28 Şubat 2013 Perşembe

Salih Evlatlardan Olmak İçin…

Allah-u Zülcelâl, ana ve baba hakkını yerine getirmeyi kendi emir ve nehiyleriyle yan yana getirmiştir. Sanki anne ve babanın hakkını yerine getirmek, Allah’ın hakkını yerine getirmek gibidir. Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara“öf!” bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle. İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir. Ve şöyle de: “Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et.” (İsra; 23-24) Demek ki evlat, hem ana-baba sağken onların haklarını gözetmeli, hem de öldükten sonra onların affedilmeleri için dua edip, kabirlerini ziyaret etmelidir. Eğer Kur’an ve hadislerde, bu ana-baba hakkında hüküm olmasaydı dahi, aklen onlara iyilik yapmak icap ettiği anlaşılırdı. İnsan küçük çocuğuna nasıl zahmet çekiyor, bakıyorsa onlar da bize küçükken böyle bakmışlardı. Bundan da anlaşılıyor ki, onlara bakmak farzdır. Kur’an ve hadis de bize bunu emrettiği için onlara daima iyilik yapmalıdır. İnsan bunu yaparken de; Allah ve Resulü emrediyor diye niyet etmelidir ki sevap kazansın. İbnu Amr radıyallahu anhu anlatıyor: “Bir adam, cihada iştirak etmek için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den izin istedi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Annen baban sağlar mı?” diye sordu. Adam: “Evet” deyince: “Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap” buyurdu.(Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3) Onun için imkân dâhilinde anne ve babamız bizim dinimize zarar vermeyecek şekilde emrettiklerinde onların istediği gibi yapmak lazımdır. Bu husustaki zorluklara sabretmekte cihad sevabı vardır. Dinimize zarar verecek şeyler emrettiklerinde (hırsızlık yap, namaz kılma gibi…) o zaman onlara itaat edilmez. Onlara itaat edemediğimiz durumlarda dahi iyilik yapmak, tatlı sözle gönüllerini almak gerekir. Özellikle ihtiyar olduklarında hizmetlerinde bulunmak lazımdır. Bir Defa Kalbini Kırsan… Hasan-ı Basrî Kâbe’yi ziyaret ve tavaf ederken arkasında bir zembil ile tavaf eden bir zâta dedi ki: “Arkadaş, arkandaki yükü koyup öyle tavaf etsen daha iyi olmaz mı?” O zat cevaben dedi ki: “Arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şam’dan yedi defa buraya getirip tavaf eyledim. Çünkü bana dînimi, imanımı bu öğretti. Beni İslam ahlakı ile yetiştirdi.” Bunları dinleyen Hasan-ı Basrî şöyle dedi: “Kıyamete kadar böylece arkanda getirip tavaf eylesen, bir defa kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine bir defa gönlünü yapsan, bu kadar hizmete mukabil olur.” Ana-baba öldükten sonra, onların kabirlerini ziyaret etmeli, hayatta iken dostluk yaptığı kişileri ve onların çocuklarını ziyaret edip iyilikte bulunmalıdır. Salih bir zata: “Acaba ana-baba öldükten sonra, onların rızalarını kazanmak mümkün olur mu?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: Evet, üç şekilde onların rızalarını kazanabilirsiniz; birincisi, salih bir kimse olmaya gayret edin. Çünkü ana-babaya çocuklarının iyi olması kadar sevimli gelen bir şey yoktur. İkincisi daima Allah-u Zülcelâl’den onlar için mağfiret talebinde bulunun ve çokça sadaka verin. Üçüncüsü ana babanızın dostlarını ve yakınlarını ziyaret edin. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Kişinin yapacağı en üstün iyiliklerden biri, ölümünden sonra babasının dostlarına sıla-ı rahimde bulunmasıdır.”(Müslim, Birr,11-13) Ebu Üseyd Mâlik İbnu Rebî’a es-Sâidî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkânı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Evet vardır” dedi ve açıkladı: “Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) taleb etmek, onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babanın dostlarına ikramda bulunmak.”(Ebu Dâvud, Edeb 129) Abdullah İbni Dînâr’ın Abdullah İbni Ömer’den şöyle rivayet etmiştir: İbni Ömer radıyallahu anhu Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. İbni Ömer eşeğin üzerinde dinlenirken bir bedeviye rastladı. Ona: “Sen falan oğlu falan değil misin?” diye sordu. Adam: “Evet,” deyince eşeği ona verdi ve: “Buna bin,” dedi. Sarığı da ona uzatarak, “Bunu da başına sar,” dedi. Arkadaşlarından biri İbni Ömer’e: “Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı şu bedeviye boşuna verdin,” deyince İbni Ömer radıyallahu anhu şunları söyledi: ‘Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i ‘İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir’ buyururken duydum. Bu adamın babası, (babam) Ömer radıyallahu anh’in dostuydu.” (Müslim, Birr 11-13) Sahabe-i kiramın baba dostunun oğluna yaptığı iyilik böyleydi. Öyleyse babalarına karşı iyiliklerini hesap etmeli. Baba Bedduası Müslümanlar bilhassa anne ve babanın bedduasını almaktan sakınmalıdır. Anlatıldığına göre Malik bin Dinar bir yıl hacca gitti. Haccını tamamladığı gece rüyasında şöyle bir ses işitti: “Ey Malik! Hacca gidenlerden Muhammed oğlu Abdurrahman affedilmedi.” Malik bin Dinar sabahleyin çevresinde Muhammed oğlu Abdurrahman’ı aramaya başladı. Sordukları kimseler ona: “Aradığın kimse Kur’an ehlidir. Her yıl hacca gelir.” dediler. Araya araya onu bir köşede Kur’an okurken buldu. Abdurrahman onu görünce bir ah çekip bayıldı. Daha sonra şöyle dedi: “Beni rüyanda gördün. Bana Allahu Zülcelal’in beni affetmediğini söylemeye geldin değil mi?” Malik bin Dinar bu duruma çok şaşırdı. Ona hayret edip sordu:“Sen salihlerden birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba Allahu Zülcelal seni neden affetmiyor. Ne günah işledin?” Bu soruya karşılık Abdurrahman şöyle anlattı: “Bir Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam beni aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan kendimi bilmez halde ona vurup gözünü çıkarmışım. O da bana beddua etmiş. Ertesi gün ayılınca neler yaptığımı büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi azat ettim. Yaptıklarıma pişman olup doğru yola girdim. Her yıl böyle hacca gelir dua ederim. Fakat her seferinde sizin gibi birisi rüyasında: “Allah seni affetmedi!” diye söyler.” Abdurrahman bunları anlatırken tekrar ağlamaya başladı. Onun bu haline Malik bin Dinar çok acıdı, babasını kim olduğunu sorup yerini öğrenerek yanına gitti. Babası Malik bin Dinar’ı görünce şöyle dedi: “Hoş geldiniz ya Malik bin Dinar! Buyurun bir istediğiniz varsa hemen yerine getireyim.” Malik bin Dinar şöyle dedi: “Farz et ki kıyamet kopmuş, oğlun Abdurrahman’ı tutup cehenneme götürüyorlar. Onu bu halde görsen üzülmez misin?” Bunu duyan babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki: “Sen şahit ol ki, oğlumun kusurunu affettim ve ona hakkımı helal ettim.” Daha sonra Malik bin Dinar, ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi ve babasının onu görmeye geleceğini söyledi. Bunu duyan Abdurrahman ağlayarak tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Malik bin Dinar’a şöyle rica etti: “Oğlumu affettim. Diğer âleme yakın zamanda göçeceğini zannediyorum. Şahadet getirip ruhunu teslim etsin.” Malik bin Dinar şahadeti telkin etmeye başladı. Fakat Abdurrahman cevap vermiyordu. Nihayet gözlerini açıp karşısında babasını görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki: “Babacığım ne olur, gel sen de benim gözümü çıkar ki, kıyamete kalmasın!” Babası şöyle dedi: “Ey Gözümün nuru! Ben suçunu bağışladım. Senden razı oldum.” Bu sırada Abdurrahman iki defa şahadet getirdi. Malik bin Dinar ona: “Halin nasıldır?” diye sordu. O da şu şekilde cevap verdi: “Baygın halde iken başucumda elinde topuz olan bir melek durup bana: “Baban senden razı değil. Ben topuzla senin başına vuracağım.” dedi. Az sonra başka bir melek gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: “Şahadet getir! Baban ve Allah-u Zülcelâl senden razı oldu.” Abdurrahman bunları söyler söylemez vefat etti. Allahu Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin

24 Şubat 2013 Pazar

GIYBETE DÜŞTÜĞÜMÜZ NOKTALAR…

Dünya işte bu kadar yalandı, geçiciydi…
Geçtiğimiz aylarda, mahallemizde bir hanım aniden vefat etti. Elli yaşlarında, bazı kronik hastalıkları olan ama “ayakta gezen” bir kadıncağızdı. Çocukları hemen ambulans çağırmışlardı ama daha onlar gelmeden önce, son nefesini teslim etmişti. Doktorlar beyin kanaması dediler. “Ecel gelmiş cihâne, baş ağrısı bahane.” …

Doğrusu hepimiz sarsıldık, onun “Akşama ne yemek yapacağım?” diye uğraşırken, bir anda dünyasını değiştirmesi karşısında… Dünya, işte bu kadar yalandı, bu kadar geçiciydi.

Bilmem farkında mıyız, bir vefat haberi duyunca aramızdan ayrılan kişiyi az çok tanıyorsak, onda gördüğümüz halleri ve onun hakkında söylenenleri hatırlayıveririz. İyi veya kötü…

Müminler birbirleri hakkında, Cenab-ı Hakkın şahitleridir. Kalbimiz, ister istemez bir kişinin hakkında, bir intibaa kapılıveriyor. Dilimiz, her ne kadar ölünün arkasından kötü konuşulmaz diyerek sükût etse de -ki etmeli- kalp bu, elde değil; duyduğumuz bir söz, gördüğümüz bir hal, kalbimize bir hatıra atıveriyor.

İşte, o zaman insan ürperiyor, acaba ben de bir gün toprağa uzatıldığımda, arkamdan insanlar ne hatırlayacak? Acaba sohbetlerimi, hayırlı nasihatlerimi, hayırlarımı mı? Yoksa gıybetlerimi, laf taşımalarımı, münakaşalarımı mı hatırlayacak? …

Ne korkunç değil mi? Arkamızda bıraktığımız kişiler, belki de istemeseler bile, kalpleriyle şahitlik yapacaklar.

Yine de gıybet eder miydik?

Hocaefendi soracak “Hakkınızı helal ettiniz mi?” diye. Oradakiler belki adet yerini bulsun diye “Helal olsun…” diyecekler. Ama acaba aralarında dili varmayan veya dili varsa da kalbi tasdik etmeyenler olacak mı? Siz de görmüşsünüzdür belki, hani geçenlerde haberlere konu olmuştu; bir adamın cenazesinde komşusu çıktı “Ben helal etmiyorum, zorla mı?” dedi.

Öyle ya! Gönül bu, etmez etmez… Çok kırılmıştır, canı yanmıştır, günlerce üzülmüştür, etmek istemez. Hele bir de mizanına koyacak her bir hayır kırıntısına ihtiyacı varsa… Helal etmeyip hakkını almayı tercih ederse… !

Eğer bunlar üstünde ciddi ciddi düşünsek, acaba korkmadan, umursamadan kolayca konuşur muyuz? Hatta şöyle düşünelim, hesap gününü aklımızda tutup dursak, kendi derdimizi bırakıp başkalarıyla meşgul olmaya vaktimiz kalır mı?

Gıybet de diğer günahlardan farklı değil aslında… Günahlara cesaret etmenin sebebi hep sonumuzu düşünmemek değil mi? Şu dünyada bulunuşumuzun gayesini düşünsek, vazifelerimizin şuurunda olsak, başkaları hakkında hüküm vermek gibi üstümüze vazife olmayan bir işle uğraşır mıydık?

Bize ne başkasından!

Bir zamanlar (Yanlış hatırlamıyorsam) İmam-ı Gazalî’nin Kalplerin Keşfi kitabını okuyorduk. Orada, tasavvuf adabının incelikleri bahsinde şöyle diyordu: “Bir dostunla yolda karşılaşınca ‘Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’ diye sorma. Böyle sormak sana vazife değildir, malayanidir (seni ilgilendirmeyen, senden sorulmayacak bir şeydir.) Hem böyle sormakla, belki kardeşini yalan söylemeye mecbur edersin.”

Ne gariptir ki, biz tam tersini yaparız. Birini görünce adeta hakkında rapor yazacakmış gibi inceden inceye lüzumsuz sorular sorarız. Yetmez, “Acaba doğru söylüyor mu?” diye şüpheye düşer, casus gibi araştırma bile yaparız. Mesela, üstüne ne giyinmiş, elindeki pakette ne var? Bu saatte ne işiymiş bu… Hatta sorgu hâkimi gibi detaylıca soru soran, üstünkörü geçiştirenlere kızanlarımız olur. “Niye saklıyor ki?”

Hâlbuki bir düşünsek “Bize ne ki?” …

Eğer sevap işlemeye gidiyorsa hasene defterini biz mi tutuyoruz? Günah işlemeye gidiyorsa alıkoyabilecek miyiz? …

Belki sevap işlemeye gidiyor ve ihlâsı bozulsun istemiyor. Biz de kendi işimize bakalım, bize ne başkasından. Söylemek isterse zaten söyler…

Veya tam tersi, belki günah işliyor ve bizi aleyhine şahit tutmak istemiyor. Bir gün pişman olacak af dileyecek, Rabbi de onu affedecek…



Biz, ne diye ar perdesini yırtalım ki?

Gıybetin anahtarı, başkalarının hallerini merak etmek…

Bu sebeple, gıybeti yasaklayan ayete, su-i zandan ve tecessüsten sakındırarak başlamış Rabbimiz; “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurât; 12)

İnsanlar niye birbirlerinin hallerini merak ederler ki? İki insan bir araya gelince başlıyor konuşmaya: “Filanca şöyle yapmış. Böyle etmiş.” diğeri kendi bilgilerini ekliyor: “Ben de şöyle duydum, böyle böyle de yapmış…”

Her bir lüzumsuz malumat iletiliyor, birleştiriliyor. Üstünde hüküm veriliyor. “Niye yapmış? İyi mi yapmış, kötü mü yapmış? Aslında ne yapmalıymış...” Bunca konuşmanın faydası ne? İnsanlar hakkında hüküm verme vazifesi, içimizden bazı kişilere verildi de haberimiz mi yok? İman edenler neye iman ettiklerinin farkında olsa, kendi boyunlarındaki borcun şuurunda olsa, başkalarıyla uğraşabilirler mi?

Bazen gıybetin yanlışlığını inkâr etmek için ona bir meşruiyet kılıfı arıyoruz. Mesela “Açıktan günah işleyen günahkâr kişinin gıybeti olmaz” diyoruz. Bu bazı hususlarda doğrudur. Mesela, gençlere örnek olması tehlikesi olan bir kimse, açık açık haram işliyor ve bunu iyi bir şey gibi reklam ediyor. O zaman onun yanlış olduğunu, kimsenin ona özenmemesi gerektiğini söylemenin bir faydası vardır. Fakat bunda dahi, en doğru yöntem şahsı hedef almamak, amelin yanlışlığını söylemektir. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, böyle bir hatayı ikaz etmek istediğinde isim vermeden “Bazı kişilere ne oluyor ki böyle yapıyorlar” buyururdu.

Hem bunu günah olduğu kesin ve açık olan şeylerle sınırlı tutmak gerekir. Mümin müminin en ufak bir mekruhunu veya kendince yanlış yorum gibi görünen tercihini, mezhebini, meşrebini dile dolamamalıdır. Bunda faydadan çok zarar vardır.

Bir gün hanımlar arasında bazı hanımların, tesettür konusundaki kusurlarını konuşuyorduk. “Bunların yanlışlığı söylenmeli ki genç kızlar bunları örnek almasın” diyenler oldu. Ama bir yanda da şunu fark ettik, eğer mükemmel değil diye, her bir kardeşimizi eleştirmeye başlarsak kızlarımız şöyle düşünecek” demek ki ne kadar örtünsen de illa ki eleştiriye uğruyorsun. Başın açık olsa bundan daha rahat oluyorsun. O zaman kimse bir şey diyemiyor.” (!)

Müminlerin cemaati, birbirini eleştiren, araştıran, sorguya çeken, dedikodusunu eden, sıkıntı verici bir cemaat olmamalı. Yoksa herkes, müminlerin cemaatinden kaçmak ve başına buyruk yaşamak ister. Hem, kimse kimsenin iç âlemini bilemez ki. Belki senin kendinden aşağı basamakta gördüğün arkadaşın şu anda ağır adımlarla yükselmektedir. Sen ise kendini üstün görüyorsun ama belki de kendini koyup başkalarını eleştirmek yüzünden şu anda iniştesin.

Ayrıca, sonunu bilmiyorsun ki… Ne kendininkini, ne başkasınınkini…

Zaten sonumuzu düşünsek, büyük bir fayda mülahaza etmedikçe başkasının haliyle meşgul olur muyuz?

Ne zaman gıybet olmaz?

Elbette başkasının arkasından konuşmanın zaruret, ihtiyaç veya faydalı olduğu haller de olabilir. O zaman, sadece gayeye matuf olmak şartıyla konuşulabilir.

İmam-ı Gazalî, müminin arkasından konuşmanın helal olması için şu şartları sıralıyor: “Bir mümin bir müminle, üçüncü bir şahıs hakkında, ticaret, ortaklık veya evlenme gibi bir muamele yapmak üzere, seninle istişare etmek için başvurduğunda, kesin bildiğin şeyi söylemek caizdir. Çünkü bunda, birisinin aldanmaması ve zarara uğraması gibi faydalar vardır. İşte o zaman “O, dürüst biri değildir. Kızını verme, ortak olma…” denilebilir.



Yahut kişi hakkını alabilecek bir kişiye veya hâkime başvurup olup biteni anlatırsa bu gıybet olmaz. Ayrıca kötü örnek olmasın diye, yaptığının yanlış olduğunu söylemek de caiz olabilir. Ama “Zaruretler, miktarınca takdir olunur” kaidesince davranmalı, bir cevaz bulduk diye, günahkârın günahını dile dolamamalıdır. Çünkü bunda, nefsin kendini tezkiye etmesi tehlikesi vardır.

Genellikle, başkalarını kınayanlar bu sırada “Ben öyle değilim” diye, kendini bu kusurdan münezzeh görür. Hâlbuki -mazaallah- Allah-u Zülcelâl bizi imtihan etmek üzere, bizi muhafaza ettiği koruma kalkanında bir delik açıverse bizim nefsimiz de aynı günaha düşmez mi?

Gıybet edebilen, laf da taşır!

Hem, gıybetlerin çoğu, her ne kadar sureti haktan görünse de nefsin sinsi hastalıklarının habercisidir. Mesela, zengin bir müminin hayatını tenkit eden kişinin, sinsi bir haset hastalığı olabilir. Güya onun israfını tenkit ediyor ama aslında kendisi elde edemediğinden canı sıkılıyor olabilir. Böyle kişileri Allah-u Zülcelâl, aynı nimetle imtihan etse bin beterini yapmayacaklarını bilebilirler mi?

Hem hatalı olana istiğfar edip tevbe nasip olması için dua etmek varken, onun günahını dile dökmenin ne faydası var. Eğer o sözümüz kulağına giderse -ki gıybet edenler ve dinleyenler laf taşımaktan da geri durmazlar- müminlerin cemaatinden nefret edecek ve uzaklaşacak. Tevbe etmesi mümkün ise bile artık mümkün olmayacak… Ne kadar kötü…

Hâlbuki bilmiyoruz ki kötü yanlarını gördüğümüz o kişinin, belki bilmediğimiz çok iyi yanları, çok hayırlı amelleri de vardır. Allah-u Zülcelâl onun o yanlarını da bildiğinden, onu seviyordur. Hatta biz ona buğzettikçe bize gazap ediyordur. Nereden bilebiliriz ki? …

İşin doğrusu, gıybetlerimizin çoğu, iç yüzünü bilmediğimiz halde, suizan ederek kötü yorumladığımız şeylerdir. Çoğu zaman başkaları hakkındaki suizanlarımız, aslında kendi nefsimizin gizlediğimiz iç yüzüdür. Mesela, birisi hakkında şöyle düşünürüz: “Ne kadar kibirli ve soğuk. Bize hiç yakın alaka göstermiyor. Başarılarıyla şımarmış kendini beğeniyor.”

Hâlbuki belki de o kişinin işi başından aşkın. Kafasını meşgul eden bir sürü düşünce var. Senin ondan alaka beklediğini fark etmedi bile. Hatta senin bu kadar önem vereceğini de düşünemedi. Belki de zannettiğinin tam aksine, o kişi kendisine hiç değer vermiyor, senin ona bu kadar değer verdiğini de bilmiyor.

Herkesi, kendi gibi sanan yanılır

Çoğu kişi, bir olayı kendi nefsinin aynasında ölçer biçer. Kendisi aynı durumda olsa ne yapacaksa herkes de öyle yapar zanneder. Hani meşhur fıkradır; iki köylü, yufka ekmeğini duru pekmeze batırıp yiyorlarmış. Tabi ekmek kuru, pekmez duru güzel olmuyormuş. Biri demiş ki:

- Ağa şimdi ne yiyordur acaba? Diğeri demiş ki:

- Ne yiyecek, o da şimdi tandır ekmeğini bala banıp banıp yiyordur…

Herkes böyle düşünür. Elime aynı imkân geçse ben ne yaparım? Nasıl kibirlenirim? Başkalarına nasıl hor bakarım? Bu yüzdendir ki her gıybet, aslında o gıybeti yapan kişiyi ele verir.

Kalpleri tertemiz kişiler ise başkaları hakkında hep hüsnü zan ettiklerinden birisi gelip “Şu kişinin öyle yaptığı konuşuluyor” dese bile “Yok canım hiç öyle şey olur mu?” derler. Tıpkı Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ve sadık ashabı gibi…

Allah-u Zülcelâl cümlemize böyle olmayı nasip etsin. (Âmin)