmelidir.