20 Aralık 2012 Perşembe

Azametine Layık Kulluk İçin…

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Tevbe edenler, kendilerini düzeltenler, Allah’ın emirlerine sıkıca sarılanlar ve Allah için dinlerinde samimi olanlar müstesna! İşte bunlar, mü’minlerle birliktedirler. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa; 146) Peki, bu çok büyük mükâfatı kazandıran şey nedir? Tevbedir. İnsan dünyada tevbe ettiği zaman, Allah-u Zülcelâl onun bütün günahlarını sevaplara çevirmektedir. Kıyamet gününde insan terazisinin sevap kısmımın ağır gelmesi için salih amele ihtiyacı vardır. Ama bu dünyada nefsini boş şeylerle meşgul ederse, kıyamet gününde terazinin başına geldiği zaman kendisine lazım olan salih amelleri kaybetmiş olduğunu görür. Onun için insan o gün hacetinin yerine gelmesi için bu dünyada, elinde fırsat varken salih amel için gayret göstermesi lazımdır. Bütün zamanımız, nefes alıp verinceye kadar geçen zamanlarımız dahi, kıyamet gününde üzerimize arz olunacaktır. Allah-u Zülcelâl: “Ey kulum! Sen bu dakikalarını, saatlerini nasıl değerlendirdin?” diye bizi sorguya çekecektir. Öyle ise biraz derin olarak düşünürsek ne kadar büyük taksirat sahibi olduğumuzu meydana çıkarabiliriz. Peki o zaman: “Ya Rabbi! Ben hata sahibiyim. Senden özür dilerim. Çünkü layıkı ile Senin hakkını yerine getiremiyorum. Aldığım her nefesimden beni sorguya çekeceksin. Benim nefeslerim nerede, senin sorgun nerede? Ben bütün amellerimden dolayı pişmanım.” Diye Allah-u Zülcelal’e karşı yalvarmamız lazım değil midir? Daima bu şekilde Allah-u Zülcelal’e yalvararak, kulluk vazifemizi yerine getirmemiz lazımdır. Bu hal, Allah-u Zülcelal’in çok hoşuna gitmektedir. Anlatıldığına göre, bir Evliya Allah-u Zülcelal’e bir haceti için dua etti. Fakat Allah-u Zülcelâl onun duasını kabul etmedi. O zaman nefsine dönerek: “Ey Nefsim! Bak senin kıymetin bu kadardır. Ne kadar adi olduğunu iyice bildin mi?” dedi. Allah-u Zülcelâl ona bir melek göndererek şöyle buyurdu: “Şimdi dua et, Ben kabul edeyim. Çünkü sen nefsini bildin. Her şeyin Benim elimde olduğunu anladın, kendi nefsinin de ne kadar aciz olduğunu anladın.” Allah-u Zülcelal’in ne kadar kudret ve azamet sahibi olduğunu iyice idrak etmemiz lazımdır. Böyle idrak ettiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal’in vahdaniyetini bilmiş oluruz. İnsan, Allah-u Zülcelal’e dua ettiği zaman ihlâsla dua etmeli, ibadet yaptığı zaman sadece O’nun rızası için yapmalıdır. Dua ve ibadet ihlâslı olarak yapıldığı zaman, kabul de onlarla beraberdir. Birbirinden hiç ayrılmazlar. Ama ihlâs bulunmadığı zaman, kabul de onlardan ayrılır. Denilmiştir ki: “Herhangi bir insanı, bir sevap yaparken gördüğün zaman, bil ki o sevabın bir çok arkadaşı vardır. Herhangi bir insanı da bir günah yaparken gördüğün zaman, yine bil ki o günahın da birçok arkadaşı vardır.” Yani bir insanı namaz kılarken, zikir yaparken, sadaka verirken gördüğün zaman, bil ki o kişi Allah-u Zülcelal’in dostudur. Çünkü o namaz kılan, zikir yapan ya da sadaka veren kişinin, bunun gibi daha pek çok sevabı vardır ve bunlar onun arkadaşıdır. Bir kimseyi de kumar oynarken, içki içerken yani bir günahın üzerinde gördüğün zaman, bil ki onun daha pek çok günahları vardır. İşte bizim halimiz de aynen böyledir. Zaten mühim olan kendi halimizdir. Biz daima bir hayır yaptığımız zaman, o hayır başka hayırları da çeker. Bir günaha da düşersek iyi bilelim ki, o günah bizi başka günahlara sevk eder. Onun için elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal’in razı olacağı salih amellere sarılmamız lazımdır. Allah-u Zülcelâl öyle kudret ve azamet sahibidir ki, her ne ibadet yaparsak yapalım; nasıl bir kişiye bir hediye vereceğimiz zaman, o kişi şerefli ve yüksek bir makam sahibiyse, ona vereceğimiz hediyenin makbul bir hediye olmasına gayret ediyorsak, Allah-u Zülcelal’e yaptığımız ibadetlerin de O’nun zatına layık olmasına gayret göstermemiz lazımdır. Bilhassa namaz konusunda çok titiz davranmamız lazımdır. Abdest alırken besmele ile başlamalı, namazın içine girince de: “Ben Allah-u Zülcelal ile konuşuyorum, O’nun huzurundayım.” Diye düşünerek, rükûları, secdeleri tam manası ile yerine getirip, namazını sağlam olarak kılmak lazımdır. Bütün ibadetler de bu şekilde hareket etmek gerekir. Fudayl bin İyaz şöyle demiştir: “Bir kimse, Allah-u Zülcelal’e karşı ağladığı zaman, onun bu ağlaması Allah-u Zülcelal’in kudret parmağını onun kalbinin üzerine koymasından ve ancak fazlından dolayıdır.” Yine Fudayl bin İyaz şöyle demiştir: “Ben, dünyanın mecburen benden ayrılacağını gördüğüm için, kendi ihtiyarımla onu bıraktım.” Yani insan biraz derin olarak düşünürse, bir gün dünyanın mutlaka kendisinden ayrılacağını anlayabilir. Onun için dünya ondan ayrılmadan, o kendi ihtiyarı ile dünyanın muhabbetini kalbinden çıkarır ve sadece Allah-u Zülcelal’in muhabbetini kazanmak için çaba gösterirse, bu kendisi için çok büyük fırsat olmuş olur. Bir zat, İbrahim bin Ethem’in yanına geldi ve: “Ey Eba İshak, ben günahkâr bir kişiyim. Bana bir vasiyette bulun ki, o şekilde davranayım ve kendimi kurtarayım!” dedi. İbrahim bin Ethem ona şöyle dedi: “Ben sana bir kaç şey söyleyeceğim. Eğer bunları yerine getirirsen hem dünyada hem de ahirette zarar görmezsin. Birincisi: “Sen Allah-u Zülcelal’e karşı günah işleyeceğin zaman nefsine söyle ki, ben O’nun rızkını bir daha yemeyeceğim, çünkü ben O’na âsi oluyorum!” Bu sırada o adam: “Ey İbrahim, Şarkta, garb’da, havada, gökte, dağlarda, denizlerde Allah’ın rızkı var. O zaman ben nerede yaşayacağım?” deyince, İbrahim bin Ethem: “Ey adam, hem sen O’na asi geleceksin ve hem de O’nun rızkını yiyeceksin. Peki bu hak mıdır?” diye sordu. Adam: “Hayır!” deyince, İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Peki o zaman ya günah işleme ya da O’nun rızkını yeme! İkincisi: Günah işlemek istediğin zaman O’nun yarattığı şehirde yani kainatta durma!” dedi. Adam: “Bu birincisinden daha zordur.” deyince, İbrahim bin Ethem: “Ey Adam; sen O’na âsi geleceksin, sonra O’nun rızkını yiyip yarattığı mekânda duracaksın. Peki, bu uygun mudur?” diye sordu. Adam da: “Hayır!” cevabını verdi. İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Öyleyse ya günah işlemeyeceksin, ya da bu kâinatta durmayacaksın. Üçüncüsü: Günah işleyeceğin zaman, kendine O’nun görmediği bir yer seç ve orada günah işle!” dedi. Adam: “Ey İbrahim, O her yeri görüyor. İnsanın kalbinden geçeni dahi biliyor, O’ndan hiçbir şey gizli olmuyor.” deyince, İbrahim bin Ethem: “Öyleyse O’nun verdiği rızkı yemek, O’nun yarattığı kâinatta durmak ve O’nun göreceği şekilde günah işlemek senin hoşuna gidiyor mu?” diye sordu. Adam: “Hayır!” diye cevap verince, İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Öyleyse ya günah işleme, ya da O’nun göremeyeceği mekânda günah işle! Dördüncüsü: Azrail aleyhisselam ruhunu almak için yanına geldiği zaman ona de ki: “Bana tevbe edinceye kadar mühlet ver. Tevbe edeyim de sonra benim ruhumu al” Bu şekilde ona teklifte bulun!” dedi. Adam: “O beni dinlemez.” deyince, İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Madem ki senin teklifini dinlemiyor. Olabilir ki, sen tevbe etmeden önce gelip ruhunu alır. Onun için kendini hazırla! Beşincisi: Allah-u Zülcelâl seni hesap için önüne durdurup ve günahlarının çokluğundan dolayı cehenneme sevk edilirsen: “Ya Rabbi, ben gitmiyorum!” diyecek kuvvetin var mıdır?” dedi. Adam: “Ey İbrahim, bu söylediklerin bana kâfidir. Bunları yapmam için bana dua et!” dedi ve bu şekilde İbrahim bin Ethem’in yanından ayrıldı. İşte bizim de bunları çok iyi tefekkür etmemiz gerekir. Kudret ve azamet sahibi olan Allah-u Zülcelal’e karşı zayıf kuvvetimizle yanlış davranışlarda bulunmakla, kendi nefsimize haksızlık yapıyoruz demektir. Allah-u Zülcelâl hepimize hakikati göstersin. Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin…