22 Ekim 2015 Perşembe

Samimi Olursak Allah'ın Kudreti Bizimle Olur

Allah-u Zülcelâl daima kulların kalbine muttalidir, kalbindekileri bilir. Allah-u Zülcelâl insanın suretine, vücuduna bakmıyor; Allah-u Zülcelâl daima kalbinin içinde olan niyete ve kendi Rabbine karşı ne kadar samimi olduğuna bakıyor. Böyle olduğu için kalbimizi Allah'a karşı doğru yapmamız, samimi yapmamız lazımdır. Samimi niyetle, insan dünyada ne amel yaparsa, ister sevap olsun, ister günah olsun, hayır olsun, şer olsun, ne olursa olsun, kıyamet gününde bir zerre bile kaybolmadan önümüze gelecektir. Allah-u Zülcelâl bu konuda ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Erkek olsun, kadın olsun her kim de, mü'min olarak doğru ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girecekler ve zerre kadar haksızlığa da uğramayacaklardır.” (Nisa; 124) Demek ki her kim olursa olsun, mümin olarak amel-i salih yaptığı zaman cennete girecektir ve amellerinden zerre kadar bir şey kaybolmayacaktır. Allah-u Zülcelâl böyle davranacak bize karşı kıyamet gününde. Bu aklı, Allah-u Zülcelâl çok kıymetli bir cevher olarak bize vermiştir ve bu şekilde gevşek davranışımızı akıl kabul etmiyor. Kıyamet gününde zerre kadar kaybolmamak suretiyle bütün amelimiz, dünyadaki davranışımız bizim önümüze geleceğine göre, böyle gafil bir şekilde davranmamızı akıl kabul etmiyor. Çünkü o zaman, insan öyle temenni edecek ki, isteyecek ki şark ve garbın arasındaki boşluk kadar salih ameli olsun. İsteyecek ki günahı hiç olmasın. İsteyeceğiz ama öyle davranmıyoruz işte. Nice nefeslerimiz, nice saatlerimiz, nice aylar, seneler geçiyor, bunları hayırlarla değerlendirmiyoruz, önümüzdeki hayatımız için. Aklım böyle kabul ediyor, sizinki de öyledir herhalde. Hiç akıl kabul etmez, önümüzdeki olaylara karşı, ebed’ül-ebed olan bir hayat için, Allah'ın verdiği bu fırsatı aklın gereğine göre değerlendirmiyoruz. Bakıyorum, insan ne kadar zarar yaparsa, ister amel-i salih yapmasın, isterse bir günah yapsın, isterse dünyaya meyilli olsun ahireti bıraksın, nereye bakarsan, altını kazdığımız zaman nefis çıkıyor altından. Allah-u Zülcelâl hepimizi ondan muhafaza etsin, onu hayırlarda kullansın. Âmin. Onun için kim kendini idrak ederse, kendi nefsinin Allah-u Zülcelâl’in karşısında ihtiyaç sahibi olduğunu bilirse, o zaman o kişi, kendi kalbinin içinde ve ruhunda, ibadet için bir kuvvet hissedecektir. Çünkü o pişmanlıkla, o “Allah-u Zülcelâl’in hakkını yerine getirmiyorum, Allah benim yaptığım ibadetten daha güzel amellere, zikre, muhabbete, taate, aşka daha layıktır, ben bunu yapmıyorum,” diye düşündüğü zaman, inşallah yavaş yavaş amel-i salih yapmaya gayret edecek, günahlardan, gafletten de kendini muhafaza edecek. O kişinin kalbine, ruhuna o zaman her gün biraz kuvvet gelecektir, inşaallah. Kendi Noksanlığını Bilen Ariftir Kim kendi noksanlığını idrak ederse o ariflerden sayılacaktır inşallah. Arif Allah'ı tanıyan demektir. Arif Arapça olarak, bilmek demektir. Biliyor ki Allah-u Zülcelâl tam bir kudret ve azamet sahibidir. Kendi nefsinin de Allah'a karşı taksirat sahibi olduğunu, zayıf, zelil, fakir olarak bildiği zaman ariflerden sayılır o kişi. İnsan bunu da ancak ilimle elde edebiliyor. İlmi sevelim. Elhamdülillah, diyelim. Çünkü bizim küçüklüğümüzde böyle tercüme kitaplar yoktu. Ancak bir kişi kendi evinden hicret eder de, gidip bir medresede ilim öğrenmek için orada yıllarca kalırsa o zaman ilim öğrenebiliyordu. O zamanki medreseler de böyle şimdiki gibi zengin değildi. Talebeler çok fakirlik içinde okutarak bir ilim sahibi oluyordu. Şimdi herkesin evinde bir müderris vardır. İnsan dolabında duran kitapları okuduğu zaman âlim oluyor. Böyle bir fırsat elimizdeyken gene nefse uymak, okumamak çok yanlıştır. Çünkü ilim okursak o zaman Allah'ı da tanıyacağız, kendi nefsimizi de tanıyacağız, Allah'ın nazil ettiği hükümleri de bileceğiz. Kendimizi de doğru yapacağız o zaman. Hem de bize bir soru sorulduğu zaman da doğru cevap verebileceğiz. Çünkü ilim, akıl, güzel bir idrak, Peygamber efendimizin mutabaatı yani onun sünnetine uyarak amel yapmak, bunları kim yaparsa hem dünyada kendisine hürmet edilir, hem de ahirette bunlar onu kurtaracaktır, inşaallah. Onun için arkadaşlarımıza anlatalım, tevbeyi, ilim okumayı, İslam dininin ahkâmlarını, İslam dininin ne kadar güzel bir din olduğunu, hem dünya hayatının hem ahiret hayatının onda olduğunu… Bunları bilmek lazımdır. Bazıları da maalesef dinden uzak olmuşlar, bunları anlatmak lazım. Konuşmaktan daha ziyade davranışlarımızla insanlara örnek olalım. Öyle istiyorum. Arkadaşlarınıza güler yüzlü, güzel bir konuşmayla, onu rahat ettirecek şekilde davranmakla ikna edebiliyorsun. Niyetimiz Allah için olsun, Allah bize yardımcı olacak o zaman. Anlattığımız zaman, her ne amel yaparsak yapalım hepsi Allah için olsun. Allah'ın Yardımı İhlaslı Olanla Beraberdir Kalbimize şeytanın hatarası, dünyaya meyil geldiği zaman hemen çıkarmak, Allah için yapılan bir ameldir. Belki duymuşsunuz bunu, bir yerde insanlar bir ağaca ibadet etmeye başlamışlardı. Bir abid bunu duydu, hemen baltasını aldı, ağacı kesmek için yola çıktı. Şeytan onun önünü kesti, “Nereye gidiyorsun?” dedi. Abid, “İnsanlar bir ağaca ibadet ediyorlar, onu kesmeye gidiyorum,” dedi. Şeytan “gidemezsin” deyince orada kavga ettiler. O abid kişi, şeytanı tuttuğu gibi yere vurdu. Çünkü o Allah rızası için gitmek istiyordu. Allah ona öyle bir kuvvet vermişti ki, şeytanı öyle bir yere vurdu ki, sanki bir sinek gibi. Şeytan dedi ki, “Bak sen fakir bir adamsın. Etrafındaki insanlar da fakirdir. Ben her gün senin yastığının altına birkaç altın getireceğim. Bunu hem kendin için harcarsın hem de arkadaşlarına dağıtırsın. Bu senin için daha faydalıdır.” Abid kişi şeytanın bu sözüne kandı, “Doğru,” dedi. Eve döndü, baltasını bıraktı. Şeytan gerçekten de birkaç gün yastığının altına birkaç altın koydu. Sonra koymadı. Adam baktı altın yok, “Bu şeytan beni aldattı” dedi. Yeniden baltasını aldı, ağacı kesmek için tekrar yola çıktı. Şeytan tekrar önüne geldi, yine “Gidemezsin” dedi. Adam şeytanı tutup yere vurmak istedi ama güç yetiremedi. Şeytan onu yakaladığı gibi yere çarptı. Adam şaşırdı, “Sen nasıl böyle kuvvetli oldun?” dedi. Şeytan dedi ki, “Çünkü sen önceki sefer Allah için gidiyordun, Allah'ın kuvveti seninle beraberdi. Şimdi ise altınlar kesildiği için gidiyorsun. Onun için böyle zayıfsın, seni kolayca devirdim.” Böyledir. Hep niyetimiz Allah için olacak. Allah için olunca irşadımız da kuvvetli olacak inşaallah. Biraz düşünürsek, Peygamber aleyhisselatu vesselam, tek bir insandı. Bütün dünya küfürdü. Peygamberimiz tek başına bütün dünyayı fethetti. Neyle? Allah'ın kuvveti onun arkasında olduğu için, hiç taviz vermedi, yolundan ayrılmadı. Ne kadar ona eziyet verseler o daha samimi oluyordu. Bu şekilde Allah'ın kuvveti onun arkasında olduğu için, o Allah için olduğu için, hiçbir şey düşünmüyor, endişe çekmiyordu. Ne canını, ne malını, hiç bir şeyini; her şeyini Allah için feda ediyordu. Bu şekilde olunca Allah da ona yardım etti, bütün dünyayı fethetti. İşte niyet böyle mühimdir. Niyet böyle samimi olunca Allah bize başka insanların hidayetini de nasip edecektir. Ama dediğim gibi güler yüzlü, yumuşak kalpli olacağız. Tıpkı ayet-i kerimede Allah-u Zülcelâl’in buyurduğu gibi. Allah azze ve celle buyuruyor ki; “(Ey Resulüm) Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…”(Al-i İmran; 159) Allah-u Zülcelâl, Musa aleyhisselama İslam ahlakını öğretiyordu ve diyor ki, “Firavuna git, ona yumuşak lisanla konuşun. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Taha; 44) İşte biz de, katı kalp, galiz kalple değil, böyle yumuşak bir kalple, yumuşak bir dille irşad yapacağız inşallah. Böyle yaptığımız zaman, Allah-u Zülcelâl'in emrini yerine getirdiğimiz için o irşada bereket olacaktır. Allah'ın emir ve nehiylerinin aksinde hiçbir hayır yok. Sanki “Ben yapıyorum,” gibi olursa onda da hayır yok. Çünkü ekşi yüzlü kişiden dostu bile yüz çevirir. Nefsin Önünü Kesmek Lazım Nefsimize uymayalım, Allah rızası için nefsimizi karşımıza dikelim, onunla hesap görelim. Kim Allah'ın rızası için nefisini azarlarsa Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde onu mağfiret edecek, “Sen benim için nefsinle hesap görüyordun” diyecek, razı olacak ondan, inşaallah. Ne kadar günah, hata varsa hepsinin altından nefis çıkıyor. İnsan içki içerse nefistir, virdini çekmezse nefistir, hangisi olursa olsun, hepsi nefsindendir. Kişi nefsinin isteklerine uymakla nefsini günah işlemekte pehlivan ediyor. Onun önüne ne gelirse nefsinin dediğini yapınca, nefis kuvvetlenir, sertleşir, artık kişi onunla başa çıkamaz, nefsinin dediğinden çıkamaz. Onun için ara sıra, hatta daha doğrusunu istersen devamlı olarak nefsin önünü kesmek lazım. Çünkü çok serseri bir at gibi hep günahlara doğru gidiyor, bir sopa elimizde olsun, onun burnuna vuralım biraz. O zaman inşaallah Allah bizden razı olacak, bizi günahlardan muhafaza edecek ve bize hayır, zikir, taat nasip edecek. Akıl bize hep menfaatli şeyleri tavsiye ediyor ama bakmayın, nefis onu esir etmiş. Nefis ona baskın yapıyor, hep onu esir etmiş, düşünmesi için, neyin menfaatli neyin zararlı olduğunu tefekkür etmesi için bırakmıyor. Bunun için akıl sahiplerinin daima aklını kullanıp tefekkür etmesi lazım. Dünya ve ahireti, Allah'ın rızasını, bu hayatın sonu, hesabı düşünmesi lazım. Bunu düşününce de meydana çıkacak ki kalbi Allah'a bağlamak lazım. Çünkü Allah'tan menfaatimiz var, O’ndan başka hepsi fanidir. Bizden önce gidenlere baktığımız zaman, firavun da gitti, Musa aleyhisselam da gitti. Ama o nasıl gitti, o nasıl gitti, bunları düşünmek lazım. İyi hal üzere gidenlere bakıp, bizim de mahrum olmamamız için onların yolundan gitmemiz lazım. Kötü şekilde gidenlerin de hallerinden ibret almamız ve onların yolundan uzak olmamız lazım. Böyle düşününce kalbimizi Allah'a bağlamak lazım, çünkü her şey Rabbimin elinde. Dünya onun elinde, ahiret elinde. Eğer kalbini O’na bağlarsan, O seni severse, sen de Onu seversen neler verecek sana. Musa aleyhisselam demişti ki “Ya Rabbi, Senin kimi sevdiğini, kimi sevmediğini nasıl bilebilirim?” Allah-u Zülcelâl buyurdu ki, “Ben kimi seversem ona zikrimi, ibadetimi, salih amelleri, namazı, orucu, zekâtı, nasip ederim. Eğer bunları kime nasip etmişsem onu seviyorum demektir. Kimi buğz ediyorsam onu zikrimden ayırırım, taatimi nasip etmem ona, günahı nasip ederim.” Şimdi de öyledir. Öyleyse biz de Allah kimi seviyor, kime gazap ediyor az çok anlayabiliyoruz. Bizden öncekilerden bazı kişilere Allah öyle güzel haller nasip etmişti ama onlar da Allah'ın kuluydu, biz de Allah'ın kuluyuz, onlara lazım olan, bize de menfaatli olan şeydir. Mesela bizden önce Fethi Muslî isimli zat vardı. O zat çok ağlıyordu, Allah'a ibadet ve taat yapmak için çok kuvvet istiyordu, çok gayret ediyordu. Vefat ettikten sonra, bazı arkadaşları onu rüyalarında gördüler. Ona dediler ki: “Allah-u Zülcelâl sana ne şekilde muamele etti?” Şöyle cevap verdi: “Allah-u Zülcelâl bana sordu, beni huzuruna çağırdı ve bana dedi ki: ‘Niçin o kadar çok ağlıyordun, ya Fethi?’ Şöyle cevap verdim: “Ya Rabbi! Benim üzerimdeki hakkını layıkıyla yerine getiremediğim için, senin karşında çok kusurlu olduğum için ağlıyordum. Sana ibadetimi, taatimi tam yapamıyordum, bu yüzden Sen’den korktuğum için ağlıyordum.” Ama çok amel-i salih yapıyordu ama yine de layık olduğu gibi amel yapamadım diye ağlıyordu. Yapmıyordu da ondan ağlıyor değildi, çok yapıyordu ama yine de “Tam yapamıyorum,” diye ağlıyordu. Çünkü melekler, ne uyuyorlar, ne yiyorlar, hiç durmadan gece gündüz ibadet yapıyorlar, gene de kıyamet günü diyorlar ki, “Ya Rabbi tam Senin ibadet hakkını yerine getirmedik!” Çünkü, Allah'ın hakkı çok azimdir. İşte Fethi Muslî de “Ya Rabbi senin hakkını yerine getiremiyorum diyordu. Allah-u Zülcelâl de dedi ki ona; “Ben de biliyordum o yüzden Meleklere, senin günahlarını yazmamalarını emretmiştim.” Buyurdu. O kadar seviyordu ki onu, o kadar razı olmuştu ki ondan, onun defterine hiçbir hata, kusur yazmamıştı. İşte Allah-u Zülcelâl daima kulunun kendisi karşısındaki emeğine göre muamele ediyor ona. Biz görmüyoruz ama Allah bizim gayretimize göre bize karşı muamele ediyor. Fethi Muslî öldükten sonra bunu görmüş. Biz de dünyada ne yaparsak bunlar boşa değildir. Allah milim milim bizimle beraberdir. Böyle olduğu için bizim de daima bizim de onu razı etmek için gayret etmemiz lazımdır. İnsanlara emr-i maruf yapalım, insanları Allah'a davet edelim, Allah-u Zülcelâl bununla bizden razı olacak. Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh bir gün vaaz ederken şöyle dua etti: “Ya Rabbi! İçimizde günahı en çok olanı, gözleri en kuru ve kalbi en katı olanı affet!” Diye dua ettim. Bir genç ayağa kalktı ve ağlayarak: “Ne güzel dua ettin. İçinizde günahı en çok olan benim. Bu duayı bir daha yap!” Dedi. O da bir daha dua etti. O genç de, oradakiler de göz yazı döktüler, ağladılar, tevbe ettiler. O gece rüyasında Allah-u Zülcelâl ona şöyle ilham etti: “Ben seni çok seviyorum, çünkü sen benimle bir kulumun arasını düzelttin. Onun için o genci, o mecliste bulunanları ve seni affettim.” Affetmek Allah'ın yanında hiçbir şey değildir. Yeter ki kul biraz Allah'a karşı samimi olsun, biraz gayret etsin. Allah azze ve celle o kadar zengindir, o kadar şefkatlidir kullarına karşı, öyle ki bir kişi ömrü boyunca küfürde kalıyor sonra tevhide geliyor Allah-u Zülcelâl onu affediyor. Musa aleyhisselam zamanında bir adam vardı, ateşe tapıyordu. Ama adam o kadar ihtiyar olmuştu ki, ölecek zamanı gelmişti. Ömrünün hepsini ateşe ibadet etmekle geçirmişti. Musa aleyhisselamın yanına gelince ona dedi ki Hz. Musa ona dedi ki; “Yetmez mi, bu kadar zamandır ateşe ibadet ediyorsun. Ne fayda var ondan? Allah'a dönme zamanı gelmedi mi daha?” Adam dedi ki, “Ben iman edersem bunca senedir yaptığım günahım affedilir mi?” Musa aleyhisselam: “Evet, affedilir. Allah'ın yanında hiçbir şey değildir,” dedi. Adam “Lailahe illallah, Musa Rasulullah” dedi. O böyle derken öyle bir iman nuru onun kalbinden fışkırdı ki, birden cezbeye geldi ve oradan yuvarlandı ve vefat etti. Nebi Musa aleyhisselam Allah ile konuşuyordu. Merak etti, “Ya Rabbi, bu adam bütün ömrünü ateşe ibadetle geçirdi. Şimdi bir kere ‘Lailahe illallah’ demekle böyle bir cezbeye geldi. Onun durumu ne oldu?” Allah-u Zülcelâl buyurdu ki; “Bilmiyor musun ey Musa; ben kelime-i tevhitle insanı cennete koyuyorum.” İman böyledir işte. Bu yüzden imanımızın kıymetini bilmemiz lazım. Nasıl ki altını pamuklara sarıyorlar, birbirine sürtünüp aşınmasın, gramı eksilmesin diye, böyle muhafaza ediyorlar, bizim de imanımızı muhafaza etmemiz lazım. Biz de günahlarla, yaramaz şeylerle imanımızı eskitmeyelim, zikirle ibadetle kuvvetlendirelim. Nasıl ki bir ağacın kökü kuvvetli olursa rüzgâr estiği zaman bir şey olmaz ona ama zayıf olursa kuvvetli bir rüzgârda yıkılır; iman da aynen öyledir. İman ağacını da zikirle, ibadetle, salih amelle kuvvetlendirmek lazım. Çünkü son nefeste şeytan-ı lâin insanın imanına musallat oluyor, o da aynen şiddetli rüzgâr gibidir. Allah-u Zülcelâl o anda seninle beraber olacak, senin yardımına meleklerini, evliyalarını gönderecek, onlar şeytanı senin yanından kovacaklar. O zaman dünyadan imanla ayrılmana Allah yardımcı olacak. Ama biz ömrümüzü Allah'tan gafil olarak yaşarsak, Allah da bize yardımcı olmazsa sekerat zamanı çok tehlikelidir.