11 Kasım 2010 Perşembe

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Ümmetine Şefkat ve Merhameti

http://sabrikontek.azbuz.com :} Kendisi Rahman ve Rahim olan Allah, merhamet ve şefkat duygusunu yarattıklarının en üstünü olan insanın fıtratına da koymuştur. İnsanlara şefkat ve merhamet duygusu en üst düzeyde Allah’ın hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerde bulunur. Allah’ın kalplerine yerleştirdiği bu şefkat hissiyle peygamberler bütün gayretlerini ümmetlerinin kurtuluşu yolunda sarfetmişlerdir. Ümmetine acıma ve şefkat konusunda en fazla öne çıkan Allah elçisi ise şüphesiz son peygamber olarak görevlendirilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.)dir. Her güzel haslet ve ahlâkta olduğu gibi Allah Rasulü şefkatte de zirve şahsiyettir.

Allah Rasulü (s.a.s.), Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla bütün hayatı boyunca insanların ilahi rahmetten istifade etmesi için olağanüstü çaba harcamıştır.

Allah Rasulü (s.a.s.) kendisine inananların memnuniyetini temin etmek, onları huzurlu ve mutlu kılmak için de çok hassasiyet göstermiş, ashabının üzülmemesi ve zarar görmemesi hususunda çok titiz davranmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hususa açık işaret bulunmaktadır. “Andolsun, size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir” (Tevbe, 128) Bu âyet, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in ümmetine olan şefkat ve ilgisini, onlar için nasıl endişelendiğini, kendisine inananların sıkıntılarına tahammül edemediğini, bunların kendisine çok ağır geldiğini, müminlere olan şefkatini ve merhametini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.

Allah Rasulü’nün insanlara engin rahmeti öyle boyutlara ulaşmıştır ki, inkâr edenlerin bile hidayete ermeleri için çabalamıştır. Allah Teala Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin.” (Kehf, 6; Şuarâ, 3) Nitekim o, Allah’ın dinine davet etmek için yurtlarına gelen Allah elçisini feci bir şekilde karşılayan ve şehrin ayak takımı insanlarını üzerine salan Taif halkı için beddua etmek bir yana Allah’a şöyle yalvarmıştır:

“Allah'ım, kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi, Sen beni kime bırakacaksın? Üstüme saldıran uzak birilerine mi, yoksa başıma geçirttiğin bir düşmana mı? Eğer bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, ancak benim için afiyet vermen daha etkin ve etkileyicidir. Yüzünün, kendisiyle karanlıkların açıldığı, dünya ve âhiretin düzgünleştiği nuruna sığınırım. Bana gazabının inmesinden, kızgınlığına düşmekten sana sığınırım, sadece senin rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”. (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 60-63; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 210-212; Belâzürî, Ensâb, I, 227)

Bir keresinde çok ağır hakaretlere maruz kalmış, melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak; “Allah’ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah’a ibadet edip O’na şirk koşmayan birilerinin çıkacağını ümit ediyorum.” demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti. (Buhârî, Bedü’l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), ümmetine öyle düşkündür ki, ümmetinin dünyada ve ahirette sıkıntıya düşmesi onu çok müteessir ve mahzun eder, onu en çok düşündürüp mahzun eden de ümmetinden cehennem azabına düşecek olanların hâlidir. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatinin ötesinde ikaz eden Rasulüllah (s.a.s.), bizlerin hayırlara, güzelliklere kavuşması hususunda ısrarcı olmuştur. Nitekim Şefkat Peygamberi (s.a.s.) ümmetine olan bu düşkünlüğünü şöyle ifade etmişti: “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evladına olan durumu gibiyim”. (Ebu Davud, Taharet, 4; Beyhaki, Sünen-i Kübra, I, 91)

Görüldüğü gibi İslam Peygamberi (s.a.s.)’nin müminlere olan şefkati, bir babanın evladına olan şefkati gibidir. Onun merhameti sadece dönemindeki insanları değil, kıyamete kadar gelip geçecek bütün ümmetini de içine almaktadır. Onun ümmetine düşkünlüğü her gece sabahlara kadar ümmeti için dualarla Rabbine yakarmasına sebep olurdu. Nitekim bir gün, ellerini kaldırmış, “Allah’ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!” diye ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail’e buyurdu ki: “Ey Cebrail! Gerçi Rabbin her şeyi bilir; ama sen git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” Cebrail geldiğinde, Peygamberimiz ona, ümmeti için ağladığını söyledi. Cebrail Allah’ın huzuruna dönüp durumu anlattı.

Yüce Allah buyurdu ki: “Ey Cebrail, Muhammed’e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz”. (Müslim, İman, 346)

Hz. Peygamber (s.a.s.) müminlere kendi nefislerinden daha yakın ve önceliklidir. İnananlara dünya ve ahirette hayırlarına olanı göstermiştir. Bir hadis-i şerifte; “Ben müminlere kendi öz canlarından daha yakınım. Allah Rasulü (s.a.s.), müminlere kendi canlarından daha azizdir.” (Ahzab, 6) buyurmuş ve sonra da sözüne şöyle devam etmiştir: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç veya bakıma muhtaç kimse bırakarak giderse, borcunun ödenmesi ve geride kalanların bakımı bana aittir, onların velisi ve koruyucusu benim”. (Buharî, Tefsir, 33; Müslim, Feraiz, 15)

Hz. Peygamber (s.a.s.) Uhud Savaşı esnasında düşmanın ani hücumu karşısında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak, “Allah’ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar.” niyazıyla can düşmanı olan kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemeye çalışmıştı. (Buhârî, Enbiya, 54; Müslim, Cihad, 105)

Şefkat Peygamberinin (s.a.s.) hane-i saadetinde birlikte yaşama bahtiyarlığına eren Hz. Âişe (r.anha) annemiz, dinin emir ve yasaklarında Efendimizin ümmetine olan şefkatini şöyle ifade etmiştir: “Allah Rasulü iki tercih arasında muhayyer bırakıldığında mutlaka kolay olanı tercih etmiştir”. (Buhârî, Menakıb, 27; Müslim, Fezail, 77)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), ashabına hitap ederek imkanı yerinde olanların hac yapmalarının farz olduğunu bildirmiş, onlardan hac görevini yerine getirmelerini istemişti. Orada bulunanlardan biri, “Her sene mi hac yapacağız”? deyince, Allah Rasulü (s.a.s.) sessiz kalmıştı. Bunun üzerine, soru soran kimse üç kere sorusunu tekrar etti. En sonunda Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Eğer evet deseydim her sene hac yapmanız farz olacaktı ve siz de buna güç yetiremeyecektiniz.” buyurarak ümmetinin altından kalkamayacağı bir hükmün farz kılınmasını istememiştir. (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1) Hz. Peygamber (s.a.s.) başka bir hadislerinde bu konuda, “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim” buyurmuştur. (Buhârî, Cum’a, 8; Müslim, Tahare, 42)

Allah Rasulü (s.a.s.) birkaç gece mescidde ashabına teravih namazını kıldırmış daha sonra cemaat hâlinde kıldırmayıp odasında tek başına kılmıştı. Ashab, Efendimizin çıkıp kendilerine teravih namazını kıldırmalarını arzu etmişlerdi. Rasulüllah (s.a.s.) onların bu arzularını gördüğünü fakat bu şekilde cemaatle devam ederse teravih namazının ümmetine farz kılınabileceğini, farz kılındığında ümmetinin bunu yerine getirmekten aciz kalacağını, bildiğinden cemaatle kıldırmayıp tek başına kılmıştır. (Buhârî, Salatü’t-teravih, 2; Müslim, Salatü’l-müsafirin, 178)

Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabenin takatını aşacak mahiyette idi. İşte o, böyle bir namaz kılma niyetiyle duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Rasulü’nün (s.a.s.) imamlığında namaz kılmak için cemaate iştirak ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesini böylece rahatlatıyordu. (Buharî, Ezan, 65; Ebu Davud, Salât, 123) Bu itibarla Peygamberimiz namazda imamlık yapanlara şu tavsiyede bulunmuştu: “Sizden biri insanlara namaz kıldırırken cemaatin durumunu dikkate alarak cemaate ağır gelmeyecek şekilde namaz kıldırsın. Zira cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı olanlar vardır. Kendi başına kılarken ise istediği kadar namazını uzatabilir”. (Buhârî, Salât, 183; Tirmizî, Salât, 61)

Yeni Müslüman olmuş birisi, Efendimizin yanına gelerek ondan yardım talep etmişti. Allah Rasulü (s.a.s.) adama bazı şeyler vermesine rağmen adam hoşnutsuzluk ızhar edip edep sınırlarını zorlayınca, Sahabe-i Kiram o şahsın üzerine yürümüş ve saygısızlığını cezalandırmak istemişlerdi. Fakat, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onlara mani olmuş ve başka şeyler de verip o adamı memnun etmişti. Sonra da ashabına dönüp şöyle buyurmuştu: “Benimle bu köylünün durumu kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinden koşmuş, hep beraber onu yakalamaya çalışmışlardır, fakat deve kalabalıktan daha çok ürkmüştür. Sonunda deve sahibi, “Devemi benimle baş başa bırakın. Ben onu sizden daha iyi bilirim, ona karşı sizden daha yumuşak davranırım” diye seslenmiş; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna yuları vuruvermiştir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın”. (Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, 1/124-125)

Allah Rasulü (s.a.s.) ümmetinin hata ve kusurlarını affederek kırmadan, incitmeden şefkatle kucaklayarak irşat etmiştir. Helal dairesi keyfe yeterli iken şeytani cazibesine kapılarak haramlara ve günahlara sürüklenmelerini ve böyle bir durum karşısında kendisinin onları kurtarmak için gayretini bir temsille şu şekilde ifade etmiştir:

“Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen pervaneler, kelebekler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz”. (Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19) Bir diğer hadis-i şerifte; “Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin yarısını Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi. Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir”. (İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75) Her peygamber Allah Teâlâ’nın reddetmeyeceği duasını dünyada iken yapmış ve bu hakkını kullanmıştır. Sevgili Peygamberimiz ise reddedilmeyecek duasını, kıyamet gününde ümmetine şefaat etmek üzere âhirete saklamış ve böylece ümmetine ne kadar düşkün olduğunu göstermiştir. Nitekim ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp, “Ümmetim! Ümmetim!” diye yakarışa geçecek, ona “Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!” deninceye kadar başını yerden kaldırmayacaktır. (Buhârî, Tevhid, 36; Tefsirü’l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326, 327) Bu şekilde müminler Allah’ın izniyle onun şefaatine nail olabileceklerdir. Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) kimlere şefaat edeceği sorulduğunda, “Benim şefaatim, dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir.” buyurarak, samimi olarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulüllah” diyenlerin şefaatten mahrum bırakılmayacaklarını açıkça dile getirmiştir. (Buhârî, Rikak, 50; Müslim, İman, 369)

Müslümanların Efendimizin şefaatinden istifade nisbeti, ona iman etmeye, onun getirdiği dini hakkıyla yaşamaya bağlıdır. Efendimizin şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimizin tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Hatırlayanlar o gün elbette ki hatırlanacaktır

http://sabrikontek.azbuz.com :}Allah da ona “Evet, öyle. Ayetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutulacaksın.” der. (Tâ hâ, 126.) Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. (Bakara,152.)

Bilindiği gibi Kur’an’ın değişik isim ve sıfatları vardır. Kitap, vahy, furkân, rûh, hablullah bunlardan bazılarıdır. “Zikr” kelimesi de bunlardan biridir. (Nahl, 44.) Kelimenin Tevrat’ı ifade etmek üzere kullanıldığını da biliyoruz. (Nahl, 43.) Zikr, bir şeyi unuttuktan sonra hatırlamak ve akılda tutmak anlamlarına gelmektedir.

Elbette ki ilahî kelamların bu şekilde isimlendirilmesinin birçok hikmeti vardır. İlk akla gelen husus, burada vahyin her şeyden önce insan fıtratıyla ne denli örtüştüğüne işaret edilmiş olabilir. Çünkü insan tabiatının en önemli özelliklerinden biri unutmasıdır. Nitekim bir yoruma göre “insan” kelimesinin “en-nesy/unutmak” kökünden geldiği ifade edilir. Yine bu durum “İnsan, unutma ile maluldur” şeklinde de ifade edilir.

Kısaca insanın “unutkan” olma zaafı, Kur’an’ın “hatırlatıcı” özelliğiyle karşılanmaktadır. Böylece insan tabiatında bulunan fakat gözardı edilmiş, unutulmuş hakikatler ona hatırlatılmaktadır. Dolayısıyla buradaki unutma, sıradan bir hafıza yetersizliği şeklinde değerlendirilmemeli; aksine ebedî hakikat karşısındaki maksatlı ilgisizlik ve duyarsızlık konusunda insan uyarılmaktadır.

Kur’an, “zikr” ismini kullanarak aynı zamanda insanda bir zaman tasavvuru inşa etmeyi hedeflemektedir. İnsanın zihin dünyasının ne geçmişten kopuk geleceğe çakılı, ne de gelecekten habersiz geçmişe odaklı olduğunu söyleyebiliriz. O, geçmiş, şimdi ve gelecekle iç içe yaşar. Geçmişini hatırlayarak şimdi ve geleceğini kurgular. Aslında bu durum, canlılar arasında sadece insana mahsus bir özellik değil midir? Geçmişin hatıra ve tecrübeleri, geleceğin hayalleri ile “şimdi”de buluşur; hepsi birlikte insanın düşünce ve eylemlerinin temelini meydana getirir.

Kur’an, insandaki bu fıtri özelliği yani zaman algısını, dinî ve ahlaki değerler bazında yeniden şekillendirir. O, geçmişten bahsederken sadece tarihsel bir olgu ve olay olarak onları yad etmek amacında değildir. Başka bir ifadeyle, mazide kalan bu olayları hatırlatmakla keyifli dakikalar geçirmek veya nostaljik duygular yaşatmayı amaçlamaz. Aksine geçmişten bahsederken, muhatapların şimdi ve geleceklerini inşa etmelerini hedeflemektedir. Böylece o, bizim “şimdi”ye saplanıp kalan ve zihni güdükleşen insanlar olmamızı değil, geçmiş ve geleceğin ufkuyla şimdiyi kurgulayıp yaşamamızı istemektedir.

Aslında Müslüman şimdisi için değil, geleceği için yaşayan insandır. Gelecek, yani dünya ötesi, ebedî âlem onun zaman tasavvurunun odak noktasını oluşturur. Bütün eylem ve çabaları geleceğe yapılan bir yatırımdır. Gelecek olmadan şimdi ve geçmişin bir anlam ve önemi yoktur. Böylece Kur’an, müminlerin geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki irtibatı koparmamalarını hedefler. Geçmişten geleceğe bir bakış açısı kazanmalarını ister. Geçmişten hareketle şimdiki zamanları değerlendirmeyi ve geleceğe hazırlanmayı amaçlar. Böylece külli bir zaman tasavvuru kazanmalarını hedefler.

Kur’an, her şeyden önce kendi ayetlerine karşı bir unutkanlığa ve aldırışsızlığa düşmememiz uyarısını yapmaktadır. Demek ki hatırlatıcı olan vahiy, önce kendisinin unutulmamasını istemektedir. (Bakara, 63.) Çünkü ayetler, insanın ihtiyaç duyduğu bütün uyarı ve hatırlatmaları yapmaktadır. Dolayısıyla bahşedilen ilahî mesajlara bütün gücümüzle sımsıkı sarılmayı ve onları hatırdan çıkarmamayı emretmektedir. Çünkü hatırladıkça kendini, dünyada varoluş amacını ve Rabbini hatırlayacaktır. Aksi bir durum Allah’ın rahmetinden uzaklaşmaya ve kalplerin katılaşmasına sebep olacaktır. (Mâide, 13.) Yine ayetlerin unutulması, hesap gününde Allah tarafından bir unutma ve alakasızlığa maruz bırakılma sonucunu doğuracaktır. (Tâhâ, 126.)

Kur’an’ın insana hatırlattığı ilk şey, Rabbine verdiği sözdür. Bu Elest Bezmi olarak bilinir. Burada insan, O’nun rablığına şahitlik etmektedir. (A’râf, 172.) Ayette geçen bu ifadeler şu şekilde de yorumlanmaktadır: Muteal Kudret’in varlığını sezme ve algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan zaten vardır. Fakat kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük vb. sebeplerle bu gözardı edilebilir. (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 1996, I, 310.) İşte Kur’an, insanları, tabiatında küllenmiş bulunan bu hakikati görmeye davet ediyor. Böylece şuurlu bir hayat yaşamalarını istemektedir. Bir nisyana/unutkanlığa maruz kalıp gaflete kapılmamalarını; aksine varlığın sahibiyle alakalarını mütemadiyen canlı tutmalarını amaçlamaktadır.

Yine bu bağlamda Allah’ı hatırlayanların O’nun tarafından hatırlanacağı ifade edilir. (Bakara, 152.) Muhakkak ki bu durum hem bu dünyada hem de ahirette geçerli olacaktır. Allah’ın hatırlanması müminin hayatında belirli zamanlara münhasır bir durum da değildir. Her mekân ve durumda O’nun zikri söz konusudur. (Âl-i İmrân,191.) Allah’ı az hatırlamak, müminlerin değil, aksine münafıkların bir vasfı olarak ifade edilir. (Nisâ, 142.) İnsanın gaflet içerisinde bulunmaması, aksine zihnine hâkim ve uyanık olması, gaflete düştüğünde de derhal kendine gelip Rabbini hatırlaması gerekir. (Kehf, 24.)

İlk insan Hz. Adem’den itibaren insanoğlu hep unuttuğu için günaha düşmüş ve isyan etmiştir. (Tâ hâ, 115.) Günah bir unutma ile başlıyor, ilahî uyarının dikkate alınmaması ile devam ediyor. Bazen günah bile bile işleniyor; böyle olsa da bir unutma muhakkak söz konusudur. Fakat takva sahibi müminler sadece yanılarak günah işlerler. Onlar isyanda ısrarcı olmazlar. İşledikleri günahın, hatanın ardından hemen Mevlayı hatırlar ve günahlarından bağışlanma dilerler. (Âl-i İmrân, 135.)

İnsanın unuttuğu en önemli konulardan biri de, zikre değer hiçbir şey değilken yaratılmış olmasıdır. (Meryem, 67.) Allah onu yarattı ve varolma şerefiyle onu şereflendirdi. Fakat o kendi kökenini unuttu.

Hak ve hakikatten insanın yüz çevirmesine sebep olan en büyük unutturucular da şeytan (Mücadele, 59.) ve dünya metaıdır. (Furkân, 18.) Öyle ise insan her an bir unutma ve gaflete düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Her an hakikatle kendisi arasında bir perde çekilebilir. Gören göz görmez hale, düşünen kalp anlamaz hale gelebilir. İşte hatırlatıcı özelliği ile Kur’an bu perdeyi kaldırmayı, daldığı gaflet uykusundan insanı uyandırmayı hedefliyor; ta ki insan, hakikatle yüz yüze gelsin.

Evet, hatırlayanlar, bu dünyada olduğu gibi ahirette de hatırlanacaktır. Acımasız hayat mücadelesi ve koşuşturması içerisinde daima Rabbinin hoşnutluğunu arayanlar elbette ki o gün unutulmayacaktır. Dünyanın debdebesi, aldatıcılığı ve çekiciliğine kapılmadan Allah’ın rızasını arzu edenler şüphesiz ki görmezden gelinmeyecektir. Baş döndürücü lütuflara eriştikleri halde ayakları yerden kesilmeyen, Hz. Süleyman misali “Bu rabbimden bana bir lütuftur.” (Neml, 40.) diyebilenler, o gün muhakkak ki gözetilecektir.

Nail oldukları lütuflar sebebiyle şımarıp gururlanmayanlar, yine maruz kaldıkları mahrumiyetler dolayısıyla ümitsizliğe kapılmayanlar, o günde elbette ki himaye edileceklerdir. (Hûd, 9-11.) Koyu karanlıkların insanı bunalttığı bir dünyada balığın karnında sıkışan Hz. Yunus misali yalvarıp yakaranlar da unutulmayacaktır. (Enbiya 87.) Yine hastalıkların pençesine düştüğü halde Hz. Eyyûb misali sabır ve metanetle bunu karşılayanlar da o gün unutulmayacaktır. (Sâd, 41.)