26 Aralık 2013 Perşembe

“Zan” veya “Önyargı” Nasıl Olmalı? Nelere Dikkat Etmelidir?

Zan, zıt anlamlı bir kelime olup sanmak, sezmek ve itham etmek anlamına geldiği gibi, bilmek ve itaat etmek anlamına da gelir. Bu itibarla zannın bazısı günah sayılmıştır: “Ey müminler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır.” (Hucûrât, 49/12) âyeti bunun delilidir. Bu anlamda zan, iyice bilmeden tahmine göre konuşmak, fikir yürütmek ve bilgi vermektir ki tahlil ettiğimiz âyet, bu tür zandan müminleri men etmektedir. Çünkü bu tür zanda yalan ve iftira vardır. Zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah’a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi’nde: “Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da…” (Nur, 24/12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis’te “Ben kulumun bana zannı yanındayımdır.” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Her biriniz ancak Allah’a iyi zanda bulunarak ölsün.” “İyi ve güzel zan imandandır.” Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah’a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah’ın örttüğünü örtün. Bir Hadis-i Şerif’te şöyle rivayet edilmiştir: “Müslümanların eksiklerini ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder.“ Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine’de geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var. “Ey Allah’ın düşmanı; sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak örtecek mi sandın?” dedi. Adam, “Sen de acele etme ey müminlerin emiri! Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ “Eksikleri araştırmayın.” buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ “Evlere ön kapılarından giriniz.” (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ “Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin.” (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), “Nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tövbe eder misin?” dedi, o da “Evet!..” dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı. Selam ve dua ile…

19 Aralık 2013 Perşembe

Hani bunun ilk sahibi?

Büyük nimetlerden biri de zenginliktir. Bu nimet Allah Tealâ’nın ihsanı olup onu dilediğine verir. O, bir kimseye zenginlik vermişse, bu o kişinin seçkinliğini göstermez. Çünkü Cenab-ı Hak ne sevdiğini zengin, ne de sevmediğini fakir eder. Eğer öyle olsaydı bugün müslümanların inkârcılardan daha zengin, maddi bakımdan daha ileri olmaları gerekirdi. Ancak hiç de öyle değildir. Aslında zenginlik bir yönüyle insanın olumlu ve olumsuz taraflarını ortaya çıkarmaya dönük imtihanlardan biri olarak da karşımıza çıkıyor. Çünkü yardımseverlik, cömertlik, hizmet, tevazu, şükür gibi faziletlerle cimrilik, nankörlük, kibir gibi olumsuz özellikler zengin insanda daha belirgin şekilde ortaya çıkar. Ayrıca “Biz, insanların hangisinin daha güzel işler yaptığını deneyelim diye şüphesiz yeryüzündeki her şeyi bir ziynet yaptık.” (Kehf, 7) ayetine baktığımızda, zenginliğin de bu manada bir imtihan aracı olduğunu net olarak görürüz. O yüzden bizim zenginlik kavramına dünyevî refahın vazgeçilmez unsuru olarak değil de, dünya denilen imtihan diyarında iyilik vesilesi olarak bakmamız gerekir. Gayemiz elimizdeki dünyalığı nefse hizmetkâr kılmak değil, onu vesile yaparak ahireti kazanmaktır. Çünkü dünya fanilik yurdudur. Önemli olan, bu fani hayatı ebedi aleme yükseliş için merdiven kılmak, onun basamaklarından çıkarak beka yurdunun huzur dolu kucağına adım atmaktır. Bu manada hadis-i şerifin de ifadesiyle dünya ahiretin tarlasıdır. (Keşfu’l-Hafâ) Kul, Allah Tealâ tarafından dünyadayken avucuna konulan nimetleri iyi değerlendirecek ki hasat vakti olan ahirette iyi verim alabilsin. Hasat döneminde iyi verim almak isteyen çiftçinin, nasıl ki elindeki tohumun ekimini ve bakımını, işin ilmine uygun olarak yapması gerekiyorsa, kulun da ahireti için, kendisine bahşedilen nimetleri yerli yerinde değerlendirmesi gerekmektedir. Zenginlik bunlardan sadece biridir. Mühim olan, geçici dünya varını ahiret azıgına çevirebilmektir.

8 Aralık 2013 Pazar

Namaz hakkında Hadis-i Şerifler

Şimdi, gönüllerin sultanı olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in namaz hakkındaki bir kısım hadis-i şeriflerini nakledeceğiz. Bu hadis-i şeriflerde, namaz kılmamanın dünyevi ve uhrevi cezalarından bahsedilmektedir. Ancak ilk önce şunu belirtelim ki, amacımız korkutmak değil, sevdirmektir; uzaklaştırmak değil, yakınlaştırmaktır; zorlaştırmak değil, kolaylaştırmaktır. Ama Müslüman bir toplumda yaşamasına, her vakit ezanların sesini işitmesine ve namazın kıymeti hakkında onlarca sözü duymasına rağmen kişi hala namazını terk edebiliyorsa, herhalde bu kişiye işlediği günahın büyüklüğü anlatılmalıdır; anlatılmalıdır ki, belki bu korkutma onun hidayetine bir vesile olur.
Hem bizim yaptığımız şey, sadece hakikatleri nakletmektir. Hakikatleri tebliğ eden ise Peygamberimiz Hz. Muhammed  (s.a.v.)’dir. Söz O’na aittir, kelam O’nundur, haber veren O’dur; biz sadece tebliğcileriz. Bu sebeple, bu makamda nakledeceğimiz hadis-i şeriflere bu göz ile bakmalı; hakikatleri naklettiğimiz için bizlere kızılmamalıdır. İnşallah bu hadis-i şerifler gafil kafaya bir tokmak olur ve kişinin namaza başlamasına bir vesile olur.
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.” (Mecmâü’l-Evsat, 3:154, (2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir)
Ebu’d-Derda (r.a) şöyle dedi: “Dostum Muhammed (s.a.v) bana şöyle tavsiyede bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda Allah ‘a ortak koşma ve farz olan namazı bilerek terk etme. Kim ki farz olan namazı bilerek terk ederse Allah ‘ın koruması ondan uzaklaşmıştır.” (Müsned:5/238, El-Bani Sahihi ibn Mace:3529, Beyhaki)
Abdullah bin Kurt radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çeki­lecektir. Namaz düzgün ise diğer ameller de düzgün olacaktır. Eğer namaz bo­zuk ise diğer ameller de bozuk olacaktır.” Taberâni, Terğib
Hz. Nevfel bin Muaviye radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kim, bir namazı kazaya bırakırsa, sanki onun çoluk çocuğu ve malı mülkü elinden alınmış gibidir.” İbni Hibban
Evet dünyada kaybettiği en ufak şeylere üzülen insan namazı terk etmekle neleri kaybettiğini bir bilsen.
Abdul­lah b. Ömer (r.a.)’dan nakledilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “İkindi namazını kaçıran kimse sanki ailesi ve malı helak edilmiş kimse gibidir.” (Camiu’l Ehadis)
Ey namaz kılmayan kişi! Sadece ikindi namazını kılmamakla nasıl bir zarar ettiğini anladın mı? Ailen ve malın helak edilmiş kadar!..
Hz. Ebû Ûmâme radıyallahu anh’dan rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Allahu Teâlâ’nın bir kula iki rek’at namaz kılması için tevfik vermesinden daha üstün bir şey yoktur. Kul namazla meşgul olduğu sürece başı üzerine iyilikler ve hayırlar saçılır.” (Müsned)
Cabir ibni Abdullah (r.a)dan rivayet edilmiştir  Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Kişiyle küfür arasında namazın terki vardır.” (müslim,ebu davud, tirmizi,ibni mace,müsned)
Sevban radıyallahu anh dan rivayet edilmiştir Resulullah s.a.v. den şöyle buyurdular: “Müslüman kul ile kâfirlik ve iman arasında sadece namaz vardır, Müslüman bir kişi namazı terk ettiği zaman kesinlikle Allaha şirk koşmuş olur.” Bu hadisi hibetullah taberi sahih bir isnatla rivayet etmiştir.
Cabir  İbn-i Abdullah (r.a.)’dan nakledilmiştir, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da abdesttir.” (Müsned)
O halde kim cennetin anahtarını almak isterse namazını kılsın ve o anahtar ile cennetin kapısını açsın. Ve namaz kılmayan kişi de namazı terk ederek neyi kaybettiğine dikkat etsin!..
Abdullah ibn-i Amr ibn As (ra)’den rivayet edilmiştir: Bir gün Rasulullah (sav) ‘namaz’dan konuştu. Buyurdu ki: “Her kim şu beş vakit namazı eksiksiz kılarsa namazı, kıyamet gününde ona bir aydınlık, hakkında delil ve kurtuluş olur. Her kim de bu beş vakit namazı gereği gibi kılmazsa kıyamet gününde Karun’la, Haman’la, Firavun’la ve Ubeyy ibn-i Halefle birliktedir.” (Müsned: 2/169, Darimi: 2/301, İbn-i Hibban: 1448)
Bu hadis-i şerifin şerhinde şöyle denilmiştir: Namaz kılmayanın bu dört kişiden biriyle bulunmasının sebebi şudur: Kişi malı ile oyalanırken namazını kılmamışsa, servet sahibi Kârun’a benzemiştir, onunla haşredilir. Eğer saltanatı onu alı koymuşsa Firavun’a benzemiştir, onunla haşredilir. Eğer vezirliği veya idareciliği namaz kılmasına engel olmuşsa, vezir Hâman’a benzemiştir, onunla haşrolunur. Eğer namaza ticareti mani olduysa, Mekkeli tacir Übey b. Halef’e benzemiştir, onunla bir arada bulunur.
Ey namazın kıymetini anlamayan nefsim! Acaba öğlenin sıcağına dayanamayan sen, yakıtı insanlarla taşlar olan ateşe nasıl sabredeceksin!? Kârun, Firavun, Hâman ve Übey b. Haleflerin de içinde bulunduğu kat kat artan azaba nasıl tahammül edeceksin!?
Cenab-ı Hak Mâun suresinde şöyle buyurmuştur: “Veyl o namaz kılanlara ki, onlar namazlarında gafildirler.”
Bu ayet-i kerimede geçen “Veyl” lafzı hakkında Ata b. Yesar hazretleri şöyle der: “Veyl, cehennemde bir vadidir ki, oraya dağlar konsa hararetinin şiddetinden eriyiverirler.”
İbn-i Abbas hazretleri de şöyle der: “Veyl, cehennemde bir vadinin adıdır. Cehennem onun yüksek hararetinden Allah’a sığınır. Burası namazı vaktinde kılmayanların meskenidir.”
Yine Cenab-ı Mevla Meryem suresinde şöyle buyurmuştur: “Sonra onların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler ve şehvetlerine uydular; onlar yakında Gayya’ya gireceklerdir.”
Ayet-i kerimede geçen “Gayya” hakkında bazı müfessirler şöyle demişlerdir: “Gayya” cehennemdekilerin irin ve yaralarının aktığı bir takım kuyulardır.”
İbn-i Mesud hazretleri bu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle der: “Bu cezaya çarptırılacak kimseler, namazlarını tamamen terk edenler değillerdir. Onlar namazlarını vaktinden sonra kılanlardır.”
Tabiînin büyüklerinden Said b. El-Müseyyeb hazretleri de şöyle demektedir: “Bu cezaya çarptırılacak olanlar, namazlarını vakitlerinde kılmayanlardır. Bu halinde ısrar eden kimse tövbe etmeden ölürse Allah-u Teâlâ onu ‘Gayya’ ile cezalandırır. Gayya, cehennemde dibi çok derin ve harareti pek şiddetli olan bir vadidir.”
Ebu Hüreyre hazretlerinden nakledilen İsra hadisesinin bir yerinde ise namaza karşı ağır davrananlar hakkında şöyle bir bahis geçmektedir: “…sonra Nebi (s.a.v.) başları taşla ezilip kırılan bir topluluğun yanına uğrar. Bunların başları taşlarla ezilir, akabinde başları yeniden eski durumlarına getirilir ve işkence böyle sürer. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sorar: ‘Ey Cibril! Bunlar kimdir?’ Cebrail (a.s.) cevap verir: ‘Bunlar farz namazlarına karşı ağır davrananlardır.’” (Münzirî hadisin Hasen olduğunu kaydetmiştir. Ayrıca bu hadis Buharidede geçmektedir.)
Ey namazını kılmayan kişi! Bir düşün… Namazı vakti çıktıktan sonra kılan kişinin cezası böyle ise, acaba namazı hiç kılmayanın cezası nasıldır? Bu cezalar seni korkutmuyor mu? Yoksa ahiretin varlığından şüphen mi var? Ya da namazın İslam’ın bir farzı olduğundan mı habersizsin? Eğer namaz kılmamaya hemen tövbe edip namaza başlamazsan seni ahirette ne kurtarır? Bu azaplara nasıl dayanırsın? Gözünü aç ve seni bekleyen azabı gör; gör ve aklın varsa titre!..
Hz. Ömer radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Namaz dinin direğidir.” Hilyetûl Evliya, Cami’ûs Sağir
Ey namazını terkeden kişi! Namazı terk etmekle dinini yıktığının farkında mısın?
İbni Abbas (r.a.)’dan nakledilmiştir, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Resulullah (s.a.v) bir gün ashabına: “İlâhî! Aramızdan kimseyi şaki ve mahrum eyleme.” diye dua ediniz dedi ve sonra: “Şaki ve mahrum kimdir bilir misiniz?” diye sordu. Sahabeler: “Kimdir ya Resulallah?” dediler. Efendimiz (s.a.v.): “Namaz kılmayan!” buyurdu. (İbni Hacer “Ezzevacir” / Ebu’l-Leys Semerkandi “Kurretü’l Uyun”)
Hz. Ebû Katâde radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi kudside Allahu Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor; “Ben ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Ve kendi kendime söz verdim ki, kim (benim yanıma) beş vakit namazı vaktinde kılmaya özen  göstererek gelirse, onu Cennet’e koyacağım. Kim de namazlara dikkat göstermezse Benim onun için bir sözüm yoktur” ( Ebû Dâvûd)
Ey namazını kılmayan kişi Allah’ın bu vaadini duyduktan sonra namazı kılmamak onu vaadinde ittiham etmek ve bu vaadi küçük görmek değilmi dir. Gel bu vaade kulak ver yoksa yarın çok geç olabilir.
Hz. İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kim namazı terkederse, Allah kendisine gazab etmiş olduğu halde O’na kavuşur.” Bezzar, Taberâni, Mecma’uz Zevâid
Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir kabrin yanından geçerken, “Bu kimin kabridir?” buyurdu. Sahâbe-i Kiram radıyallahu anhum, “Falancanın kabridir” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Bu kabirdeki kimseye göre iki rek’at namaz kılmak, sizin diğer bütün dünyalıklarınızdan daha sevimlidir.” Taberâni, Mecma’uz zevâid
Evet iki rek’at namaz kılmak, dünyanın bütün mal ve mülkünden daha kıymetlidir. Bu, kabre girince daha iyi anlaşılacaktır. Marifet ise bunu dünyada iken anlamaktır.
Hz. Ebû Zerr radıyallahu anh diyor ki: Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kış mevsiminde dışarı çıktı. Ağaçlardan yapraklar dökülüyordu. Bir ağacın dalından tutunca ağacın yaprakları daha çok dökülmeye başladı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Ey Ebû Zerr” dedi. Ben, “Buyur yâ Rasûlallah!” dedim. Efendimiz  sallallahu aleyhi vesellem, “Müslüman bir kul, Allah’ı razı etmek için namaz kılarsa, onun günahları şu yaprakların, bu ağaçtan döküldüğü gibi dökülür.” Müsned’i Ahmed
Hz. Aişe radıyallahu anhadan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sabah namazının iki rek’at sünneti hakkında şöyle buyurdu; “Şüphesiz iki rek’at bana bütün dünyadan daha sevgilidir.” Müslim
Ebu Hureyre (ra)’den rivayet edilmiştir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Adem oğlu secde ayetini okuyup secde ettiği zaman şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Helak oldum. Adem oğlu secde etmekle emrolundu da secde etti ve cennet onun oldu. Halbuki ben de secde ile emrolunmuştum fakat ben secde etmekten yüz çevirdim. Artık ateş benim içindir.” (Sahih-i Müslim: 81 rivayet edilmiştir)
Ey günde beş defa namaz ile emrolunan kişi unutma ki iblis bir defa secdeden yüz çevirmekle lanetlendi ve cenneten kovuldu. Peki biz beş vakit namazı terk edersek acaba sonumuz ne olur?
Hz. Ebû Fâtıma radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Diyor ki; Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem bana, “Ey Ebû Fâtıma! Sen eğer (ahirette) benimle bu­luşmak istiyorsan secdeleri çoğalt (yani bol bol namaz kıl.)” Müsned’i Ahmed
Ey namazını kılmayan kişi peygamberin kızına yaptığı bu nasihate kulak ver. Peygamberin kızı bile ahirette onunla beraber olmak için secdeleri çoğaltmak yani çok namaz kılmak zorunda iken, namazı terk etmekle nasıl bir akıbetin bizleri beklediğini bil  ve ayıl.

5 Aralık 2013 Perşembe

ALLAH’A, DİLENCİ GİBİ YALVARALIM

Mekân, zemin şahitlik edecek… Dünyaya, böyle sanki hiçbir şey yokmuş gibi bakıyoruz. Fakat Allah-u Zülcelal, bütün kâinatı; toprak, ağaç, taş gibi her ne varsa kıyamet gününde bizim üzerimize şahit olarak getirecektir. İster sevap yapalım, istersek günah yapalım; nerede ne yapmışsak kıyamet gününde Allah Azze ve Celle o taşı, o ağacı, o yeri dile getirecek ve üzerimize şahitlik yapacaklardır. Ayet-i kerimede şöyle buyuruyor Allah Azze ve Celle; “Yer, (o şiddetli) zilzâl’iyle (sarsıntısıyla) sarsıldığı; yeryüzü, ağırlıklarını (dışarıya) çıkardığı ve insan: 'Buna ne oluyor?' dediği zaman! O gün yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin, (bunu) ona vahyetmiştir (emretmiştir).” (Zilzal; 1-5) Kıyamet gününde toprak; yükünü, yer altında kabirdeki insanları, hazineleri yeryüzüne çıkaracaktır. Ve insan diyecek “Buna ne oluyor?” “Bütün hazineler, insanlar toprağın altından çıktı, bunlara ne oldu? O zaman yeryüzü, bütün üzerinde yapılmış olan amellere karşı şahitlik edecektir. “Bu kul, benim üzerimde namaz kıldı, zikir yaptı! Bu kul da benim üzerimde günah yaptı!” Biz nerede ne yapmışsak o yerlerin hepsi, kıyamet gününde bize şahitlik edeceklerdir. Buna inanmak lazım. Zaten inanmazsa kâfir olur, bunlar ayet-i kerimelerle sabittir, Allah buyuruyor Azze ve Celle. Kelamını nazil etmiş kullarına, biz de elhamdulillah iman etmişiz. Bunlar kendi kendine mi yapıyorlar? Allah, o toprağa, o yere vahyediyor “Konuş!” diye emrediyor. Onlar da; o ağaçlar, o taşlar, o halı, insan nerede ne yapmış ise o cansız olan şeylerin hepsi insanına şahitlik edeceklerdir. Bu yetmez mi bize! Biz böyle sakin görüyoruz dünyayı ama öyle değil! … Bir ufak çocuktan dahi hayâ ediyor insan, bazı kötü şeyleri gizli yapmak istiyor ama onun Rabbi ona muttalidir. Yer, gök, kâinat ona şahitlik ediyor. Kıyamet gününde kim istemez, her gün, her saat, her dakika onun sevabına şahitlik etsin. Herkes istiyor ama sadece istemek de doğru değildir. Biraz çaba göstermemiz lazım… Hem müjde vardır hem de korkmalıdır insan. Müjdedir; sevap yapanlara, zikir yapanlara, İslam hizmeti yapanlara, nerede oturursa orada Allah’tan bahsedenlere. Ne mutlu onlara!… Bir de -neuzubillah- nerede oturursa Allah’ın gazabına sebep olan şeyler konuşmak… Onunla meşgul olmak! Neuzubillah... Akıllı kimsenin yapması gereken üç şey Yahya bin Muaz-i Razi rahmetullahi aleyhi şöyle buyuruyor, ne güzel söylemiş: “Akıllı olan kimselerin, üç şeyi yapmaları lazımdır. Bir tanesi dünyanın muhabbetini kalpten çıkarmak ve onun yerine Allah-u Zülcelal’in muhabbetini yerleştirmek. Şimdi bazı insanlar öyle anlıyorlar; dünyayı seversen, dünya malını seversen sanki malı fazla olacak(!) Böyle değil! Peygamber Süleyman aleyhisselatu vesselam, hiç dünyayı sevmemişti ama bütün dünya onundu. Ashab-ı Kiram’dan çokları vardı ki, hiç dünyayı sevmiyorlardı ama Allah-u Zülcelal mal vermişti onlara. Sevgiyle mal çoğalmıyor! Muhabbet yalnız Allah'a olmalıdır. Hak, o kalbi yaratan Allah Azze ve Celle, onun yaratıcısıdır, onun sevgisinin orada olması lazımdır. Yahya bin Muaz-i Razi, “Akıllı olan insan” diyerek devam ediyor, “Dünya onu terk etmeden önce, dünya muhabbetini kalbinden çıkarmalı.” diyor. İkincisi, “Kabre girmeden önce insan, kabrini güzel yapmalı.” diyor. Ne güzel söylemişler. Kabre girdikten sonra, dünyadaymış gibi, “Benim evim yoktur, bir ev yapayım…” Yok öyle! … Kabre girdikten sonra, ne şekildeyse öyle kalacak. Kabre girmeden önce, şu dünyada yeryüzündeyken “Ed-dünya mezraatül-ahireti…” Dünya, ahiretin tohumunun atılacağı ekim yeridir.” Burada kabrin tohumunu atıyoruz, haşrin tohumunu atıyoruz. Sırat köprüsünün üzerinden geçmek için tohum atıyoruz. Burada, kabre girmeden önce kabrimizi düzeltmemiz lazımdır. Kabre girdikten sonra düzeltmeye imkân yoktur. Üçüncüsü, “Rabbinin huzuruna varmadan; yani ölmeden önce, Allah’ın huzuruna varmadan önce insanın, Allah-u Zülcelal’i kendinden razı etmesi lazımdır.” “Oraya gideyim, namaz kılarım” diye bir şey yok. İbadet, zikir, taat, Allah-u Zülcelal’in rızasına sebep olacak ameller bu dünyadadır. Bu dünyada yaparsak Allah’ın huzuruna vardığımız o zaman, Allah da bizden razı olacak, cennet nimetlerini bize nasip edecektir. Bu üçünü böyle yaptığımız zaman, hem dünya hem ahiret huzuru ile zafer kazanacağız, inşaallah… Bazılarına Allah ne kadar çok vermiştir; ne güzel düşünüyorlar, her şeyden bir ibret alıyorlar. Anlatırlar, bir evliyanın evine hırsız girmiş, evinden kıymetli eşyalarını çalmış gitmiş. Sabahleyin kalkınca bakıyor, eşyaları çalmışlar gitmişler. “Elhamdulillah şeytan kalbime girmedi, Allah’ın muhabbetini, benim imanımı çalmadı (asıl önemli olan bu).” diyor. Allah rızası dünya saltanatından kıymetlidir Yani, Allah-u Zülcelal’in rızasından başka hiçbir şeyin değeri yoktur, geriye kalan ne varsa geçicidir hepsi. Süleyman aleyhissalatu vesselamdan bahsettik, bütün dünya onundu. Onun tahtını rüzgâr, böyle uçak gibi her yere götürüyordu. Cinler, insanlar, merasim şeklinde ardından gidiyorlardı. Bir abid, “Ya Süleyman, bu ne saltanattır?” diye sordu. Süleyman aleyhisselam dedi: “Hiç merak etme! Sen sadece bir sefer “Subhanallah” dersen bu, Süleyman'ın saltanatından daha hayırlıdır, daha iyidir. Bu saltanat geçicidir, yok olacak, ben de yok olacağım! Amma ‘Subhanallah'ın sevabı Allah'ın katında bakidir. O fani değildir, senin karşına çıkacak ve onunla sevineceksin. Bir ‘Subhanallah’ kelimesi hakkında, bakınız, Allah’ın peygamberi, “Bu benim saltanatımdan daha hayırlıdır” buyurmuş. Az nice anlattığımız evliya da demiş: “Elhamdülillah, şeytan benim kalbime girmedi, benim imanımı, bendeki Allah’ın muhabbetini çalmadı. Bu dünya malı geçicidir; gider gelir, bir şey değildir.” demiştir. Kendimizi, daima Allah-u Zülcelal’in huzurunda fakir, muhtaç olarak görelim. Bahusus, Allah’ın rızasını kazanmayı, imanın bizim kalbimizde daima bulunmasını, imanla dünyadan ayrılmayı, bir dilenci gibi fakir ve muhtaç olarak Allah’tan istememiz lazımdır. Eğer bir kimse, böyle kendisini Allah'a karşı zelil, fakir, muhtaç görürse; bu şekilde Allah'a yalvarırsa, Allah Azze ve Celle meleklerine diyor ki, “Eğer benim kulumun benimle konuşmaya, cevap vermeme takati olsaydı ‘Lebbeyk! Lebbeyk!’ diyecektim.” Biz Allah'ı tanımıyoruz, Allah öyle şefkatlidir, öyle çok kerem sahibidir. Bu hali, bu fakirliğimizi, muhtaçlığımızı daima sürdürelim, ölünceye kadar, daima bu şekilde bu hal üzere olalım inşaallah. Hikmet sahibinin öğüdü Hikmet ehlinden bazıları ne güzel yol göstermişler, Allah'ın kullarına. Onlardan bir zat, bir kula demiş ki “Allah'tan utanın! Sen Allah'a ne kadar yakın olursan o kadar Allah'tan utanır hayâ edersin." Allah ne buyurmuş ayet-i kerimede: “... Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16) Allah bize, şah damarımızdan daha yakın olduğu için, ona karşı çok hayâlı, edepli olmamız lazımdır. Ve “Ondan korkun!” demişler. Allah'ın kudretinin senin üzerinde ne kadar büyük olduğunu bilerek idrak et ve O'ndan o şekilde kork. Fakat biz, Allah-u Zülcelal'i tanımadığımız için korkmuyoruz. Göz ile görülmeyen ufacık pire gibi böcekler var. Biz, Allah nezdinde, o böcekler kadar bile değiliz. Bir anda eritebilir bizi, bir anda yok edebilir. O kadar zayıfız. O şekilde korkmamız lazım. O'nun emri “Kûn fe yekun”dur. “Ol” der, derhal oluverir. Bu kadar. “Ve dünyada ne kadar kalacaksan o kadar süre, sana yetecek kadar geçimini temin et, maişetini bul ve sen, Allah katındaki hazinelere ne kadar muhtaç isen o kadar Allah'a itaat et!" Dünyada zaten her an, her şeyimizle Allah'a muhtacız! Bunu biliyoruz... Ama iş ahirete gelince orası ebedidir. Asıl o zaman daha iyi bileceğiz. Bir; Haşir Meydanı’nı, o mizanı gördüğümüz zaman; sevaplar, günahlar terazinin kefesine konulduğu zaman, hangi uçları ağır gelecek, hangisi hafif gelecek diye, insan gözünü ondan ayıramayacak! O zaman, Allah'a ne kadar muhtacız, şuan tam bilemiyoruz ama o zaman tam bileceğiz. O'nun için Peygamber sallallahu aleyhi vesellem annemiz, Aişe'ye buyurmuşlar; “Kıyamet gününde üç yerde, kimse kimseyi hatırlamıyor: Bir; sırat köprüsünde... İki; insanın amel defterleri yukarıdan kar taneleri gibi insanlara gelirken, “Acaba bana sağ elimden mi gelecek yoksa sol elimden mi?” diye beklerken; Allah'ın rahmetine bakıyor o zaman da... Üç; günah ve sevaplar tartılırken, terazinin kefesine konulduğunda, hangisi ağır gelecek diye beklerken... İnsan ona bakıyor, o an kimseyi hatırlamıyor. Gece-gündüz sevap kazanayım, hizmet edeyim, zikir yapayım, namaz kılayım ki bu sevaplar ağır gelsin kıyamet günü, demiyor insan. İşte bundan gafil kalıyoruz. O'nun için hep gafletle, hep -neuzubillah- günahla geçiriyoruz günlerimizi. Günahtan sonra, tevbeye kaçalım hemen. Bu şekilde olursa inşaallah, kolay olur o zaman. Hiç bir şey yapmazsak şimdi elimizde fırsat varken, kendimizi perişan edeceğiz. Kaybetmemenin çaresi şükürdür “Ve Allah-u Zülcelal'in sizin üzerinizdeki nimetleri miktarı kadar, Allah'a şükredin!” En büyük nimet imandır. Allah bize iman vermiş elhamdülillah. İmanla insan, ebedü'l-ebed cehennem ateşinden muhafaza oluyor. Şayet günah yapar tevbe etmezse Allah dilerse affeder, dilerse azap eder. Azap ederse günahı kadar cezasını çektikten sonra, yine cennete girecek. Ama iman yoksa -neuzûbillah- ebedü'l-ebed oradadır. Bu yüzden iman en büyük nimettir. Allah'a şükredelim, hamd edelim. Sadece dille değil, ibadetle, zikirle, İslam hizmetiyle, nerede olursak tevbeyi başka insanlara anlatmak suretiyle... Bu iman nimetine karşı Allah-u Zülcelal'e hamd ve şükürde bulunuyoruz ki Allah-u Zülcelal görsün bizi. Böyle şükürde bulunursak imanımızı muhafaza etmiş oluyoruz. Allah-u Zülcelal, inşaallah, hem dünyada hem ahirette imanlı olmayı nasip edecektir o zaman... Şeytan hiç 'Elhamdulillah' dememiştir. O kadar ibadet yapmış göklerde ama hiç 'Elhamdulillah' dememiş, şükretmemiştir. Allah'a nankörlük yapmıştır. Allah da nimetlerini almıştır ondan. Onun için daima “İman nasip ettiğin için, İslam'ı bana nasip ettiğin için elhamdulillah Ya Rabbi” diyelim, Allah'a şükredelim ve bunu fiilen gösterelim. Ne varsa bende Allah vermiştir onu bana ama benim bir şeyim yoktur, bir istihkakım, hakkım yoktur. Allah beni seçti, bana iman nasip etti. İmandan sonra, Hz. Peygamberin ümmetinden yarattı, camiye getirdi, tevbe nasip etti günahtan sonra... Çünkü eğer insan, o günahla tevbe etmeden ölürse Allah onu affetmezse günahının cezasını çekecek. Fakat insan tevbe ettiği zaman, hadis-i şerifte buyruluyor, “Günahından tam olarak dönüp tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 10/150) Tevbe öyle kıymetlidir ki… Daima tevbenin kıymetini bilmemiz ve tevbenin bizimle beraber tâ kabre kadar gitmesi lazımdır. Biz tevbenin kıymetini bilirsek, daima Allah'ın nimetinden bahsedersek, namaz kılarsak, zikir yaparsak, Allah-u Zülcelal’de “Benim kulum bana karşı samimi” diyecek ve bizi muhafaza edecektir, inşaallah. Elimizden geldiği kadar kalbimizi Allah'a karşı düzeltelim. Kalbimiz Allah'a karşı mahzun olsun. Talepli olalım, haris olalım, Allah katındaki ecir ve sevaplara müşteri olalım. Böyle olursak Allah-u Zülcelal de bize verecektir inşaallah. Seher vakti tevbe edelim. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdu: “Allah, her gece dünya semasına, gecenin son üçte biri kaldığında rahmetiyle tecelli eder ve şöyle buyurur: ‘Bir isteyen yok mu ki onun istediğini vereyim? Bir dua eden yok mu ki ona icabet edeyim? Bir mağfiret dileyen yok mu ki kendisini bağışlayayım?” (Kurtubî, c. 2/4, 39) Bu şekilde tevbeye çağırıyor bizi Allah azze ve celle... Onun için bizim kendimizi, biraz göstermemiz lazım. Hatta dua ve tevbe ettiğimiz zaman, ısrarla tekrar ederek yapalım. “Ya Rabbi! Beni affet! Ya Rabbi beni affet! Ya Rabbi beni affet!” diye, böyle tekrar tekrar söylersek Allah daha çok seviyor. Böyle olursak inşaallah, Allah bizi muhafaza edecek, affedecek, bize sahip çıkacaktır. Allah-u Zülcelal hepimize, razı olacağı şekilde amel-i salih nasip etsin. Bu nefis çok yaramaz, o kadar bize zarar veriyor ki Allah-u Zülcelal, bizi kendi nefsimize teslim etmesin, nefsimizi hayırlarda kullandırsın inşaallah.

4 Aralık 2013 Çarşamba

NE MUTLU TEVBE EDEN GENÇLERE!

‘Ben daha gencim…’ Allah-u Zülcelâl ayet-i kerime de buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” (Haşr; 18) Bir talebenin imtihanı olduğu zaman, o gece uykusu gelmiyor, “Ben yarın imtihan olacağım!” diyor ve hazırlık yapıyor. Bizim için kıyamet gününde hesaba çekilecek olmak da aynen öyledir. Bazıları aldanıyorlar. “Ben daha gencim, yaşlanınca ibadet edeceğim.” diyorlar. Bazı hanımlar, “Ben daha gencim, örtünmeyeceğim, daha sonra örtüneceğim” diyorlar. Bu şekilde, şeytan vesveseler vermek suretiyle onları aldatıyor. Hâlbuki Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam “Bir lokmayı ağzıma götürdüğüm zaman, bu lokmayı yutacağım diye düşünmem. Olabilir ki o arada Allah ruhumu alır. Bir adım attığım zaman, ikinci adımı atacak mıyım, atmayacak mıyım, bilmiyorum.” Böyle görüyordu bizim peygamberimiz aleyhissalatu vesselam. Oysa biz kendimizi aldatıyoruz. “Ben daha gencim, benim daha vaktim var; gelecek sene yahut evlendiğim zaman yapacağım. Şöyle yapacağım, böyle yapacağım…” diye bir sürü mazeretler üretiyor ve onlarla karar veriyoruz. Hâlbuki Allah-u Zülcelâl nasıl emrettiyse ona göre karar vermeliyiz; ne buyurduysa karar odur! O şekilde yapmalıyız. Arşın altında gölgelenen bir genç olmak elimizde Allah-u Zülcelâl buyuruyor ayet-i kerimede: “Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât; 56) Bunu hiç unutmayalım! Müslim'in Sahih’inde geçen, Mikdâd bin Esved radıyallahu anhudan nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle anlatılıyor: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: Kıyamet günü, Güneş halka yaklaştırılır da nihayet, insanlara yakınlığı bir mil kadar olur! Güneş onları âdeta eritecek ve amellerinin miktarına göre ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimi topuklarına kadar, kimi dizkapaklarına kadar, kimi beline kadar, kimi de gemlenene (ağzına) kadar tere batacaktır!” Kıyamet günü, işte bu kadar dehşetli bir gündür. Fakat Allah-u Zülcelal, bazı kimseleri, o dehşetli günde mükâfatlandıracaktır. Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah-u Teâla, yedi insanı, Arşının gölgesinde barındıracaktır: - Adil devlet başkanı, - Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, - Kalbi mescitlere bağlı Müslüman, - Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan, - Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine ‘Ben Allah'tan korkarım’ diye yaklaşmayan yiğit, -Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, - Tenhada Allah'ı anıp gözyaşı döken kişi.” (Buhari, Müslim) Biz, Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde gölgelenecek olan gençlerden olalım inşaallah. Kıyamet gününde Allah'ın kullarını gölgelendireceği gölgeden başka gölge yoktur. İşte gençler, başka gölgenin olmadığı o günde, Allah'ın kullarını gölgelendireceği Arş’ının gölgesinin altında olsunlar inşaallah. Elbette temiz bir hayat için tevbe etmek lazımdır. Kim tevbe ederse inşaallah, o gençlerden olur. Bir hadis-i kudside de Allah-u Zülcelâl şöyle buyuruyor: “Tevbe edenleri severim. Ama genç olup da tevbe edenleri daha çok severim.” Ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor Allah Azze ve Celle: “... Allah tevbe edenleri sever ve günahlardan kendilerini temizleyenleri sever.” (Bakara; 222) Yani, “Her kim tevbe ederse; genç olsun, ihtiyar olsun, kadın erkek, kim tevbe ederse seviyorum/severim onları. Amma genç olup da tevbe edenlere, benim muhabbetim daha fazla ve şiddetlidir, kuvvetlidir” buyuruyor... Onun için bu gençliğimizin kıymetini bilelim, tevbekâr olarak vaktimizi geçirelim. Allah-u Zülcelal'in daha çok sevdiği kimselerden olalım, Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanalım inşaallah. Allah’a ve Peygamberine itaat edenler İnsanlar bu dünyada ne amel yapıyorlarsa kıyamet gününde halleri o amellere göre olacak ve Allah-u Zülcelâl insanlara amellerine göre muamele edecektir. Allah Azze ve Celle, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Kim, Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın, kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehîdlerle, salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır!” (Nisa; 69) Peygamberlerin makamı o kadar yüksek ve o kadar güzel bir makamdır ki, ayet-i kerimede buyuruluyor; kim, Allah’a ve Peygamber sallallahu aleyhi veselleme itaat ederse o güzel makamlarının yanında peygamberlerle beraber olacaktır. Biliyorsunuz şehitlerin Allah katındaki kıymeti çok büyüktür ve dereceleri yüksektir; işte, kim bunu yaparsa şehidlerle, Ebubekir Sıddık radıyallahu anhu gibi sıddıklarla, salih kimselerle beraber olacaklardır cennet-i âlâda... Sanki Allah-u Zülcelal’e itaat etmek, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize itaat etmek çok zor bir şeydir, hiç mümkün değildir gibi bir hal içine giriyoruz! İnsan aldanıyor… Bu kısa zamanı değerlendirmediği için kıyamet günündeki o güzel mükâfatları, herkesin gıpta ettiği o güzel makamları kaybediyor, kaybedecektir. Hadis-i şerifte, “Kişi, sevdiği ile beraberdir” buyuruluyor. Eğer Allah’ın peygamberini, salihleri, sıddıkları seversek kıyamet gününde onlarla beraber olacağız. Allah’a itaat etmek, Allah-u Zülcelal’i sevmek suretiyle mümkündür. Allah’ı seversek Allah da bizi sevecektir. Allah’ı sevdiğimiz zaman, Allah’a itaat edeceğiz ve Allah’ın sevdiği salih kimseleri de seveceğiz. Günahlar kalbi hasta ediyor Bizim başımıza her ne geliyorsa işlediğimiz günahlardan dolayı geliyor. Hatalardan dolayı geliyor. İnsan günah yaptığı zaman, hata yaptığı zaman, kalbinin üzerinde her bir günah siyah bir leke, siyah bir nokta bırakıyor. O siyah noktalar, lekeler o kulu, Allah-u Zülcelal’in emirlerini yapamayacak hale getiriyor, manevi olarak hasta ediyor. Hastalığı öyle ağırlaşıyor ki salih ameller yapmak istiyor ama yapamıyor o zaman. Nasıl insan zahiri, ağır bir hastalığa müptela olduğu zaman ayağa kalkmak istiyor ama kalkamıyorsa, yürümek istiyor ama yürüyemiyorsa aynen manevi olarak da öyle oluyor. Ne kadar günah işlerse o nispette Allah’ın muhabbetinden, Allah’ın emir ve nehiylerinden, Allah’ın itaatinden geri kalıyor, uzaklaşıyor ve yapamayacak duruma geliyor. Titrercesine endişelenmeliyiz Bir zerre kadar dahi olsa, Allah-u Zülcelal’in muhabbetini kaybettiğimiz zaman bütün dünya, bütün kâinat, ahireti dahi hepsini kaybetmiş oluyoruz. Allah-u Zülcelal’in zerre kadar muhabbeti hepsine bedeldir. Dünya nedir? Mal-mülktür. Allah’ın muhabbeti hepsine bedeldir, ona karşı hiçbir şey sayamazsınız, onunla hiç bir şeyi kıyaslayamazsınız. Titrememiz lazım, titrememiz! … “Allah-u Zülcelal’in muhabbetini kazanmadan önce dünyadan ayrılırsam benim halim ne olacak?” diye titrememiz, kendimizi sorguya çekmemiz lazımdır. “Allah’ın muhabbetini kazanmadan, Allah-u Zülcelal’in huzuruna nasıl varacağım?” diye hayâ etmemiz lazımdır. Allah Azze ve Celle’nin bizi dünyaya göndermesinin sebebi budur. Bunun için Allah bizi göndermiş; Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmamız için… Bazı evliyalar, “Eğer Allah-u Zülcelal’in muhabbeti, Allah-u Zülcelal’in rızası cennette olmasaydı cenneti de istemezdim” demişler. Allah’a o kadar âşık idiler. Allah’ın zatının muhabbetine, o kadar âşık idiler ki böyle diyorlardı işte… Allah’a sevdalı olalım Allah ne şekilde bize bunu nasip edecek biliyor musunuz? Allah’a sevdalı olalım. Nerede oturursak, Allah’tan bahsedelim. Kalbimizi, ruhumuzu, canımızı, her neyimiz varsa Allah için ortaya koyarsak, Allah da bize aşkını nasip edecek, istediğimizi verecektir. “Benim ahdimi yerine getirin; Ben de sizin ahdinizi yerine getireyim” buyuruyor Allah-u Zülcelâl… “Ne isterseniz ben de veririm” buyuruyor Allah-u Zülcelâl… İşte, bu kısa olan dünyadaki zamanımızı değerlendirirsek, o zaman bâki, ebedü’l ebed olan ahiret hayatımızda da Allah-u Zülcelâl bize istediğimizi hatta istediğimizden daha da fazlasını verecektir. Senin kalbinle hayal edemeyeceğin şeyleri de Allah sana verecektir. Bu fırsat, bu ganimet bizim önümüzdeyken, yapmamamız akıl kârı değildir. Hesap görmemiz lazım kendimizle. Misal olarak söylüyorum; “Bu kitabı buradan kaldırıp buraya koyarsan Allah senden razı olacak!” insan biliyor ama yapmıyor. Ne kadar yazık! Allah gazaba gelecek biliyor ama doğrusunu yapmıyor da tam onun tersini yapıyor. Bildiği halde yapmıyor! Allah, bu nefsimizden, dünyadan, şeytandan bizi uzaklaştırsın, muhafaza etsin. Nefsimizi hayırlarda kullansın. Her derdin çaresi tevbe Tabiinin büyüklerinden Hasan-ı Basr-i radıyallahu anhu arkadaşları ile beraber bir yerde oturuyormuş. Bir kişi gelmiş ona: - Bizim diyarda yağmur yağmıyor, kıtlık var, çok perişanız ya imam! Bize bir yol göster ki bundan kurtulalım?” demiş. Hasan-ı Basri radıyallahu anhu ona: - Gidin tevbe edin, (‘Estağfirullah’ diyerek) istiğfar edin, Allah size verecektir inşaallah, demiş. O soran kişi gitmiş bir başkası gelmiş ve o kişi de: - Ya imam! Ben maddi olarak çok sıkıntı içerisindeyim, borçlarım var, ödeyemiyorum bana dua et, demiş. Hasan-ı Basri radıyallahu anhu ona da diyor ki: - Git tevbe et, istiğfarda bulun, Allah borçlarını ödeyecek inşaallah, diyor, o da gidiyor. Üçüncü bir şahıs geliyor ve: - Ya imam, bana dua edin de Allah bana salih bir evlat versin. Benim evladım yoktur. İmam Hasan-ı Basri radıyallahu anhu ona da diyor: - Git tevbe et, istiğfarda bulun! Böyle derdi olan, sıkıntısı olan kim gelse onlara böyle söylüyor. Herkes gidince arkadaşları ona soruyorlar: - Ya imam, hepsinin derdi sıkıntısı ayrı ayrı ama sen hepsine aynı ilacı verdin, aynı şeyi tavsiye ettin. Bunların hepsinin ilacı tevbe miydi? İmam Hasan-ı Basri radıyallahu anhu onlara, “Allah böyle buyuruyor” diyerek, ayet okuyarak cevap veriyor: “Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nuh; 10-11-12) İşte, tevbe böyledir. Onun için diyorum kıymetini bilelim. Onda her hayır vardır. Ne isterseniz; mal mülk, evlat, ahiret, dünya, hepsi vardır. Yalnız sımsıkı sarılalım ona ve arkadaşlarımıza da onu anlatalım. Allah sizden razı olsun, niye yalnız bizim olsun! Git komşuna söyle, amcanın oğluna söyle, herkese anlat. Onları da cehennemden kurtar, cennete davet et. Elimizden geldiği kadar Allah rızası için İslam’a hizmet edelim. Bilelim ki bu kısa zaman bitecek!... Görüyoruz, geçmişte ne kadar çok dünya ile uğraşanlar vardı. Zengindiler, gece gündüz çalışıyorlardı. Ama öldüler… Her gün duyuyoruz; dostlarımızdan, ahbaplarımızdan birileri ölüyorlar. Kalmıyor kimse. Öldükten sonra da bu amel bize nasip olmaz. Fırsat kalmıyor daha… Onun için elimizde henüz fırsat varken kaçırmayalım. Huzur mu arıyorsun? Allah’a itaat et! Huzur Allah-u Zülcelal’in katındadır. Dünya’da, nefis de, nefsi istek ve arzularına uymak da; bunların hepsinde huzursuzluk vardır. Duymuşum, dünya ile çok meşgul olanlar en sonunda şöyle demişler, “Hiç huzur bulamadık! Ne zaman dünyayı terk ettiysek o zaman huzur bulduk.” Onun için kalbimizin yüzünü, Allah’ın rızasına çevirelim, Allah-u Zülcelal’e yönelelim. Daima elimizden geldiği kadar, Allah’tan rahmet, feyiz, nisbet, şefkat isteyelim. Allah’ın merhametine talib olalım. Allah böyle kalbimizi açık görürse, muhabbetle aşk ile dolduracaktır, inşaallahu teâlâ. İbrahim b. Ethem rahmetullahi aleyhi diyor ki: “Eğer saltanat sahipleri, padişahlar ve onların evlatları, bizim içerisinde bulunduğumuz halin keyfiyetini, lezzetini, ferahlığını, kıymetini bilseler, fark etselerdi; onu bizden almak için harp ilan eder, kılıçla üzerimize gelirlerdi.” Yani saltanat sahipleri, bizim halimizin hakikatini, yani Allah’ın rızasına uygun işler yapmak için gayret etmemizi ve onunla ele geçen huzuru fark etselerdi bizden almak için onu, savaş ilan ederlerdi bize, diyor. Onun için kıymetini bilelim diyorum. Kıymetini bilmezsek eğer, Allah onu alır bizden başkasına verir. İşte, bizim için Allah-u Zülcelal’in aşkının muhabbetinin her şeyimizin üstünde olması lazımdır. Allah-u Zülcelal, kendi fazl u keremi ile razı olacağı amelleri yapmayı bize nasib eylesin. (Âmin)

1 Ağustos 2013 Perşembe

HER RAMAZAN BİR KULLUK COŞKUSU…

Ramazan, temizlik ayıdır. Gönülleri temizler, temiz gönülleri heyecanla dalgalandırır. Hep hayra, iyiliğe, güzelliğe kanatlandırır… Ramazan, Arapça “ramda” kelimesinden doğmuştur. Bu kelime, sonbaharın başında yağarak, yeryüzünü yaz tozlarından temizleyen yağmur manasına gelir. Ramazan ayı da mü’min gönülleri günah kirlerinden temizlediği için aynı kökten isimlenmiştir. Ramazan’ın Arapça “ramad” kelimesinden geldiğini söyleyenler de vardır. Ramad, güneşin şiddetli sıcaklığından dolayı taşların yanıp kızması manasınadır. Mü’minlerin günahlarını yakıp yok eden bu mübarek ay da bu özelliği sebebiyle Ramazan adını almıştır. Ramazan adı hangi kökten doğmuş olursa olsun, manası, temizlik demektir. On bir ayın kiri, pisi, pası Ramazan’da tertemiz olur, ruh arınır, özüne döner. Ramazan’a evlerimiz, sokaklarımız, camilerimiz de tertemiz girer. Demek oluyor ki, Ramazan hem maddi, hem manevi, hem iç, hem de dış temizliğin simgesi olan tertemiz bir aydır. Ramazan su gibidir; tertemiz gelir ve tertemiz eder mü’minleri… Sevgi Ayı Ramazan Bizi seven Rabbimiz, Ramazan’da, bizi sevilecek hale getirir. Oruçla, Kur’an’la, namazla, hayırlı işlerle, fakirleri sevindirip dualarını almakla, melekleşir mü’minler. Bu sebeple Ramazan, Sevgi Ayı’dır. Ramazan’da, ruhunun sesini dinleyen insanlar, barışa daha yatkın olurlar. Kendi özlerine dönmüş, kendileriyle barışmış olanlar, başkalarıyla olan küskünlüklerini de bitirirler. Ramazan, kavganın, kanın, kinin en aza indiği bir zaman dilimidir. Güzeller Güzeli , “Ramazan’da, biri sana gelip sataştığında, ‘ben oruçluyum’ de” buyurur. Yani, “Şu an yapmakta olduğum oruç ibadeti, kabalık, katılık, kırıcılık ve saldırganlıkla bağdaşmaz; zedelenir, sakatlanır, değersizleşir. Bu yüzden, senin seviyene düşemem, sana senin tarzında karşılık veremem” demek ister. Böyle bir davranış, Ramazan’ın sadece takvime değil, kalbimize de geldiğini göstermiş olur. Biz oruç tutarken, oruç da bizi tutar; bizi özümüze, gönlümüze, Rabbimiz’e döndürür. Dünyevileşmekten, bencilleşmekten ve cimrilikten kurtarır bizi. Evet, Ramazan, sadece takvimimize değil, kalbimize de gelmeli. Ramazan, bir eğitim ayıdır. Doğrultur, düzeltir ahlakımızı ve insanlığımızı çoğaltır. Ramazan Vatanımızın Tapusu Ünlü şairimiz Yahya Kemal, İstanbul’u gezdirdiği yabancı arkadaşlarını anlatırken, bize Ramazan’la ilgili çok önemli ipuçları verir. Bir defasında, “İstanbul Bizans’tır, dolayısıyla da Yunanlılara aittir” propagandasını Ramazan-ı Şerif’in bir anda nasıl iflas ettirdiğini anlatır. Yüksek rütbeli bir İngiliz asker olan arkadaşı, akşamüzeri bir anda yanan kandilleri, mahyaları gösterip bu etkileyici şehrayinin sebebini sorar. O da, “Demek ki Ramazan hilali göründü ve mübarek ay başladı” der. Bu açıklama, İngiliz’i şöyle konuşturur: “İşte şu an, Yunanlıların yaptığı propagandaların hepsi, gösteriler ve mavi beyaza boyadıkları duvarlar, bütün tesirini yitirdi. İstanbul şu anki haliyle kime ait olduğunu apaçık gösteriverdi. Hem de hiçbir sun’i çaba, hiçbir hükümet ve teşkilat işi olmaksızın, baharda çiçeklerin açması kadar tabii bir şekilde, İstanbul’un gerçek kimliği ortaya çıkıverdi. Evet, İstanbul Müslüman olduğunu öyle bir gösterdi ki, bunun aksini hiç kimse, hiçbir şekilde ispatlayamaz.” Böylece, Ramazan-ı Şerif getirdiği güzelliklere bir tanesini daha eklemiş ve İstanbul’un Müslüman kimliğini kendiliğinden ispatlayarak, kendisine göz dikenlerin iştihalarını kursaklarında bırakmış… Yani, pekiyi bildiğimiz üzere, Ramazan, sadece ruh ve beden sağlığımızı koruyarak bizi kurtarmıyor, dış dünyaya yansıttığı geleneksel güzellikleriyle, vatanımızın da tapusu oluyor ve onu göz dikenlerden kurtarıyor. Ramazan ihtişamına ülkemizde şahit olan bazı yabancılar, yaşanan güzellikler karşısında hayranlıklarını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Onlardan biri olan Prof. Piyer Mulin, Papa’ya başvurarak, Hıristiyanlık’ta da böyle bir ay ihdas edilmesini teklif etmiştir. Ramazan’da Neler Yapılmalı? Ramazan ayında neler yapmamız gerektiğini, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem birçok hadis-i şerifinde açıklamıştır. Mesela, Ramazan’ın henüz girdiği bir gün, bu ayın, hayır yarışmalarıyla yaşanmasını şöyle istemiştir: “Size bereket ayı olan Ramazan geldi. Bu ayda Allah sizi kuşatıp, rahmetini indirir. Günahları bağışlayıp, duaları kabul eder. Allah bu ayda, sizin hayır hususunda yarışmanıza bakar ve sizinle meleklerine karşı iftihar eder. Allah’a hayırlı ameller takdim ediniz. İsyankârlar ve günahtan vazgeçmeyenler, bu ayda Allah’ın rahmetinden mahrum kalacak kimselerdir.” (Et-Terğib, ll. 99) Bir başka hadiste de şöyle buyurulur: “Ramazan’da bir hayır işleyen kimse, diğer aylarda bir farz işlemiş gibi olur. O ayda bir farz işleyen ise diğer aylarda 70 farz işleyen gibidir. O, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise Cennet’tir. O, yardımlaşma ayıdır. O ayda, mü’minin rızkı bollaştırılır. O ayda, kim bir oruçluya iftar ettirirse bu, günahlarının bağışlanmasına ve Cehennem’den kurtulmasına sebep olur. Aynı zamanda oruçlunun sevabı kadar sevap verilir. Oruçlunun sevabından da bir şey eksilmez.” Ashap’tan bazıları, “Ey Allah’ın Resulü! Hepimizin, bir oruçluyu iftar ettirecek imkânı yoktur” deyince de sözlerine şöyle devam etti: “Allah bu sevabı, oruçluyu kuru bir hurma ile veya bir yudum su ile ya da bir yudum süt ile iftar ettirene de verir. Ramazan’da hizmetçilerinin yükünü hafifleten kimseyi, Allah bağışlar ve Cehennem ateşinden kurtarır.” (Et-Terğib, ll. 94-95) Güzeller Güzeli, yine buyurur ki: “Eğer Ramazan’ın size neler kazandırdığını bilseydiniz, diğer ayların da Ramazan olması için Rabbinize yalvarırdınız.” Kuran’la donanmalı Ramazan’da, Kur’an’la donanmalı. Kutsal Kitabımız, lafzı ve manasıyla, Ramazan’ın süsü, sesi ve neşesi olmalı… Camiler dolmalı; teravihler ailecek kılınmalı… Çocuklar, lütufkâr davetiyelerle Allah’ın evlerine cezbedilmeli… Müminler, camiyi ve cemaati çocuklarına sevdirmek için maddi ve manevi ikram yarışına girmeli… Mabetlerin mü’minlerle ruhlandığı bir mevsime dönüşmeli Ramazan… Oruçlar, çocuk cıvıltılı sahurlarla ve iftarlarla bereketlenmeli… Ramazan’ın geceleri ve gündüzleri, mü’minlere yaptığımız dualara şahitlik etmeli… Atalarımızın zor zamanlarda yaşadığı Ramazan’lar unutulmamalı, unutturulmamalı… Mesela, Çanakkale cephesinde Ramazan’ı yaşayan kahramanlar ibretle anılmalı, ruhlarına Fatihalarla ziyafetler çekilmeli… Kısacası, öyle bir yaşanmalı ki Ramazan, daha bayramı gelmeden, her anı, coşkun bayram sevinçlerini gönüllere taşımalı… Ramazan’dan kalanlar, iç dünyamızı kavrayıp kuşatmalı, hayatımıza damgasını vurmalı, gelecek aylara da güzellikleriyle ulaşmalı… Çocuksuz Ramazan Eksiktir Küçücük çocuklar da masum ve tertemiz gönülleriyle Ramazan’da coşarlar. Oruç tutmak isterler. Teravih namazına sevinçle koşarlar. Sahura kaldırılmadıkları zaman üzülürler, büyüklerinden bir dahaki sahura kaldırılmaları için söz alırlar. Çocuklar, küçücük yaşlarından itibaren ‘tekne orucu’ tutarlar. Bu oruç, günün belli vakitlerinde yiyerek, içerek desteklenen, çocuklara mahsus bir oruçtur. Bir kaç yerinden bölünmüş ve takviye almış bu ilk özel çocuk oruçları çok kıymetlidir. Zira, küçükleri oruçla tanıştırır, bu önemli ibadete alıştırır ve sevdirir. Bu çok kıymetli özel oruçlar, büyükler tarafından satın alınır. Birçok çocuğun hayatında kazandığı ilk helal para, herhalde oruçtan kazandıklarıdır. Ben de hayatımdaki ilk parayı oruç satarak kazanmışımdır. İftar anlarının sevinci, başka hangi sofrada bulunabilir ki! Hele de, çocuk iftarları gönendirir çocukları, unutulmaz hatıralarla süsler hafızalarını... Küçüklerin oturduğu, büyüklerin hizmet ettiği ve sonuçta da diş kiralarının alındığı bu sofralar, unutturulmamalı... Hele de bayrama doğru, çocukların keyfi iyice artar. Çünkü çocuk için bayram, yeni elbise, çok harçlık, şeker, çikolata, tatil, oyun ve eğlence demektir. Çocuksuz Ramazan eksiktir. Çocukluğundan Ramazan hatırası getirmeyen de çocukluğunu eksik yaşamış demektir. Oruç, büyük küçük, fakir zengin herkesi sevindirir. Ramazan, yardımlaşma duygularını da coşturur. Oruçla melekleşen mü’minler, açları doyurmaktan, çıplakları giydirmekten, hastalara ilaç koşturmaktan çok mutlu olurlar. Zekat, sadaka, daha çok Ramazan’da verilir. Ramazana veda ederken… Veda ederken Ramazan, bizden memnun gitmeli ve gözü arkada kalmamalı. Sonraki aylarımızı da, Ramazanlaştıracağımıza inanmalı… Getirdiklerini geri götürmemeli... Ramazanlaşmış yürekler, Ramazan’ın güzelliklerini taşımalı öteki aylara... Çünkü Ramazan, bir aylığına giyilen emanet bir gömlek değil, varlığımızdan bir parça olmalı... İçimize işlemeli, yönümüzü göstermeli, hatta bizi yönetmeli, yönlendirmeli… Biz de onun kılavuzluğunda yürümeliyiz Yüceler Yücesi Cenab-ı Hakk’a… Ramazan, ancak böyle erer hedefine, ancak böyle memnun olur bizden... Bizden memnun olarak giden her Ramazan, İlahi Mahkeme’de şefaatçimiz olur. Hazreti Mevlana, hepimize şu çok ilginç soruyu sorar: “Ramazan’da Allah’ın helallerini bile, belli bir süre için terk eden Müslümanlar, Ramazan’dan sonra Allah’ın haram kıldığı şeyleri nasıl yaparlar?” Öyle ya, Ramazan’ın gündüzlerinde, “Şimdi yasaktır” diye, suya elini uzatmayan bir Müslüman, Ramazan’dan sonra, nasıl haram olan içkileri içebilecektir?

12 Temmuz 2013 Cuma

BÜTÜN CEMAATLERİ SEVELİM, TENKİT ETMEYELİM

“İstiyorum ki köy köy gezerek
Allah’ı anlatayım”
Bugün, bazı hizmet ehli kardeşleriniz yanıma geldiler onlara dedim ki: “Benim yaşım biraz ilerledi, ihtiyarladım ama ruhum, kalbim hala gençtir. Ben istiyorum ki, o gençliğimdeki kuvvetim şimdi olsaydı, şehir şehir değil, kasaba kasaba, köy köy dolaşarak (insanlara Allah’ı anlatarak) hizmet yapsaydım.”

“Bir kişi böyle gece gündüz çalışsa, ağlayarak ibadet etse, hizmet etse yine de Allah, ondan daha fazlasına layıktır. Onun için özellikle gençlere diyorum, ‘Böyle samimi olarak elinizden geldiği kadar Allah için çalışın. Çok memnun olacaksınız. Çok çok memnun olacaksınız. Mükâfatı görünce, kıyamet gününde, umduğunuzdan çok daha fazla memnun olacaksınız.”

Allah için birbirinizi sevin!

Nakşibendî yolu, muhabbet üzerine kurulmuştur. “Muhabbet, ihlâs, teslimiyet” deniliyor. Niçin Nakşibendî Sâdât’ı, bunu temel olarak koymuşlar?

İbn-i Mes'ud radıyallahu anhu yolu ile gelen rivayete göre, Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Allah için birbirlerini sevenler, Allah için birbirlerini ziyaret edenler, kıyamet günü kırmızı yakuttan yapılı bir sütun üzerinde olacaklardır. Bu sütunun üzerinde yetmiş bin teras köşk vardır ki; dünyada güneş, nasıl dünyadakileri aydınlatır ise bu teras köşkler de cennet ehlini öyle aydınlatır. Orada cennet ehli şöyle diyecek: Bizi götürün de dünyada iken, Allah için birbirlerini sevenleri ziyaret edelim. Oraya gittikleri zaman, yüzlerine bir aydınlık vurur ki, tıpkı dünyadakilere güneş vurup aydınlattığı gibi... Onları şöyle görürler; üzerlerinde sündüs ipekten birer giysi vardır.

Alınlarında şu cümle yazılıdır: ‘Bunlar, Allah için birbirlerini sevenler, Allah için birbirlerini ziyaret edenlerdir.”

Çok kolay bir şey! Ne ibadet, ne oruç için, ne de çok namaz kıldığı, ibadet ettiği için değil; sadece “birbirlerini Allah için severlerse”.

Hâlbuki benim kulağıma geliyor, çok üzülüyorum, bakınız hiç biriniz, birinize böyle bir eziyet, bir sıkıntı vermekte istemiyor biliyorum. Öyle olduğu halde, biri birinin yanına gidiyor, “Ahmed şöyledir böyledir...” diyor. Allah razı olsun, bir düşün bakalım, sen nasılsın? O öyleyse sen de böylesin. Bu çok yanlış bir şeydir. O muhabbeti, o köşkleri bir tarafa bırakıyorsun, cehennem azabını, ateşi kendinize çekiyorsun. Buna çok dikkat edelim.

Sanki bir meyve yiyormuş gibi onun nefsine hoş geliyor gıybet etmek. Ki o nefis hakkında da Peygamber aleyhissalatu vesselam, “Sizin en büyük düşmanınızdır” demiş. Nefsine hoş geliyor, başka bir şey değil.

O zaman böyle içinden bir gıybet yapmak hissi, bir istek sana geldiği zaman, o Allah için sevenlere verilecek olan köşkleri hatırla. Gıybet yapma, kardeşine kin besleme. “Allah-u Zülcelal’in bana emrettiği o muhabbetin yerine, ben kin besliyorum ki o mümin kardeşimin gıybetini yapıyorum. Eğer ben onu seversem, onun methederim. Onun yaptığı güzel şeyleri anlatırım.” diye düşün!

O kardeşinin belki bir tane hatası var ama yüz tane de güzel ahlakı var. Yüz tane güzel ahlakını anlat, o bir tane hatasından daha iyidir.

İslam’a hizmet eden cemaatleri de sevelim. Hepinizin telefonunuzda olsun; herkes bunu bilsin, buna çok dikkat edelim: Bir cemaat, diğer bir cemaati sevmiyor. Bir Müslüman diğer Müslüman’ı sevmiyor. Bir de dediğim gibi, hem sevmiyor hem de onun aleyhinde konuşuyor. İki zarar… Çok yanlış bir şeydir bu! Hâlbuki hepsi de Allah için çalışıyorlar. Allah için çalışıyorsunuz…

“Benim cemaatimden değildir”

Şeyh Abdulkadir Geylani kaddesallahu sirruhul aliyye demiş: “Kim birisini severse veya birisine kızarsa, kendini kontrol etsin. Muhasebeye çeksin.”

Sen niye bunu seviyorsun? Senin nefsin diyecek “Bak namaz kılıyor, İslam hizmeti yapıyor, onun için seviyorum.” Allah razı olsun senden, çok iyi yapıyorsun. Allah da onu seviyor, sen de Allah’a uydun. Çok güzel yaptın. Ama bir kişiye de kızıyorsun. “Peki, buna niçin kızıyorsun?” “Bu benim cemaatimden değil ki, başka cemaattendir. Evet, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, zekât veriyor, İslam hizmeti de yapıyor ama benim cemaatimden olmadığı için kızıyorum ona.”
 


Eyvahlar olsun! ...

Nefsimizi azarlayıp ona şöyle diyelim: “Ey nefsim, sen şimdi Allah’tan ayrıldın, şeytana uydun. Allah onu seviyor, bak namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, hizmet ediyor, Allah onu seviyor, senin de onu sevmen lazım!”

O zaman Allah-u Zülcelal ona demeyecek mi? “Sen diyorsun ki ‘Benim cemaatimden değildir.’ O zaman sen, kendi nefsin için çalışıyorsun, benim için değil!”

Bakınız, dikkat edersek, bu hatalarımızın hepsini meydana çıkarabiliyoruz. Fakat genellikle dikkat etmiyoruz, böyle üstten geçiyoruz. Sanki iyi bir şey yapıyormuşum gibi, ona kızıyorum, benim cemaatimden değildir diye. “Şöyledir, böyledir…” Diyerek, hatalarının üzerinden böyle gafletle geçiyor. Haberi yok bundan…

Sâdât-ı Kiram nasıldı? Hakikat, tasavvuf, Allah’ın rızası, onların davranışlarında idi, sadece sözlerinde değil. Bu zamanki sofi, daha namaz kılmasını, abdest almasını bilmiyor, (Cemaatler hakkında) “Şöyle olsun, böyle olsun” diye, kendi kendine bir şeyler üretiyor...

“İslami cemaatleri sevelim”

İstiyorum ki, benim tavrım ne ise sizin de tavrınız da öyle olsun. Tüm müminleri seviyorum ben. Başta; Fethullah Hocaefendinin cemaati, Süleyman Hocaefendi cemaati, Nakşibendî kolları, Kadiri kolları olmak üzere, bütün mümin kardeşlerimizi, Allah’a ve Resulüne iman eden kardeşlerimizi sevelim. Onların bir hatası olduğu zaman da hatalarıyla beraber sevelim onları… Çünkü sevapları var, Allah’ın rızasına muvafık olarak yaptıkları bazı şeyler var.

Peki, “Hata yapıyor? ...” Doğru, hata yapıyor, ama ben de yapıyorum. O halde ne diyeceğim, onun hakkında? Sağda solda konuşmak yerine, elini aç, “Ya Rabbi, bu mümin kardeşlerimi ıslah et, beni de ıslah et, onların hatalarını aff u mağfiret et.” Diye dua et. O zaman melekler senin için ne diyecekler? “Ya Rabbi ona da aynısını ver.”

Ben dua edince, melekler ne diyecek benim için? Diyecekler ki, “Sana da öyle olsun. Seni de Allah aff u mağfiret etsin. Seni de Allah ıslah etsin.” İşte, melekler böyle dua edecekler, meleklerin dualarına mazhar olacaksın.

Orada burada müslümanlar hakkında konuşuyorsun, ne fayda gördün bu konuşmalardan? Hiç… Günahtan başka bir şey yok! Ama o gıybetin yerine, o boş konuşmanın yerine, eğer dediğimiz gibi yaparsak meleklerin dualarına mazhar olacağız. Sen, o arkadaşından daha fazla sevap kazanmış oluyorsun. Daha kârlı oluyorsun, menfaatli oluyorsun. Çünkü sen ona dua ediyorsun, melekler de sana dua ediyorlar. Böyle güzel bir menfaat var.

Onun için diyorum, bu sözlerimizi arkadaşlarınıza iletiniz. Herkes bunu bilsin, böyle olacağız, böyle olmaya çalışacağız.

Bu konuşmamızı, herkes telefonuna kaydetsin ve bunu nerede oturursanız, sohbet yaparsanız, her gittiğiniz yerde birbirinize dinletin, anlatın. Kesinlikle hiçbir cemaatin aleyhinde konuşulmasın. Doğru değildir bu. Ben yapmıyorum, siz de yapmayın. Ben onlara dua ediyorum, siz de dua edin. Birbirimize dua edelim. Menfaatli olan şeyleri yapalım.

Birisi derse, “Acaba Allah katında benim yerim nasıl olacak kıyamet gününde?” Sen neyi önden gönderirsen, o amel üzere gideceksin. Namaz kılarsan, namazın üzere gideceksin. Hac yaparsan, İslam hizmeti yaparsan, ne yaparsan yap, o hal üzere gideceksin. Günah da yaparsan günahın üzere gideceksin. Bu böyledir.
 


İnsanların hidayetine vesile olmak

Hizmetimize böyle, güzelce Allah rızası için birbirimizi sevmekle devam edelim. Onun kıymetini bilelim. İnsanların tevbesine vesile olmak için gayret gösterelim.

Nasıl hiç bir şeye sahip olmayan bir kimse, çalışmadığında eline bir şey geçmiyorsa ahiret için de durum öyledir. Ben bu gün kaç kişiye sebep oldum? Sebep olmak da böyle kıymetsiz değildir. Müslim ve Buhari’nin sahihlerinde rivayet olunan bir hadis-i şerifte, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz İmam-ı Ali’ye şöyle buyurmuş: “Bir insanın hidayetine vesile olman, senin için dünyadan ve içindeki her şeyden hayırlıdır.”

Kim; dünya ve dünyanın içindeki maldan onun eline geçeceğine kanaat getirirse, bunun kıymetini bilirse, boş boş dolaşmayacak, bir kişinin tevbe etmesine vesile olayım, hidayetine vesile olayım demeyecek midir? Diyecek ve yapacak da. O zaman biz yapmadığımız zaman, demek ki bizde bir gevşeklik olduğunu bilelim. Kendimize, “Ben gevşek davranıyorum, daha fazla hizmet etmem lazım.” Dememiz gerekir. Bu şekilde, daima kendimizle hesap görmek suretiyle, hizmetimize devam edelim.

Allah-u Zülcelâl, bizi nefsimize teslim etmesin. Bizi, İslam hizmetinde kullansın. Razı olacağı şekilde amel-i salih nasip etsin, inşaallah teâlâ. (Âmin)

20 Haziran 2013 Perşembe

Nefis, Şeytan ve A’raftakiler

Soru: Kur’ân-ı Kerim’de, kendisine hak ve hakikati bulma yolunda âyetler verildiği hâlde, onlara sırtını dönüp şeytana tabi olan ve neticede azgınlardan biri hâline gelen talihsiz bir kişiden bahsedilmektedir. (Bkz.: A’râf Sûresi, 7/175) Hakka giden yolda bulunuyorken insanın hayatını böyle hazin bir akıbetle noktalamasının sebepleri nelerdir?
Cevap: Hak yolunda giderken başka yollara sapma sebeplerinin başında insanın bu hayatın imtihan için var edildiği ve her an her şeyle imtihana tabi tutulduğu gerçeğini unutması; unutup da nefsin ve şeytanın aldatmalarına kanması gelmektedir. Esasen insan, bir taraftan nefis mekanizması, diğer taraftan da nerede, ne zaman ve ne şekilde karşısına çıkıp kendisini aldatacağı belli olmayan şeytan unsuruyla her zaman karşı karşıyadır. Çoğu zaman bu düşmanlar, insana dost suretinde yaklaşarak doğruyu yanlış, çirkini güzel, bâtılı hak gösterir ve insanı idlâl edebilirler. Bu aldatmalara kanmamak için insan, nefsin ve şeytanın vesveselerine karşı daima uyanık olmak zorundadır. Yoksa bir anlık gaflet bile bazen insanı telâfisi zor veya imkânsız aldanmalara sürükleyebilir.
Nefsimize ve cismaniyetimize bakan yanı itibarıyla dünyanın cazibedar güzelliklerini, o çok aldatıcı şeytanın illüzyon için kullandığı birer malzeme olarak düşünebilirsiniz. Evet, şeytan, amansız bir düşman gibi, hiç olmayacak yerde, olmayacak şeyleri insana çok cazip gösterir. Ne var ki
وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
“Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/216) âyet-i kerimesine göre, hoşumuza giden bazı şeyler, neticesi itibarıyla bizim için zehir zemberektir. Farklı bir tabirle ağzımıza aldığımız zehirli bal başlangıçta çok cazip, tatlı gelse de, arkasından bize şiddetli bir karın ağrısı çektirir. Aynı şekilde insanın karşı karşıya kaldığı bazı hâdiseler vardır ki, dış yüzü itibarıyla acı ve sıkıntı verici görünürler, fakat onların bu acılığına ve sıkıntısına katlandığınızda, âdeta onlarla kanatlanır ve revh u reyhana ulaşırsınız. Mesela şeytan evinizin önünde bulunan ve içine girip temizleneceğiniz bir akarsuyu size çok korkunç ve çok derin göstermek ister. Fakat siz, meseleyi akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimle tetkik edip işin iç yüzünü öğrendiğinizde; öğrenip onun içine girdiğinizde, bakarsınız ki, su topuğunuza bile çıkmıyor ve aynı zamanda bu su sizi arındırıp temizliyor. İşte şeytan bir taraftan negatif illüzyonuyla sizi olumsuzlukların içine çekmeye çalışırken, diğer taraftan da pozitif gibi görünen bir illüzyonla sizi hayırlı işlerden alıkoymak ister. Zira o, Kur’ân’ın ifadesiyle “müsevvil” ve “müzeyyin”dir. Yani insanlara günahları süslü göstermektir.
Gaflet Anını Kollayan Fırsatçı
Evet, insanın en amansız düşmanı olan şeytan, sürekli insanın boşluklarını araştırır, onu hangi noktadan vurabileceğinin hesaplarını yapar; şehvet, korku, makam sevgisi, rahat, menfaat düşkünlüğü gibi zaafları değerlendirir ve fırsatını bulduğu anda insanı tepetaklak yere serer.
Kur’ân-ı Kerim, şeytanın insana karşı nasıl bir hınç taşıdığını, nasıl bir kin ve nefretle dolu olduğunu şu ifadelerle dile getirir:
فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَآَتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ
“Sen beni baştan çıkarıp azgınlığa mahkûm ettiğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onlara sokulacağım ve Sen çoklarını şükreden kullar olarak bulamayacaksın.” (A’râf Sûresi, 7/16-17)
Aynı şekilde, Sâd Sûresi’nde de
فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
“İzzetine yemin olsun ki, ben de onların hepsini baştan çıkaracağım.” (Sâd Sûresi, 38/82) sözüyle şeytanın insana karşı doyma bilmez kin ve hasedi ifade edilir. Bütün bunları ve Kur’ân’ın bu mevzudaki sair beyanlarını göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, insanın bütün sürçmelerinin, kaymalarının, düşmelerinin, Allah’a karşı laubalice tavır ve davranışlarının, gaflet içinde çakırkeyif oynayıp zıplamalarının arkasında şeytanın dürtü ve vesveseleri vardır.
Mevcutla Yetinen Aldanır
Hiç şüphesiz böyle amansız bir hasım karşısında bulunan insanoğlunun, a’rafta duruyor gibi durmaması ve inandığı bütün değerleri, aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle, Kur’ân ve Sünnet’in muhkemâtıyla teyit etmesi, yani “Aslında iman edip Rabbilerine güvenen ve dayananlar üzerinde şeytanın bir nüfuzu yoktur.” (Nahl Suresi, 16/99) ayetinin müjdesine nail olmak için iman ve tevekkül binasını muhkem hâle getirip ilâhî sıyanete sığınması gerekmektedir. Farklı bir tabirle, yetiştiği kültür ortamının kazanımlarıyla yetinen, inandığı değerleri benliğine mâl edemeyen ve imanını tahkike taşıyamayan kimselerin şeytanın tuzaklarından korunmaları mümkün değildir. İşte soruda ifade edilen, yerini tam belirleyememiş böyle kararsız birinin durumu Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da şu ifadelerle anlatılır:
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آَتَيْنَاهُ آَيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ
“Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.” (A’râf Sûresi, 7/175)
Kur’ân, ibret alınması için burada bir insanın hayat macerasını anlatıyor. Öyle ki ona insanın gözünü ve kulağını açacak, dilini doğru konuşturacak, kalbini müstakim düşünceye sevk edecek âyetler yani apaçık mucizeler veya kerametler verildiğini, fakat onun bütün bunlardan sıyrılıverdiğini ifade buyuruyor. Demek ki bu zavallı insan, belli mazhariyetlere sahip olsa da henüz yerini tam olarak belirleyememiş, ayaklarını sağlam yere basamamış, a’râftan kurtulamamıştır. Farklı bir tabirle o, müspet bir ortamda neş’et etmiş olsa da, yetiştiği kültür ortamından elde ettiklerini tabiatına mâl edememiştir. Kültür ortamının mirasyedisi olan bu zavallı insan, sahip olduğu inanç ve malûmatını kendi ceht ve gayretiyle teyit etmediği, bunlar üzerinde ciddî bir fikir sancısı çekmediği ve iradesinin hakkını vermek suretiyle duygu, düşünce ve akide dünyasını yeniden bir kere daha inşa etmediği için takılıp yollarda kalmış ve kaybedenlerden olmuştur. Bazı tefsircilerin ifadelerine göre, ism-i âzamı bilmesi, esrar-ı ulûhiyet ve esrar-ı rubûbiyete vâkıf olması dahi ona bir fayda sağlamamıştı. Çünkü bu bilgiler onun içine oturmadığından kendisine ait değildi. Bu açıdan eğer bir insan, atalarından kendisine intikal eden düşüncelerini, restorasyona tâbi tutmuyor, sahip olduğu malûmatın her parçasının yerli yerinde olup olmadığını bir kere daha gözden geçirmiyorsa, şeytan böyle bir insanın içine her zaman vesvese ve tereddüt tohumları atabilir; atıp onun kalb ve kafasını bulandırabilir.
Kesintisiz Sohbet-i Cânan
Kur’ân-ı Kerim a’râftan kurtulamamış olan bu kişinin durumunu daha sonra şu şekilde beyan ediyor:
 وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلكِنَّهُ أَخْلَدَ إِلَى الْأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَاهُ
“İsteseydik Biz onu o âyetler sayesinde düştüğü yerden çıkarır ve yükseltirdik. Fakat o, yere saplanıp kaldı ve hevasına tâbi oldu.” (A’râf Sûresi, 7/176) Yani o, rahatına, cismaniyetine, şöhretine, taklide, alkışa, heva ve heveslerine takılarak, üzerindeki mazhariyetlerin Allah’a ait olduğunu unuttu. O bütün bunları unutunca, kendisi de unutulanlardan oldu.
Daha sonra ise onun hakkında şöyle buyruluyor:
فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ
“Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da yine dilini salar solur!” (A’râf Sûresi, 7/176) Birkaç ayet sonrasında ise “onlar hayvanlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (A’raf Sûresi, 7/179) buyrulmak suretiyle bu duruma düşenlerin hayvanlardan da aşağı bir konuma yuvarlandıkları ifade ediliyor.
Görüldüğü gibi en şerefli bir varlık olarak yaratılan, yüceliklere aday olan, meleklerden bile daha üstün bir mahiyete sahip bulunan insan, düştüğü zaman düz bir zemine değil, derin bir çukura düşüyor. Yani o, heva ve heveslerinin tutsağı olduğu zaman düz insan seviyesini bile koruyamıyor ve hayvan mertebesine iniyor. İşte böyle bir insanın durumu anlatılırken Allah kelâmında meselenin ciddiyet ve dehşetinden dolayı ifade nezaheti (ifadedeki incelik ve yumuşaklık) bir derece geriye çekiliyor ve böyle birisinin durumu bir hayvan davranışına benzetiliyor.
Hâsılı, şayet insan yürüdüğü yolda kararlı yürümüyor, donanımını bu yolda yürümeye müsait hâle getirmiyor, sürekli kendini yenileme azim ve kararlılığı içinde bulunmuyor ve
جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
“İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” (Bkz.: el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/204) hakikatine bağlı yaşamıyorsa her zaman için bu engellerden birisine takılma ihtimali vardır. O hâlde, insan bütün bu engelleri aşıp hedefine ulaşabilmek için ciddî bir azim ve kararlılıkla himmetini imanını korumaya yönlendirmeli, onun etrafında âdeta aşılmaz surlar oluşturmalı, salih amel ve sohbet-i cânanla da sürekli kalb ve ruhunu beslemelidir.

13 Haziran 2013 Perşembe

AKILLI İNSAN KİMDİR?

Ne mutlu, tevbe eden gençlere!
Birbirine merhameti tavsiye edenler


Allah-u Zülcelâl, kullarına karşı çok şefkatli ve merhametli olduğu için kelamını, peygamberleri vasıtasıyla kullarına ulaştırıyor, Kur’an-ı Azimüşşan’da, ne şekilde kullarından razı olacak, onlar için ne zararlıdır, hepsini beyan ediyor bize…

Allah-u Zülcelal’in kullarına, nelerden razı olacağını bildirdiği ayet-i kerimelerden birisinde şöyle buyuruluyor: “Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar, ahiret mutluluğuna erenlerdir.” (Sure-i Beled; 17-18)

“Birbirlerine sabırla ve merhametle tavsiyede bulunlar var ya…” buyuruyor, onları methediyor, övüyor Allah-u Zülcelâl. Allah-u Zülcelâl, kullarından istiyor ki günah işlememeleri için, Allah’a itaat etmeleri için birbirlerine tavsiyede bulunsunlar, birbirlerine nasihat etsinler. Ve yine, birbirlerine karşı merhametle davransınlar, böyle istiyor Allah-u Zülcelâl…

Hadis-i şerifte, Peygamber aleyhissalatu vesselam buyuruyor: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler…” (Ebu Davud)

Allah Azze ve Celle, “Birbirine merhametle tavsiyede bulunanlar var ya…” buyuruyor. İşte, bu ayette övülen kullardan olmak için bizim; birbirimize merhametle, güzel ahlakla ve şefkatle muamele etmemiz lazımdır.

Allah’ın rahmeti olmasa kimse kendini kurtaramaz. Biz böyle olursak, Allah-u Zülcelal de son nefeste, kabirde, sırat köprüsünde, kıyamet gününde, mahşerde, mizanda ve bütün sıkıntılı yerlerde, bize merhametle muamele edecektir, inşaallahu teâlâ…

Arşın altında gölgelenen bir genç olmak elimizde

Allah-u Zülcelâl buyuruyor ayet-i kerimede: “Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât; 56) Bunu hiç unutmayalım!

Müslim'in Sahih’inde geçen, Mikdâd bin Esved radıyallahu anhudan nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle anlatılıyor: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: Kıyamet günü, Güneş halka yaklaştırılır da nihayet, insanlara yakınlığı bir mil kadar olur! Güneş onları âdeta eritecek ve amellerinin miktarına göre ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimi topuklarına kadar, kimi dizkapaklarına kadar, kimi beline kadar, kimi de gemlenene (ağzına) kadar tere batacaktır!”

Kıyamet günü, işte bu kadar dehşetli bir gündür. Fakat Allah-u Zülcelal, bazı kimseleri, o dehşetli günde mükâfatlandıracaktır.
Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah-u Teâla, yedi insanı, Arşının gölgesinde barındıracaktır:

- Adil devlet başkanı,
- Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,
- Kalbi mescitlere bağlı Müslüman,
- Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,
- Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine ‘Ben Allah'tan korkarım’ diye yaklaşmayan yiğit,
-Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
- Tenhada Allah'ı anıp gözyaşı döken kişi.” (Buhari, Müslim)

Biz, Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde gölgelenecek olan gençlerden olalım inşaallah. Kıyamet gününde Allah'ın kullarını gölgelendireceği gölgeden başka gölge yoktur. İşte gençler, başka gölgenin olmadığı o günde, Allah'ın kullarını gölgelendireceği Arş’ının gölgesinin altında olsunlar inşaallah.

Elbette temiz bir hayat için tevbe etmek lazımdır. Kim tevbe ederse inşaallah, o gençlerden olur. Bir hadis-i kudside de Allah-u Zülcelâl şöyle buyuruyor: “Tevbe edenleri severim. Ama genç olup da tevbe edenleri daha çok severim.”

Ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor Allah Azze ve Celle: “... Allah tevbe edenleri sever ve günahlardan kendilerini temizleyenleri sever.” (Bakara; 222) Yani, “Her kim tevbe ederse; genç olsun, ihtiyar olsun, kadın erkek, kim tevbe ederse seviyorum/severim onları. Amma genç olup da tevbe edenlere, benim muhabbetim daha fazla ve şiddetlidir, kuvvetlidir” buyuruyor...

Onun için bu gençliğimizin kıymetini bilelim, tevbekâr olarak vaktimizi geçirelim. Allah-u Zülcelal'in daha çok sevdiği kimselerden olalım, Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanalım inşaallah.
 


Zenginliğinin de kıymetini bil!

Zenginliğimizi fakirlik gelmeden değerlendirelim; elimizde fazladan bir şey olduğu zaman, sadaka vermekten geri kalmayalım.

Hep anlatılır… Bir zatın keçi ve koyunları varmış. Bir gün, bir tanesini sadaka olarak veriyor. Bir zaman geçtikten sonra, gece rüyasında, tüm keçilerinin ve koyunlarının ona hücum ederek saldırdığını görüyor. Yalnız, o sadaka olarak verdiği kuzu ya da koyun, o kimsenin etrafında dolaşıyor, onu koruyor; bırakmıyor ki öbürleri ona saldırıp zarar versin.

Bunu gören adam rüyasında diyor ki; “Vallahi, ben sadaka vermek ve Allah yolunda harcamak sureti ile senin gibisini daha da çoğaltacağım...”

Neden böyle söyledi? Hakikati gördü çünkü! Biz de öyle görsek kıymetini bileceğiz. Ama Allah bazılarına gösterir, bazılarına da göstermez, çünkü imtihandır dünya...

Onun için zengin olduğumuz zaman, gücümüz yettiği kadar ibadet yapalım, sadaka verelim. Çünkü bazı fakirler vardır, görüyoruz ancak kendi nafakasını toplayacak kadar vakti vardır. Çalışıyor, çalıştıktan sonra vakti kalmıyor, yorgun düşüyor, bir şey yapamıyor. Zengin olan, zengindir zaten, yapabiliyor. O'nun için o zenginliğini değerlendirsin.

Biri zengin, diğeri fakir, iki arkadaş vardı. Zengin olan, fakir olanın daima ihtiyaçlarını görür, ona yardımcı olurdu. Fakat bir zaman geçtikten sonra, fakir olan zengin oluyor, zengin olan fakir düşüyor bu sefer. Eskiden fakir iken sonradan zengin olan önceki adam, zengin iken fakir düşen o arkadaşına hiç yardım etmiyor. Bir gün, o fakir düşen adam, zengin olan arkadaşına gelerek, “Fakirlik ve zenginlik geçicidir kardeşim! Bak, ben sana yardım ediyordum, sen hiç yardım etmiyorsun. Ama senin bu zenginliğin de geçicidir, bir gün bitecek; ancak sen hayır yaparsan senin için menfaatli olacak” diye nasihatte bulunuyor. Çok doğru söylüyor…

Akıllı insan kimdir?

Allah-u Zülcelâl buyuruyor ayet-i kerimede: “Ve her nefis, yarın (kıyamet günü) için ne takdim ettiğine (ne hazırladığına) baksın!” (Haşr; 18) Yani, yarın kıyamet günüdür. Kıyamet gününe insan, ne gönderiyor “Herkes baksın!” buyuruyor, emrediyor bize…

Bu hayatımızı, ölümden önce değerlendirmemiz lazımdır. Allah Azze ve Celle Peygamber aleyhisselama buyuruyor: “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer; 30)

Gelecek olan şey sanki gelmiştir. Çünkü kesindir. Yani, amel yapabilme mekânı olan dünyadan ayrılıyoruz, hesap mekânına dönüyoruz. Ölüm budur, başka bir şey yok…

Şimdi salih amel var, hesap yok. Ama öldükten sonra amel bitiyor hesap başlıyor bu sefer... Onun için buyuruyor Efendimiz aleyhissalatu vesselam hadisi şerifinde; “Akıllı insan, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” (Tirmizi)

Akıllı insanı tarif ediyor Hazreti Peygamber aleyhissalatu vesselam. Bakın, şimdiki zamanda bunun tersidir. Bir insan gece gündüz ibadet yapıyor, zikir yapıyor “Bu delidir” diyorlar. Allah indinde, Hazreti Peygamberin yanında akıllı olan insana “Deli” diyoruz.

Herkes ona, deli divane diyordu. Ama o onlara ne soruyor bakın, “Toprağın altında en çok ne vardır?” Cevap vermemişler ona, verememişler. Yine sorusuna kendisi cevap vermiş: “Ah, uh, keşke” vardır! “En çok bu vardır” diyor. “İnsan, keşke yapsaydım” diyecek, pişman olacaktır.

Başkaları onlara deli diyorlardı ama onlar ne düşünüyorlardı, dikkat edin! Peygamber aleyhissalatu vesselam akıllı insanı nasıl tarif etmişti. Ölmeden önce nefsi ile hesap görecek ve ölümden sonraki hayatı için Allah’ı razı edecek ameller ile çalışacak! Akıllı insan odur. Fakat bakın biz ne diyoruz, “En akıllı insan benim” diyoruz ama sonra bununla bizim alakamız yoktur. Hep dünya, hep meşguliyet, hep keyf ü sefa… Ondan sonra “En akıllı benim” diyoruz. İnsan kendi hatalarını güzel görüp bu şekilde kendini aldatarak gidiyor.

Önce kendi şahsıma söylüyorum. Misal; sabah kalktım, Allah’ın emir ve nehiylerine karşı gevşek davrandım, yapmadım. Ondan sonra da Allah’ın razı olmayacağı işlerle meşgul oldum. O zaman kendime demem lazım “Ben akılsızım!” Çünkü Rabbim öyle diyor, peygamberim öyle diyor!
 


O zaman akıllı olmak için Allah-u Zülcelal’in emir ve nehiylerine sımsıkı sarılalım.

İmam Osman radıyallahu anhu kabre baktığı zaman öyle oluyordu ki sararıp soluyordu, ona soruyorlardı:
- Sen kabir gördüğün zaman, sana kabirden bahsettiğimiz zaman ağlıyorsun, ama kıyamet gününden bahsettiğimiz zaman hiç etkilenmiyorsun. Bu hal nedir? O, onlara cevap veriyordu:
- Ben gördüm, duydum, hazreti Peygamber aleyhisselam diyordu ki “Hesap, sorgu kabirden başlayacaktır! Eğer insan kabirdeki hesabını başarı ile geçirirse sonrakilerde başarılı olacaktır.” Eğer orada kaybederse zaten kaybetmiş oluyor. O’nun için ondan korkuyorum.

Hülasa herkes, Seyda Muhammed Raşid kuddise sırruhu: “İnsan, mümin olarak, maneviyat bakımından ne şekilde olduğunu herkesten daha iyi biliyor” diyordu. Yani herkes, hepimiz, maneviyat bakımından, Allah’ın emirlerine karşı ne kadar samimi olduğumuzu, herkesten daha iyi biliyoruz.

O halde, herkes kendisine baksın! Kulun kendi nefsinde, kalbinde, eğer Allah-u Zülcelal’in rızasına, ecir ve sevaplara düşkünlüğü varsa, meyli varsa o zaman Allah-u Zülcelal’e şükretsin; iyi bir haldedir o kişi. Eğer hali bunun tersi ise tevbe etsin, istiğfarda bulunsun. Kötü bir haldir o. Allah-u Zülcelal’den, başka razı olacağı bir hal istesin inşaallah.

Allah kendisi ile olanı korur

Kim, Allah-u Zülcelâl ile kalbinde, içinde, nefsinde murakabeli olursa Allah-u Zülcelal de onun zahiri azalarını muhafaza edecektir. (Onu günahlardan koruyacak ve ibadet taatleri de ona nasib edecektir.) Allah-u Zülcelal’in muamelesi böyledir kullarına karşı.

Kişi kendi kalbini, Allah-u Zülcelâl için muhafaza ederse, manevi olarak Allah ile beraber olursa, Allah-u Zülcelal de zahiri azalarını muhafaza edecek hatalardan.

Peygamber aleyhisselam daima örnektir bize. Ne yapmışsa Rasulullah gibi yapmak doğrudur, ama ne yapmamışsa o da yanlıştır. Bazı insanlar diyor ya “Zaman değişmiştir, o zaman öyleydi, bu zaman böyledir. Sanki başka bir Kur’an nazil olması gerekir bu zamana göre!” gibi, böyle İslam akaidine uymayan düşüncelere ileri sürüyorlar. Bunlar yanlıştır. Kıyamete kadar Kur’an-ı Azimüşşan’ı, Allah muhafaza edecek ve O’nun hükmü de devam edecektir.

Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacak şekilde amel-i salih nasip etsin. Kendi nefsimize bizi teslim etmesin. Nefsimizi hayırlarda kullansın, inşaallahu teâlâ. (Âmin)

5 Haziran 2013 Çarşamba

BİZİM SAHİBİMİZ ALLAH’TIR



“Ol” der ve oluverir!

Elhamdulillâhi Rabbil âlemîn, vessalâtu vesselâmu a’lâ rasûlinâ muhammedin ve a’lâ âlihî ve sahbihî ecma’în.

Allah-u Zülcelal Kur’an-ı Azimüşşan’da, Kendisini bize tanıtıyor; bütün kâinatta, emrinin nasıl olduğunu, şu ayet-i kerimede bize beyan ediyor: “Bir şey'i(n olmasını) irade ettiğimiz zaman, sözümüz ancak ona ‘Ol’ dememizden ibarettir. (O da derhal oluverir.)” (Nahl; 40)

Bir şeyin olmasını irade ettiğimiz zaman, bizim sözümüz “kûn”dür (!) “Fe yekûn” (hemen oluverir)! Biz “ol” deriz, o da olur. Allah Azze ve Celle böyle buyuruyor. Allah için zor yok, her şey kolay…

O halde, mümin kimselerin; Allah’a iman eden, peygamberlere iman eden, kıyamet gününe iman eden, sırat köprüsüne, mizana, teraziye, haşir gününe iman eden kimselerin, bunlara iman ettikten sonra “Allah için hiçbir şeyin zor olmadığının farkına varıp idrak etmeleri çok mühimdir.

Ahiret hayatı ebedü’l ebed, bakî bir hayattır. Bu dünya hayatı da fani, geçici bir hayattır. İlk önce imanımızın selameti için ve bize haber verilen, muhakkak karşılaşacağımız, o iman ettiğimiz şeyleri, (zor ve sıkıntılı süreçleri) sağ ve salim bir şekilde geçirebilmemiz için Allah Azze ve Celleden yardım isteyelim…

Son nefeste imanı, kabirde ferahlığı, sırat köprüsünün üzerinden selametli bir şekilde geçmeyi, mizanda sevaplarımızın ağır gelmesini hep Allah’tan isteyelim. Allah-u Zülcelal için her şey çok kolaydır. “Ol” der ve oluverir.

Bize en çok lazım olacak şey nedir?

Allah azze ve celle başka bir ayet-i kerimede ne buyuruyor! “Bana dua edin, size icabet edeyim. (Duanızı kabul edeyim.)” (Mü'min; 60) buyuruyor, Allah azze ve celle…

Peki, bize en mühim, en lazım çok olan şey nedir? Ne istemeliyiz? Kıyamette bahusus, ebedül ebed ahiret hayatında, bize en çok lazım olan şey, Allah’ın rızasıdır, Allah’ın aşkıdır, muhabbetidir. Bunları Allah’tan isteyelim ilk önce. Sonra, geçici olan dünyamız için lazım olan şeyleri de isteyebiliriz. Ama en mühim olan şeyler; Allah’ın rızasıdır, aşk ve muhabbetidir bizim için…

İnsanlar bir bina bile yapacak olsa en az bir sene sürüyor. Tuğla getiriyorlar, çimento getiriyorlar, şunu bunu getiriyorlar. Ustalar, işçiler çalışıyorlar da ancak o binayı bitirebiliyorlar. Ama Allah-u Zülcelâl, öyle kudret ve azamet sahibidir ki kâinatın baştan yaratılması için bile “kûn” demesi yeterlidir; yani “Ol!”

Allah’tan isteyelim. Kendimizi Allah-u Zülcelal’in huzurunda fakir ve muhtaç bir dilenci gibi görelim.

“Kelimullah” Musa aleyhissalatu vesselam, Tur-i Sina’da Allah’la konuşuyordu. Tuzunu dahi Allah’tan istiyordu. Nasıl ki bir dilencinin, muhtaç bir fakirin hiçbir şeyi yoktur. Tuzu da yok, suyu da yok, ekmeği de yok... Muhtaç, fakirdir. Nasıl, bir zenginin kapısına gidip istiyorsa ondan, Nebi Musa aleyhissalatu vesselam tuzu bittiği zaman dahi, Allah’tan tuzunu istiyordu. Musa aleyhisselam her şeyini Allah’tan isterdi. Biz de aynen böyleyiz; her şeyimizle Allah’a muhtacız, fakiriz.

Kıl gibi ince olan sırat köprüsünü, Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde cehennem ateşinin üzerine kuruyor. O sırat köprüsü, çok doğru olan bir köprüdür, dümdüz gidiyor böyle... Allah azze ve celle de dünyada insanlara doğru yolu göstermiştir. Kişi, dünya hayatında ne kadar Allah’ın doğru yolunun üzerinde doğru giderse, sırat köprüsünün üzerinde de o kadar doğru gidecektir. Ona o şekilde kolay olacak, müstakim olacaktır. Ne kadar doğru olursa, ona o kadar kolay oluyor sırat köprüsünün üzerinde doğru gitmek…

Az da olsa doğruluktan ayrılırsa sırat köprüsü de ona o kadar zor oluyor. Neuzûbillah, günahkâr olan kimseler için o sırat köprüsünün kenarında Allah kancalar icat ediyor. O kancalar da o kişinin günahına göre oluyor; (dünya hayatında) günahlara o kişi ne kadar meyilli ise onun kancaları da o şekilde ya büyük ya küçük oluyor, o kancalara meyilli gidiyor o kimse. Ve bu şekilde, günahı çok ise o kancalar sebebiyle nihayet cehennem ateşine düşüyor, neuzubillah.

Ne kadar da dünyada, Allah-u Zülcelal’e karşı doğru olursak kıyamet günü sırat köprüsünün üzerinden geçerken, o kadar da Allah-u Zülcelâl bize kolaylık veriyor.

İbadet, Allah-u Zülcelal’in kalesidir

Allah-u Zülcelâl’e itaat ve ibadet etmek mümin için Allah-u Zülcelal’in bir kalesidir. İnsan ibadet ettiği, yaptığı zaman Allah-u Zülcelal’in o kalesinin içine girmiş oluyor; dünyadan, nefisten, şeytandan muhafaza oluyor. Kim ona girerse emin oluyor. Kim de ondan, Allah-u Zülcelal’in kalesinden çıkarsa, ibadet yapmazsa, günahların içine girerse onun etrafı hep korkunç şeylerle kuşatılmıştır; karanlıktır ve her şey onun aleyhine gerçekleşmektedir.

Düşünün ki öyle bir ortamdasınız ki korkunç şeylerle karşılaşmışsınız; yılanlar, akrepler, aslanlar size hücum etmiş, ateşler geliyor üzerinize! Nasıl ki bunların hepsi korkunç şeylerdir, onlara maruz kaldığın zaman, senin vücudun helak olacak, parçalanacak, yanacaksa manevi olarak da günahlar karşısındaki insanın durumu aynen böyledir. Bunu böyle bilelim!

Şimdi gözümüzle görmüyoruz ama bir zaman gelecek (öldüğümüz zaman) gözümüzle göreceğiz bunları…

Elhamdulillah, demek Allah-u Zülcelâl bizi sevmiştir ki, bize bu sohbet meclisini, bu nezih ortamı, mescidini bize nasip etmiş; tevbe etmek için gelmişiz ve bize fırsat vermiştir, bunun kıymetini bilelim. Allah-u Zülcelal’in gazabına sebep olacak olan o günahlarımızdan tevbeye gelmişiz ve tevbe ettiğimiz takdirde, o günahların hepsi sevaba çevrilecek inşaallah.
 

Ma’ruf’i Kerhi rahmetullahi aleyhi diyor; “Allah-u Zülcelal, bir kuluna hayır dilediği zaman, ona ilk önce salih amel kapısını açacaktır.”
İlk önce tevbeyi nasip edecek, o kul günahlardan yüz çevirecek ve salih amel kapısı açılacaktır ilk önce, inşaallah. Eğer Allah-u Zülcelal bir kuluna da şer dilerse; kıyamet gününde hak ettiği için bir kuluna da azap etmek isterse o zaman da bunun tersidir; salih amel kapısını ona kapatıyor o zaman. Görüyoruz gözümüzle, Allah’ın birçok kulları vardır, Allah’a iman da ediyorlar ama imanları zayıftır; kumarhanelere, rakı içilen yerlere gidiyorlar. Salih amel ve hayır kapıları onlara kapatıldığı için olsa gerek, salih ameller yapamıyorlar (farzları bile eda edemiyorlar), hayır da bulunamıyorlar, neuzubillah.

Cüneyd-i Bağdadi rahmetullahi aleyhi de diyor ki; “Kul, kalbinden bir hayır, bir iyilik, bir hasene yapmak için niyet ettiği zaman, Allah-u Zülcelal de ona yetmiş Tevfik (yardım) kapısı açar.” Niyet ettiği o işte başarılı olsun diye, o kuluna yetmiş başarı kapısı açar, diyor.

Hemen tevbe edelim

Yani, Allah Azze ve Celle insanın kalbine bakıyor. İnsanın kalbinde olan niyet ne ise Allah ona, o şekilde muamele ediyor. “Ben bu günahları yapıyorum ama Allah bunlardan razı değildir, ben rabbimin razı olmadığı işler yapıyorum, kendimi düzeltmem lazım. Yoksa kıyamet gününde Allah bana gazap eder! Neden böyle yapıyorum? Benim tevbe etmem lazım!” diye düşündüğünüz için, kalbinizde böyle düşünceler ve niyetler olduğu için, hayra niyet ettiğiniz için Allah sizi bu camiye getirdi. İnsan, ilk önce hayra böyle niyet ediyor; ondan sonra, Allah Azze ve Celle tevbeyi nasip ediyor, amel-i salihte başarı veriyor, devamlı sohbet meclislerine gitmeyi o kuluna nasip ediyor.

İşte, bu şekilde, Allah kulunun kalbine bakıyor. Dikkat ediniz! Kalp nazargâh-ı ilahidir. Orayı temiz tutmamız lazımdır. Hatta kalbimize kötü bir niyet geldiği zaman, hemen “Özür dilerim, beni affet ya Rabbi! Şeytan bana vesvese verdi, Estağfirullah.” diye hemen tevbe edip Allah’a yönelelim. Böyle olduğumuz zaman, Allah-u Zülcelal de daima bize razı olacağı halleri ve salih amelleri nasip edecektir.

Biz şöyle bilelim ki bütün kâinat, Allah-u Zülcelal’in hükmü altındadır, tasarrufat Allah’a aittir. “Allah daima tasarruf ediyor. Bütün insanlara, cinlere, bitkilere, bütün kâinata, Allah tasarrufta bulunuyor. Ya nefsim! Ven de onlardan birisiyim. Onun için Allah’ın nazargâhı olan kalbimi, her an Allah’ın razı olacağı bir biçimde temiz tutmalıyım.” Diyerek, kendi nefsimize itapta bulunalım. (Onu uyaralım, ikaz edelim.)

Allah sana yardım edecektir!

Allah-u Zülcelâl, bana ne emretmişse onu yapmam lazımdır! Neden de sakındırmışsa onu da yapmamam lazım.

Aklım kabul ediyor bunu. Çünkü herkesi görüyorum ölüyorlar. Ben de öleceğim. Eğer ben Allah-u Zülcelal’i razı edersem, son nefeste Azrail aleyhisselam ruhumu almaya geldiği zaman; öldükten sonra kabirde, münker ve nekir sorduğu zaman; haşirde ve nerede olursa olsun… Eğer Allah için bir şeyler yapmışsam Allah meleklerine emredecek, “Buna güzel davranın!” diye buyuracak. “Ya Azrail onu incitme! Ya Münker Nekir kabirde onu incitmeyin! Ya kabir, o kulumu incitme, onu sıkma!” diye emredecek ve bana yardım edecektir.

Rabbimizin biz kullarına karşı muamelesi böyledir. Onun için biz Rabbimize kurban olalım. Biz Allah’a muhtacız. Her şeyimizi Allah’a feda etmemiz, her şeyimizle Allah’a feda olmamız lazımdır.

Yine, Cüneyd i Bağdadi rahmetullahi aleyh devamla, “Bir kişi de kalbiyle bir kötülüğe niyet ettiği zaman, kötü bir niyet kalbine koyarsa neuzubillah ‘Mesela; ben gidip hırsızlık yapacağım’ dese, onun için de Allah’ın gazabına götüren yetmiş kapı açılır.” diyor.

Onun için elimizden geldiği, gücümüz yettiği kadar, kalbimizi temiz tutmamız ve Allah-u Zülcelal’in rızasına layık hale getirmemiz lazımdır.

Allah’a kaçın, sığının!

Eğer biz, amel-i salih yaparsak, günahlardan kendimizi muhafaza eder, tevbe edersek Allah-u Zülcelal’e karşı; Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor: “Allah’a kaçın, (O’na) sığının!”

Bakınız, yani nefisten, şeytandan, dünyadan, bunların fitnesinden kaçın, Allah’a doğru gidin. Allah’a iltica edin, sığının! Allah sizi muhafaza edecektir…

Evet, biz zahiri olarak bir şey görmüyoruz, bize sıkıntı olmuyor ama aynen öyledir. Bir ateşi, şiddetli bir rüzgâr sana doğru getiriyor; nasıl kaçacaksın ondan sen! Beni yakacak diye öyle bir kaçacaksın ki işte günahlar da aynen öyledir. Şeytan, nefis, dünya, bunların hepsi ateştir, onlardan kaçmamız lazımdır. “Fefirrû ilellâh” diyor Azze ve Celle… “Allah’a doğru kaçın, iltica edin, sığının Allah’a!” buyuruyor.

Kim, bütün kainâtın sahibine hizmetçi olursa Allah azze ve celle, hem dünyada hem de ahirette, ona yüksek dereceler nasip edecektir. Çünkü kâinatın sahibidir, yüksek dereceleri veren de O’dur. O’nun için kim, kâinatın sahibine hizmetçi olursa Allah, ona en yüksek dereceleri verecektir. Kim de -neuzubillah- ona asi olursa en alçak dereceleri verecektir. Cehennemde en alçak, en derin, dereceleri en şiddetli olan kötü yer Şeytan’ındır. Ona mutabaat yapan, onun peşinden giden kimseler de onunla orada olacaklardır, neuzûbillah! (Allah korusun!)

Elhamdulillah, Allah bize iman vermiştir. İmandan sonra amel-i salih de yaparsak, Allah Azze ve celle ayet-i kerimede buyuruyor: “Allah, müminlerin velisidir (sahibidir, koruyucusudur.)” (Âli İmrân; 68)

Nasıl bir ev sahibi, hane halkına, ev ahalisine sahip çıkıyor, onlara bakıyor, sıkıntı ve eziyetlere karşı onların emniyetini sağlıyor. Allah Azze ve Celle de müminlerin sahibidir ve müminleri öyle korur. Allah Azze ve Celle de bizim sahibimizdir.

Allah-u Zülcelal hepimize tevbe-i nasuh (kalıcı tevbe) nasip etsin, kendi nefsimize bizi teslim etmesin. O nefsimizi, hayırlarda kullansın inşaallah. (Âmin)

30 Mayıs 2013 Perşembe

Kul Hakkı

1) Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor:
“Sonra şüphesiz, siz de kıyamet günü, Rabbinizin huzurunda hesaplaşacaksınız.”
Zümer 31
2) Ebu Katade (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün, sahabelerin arasında ayağa kalktı ve onlara hitaben:
‘Şüphesiz ki Allah yolunda cihad ve Allah’a iman amellerin en faziletlisidir’ buyurdu.
Bunun üzerine biri kalkıp:
−Ya Rasulallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem günahlarım benden silinir mi, bu hususta ki görüşün nedir? dedi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona:
−‘Eğer sabredici, ecrini sadece Allah’tan umarak savaşır, ileri atılıcı ve geri kaçıcı olmadan Allah yolunda öldürülürsen evet’ buyurdu.
Sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o kimseye:
−‘Nasıl dedin’ buyurdu.
O kimse:
−Eğer Allah yolunda öldürülürsem günahlarım benden silinir mi, bu hususta ki görüşün nedir? dedi.
Rasulullah ona (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Eğer sabredici, ecrini sadece Allah’tan umarak savaşır, ileri atılıcı ve geri kaçıcı olmadan Allah yolunda öldürülürsen evet. Ancak kul borcu (hakkı) müstesnadır. Bunu bana Cebrail söyledi’ buyurdu.”
Müslim 1885/117
Yani borçlu şehitte olsa, alacaklı alacağından vaz geçip borçluya hakkını helal etmedikçe, Allah’ın onu bağışlamayacağını ifade etmek istiyor.
3) Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Kimin yanında kardeşinden haksız olarak alınmış bir şey varsa bundan dolayı hak sahibiyle helalleşsin! Ahirette hiç bir dinar ve dirhem yoktur! Kardeşinin hakkı için kendi sevaplarından alınmadan önce dünyada iken onunla helalleşsin! Ahirette zalimin (haksız yere aldığı şeyi) hakkı karşılayacak sevabı bulunmazsa kardeşinin kötülükleri (günahları) alınır ve o zalimin üzerine atılır’ buyurdu.”
Buhari 6447, Ahmed 9621, 10578, Begavi 3978
4) Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘İflas eden kimdir biliyor musunuz?’ dedi.
Sahabeler:
−Ey Allah’ın Rasulü! Bize göre iflas eden, parası ve malı olmayan kimsedir dediler.
Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Benim ümmetimden iflas eden kişi, kıyamet günü kıldığı namazıyla tuttuğu orucuyla ve verdiği zekâtıyla getirilir ve aynı zamanda işlediği günahlardan; sövdüğü, zina isnadında bulunduğu, haksız yere mal yediği, haksız yere kan akıttığı ve ona buna vurduğu şerlerde ortaya konacaktır. Böylece o kişi yaptıklarının hesabını vermeye başlar ve yaptığı kötülüklere karşılık iyilikleri verilir. İyilikleri bitince de hakkını aldığı kişinin günahlarını almaya başlar. Sonucunda da cezasını ateşle çekmek üzere cehenneme atılacaktır. İşte iflas eden bu kişidir’ buyurdu.”
Müslim, Tirmizi
Bazı bid’atçılar bu hadisin Allah (Azze ve Celle)’nin:
“Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez...” ayeti muarızdır diye itirazda bulunmuşsa da bu itiraz, cehaletten ileri gelen bir hatadır. Çünkü iflas eden kişi kendi fiili ve zulmüyle hak ettiğinin cezasını çekecektir. Hiç bir kabahati yokken cezalandırılacak değildir. Ehl-i sünnetin görüşü budur.
5) Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Kıyamet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas (hakkı) alınacaktır’ buyurdu.”
Müslim
6) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
“…Sonra Allah-u Teâlâ yakındakilerin işittiği gibi uzakta bulunanların da işitebileceği gibi onlara şöyle seslenir:
−Deyyân, hesaba çekici benim, Melik benim. Kendisinde cennet ehlinden birinin hakkı olan cehennemlik kimse kısas olunmadan cehenneme giremez ve kendisinde cehennemliklerden birinin bir tokat ile de olsa hakkı bulunan cennetlik kimse de kısas olunmadan cennete giremez.”
Terğib ve Terhib 7/127, Ahmed 16138
7) Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Allah katında divanlar (amel defterleri) üç tanedir. Birinci divanı Allah yüklenip önem vermez. İkinci divandan Allah bir şeyi terk etmez (yani onda ne yazılı ise onu uygular). Üçüncü divan ise, Allah onu bağışlamaz. Allah’ın (içerisindekini) bağışlamayacağı divana gelince; Allah’a şirk koşmaktır. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah’a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram kılmıştır.” Allah’ın (içerisindekine) önem vermediği divana gelince; kulun Rabbisiyle kendi arasında bir gün orucu terk etmesi veya namazı terk etmesi (gibi) nefsine zulmetmesidir. Allah azze ve celle dilerse onu bağışlar ve ondan vazgeçer. Allah’ın içerisinden bir şeyi terk etmeyeceği divana gelince; kulların birbirlerine zulmetmeleridir. Kaçınılmaz onda kısas vardır’ buyurdu.”
Ahmed bin Hanbel, Hâkim el-Müstedrek 4/576
Hesaba çekilme herkes için söz konusu değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ümmetten yetmiş bin kişiyi hesapsız ve azaba uğramaksızın cennete sokacağını Rasulü’ne bildirmiştir.
Buhari 6452, Müslim 220/374
Bunlar kendilerine rukye yapılmasını istemez, bedenlerini dağlamaz, uğursuzluk inancı taşımaz ve ancak Rablerine tevekkül ederler. Onların yüzleri dolunay parlaklığı gibi parlar halde olacaktır. Aynı zamanda bu yetmiş bin kişinin her bin kişisiyle beraber yetmişer bin kişi yani 70×70.000= 4.900.000 kişi ve Rabbimizin tutamlarından üç tutam avuç miktarı insan da hesapsızca cennete girdirilecektir.
Tirmizi 2554, İbni Mace 4286, Ahmed 22508, 22659
Allah-u Teâlâ kullarına karşı, annenin çocuğuna duyduğu merhametten daha fazla merhametlidir.
Buhari 5996, Müslim 2754/22
Yüce Mevla gökleri ve yeri yarattığı gün rahmeti yüz parçaya ayırdı. Bunlardan bir parçayı cinler, insanlar, hayvanlar ve haşerelerin arasına indirip yaydı. İşte o tek bir parça rahmet sebebiyle mahlûkat birbirine şefkat etmekte, vahşi hayvanlar bile yavrularına meyledip onları ihmal etmemektedir. Rahmeti gazabına galip gelen Rabbimiz rahmetinin kalan doksan dokuz kısmını geri bırakmıştır ve kıyamet gününde o kalan kısımla kullarına merhamet edecektir.
Buhari 5997, Müslim 2751-2753
Azabı da çetin olan, Rahman, Rahim, Raûf şefkatli, Latîf yumuşaklık ve lütuf sahibi, Halîm yumuşaklıkla muamele edici ve Gaffâr çokça bağışlayıcı olan Rabbimizden bizlere hesap gününde rahmetiyle muamele etmesini ve bizleri cennetine girdirmesini niyaz ediyoruz.