13 Ocak 2011 Perşembe

BABANIN ‘SALİH’ OLMASI SENİ KURTARMAZ

http://sabrikontek.azbuz.com :} Dede veya babalarının salih olması, fasık çocuklarına veya torunlarına fayda verir mi?


Şunu hepimiz bilmeliyiz ki, iman ve küfür, tokluk ve açlık gibi haller olup bir insandan diğer insana geçmez. Yani tok olan bir kimsenin tokluğu, çocuklarına sirayet etmediği gibi iman, küfür ve isyan gibi şeyler de babadan evlada veya evlattan babaya sirayet etmez.


Bilindiği gibi Nuh aleyhisselam büyük peygamberlerden olduğu halde, oğlu Tevhid’i reddettiği için kâfir olarak ölmüştür. Dolayısıyla, babasının büyük bir peygamber olması ona fayda vermemiştir!


Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin amcası Ebu Talib, Hz. Peygamber (sav)’i o kadar himaye ettiği halde, iman etmediği için cezaya uğrayacaktır.


Bunlardan anlaşılıyor ki, bir insanın salih veya abid olması, onun fasık veya kâfir olan babasına veya çocuklarına fayda vermemektedir.


Evlat babası gibi salih insanlar olursa…


Ancak, Allahu Zülcelâl dilediğinde, salih kullarının hürmetine, onun yakınlarına da ihsanda bulunduğu da bir gerçektir. Nitekim Allahu Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da salih bir kimse idi…” (Kehf; 82)


Ayeti kerimede geçen; “Babaları da salih bir kimse idi” cümlesinden anlıyoruz ki, o çocukların babalarının salih olması hürmetine Allahu Zülcelâl, Hızır aleyhisselama duvarı düzeltmesini emretti.


Hatta tefsir kitaplarında da geçtiği üzere, Cafer bin Muhammed şöyle demiştir: “O iki yetim çocuk ile salih babaları arasında yedi tane baba vardır. Burada bahsedilen hazine, yedinci dedelerinindi.”


O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde etmişlerdir. Nitekim İbni Abbas radıyallahu anhu ayeti kerimede geçen: “O ikisinin babası salih kimse idi” ifadesi hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “O iki çocuk, babalarının salih kimse oluşları sebebiyle korunmuşlardır.”


Muhammed bin Muktedir de şöyle demiştir: “Allah-u Zülcelâl, salih bir insanın hatırına, onun çocuklarını, torunlarını ve akrabasını korur. Onlar, Allah'ın koruma ve gözetiminde olurlar.”


Allah-u Zülcelâl başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “İman eden ve nesillerinden imanda kendilerine uyan kimselere, nesillerini de kendilerine katarız. Onların amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kazandıklarına karşı rehindir.” (Tur; 21)


Âlimlerin çoğu, bu ayeti kerimeyi şu şekilde tefsir etmişlerdir: “O kimseler ki iman etmişler, zürriyetleri de iman ederek onların ardından gitmiştir. İşte biz, onların zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır. Yani zürriyetleri, amel bakımından atalarından daha aşağı derecede olmakla beraber, iman ederek onlara tâbi olmaları sebebiyle, cennette atalarının derecelerine çıkarılarak yanlarında bulundurulurlar.


“Böylece onların (atalarının) zevk ve sevinçleri tamamlanmış olur. Bununla beraber kendilerine amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir. Yani, zürriyetlerini kendilerine katmaktan dolayı, yaptıkları amellerin sevaplarından, onlara bir şey eksik verilmiş değildir.


“Muttakiler, Allah’ın yardımı ile kurtulup cennetlerde nimetler içinde yaşayacaklar ve Allah’ın lütfuna mazhar olmak suretiyle, zürriyetlerinin yükselmesine de sebep olacaklardır. Bu cümlenin zikredilmesi, zürriyetler açısından da önemlidir.”


Yani zürriyetlerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın sırf babalarının kazançlarıyla değildir. Kendilerinin iman ederek onlara uymaları ve izlerinden gitmeleri kurtuluşlarının asıl sebebidir. Ataları fiilen sebep oldukları için evlatlarını cennette yanlarında görmekten mutlu olacaklar, evlatları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini kurtarmış ve Allah'ın lütuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır.


Amel etmeyen kendisini kurtaramaz


Demek ki evlatlar, kendi fiilleri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak çalıştıkları takdirde, atalarının feyzinden de faydalanarak, daha kolay bir şekilde yükselebilirler.


İşte Allah Zülcelâl, müminlerin evlatlarını, atalarına uymak suretiyle yükselmeğe sevk ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri için (sonda) “Herkes kendi kazandığına bağlıdır” buyurdu.


Buna göre, insan atalarının durumlarına güvenip amelden geri kalmamalıdır. Hiç bir amel yapmadan, atalarının takvasıyla kurtulacağını zannetmesi, babasının yemek yemesi ile kendi karnının doyacağına veya babasının hacca gitmesi ile kendisinin hacı olacağını zannetmesi gibidir.


Bazı kimseler, çalınan eşyaların yerini bulmak için ve hırsızı tanımak için cinlere başvurduklarını iddia ediyorlar. Böyle bir şey mümkün müdür?


Allahu Zülcelâl, ayeti kerimede şöyle buyurmuştur: “De ki; göklerde ve yerde olanlar gaybı bilmezler. Ancak Allah bilir.” (Neml; 65)


Ayeti kerimede de belirtildiği gibi Allah-u Zülcelal’den başka gaybı bilen yoktur. Ancak istisna olarak, Allahu Zülcelal’in peygamberlere ve velilere zaman zaman gaybı bildirdiğini unutmamak gerekir. (Hızır aleyhisselamın kıssası, Allah’ın velilerine de bazı şeyleri bildirebileceğine delildir.)


Cinler de mahlûk olup gayb bilgisine sahip değildirler. Hatta cinlerin bilgilerinin insan bilgisine itibarla daha az olduğu belirtilmiştir. O halde, gaybı bilmesine imkân olmayan cinlerin bir başkasına gaybı bildirmesi mümkün olabilir mi?


İmanları tehlikededir


Akaid kitaplarında da belirtildiği üzere, kehanetle uğraşanlar, “çalınan malları bulurum, cinlerden haber alırım” diyenler ve onları tasdik edenler, (Allah muhafaza) kâfir olurlar.


Fetava el-Bezzaziye’de de belirtildiğine göre, bir kimse “çalınmış şeylerin yerini bilirim veya cinler bana yerlerini bildiriyor” derse kâfir olur.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Bediüzzaman ve İmam Gazzâlî

http://sabrikontek.azbuz.com :} Gelmiş-geçmiş İslâm âlimleri arasında Üstad Bediüzzaman’a en çok benzeyen İmam Gazzâlî’dir. Eğer yaşadıkları şartlar ve ortam aynı olsaydı, belki aralarındaki misliyet de ayniyete inkılâp ederdi. Ne var ki şartlar farklıydı; İmam Gazzâlî’nin yaşadığı dönemde, Müslümanlar arasında, monizm ve neoplatonizm gibi felsefî cereyanlar oldukça yaygındı. Günümüzde olduğu şekliyle bir inkâr-ı ulûhiyet söz konusu değildi. Gerçi dolaylı yollardan hakikat-ı ulûhiyete münafi sayılan bir kısım kabuller vardı: Meselâ, bir taraftan Allah’ın isimleri ve sıfatları mevzuunda, “aynı mı, gayrı mı?” tartışmaları olurken, diğer taraftan bazılarının “Hiç sıfat yoktur, tevhid esastır.” gibi “dalâlet” diyebileceğimiz mülâhazaları vardı ki, işte İmam Gazzâlî de bunlara karşı mücadele etmişti.

Ama -hâşâ- o büyük imama bir nakîse isnadı mahiyetinde anlaşılmamak kaydıyla, onun döneminde fünun-u medeniyenin (pozitif bilimlerin), tabir-i diğerle aklın ziyasının biraz ihmale uğradığı ve zamanla medresenin kendinden beklenen fonksiyonu eda edemez hâle geldiği de bir gerçekti. Üstad’da ise, daha bidayet-i hayatında, medrese-mektep-zikirhâne aynı değer ölçüleri içinde, aynı ihtimamla ele alındığı müşâhede edilir. Şunu da söylemek mümkündür ki, İmam Gazzâlî bugün olsaydı, o da Üstad’ın yaptığı aynı şeyleri yapardı.

Ayrıca Gazzâlî döneminde fünun-u medeniye ile felsefî ilimler birbirinden henüz ayrılmamıştı. Felsefe, bütün cereyan ve ekolleriyle yüzde doksan dokuz şüphe, tereddüt ve kuşku üretiyordu. Dolayısıyla felsefeye karşı çıkma aynı zamanda fünun-u medeniyeye ve araştırmaya da karşı çıkma gibi algılanıyordu. Bu açıdan İmam Gazzâlî mazur olabilir. Ne var ki bizim İslâmî düşünce tarihimiz ele alındığında, İmam Gazzâlî ve Nizamiye Medreseleri ile başlayan bir fünun-u medeniye ihmali içine girildiği de bir gerçektir. İslâmî düşünce tarihimizin gerçek çöküş sebepleri ise aslında 7-8. Asra dayanmaktadır ki, Üstad da, Muhakemât’ın başında buna işaret eder.

Aslında Bediüzzaman ile İmam Gazzâlî kıyaslandığında bunun dışında daha pek çok yönüyle birbirlerine benzedikleri görülür. Meselâ, her ikisinde de ciddî bir Sünnî çizgiyi koruma gayreti ve her şeyi Kitap ve Sünnet’e bağlama cehdi göze çarpar. Ayrıca her ikisinin, yaşadığı dönem de oldukça buhranlıdır. Asya’daki çözülme sonucu, oradaki devletler birbirleriyle boğuşmaktadırlar. Hatta o dönemde, bölge devletlerinin Asya’yı bir baştan bir başa yangın yeri hâline getirmeleri söz konusudur. İşte böyle bir dönemde, İslâmî toplumlara birlik ve beraberlik ruhunun üflenmesi çok önemliydi. Aynı şeylerin hemen hepsi, Devlet-i Âliye’nin parçalanması, İslâm’ın dağılması-çözülmesi döneminde de söz konusu idi. Gazzâlî döneminde felsefî cereyanlar, akideye müteallik bazı hususların yayılma istidadında olmasına karşılık Üstad döneminde pozitivizm ve rasyonalizm gibi “izm”ler gemi azıya almıştı. O, Müslümanın düşünce hayatından sanat anlayışına kadar hemen her sahada işgal yaşadığı bir dönemde ortaya çıkmış ve bütün bu işgallerin hepsini birden göğüslemeye çalışmıştı. (Fikir Atlası, s. 18-19)