4 Mart 2018 Pazar

Ashab Gibi Olsun Kardeşliğimiz…

Yüce Allah, Hucurat suresi 10. ayet-i kerimede “İnananlar ancak kardeştirler.” buyurarak inananların birbirinin kardeşi olduğunu ilân etmiştir. Peki bu insanları birbirine kardeş kılan bağ nedir? Diye bir soru akla gelebilir. Çünkü normalde insanlar birbirleriyle nesep ve kan bağı yoluyla kardeş olurlar. İşte İslam’da insanları kardeş kılan bağ, iman ve inanç bağıdır. Çünkü bütün inananlar bir Allah’a kulluk etmektedirler. Yani Rableri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, peygamberleri birdir. Bütün bu birliktelikler, inananları birbirine kenetleyen inanç bağlarıdır. Bu bağ çok kuvvetli bir bağdır. Hatta kan bağından da üstündür diyebiliriz. Allahu Zülcelal, ayetin devamında “kardeşlerinizin arasını düzeltiniz.” buyuruyor. O halde Rabbimizin bize yüklemiş olduğu bir görev vardır. O da birbirine dargın olan küs olan kardeşlerimizin arasını düzeltmek ve onları barıştırmaktır. Kardeşliği bozan sebepler Ayetin devamında “Allah’tan korkunuz ki, size merhamet edilsin.” buyrulmaktadır. Yüce Allah, müminleri kardeş ilân ettikten sonra, bu kardeşliği zedeleyen ve kardeşliğe zararlı olan kötü huyları birer birer zikrederek mü’minlerin bu davranışlardan kaçınmalarını emretmektedir. Toplum düzenini bozan ve müminler arasındaki sevgi, birlik ve beraberliği ortadan kaldırmaya sebep olan manevî hastalıklardan bazılarını şöyle zikredebiliriz: Alay etmek, Ayıplamak. Kötü lakap takmak. Su-i zanda bulunmak. Tecessüs, başkalarının ayıbını araştırmak. Dedikodu, gıybet etmek. Haset etmek. Sevgili Peygamberimiz de inananların kardeş olduğunu söylemiştir. Bu konuda birkaç hadis-i şerife bakacak olursak: “Birbirinize haset etmeyiniz. Birbirinizin satışına engel olmayınız, birbirinize kızmayınız, birbirinize sırt çevirmeyiniz, ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez onu rüsva etmez, ona hakaret etmez, (diyen peygamber sallallahu aleyhi vesellem üç defa) “takva buradadır.” diyerek göğsüne işaret etmiştir.” (Buhari, Nikah, 45; Müslim, Birr, 30-32.) Yine sevgili Peygamberimiz bir defasında; “Mü’minler bir binanın taşları gibi birbirini tutar.” deyip parmaklarını birbirine kenetlemiştir. (Buhari, Salat, 88; Müslim, Birr, 65.) “Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü’minler, bir tek cesede benzerler. Vücudun bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını duyar.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 159, 203.) “Müslüman müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, öbürü öbür tarafa bakıp geçer (birbirine selam verip konuşmazlar) onların en hayırlısı, ilk selam verendir.” (Buhari, Edeb, 57, 62; Müslim, Birr, 25.) Medine’de kurulan kardeşlik topluluğu Müslümanlar arasındaki İslam kardeşliğini tesis eden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemdir. Nitekim Peygamber Efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman, orada iki büyük Arap kabilesi yaşıyordu. Bunlardan biri, Evs diğeri de Hazreç kabileleri idi. Bu iki kabile câhiliyye döneminde birbirlerine son derece düşman idiler. Aralarında savaşlar çıkmış, bu savaşlar aralıklarla 120 sene devam etmişti. Bunların en şiddetlisi, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden önce tam beş yıl devam etmiş olan “Buas Savaşı” idi. Bu savaşta her iki kabile de büyük kayıplar vermişti. Yahudiler bunları tahrik ediyorlar, aralarındaki düşmanlığı kızıştırıyorlardı. Çünkü bunların birleşmesi, güçlenmesi kendi aleyhlerine olurdu. Bu durum Hz. Peygamberin Medine’ye hicret edip bu iki kabilenin İslam ile müşerref olmalarına kadar devam etmiştir. Allah, İslam ile bu iki kabilenin arasındaki düşmanlığı giderdi, kalplerini birleştirdi. Hep beraber Allah’ın ipine sarıldılar. Allah’a imandan başka hangi bağ onları birleştirebilirdi? Hangi kuvvet onları kaynaştırabilirdi? Yüce Rabbimiz Evs ve Hazreç kabileleri arasında önceden meydana gelen olaylara işaret ederek şöyle buyuruyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılıp bölünmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmandınız, Allah kalplerinizi birleştirdi de O’nun nimetiyle kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarındaydınız. Allah sizi ondan kurtardı. Allah doğru yolu bulasınız diye ayetlerini size böylece açıklıyor.” (Al-i İmran, 3/103.) Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde olmaları, İslam düşmanlarını her dönemde rahatsız etmiştir. Büyük müfessir İbn Kesîr bu ayetin tefsirinde şöyle bir olay anlatır: Yahudilerden biri, Evs ve Hazreç kabilesinin bir arada bulunduğu bir topluluğa rastlar. Onları birlik ve beraberlik içerisinde görünce rahatsız olur, adamlarından birini onların yanına gönderir. Oraya varıp oturmasını, daha önce aralarında yıllarca devam eden harpleri hatırlatmasını söyler. Adam gider, kendine söylenenleri yerine getirir. Bir an câhiliyye duyguları kabarır, birbirlerine düşerler, kızarlar, kabilelerini yardıma çağırırlar ve silahlarını çekerler. Harre denilen yerde karşılaşmak üzere sözleşirler. Durum Allah Resûlüne bildirilince yanlarına gelir, onları teskin etmeye çalışarak: “Ben aranızda iken yine mi câhiliyye davası?” der ve yukarıda zikrettiğimiz Âl-i İmran Suresi 103. ayetini okur. Onlar da yaptıklarına pişman olurlar, barışırlar, silahlarını atarlar ve birbirlerinin boyunlarına sarılırlar. (bkz., İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, I, 389.) Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret ettikten sonra yaptığı önemli faaliyetlerden biri de Mekke’den hicret eden muhacirler ile Medine’deki Ensar arasında gerçekleştirmiş olduğu kardeşliktir. Muhacir ve Ensar’ın kardeşiliği Mekke’li Muhacirler yurtlarından, yuvalarından kopmuşlar, kavim ve kabilelerinden ayrı düşmüşler, dinleri uğrunda mallarını, mülklerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmişler, böylece Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “muhacir” unvanını almışlardı. Medineli müslümanlar da onları en yakınlarına, hatta kendilerine bile tercih ederek her türlü yardım ve fedakârlıkta bulunmuşlar, bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de, belirtildiği üzere “Ensar/yardımcılar” vasfıyla anılmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de onların bu fedakârlığı hakkında şöyle buyrulur: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9.) Bu kardeşlik anlaşmasının gayesi, Muhacirleri desteklemek, onların yurtlarından ve yuvalarından uzak düşmelerinin vermiş olduğu gariplik ve ıstırabı gidermek, mâlî sıkıntılarını bir ölçüde de olsa hafifletmek içindi. Resûlullah sallalalhu aleyhi vesellemin Medîne’de, Ensâr ve Muhacirler arasında tesis etmiş olduğu bu kardeşlik, maddî ve manevî yardımlaşma esasına dayanıyordu. Ensar, Muhacir kardeşlerini alıp evlerine götürdüler, mallarına ortak yaptılar. Resûlüllah sallalalhu aleyhi veselleme başvurarak: – Ya Resûlallah! Hurmalıklarımızı Muhacir kardeşlerimizle aramızda paylaştır, dediler. Resulullah sallalalhu aleyhi vesellem: – Hayır, öyle olmaz. Buyurmuş ve hurmalıkların mülkiyetinin kendilerine ait olmasını, Muhacirlerin de hurmaların bakımını yaparak çıkacak mahsulü paylaşmalarını söylemişti. (bkz., Kamil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi, VIII, 57.) Hatta başlangıçta Muhacir ile Ensar birbirlerine vâris bile oluyorlardı. Bu durum Bedir muharebesine kadar devam etmişti. Bedir muharebesinden sonra nâzil olan: “Hısımlar, Allah’ın kitabınca birbirlerine daha yakındır.” (Enfâl, 8/75.) ayetiyle din kardeşleri arasında vâris olma durumu kaldırılmıştır.( bkz., İbn Sa’d, Tabakât, I, 238.) Kardeşlik menfaate dayalı olmamalı İslam tarihine baktığımızda, Allah’ın emirlerine sarıldığımız, birbirimize sevgi, saygı ve hoşgörüyle bağlandığımız zamanlarda bu İslam kardeşliğinin, bizi daima zaferden zafere taşıdığını görmekteyiz. Osmanlı tarihi bunun canlı bir şahididir. Fakat ne zaman ki, İslam’ın emirlerini kulak ardı etmişiz, birbirimize karşı sırt çevirmeye başlamışız, o andan itibaren aramızdaki birlik ve beraberlik bozulmuş, kuvvetimizi kaybetmişiz ve perişan hale gelmişizdir. Müminler asla gönül ve kalp kırmamalıdırlar. Çünkü gönül Allah’ın Kabesi, nazargâhıdır. Bir gönül tamir etmek, Haccetmekten daha ileridir. Nitekim Mevlana, Mesnevisinde “gönül almaya bak, bu en büyük hacdır. Bir gönül binlerce Kâbe’den üstündür. Çünkü Kâbe’yi Azer oğlu Halil yapmıştır. Hâlbuki gönül, Allah’ın yapısı ve O’nun baktığı yerdir.” demektedir. Mümin bir kardeşinin başına gelen felaketi gidermeye çalışmayan, onun düştüğü duruma sevinenler için şu ayeti kerime ne kadar ibret vericidir: “Mü’minler arasında fenalığın yayılmasını isteyenler için muhakkak dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır.” (Nur, 24/19.) Bütün buraya kadar zikrettiklerimizden anlaşılacağı üzere, mü’minler arasındaki kardeşlik menfaate dayanan kardeşlik değildir. Zira gerek Kur’an gerekse Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, menfaate dayanan kardeşliği reddeder. Böyle bir kardeşliği asla kabul etmez. Çünkü menfaate dayanan kardeşlik, menfaatlerin bittiği yerde son bulur. Batıdaki insanlar arasındaki ilişkiler menfaate dayanmaktadır. Dolayısıyla menfaat ve çıkara dayalı ilişkiler zayıf olmakta ve toplumu meydana getiren insanları birbirine yardımlaşma ve dayanışmaya sevk etmemektedir. Hâlbuki İslam’ın öngördüğü kardeşlik, inanç bağına dayandığı için hem daha kalıcı olmakta hem de daha kuvvetli olmaktadır. İnce ince kıllar bir araya geldiğinde, tonlarca ağırlığı olan gemileri dahi zaptedebilir. Hâlbuki tek kılı, karınca bile koparabilir. Ayrılığa düşüp, parçalanıp, kardeşliğimizi bozmamalıyız. Aramızdaki problemleri Allah’ın kitabı halleder, yeter ki ona müracaat edelim. Meselelerimizi ona başvurup çözelim.

Dinde İhmalkârlığın Çareleri

Gevşekliğin vahim sebebleri İmam Rabbanî rahmetullahi aleyh hazretleri müridlerine yazdığı pek çok mektubunda, dini yaşama konusundaki ihmalkarlığın sebeplerini tahlil etmeye ve bu hususta Müslümanların gösterdiği tembelliğe çare bulmaya gayret sarf eder. Güncel hayattan canlı misaller ile bu konuda gösterilen vurdumduymazlığı gidermeye çalışır. Ona göre bu hususta müslümanları en çok aldatan husus; şeytanın ve nefsin Allah’ın rahmetine güvendirerek, insanı ibadet ve itaatten alıkoymalarıdır. Başka bir sebep de insanın Allah’ın emirlerinin yapısı konusundaki cehaleti ve gafletidir. İnsanlar dini yaşamanın hem bu dünyada hem de ahirette kendi menfaatlerine olduğunu kolayca unutmaktadırlar. “Ey oğul! Allah Subhanehu’nun emirlerini ihmal etmenin iki sebebi vardır: Ya şeriatın getirdiği hükümleri yalanlamak ya da Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin büyüklüğünü dünya ehlinin büyüklüğünden daha az önemsemektir. Her iki durumun da ne denli şenî ve çirkin olduğunu iyi anlamak gerekir.” (73. Mektup) Allah emirleriyle kullarına ikramda bulunmuştur! İmam Rabbanî’nin dini hayattaki ihmalkarlığımızı gidermek için zikrettiği delillerden biri de aslında dini hayatın bizim lehimize olduğunu hatırlatmaktır. İnsanlar bazen emirlere uyma ve haramlardan kaçmanın faydası Allah’a imiş gibi davranmaktadırlar. Hâlbuki her tür itaat ve ibadetin asıl faydası insanın kendisinedir. “Şeriat-ı Muhammedî’nin getirdiği ibadetlerin edasının amacı kulların menfaatini ve maslahatını korumaktır. Yoksa ibadetlerin, şânı yüce olan Cenab-ı Hakk’a bir yararı yoktur. O halde kul bu ibadetleri sonsuz bir şükran duygusu ve minnettarlık içinde yerine getirmelidir. Allah Teâlâ mutlak surette hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde emirler ve yasaklar koymakla kullarına ikramda bulunmuştur. Öyleyse bu büyük nimete layıkıyla şükretmemiz ve şeriatın hükümlerini minnettarlık içinde yerine getirmemiz gerekmektedir.” (73. mektup) İmam Rabbanî hazretleri konuyu daha iyi anlatmak için bize şu misali verir. Yüksek makam sahibi bir insan, bizim menfaatimize olmak üzere bize bir iş tevdi etse o işi seve seve yerine getiririz. Halbuki aynı insan, her açıdan kendi lehine olduğunu bildiği halde Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmekte tembellik göstermektedir. İmam Rabbanî’ye göre bu tutum Allah’ın azametini kulların azametinden daha küçük görmek ve önemsememek ile aynı manaya gelmektedir. Fasık ve gafillerin imanı İmam Rabbanî Hazretleri, uyarılarına devam ederek şöyle der: “Muhbir-i sâdık (doğru haber getiren) Hazreti Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin getirmiş olduğu habere bir yalancının getirdiği haber kadar değer vermeyen bir insanın imanı ne kötü bir imandır. Şekli bir İslam’ın insanın kurtuluşuna hiçbir faydası yoktur. Bilakis kurtuluş için yakinî imanı elde etmeye çalışmak gerekir. Ama bırakın yakinî, zannın ve vehmin bile yeri kalmadı.” (73. mektup) İmam Rabbanî hazretlerine göre akıllı insan tehlike ve korku ihtimali bulunan bir durumda yalancının bile sözüne itibar eder, ne var ki aynı insan dini konularda Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sözlerini itibara almamaktadır. İmam Rabbanî hazretleri Allah’ın özellikle mali emirlerini yerine getirme hususunda nefsin cimriliğini ortaya koyarak tasavvuf yolunun saliklerine şu emri verir; “Ey oğul! Nefis bizatihi çok cimridir ve Allah Teala’nın emrini yerine getirmekten daima kaçar. Benim size böyle yumuşak konuşmama aldanma, aslında mal ve mülk hepsi Allah’a aittir. Kul hangi hakla bu hakkı bekletir ve erteler? Aynı şekilde ibadetlerin edasında, nefsin arzularına uyup gevşek davranmamalı ve üzerimize ödenmesi vacip olan kul haklarını ödemek için azami çaba sarf etmelidir. Burada yani dünya hayatında kul hakkını ödemek kolaydır. Yumuşaklık ve nezaketle bu borçtan kurtulmak mümkündür. Ama o iş ahirete kalırsa çözümü mümkün olmayan bir probleme dönüşür.” (73. mektup) Bu sebeple akıllı bir mümin, hem Allah’a karşı hem de insanlara karşı olan borçlarını bu dünyada eksiksiz yerine getirmelidir. Gençlik zamanı; fırsatı değerlendirme zamanıdır! İmam Rabbanî dinin emir ve yasaklarını yerine getirme hususunda gençliğin ve vücud sağlığının büyük bir imkan olduğunu ve bu fırsatın kaçırılmamasını özellikle tavsiye eder: “Amel işleme zamanı şüphesiz gençlik zamandır. Akıllı olan hayatının bu dönemini zayi etmeyip fırsatı değerlendirendir. Çünkü insanın ileri yaşlara kadar yaşayacağı hususunda bir garanti yoktur. İnsanın çok yaşayacağı farz edilse bile acziyetin ve yaşlılığın insanı kuşattığı bir ihtiyarlık döneminde insan, amelleri layıkıyla yerine getirmeyebilir. Ama gençlikte cemiyet (işleri toparlayabilme hali) mevcuttur. Zaman fırsatları değerlendirme zamanıdır, güç ve iktidar dönemidir. O halde bu günün işini yarına bırakmanın ve “sonra yaparım” düşüncesine kapılmanın ne mazereti olabilir ki? Hangi özür bu ihmali meşrulaştırır?” (73. mektup) İmam Rabbanî hazretleri dini emirleri erteleme hususunda ilginç bir tavsiyede bulunarak bir müminin dünya için ahireti ertelemesi yerine, ahiret için dünya işlerini ertelemesini tavsiye eder. Bilindiği üzere insanlar genelde dünya işlerine öncelik vererek ahiret işlerini ileri yaşlarda yaparız mantığı ile hareket etmektedirler. “Evet, bu gün ahiret işleriyle olan meşguliyetin, dünyevi anlamda önemi olan adi işleri yarına ertelemene sebep oluyorsa ne güzel! Ancak bunun aksi bir durum, yani; dünya meşgaleleri ahiret işlerini ertelemene sebep oluyor ise bu çok çirkin bir durumdur. Gençliğin baharında, nefis ve şeytan gibi din düşmanlarının insanı kuşattığı zamanda yapılan az bir amelin itibarı diğer zamanlarda yapılan amellerin kat kat üstündedir. Bu durum şuna benzer ki cesur, güçlü ve atılgan olan askerlerin, düşman istilası esnasındaki itibarları daha fazladır. Onların bu esnadaki basit bir gayreti ve ufak bir sebatı bile büyük bir itabar görür. Aynı davranış ve tutum düşmanın şerrinden emin olunduğu zamanlarda aynı itibarı görmez.” (73. mektup) Allah dostlarının tümü bizleri dini emirleri yerine getirme hususunda gösterdiğimiz tembellik sebebiyle daima uyarmışlardır. Bu konuda nefsin ve şeytanın tuzaklarını bize ayrıntıları ile tanıtmışlardır. Bizlere düşen bu uyarılara kulak vermek, üzerimizdeki ölü toprağını silkeleyerek vazifelerimizin şuuruna varmaktır.