18 Ağustos 2011 Perşembe

Ramazan ve Komşuluk medeniyeti

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Yüce dinimiz İslam’ın medeniyet mefkûresi insan ilişkileri üzerine bina edilmiştir. Bizim Yaratıcımızla ilişkimizden hemen sonra o ilişkiyi en çok belirleyen, insanlarla, tabiatla varlıkla ve kâinatla olan ilişkilerimizdir. İnsanın çevresi ile olan ilişkilerinde aile, aile içerisinde anne-baba, eş ve çocuklar önceliklidir. İlişkiler açısından bakıldığında aile halkasından sonraki halkada yakın akrabalar, daha sonra yetimler, muhtaçlar, uzak ve yakın komşularımız, dost arkadaş, yolcu ve en nihayet sevgili Peygamberimizin (s.a.s.); “Hepiniz Âdem’densiniz Âdem ise topraktan yaratılmıştır.” ifadesiyle yaratılışta kardeş olan ve bütün insanlığı içine alan bir ilişkiler ağı önerilmektedir. İşte İslamiyet’in medeniyet mefkûresi bütün bu ilişkiler ağını içine alan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Dinimiz İslam, bu ilişkiler ağını ilmek ilmek dokumuş, gergef gergef örmüştür.

Kerim Kitabımız’da “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 36.) buyurulmak suretiyle insan ilişkileriyle ilgili çok önemli esaslar ortaya konulmuştur. Toplumun huzur ve mutluluğu ancak bu ilişkilerde rahmet, sevgi, saygı, meveddet, şefkat vb. ilkelerin hâkim kılınmasıyla mümkündür.

İslam literatüründe komşuluk ilişkileri, hem inanç hem hukuk hem de ahlakla ilişkilendirilmiştir. Pek çok hadiste gerçek mümin olmanın yolunun, komşularımızla ilişkilerimizi düzgün tutmaktan geçtiği belirtilir. Nitekim Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Yanı başındaki komşusu açken tok yatan kimse (gerçek) iman etmiş olamaz.” (İbn Ebî Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6.) “Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun; Allah’a ve âhiret gününe iman eden komşusunu rahatsız etmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.” (Buhârî, Rikâk, 23.) Cebrail (a.s.) tıpkı namazı öğretmek için Hz. Peygamber’e geldiği gibi, komşuluk ilişkilerini anlatmak için de ona gelmiştir. Sevgili Peygamberimiz; “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı kılacak sandım.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 28.) buyurur ki, bütün bu hadisler komşuluk ilişkisinin inanç, hukuk ve ahlak boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aynı çatı altında güne başlayıp, aynı duvara yaslanarak günü sonlandırdığımız komşularımız, hayat telaşı içinde unutulmayacak kadar değerlidir.

Çağımızda, farklı yaşam biçimleri, hızlı kentleşme, göçler, nüfus yoğunluğunun artması gibi unsurlarla, ölçüsüz maddileşme eğilimleri, dünyevileşme, bireysellik, bencillik, insanların tutkularına esir olması, nemelazımcılık gibi olumsuzluklar, insan ilişkilerinin bütün boyutlarını olumsuz yönde etkilediği gibi, komşuluk ilişkilerinde de derin sarsıntılara yol açmıştır. Öyle ki artık aynı evin içersinde yaşayan insanlar dahi farklı odalara kapanarak birbirlerine komşu olmaya başladılar.

Günümüzde teknolojik imkânlar mesafeleri ortadan kaldırdığı için uzak komşularımız bize yakın olmuş, yine büyük kentlerde yatay komşuluk dikey komşuluğa dönüşmüş ve komşuluk kavramını değiştirmiştir. Buna bağlı olarak da bize yeni sorumluluklar yüklemiştir. Bu nedenle modern zamanların yeni bir komşuluk konseptine ihtiyacı var. Dolayısıyla da çağa, modern metropollere, megapollere yeni bir komşuluk aşısı gerekmektedir.

İşte onbir ayın sultanı olarak nitelendirilen Ramazan ayı, bu aşının yapılmasında, özümüzde var olan iyilik, kardeşlik ve dayanışma duygularımızı yeniden canlandırarak komşuluk ilişkilerimizin yeniden inşasında önemli fırsatlar sunmaktadır. Bu mübarek ay, aslında müminler arasında pek çok alanda beraberlikler ortaya çıkarmaktadır. Her şeyden önce hangi ırk ve renkten olursa olsun fakiriyle zenginiyle oruç tutarak açlığı ve susuzluğu birlikte yaşıyor, iftar sevincini/coşkusunu beraber tadıyor, sahura kalkarak bereketli zamanları birlikte paylaşıyoruz. Bu sebeple, Ramazanın bize kazandırdığı manevi iklimi taçlandırmak için, komşuluk ilişkilerimizi yeniden canlandırarak hep birlikte yeni bir fiilî seferberlik başlatmamız gerekir.

Komşuluk ilişkilerinin yeniden canlanmasında milletimizin manevi hayatına hizmet eden din görevlilerimize de çok önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu nedenle din gönüllüleri olarak, öncelikle kendi aramızdaki ilişkileri gözden geçirmeliyiz. Bu çerçevede her bir din görevlimiz, önce kendi komşusuyla ve din görevlisi arkadaşıyla komşuluk ilişkilerine bir göz atmalı, yaşayarak bunu insanlara anlatmalıdır. Her bir din görevlimizin, Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri, literatürümüzü ve kültürel mirasımızı dikkate alarak komşulukla ilgili başlatmış olduğumuz bu uygulamalı seferberliğe öncülük yaparak büyük katkılar sağlamasını bekliyorum. İnanıyorum ki, bu husustaki çabalarımız, örselenen komşuluk ilişkilerimizin tamir edilmesinde ve yeniden canlandırılmasında çok hayırlı kapılar açacak ve toplumumuzda bir farkındalık oluşturacaktır.

Ramazan ve Komşuluk medeniyeti

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Yüce dinimiz İslam’ın medeniyet mefkûresi insan ilişkileri üzerine bina edilmiştir. Bizim Yaratıcımızla ilişkimizden hemen sonra o ilişkiyi en çok belirleyen, insanlarla, tabiatla varlıkla ve kâinatla olan ilişkilerimizdir. İnsanın çevresi ile olan ilişkilerinde aile, aile içerisinde anne-baba, eş ve çocuklar önceliklidir. İlişkiler açısından bakıldığında aile halkasından sonraki halkada yakın akrabalar, daha sonra yetimler, muhtaçlar, uzak ve yakın komşularımız, dost arkadaş, yolcu ve en nihayet sevgili Peygamberimizin (s.a.s.); “Hepiniz Âdem’densiniz Âdem ise topraktan yaratılmıştır.” ifadesiyle yaratılışta kardeş olan ve bütün insanlığı içine alan bir ilişkiler ağı önerilmektedir. İşte İslamiyet’in medeniyet mefkûresi bütün bu ilişkiler ağını içine alan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Dinimiz İslam, bu ilişkiler ağını ilmek ilmek dokumuş, gergef gergef örmüştür.

Kerim Kitabımız’da “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 36.) buyurulmak suretiyle insan ilişkileriyle ilgili çok önemli esaslar ortaya konulmuştur. Toplumun huzur ve mutluluğu ancak bu ilişkilerde rahmet, sevgi, saygı, meveddet, şefkat vb. ilkelerin hâkim kılınmasıyla mümkündür.

İslam literatüründe komşuluk ilişkileri, hem inanç hem hukuk hem de ahlakla ilişkilendirilmiştir. Pek çok hadiste gerçek mümin olmanın yolunun, komşularımızla ilişkilerimizi düzgün tutmaktan geçtiği belirtilir. Nitekim Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Yanı başındaki komşusu açken tok yatan kimse (gerçek) iman etmiş olamaz.” (İbn Ebî Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6.) “Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun; Allah’a ve âhiret gününe iman eden komşusunu rahatsız etmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.” (Buhârî, Rikâk, 23.) Cebrail (a.s.) tıpkı namazı öğretmek için Hz. Peygamber’e geldiği gibi, komşuluk ilişkilerini anlatmak için de ona gelmiştir. Sevgili Peygamberimiz; “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı kılacak sandım.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 28.) buyurur ki, bütün bu hadisler komşuluk ilişkisinin inanç, hukuk ve ahlak boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aynı çatı altında güne başlayıp, aynı duvara yaslanarak günü sonlandırdığımız komşularımız, hayat telaşı içinde unutulmayacak kadar değerlidir.

Çağımızda, farklı yaşam biçimleri, hızlı kentleşme, göçler, nüfus yoğunluğunun artması gibi unsurlarla, ölçüsüz maddileşme eğilimleri, dünyevileşme, bireysellik, bencillik, insanların tutkularına esir olması, nemelazımcılık gibi olumsuzluklar, insan ilişkilerinin bütün boyutlarını olumsuz yönde etkilediği gibi, komşuluk ilişkilerinde de derin sarsıntılara yol açmıştır. Öyle ki artık aynı evin içersinde yaşayan insanlar dahi farklı odalara kapanarak birbirlerine komşu olmaya başladılar.

Günümüzde teknolojik imkânlar mesafeleri ortadan kaldırdığı için uzak komşularımız bize yakın olmuş, yine büyük kentlerde yatay komşuluk dikey komşuluğa dönüşmüş ve komşuluk kavramını değiştirmiştir. Buna bağlı olarak da bize yeni sorumluluklar yüklemiştir. Bu nedenle modern zamanların yeni bir komşuluk konseptine ihtiyacı var. Dolayısıyla da çağa, modern metropollere, megapollere yeni bir komşuluk aşısı gerekmektedir.

İşte onbir ayın sultanı olarak nitelendirilen Ramazan ayı, bu aşının yapılmasında, özümüzde var olan iyilik, kardeşlik ve dayanışma duygularımızı yeniden canlandırarak komşuluk ilişkilerimizin yeniden inşasında önemli fırsatlar sunmaktadır. Bu mübarek ay, aslında müminler arasında pek çok alanda beraberlikler ortaya çıkarmaktadır. Her şeyden önce hangi ırk ve renkten olursa olsun fakiriyle zenginiyle oruç tutarak açlığı ve susuzluğu birlikte yaşıyor, iftar sevincini/coşkusunu beraber tadıyor, sahura kalkarak bereketli zamanları birlikte paylaşıyoruz. Bu sebeple, Ramazanın bize kazandırdığı manevi iklimi taçlandırmak için, komşuluk ilişkilerimizi yeniden canlandırarak hep birlikte yeni bir fiilî seferberlik başlatmamız gerekir.

Komşuluk ilişkilerinin yeniden canlanmasında milletimizin manevi hayatına hizmet eden din görevlilerimize de çok önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu nedenle din gönüllüleri olarak, öncelikle kendi aramızdaki ilişkileri gözden geçirmeliyiz. Bu çerçevede her bir din görevlimiz, önce kendi komşusuyla ve din görevlisi arkadaşıyla komşuluk ilişkilerine bir göz atmalı, yaşayarak bunu insanlara anlatmalıdır. Her bir din görevlimizin, Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri, literatürümüzü ve kültürel mirasımızı dikkate alarak komşulukla ilgili başlatmış olduğumuz bu uygulamalı seferberliğe öncülük yaparak büyük katkılar sağlamasını bekliyorum. İnanıyorum ki, bu husustaki çabalarımız, örselenen komşuluk ilişkilerimizin tamir edilmesinde ve yeniden canlandırılmasında çok hayırlı kapılar açacak ve toplumumuzda bir farkındalık oluşturacaktır.

16 Ağustos 2011 Salı

Nefsin mertebeleri

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)

NEFSİ EMMARE :
Hep kötülüğü emreden, hayırda ve ibadette gözü olmayan nefistir. Her türlü günahı çe-kinmeden işler. İman ve akıl devreden çıkar. Sonunu ve ölümü asla düşünmez.
Nefsi emmare; kibir, hırs, şehvet, haset, gazap, cimrilik ve kin gibi kötü ahlakların kaynağıdır.

“Gerçekten nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği müstesna.” (Yusuf; 53) ayet-i kerimesinin haber verdiği durumdadır. Acilen irşada ve ıslaha muhtaçtır. Vaktinde tevbe ile tedavi edilmezse;

“Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalblerini kirletmiştir.” (Mutaffifin; 14) akıbeti kaçınılmaz olur. Allah muhafaza.

NEFSİ LEVVAME:
Bu makam, tuttuğu yolun yanlışlığını anlayan, günah ve kusurlarının farkına varan, kendisini Allah-u zülcelal’den uzaklaştıran nefis ve şeytanı kınamaya ve azarlamaya başlayan insanların makamıdır. Tamamıyla günahtan kurtulamamışlardır, ama nefis ile mücadele etmeye başlamışlardır.
Düşmanı tanımak ve tehlikenin farkına varmaksa kurtuluşun ilk basamağıdır. Ama emniyetli bir makam değildir. Bir gün camide, bir gün meyhanededir. Bundan kişisel çaba ile kurtulmak zordur. Çaresi bir mürşidi kamile bağlanmaktır.

NEFSİ MÜLHİME:
Levvame makamında, nefis ile başlattığı mücadelede galip çıkan insanların ulaştığı olgunluk mertebesidir. Çoğunlukla hakka ve hayra yönelmişlerdir. Ara sıra günah ve gaflete düşseler bile hemen farkına varıp tövbe ederler.
Yaptığı ibadet ve taatten zevk alırlar ve sehven işlemiş olduğu günahlardan pişmanlık duyarlar ve tövbe ederler.
Allah-u Zülcelal kendisine ilim, tevazu, kanaat ve cömertlik gibi güzel hasletler ilham etmiştir. Bunun için o; sabır tahammül ve şükrün kaynağıdır.

NEFSİ MUTMAİNNE:
Tam bir iman olgunluğuna ve teslimiyet huzuruna ulaşılan makamdır. Emir ve nehiylerdeki hikmet ve hakikatleri kavramış ve kabullenmiştir. Şüphelerden, vesveselerden, şeytani hesap ve heveslerden kurtulmuştur. Bu makamda kibir; vakara , haset; gıptaya, düşmanlık; adalete, müsriflik; cömertliğe, riya; şükre dönüşmüş. Bütün kötü huy ve duygular hayra yönelmiştir.
Çünkü kötü sıfatlardan arınıp, kemalata erişerek huzur bulacak kadar kalbin nuru ile nurlanmıştır. Nefsi mutmainne iki makamdır.
a)Nefsi Radıye:
Allah’ın her türlü takdirine ve taksimine itirazsız razı olan, şeriatın her hükmüne severek katlanan kâmil insanların halidir. Zahiren şerli görünen ve zorlarına giden durumlarda bile gizli bir hayır ve hikmet sezerler. Kısacası bunlar Allah-u Zülcelal’den razıdırlar. Ara sıra hata işledikleri zaman hemen pişman olup tövbe ederler. Hatta bu hatalarını tamir etmek için öyle gayret ederler ki, şeytan o günahı işlettiğine pişman olur.
b)Nefsi Merdıyye:
Allah-u Zülcelal’in kendilerinden razı olduğu, hoşnut olduğu, hep kendi rızasına uygun işlerle meşgul ettiği, günahlardan ve dünyalık arzularından meyillerini kestiği; keramet, ihlas ve zikrin eseri kendisinde bulunan seçkin kullarının makamıdır.

İtikat

http://sabrikontek.azbuz.com :}Hamd, varlığın gerçek sahibi Allah-u Zülcelâl’e aittir. Salat-u selam; Kainatın Efendisi Hz. Muhammed (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem)’in, O’nun soyundan gelen Ehl-i Beytinin ve onların nurlu yolundan ayrılmayan Sadıkların ve Salihlerin üzerine olsun.

Tevhid:
İslâm dini, tevhid itikadı üzerine kurulmuştur. Tevhid ise; Allah-u Zülcelâl’in zatında ve sıfatlarında tek (bir), ezeli ve ebedi olması ve O’nun yaratması dışında bir şeyin olmasının, kesinlikle mümkün olmamasına iman etmektir.
Her şeyin bir adabı (usûl) vardır. Tevhid, itikad ve imanın şartı da Allah-u Zülcelâl’in zatî ve subûtî sıfatlarında tek (bir) olduğunu bilmek ve iman etmektir. Peygamberlere, kitaplara, meleklere, ahiret gününe, kaza ve kadere ve öldükten sonra dirilmeye itikad ve iman etmektir.

İslam:
Hz. Peygamber (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem)’in tebliğ buyurduğu şeylerin hepsini; zahirî (fizikî) ve batınıyla (manevi ve gaybî yönleriyle) kabul etmek, sözleri ve fiilleriyle onları kabul ettiğini göstermek; Allah-u Zülcelâl’e ve Peygamberine itaat etmektir.

Îman:
Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem)’e imanın ne olduğu sorulunca şu şekilde cevap vermiştir;
“İman; Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem)’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna, Allah’ın meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe, kaza ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır.” (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud)
Hadis-i şerifte de geçtiği üzere, İman; Allah-u Zülcelal’in, Cebrâil (a.s) aracılığı ile, Hz. Muhammed (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem)’e göndermiş olduğu semâvi hükümlere kesin olarak inanıp kalben tasdik ve dil ile ikrar etmektir.
Bu da iki şekilde olur;
1) İCMÂLİ İMAN: İman edilecek şeylere kısaca ve bir bütün olarak iman etmektir. Buna göre bir kimse, manasını bilerek ve inanarak kelime-i tevhidi söylese, icmali olarak iman etmiş olur.
2) TAFSİLİ İMAN: İman edilecek şeylerin her birine açık ve geniş bir surette, ayrıntılı bir bilgi ve idrak ile iman etmektir. Başka bir ifadeyle, altı iman esasını; namaz, oruç, hac, zekat gibi farz kılınan ibadetleri; içki içmek, kumar oynamak, adam öldürmek, zina yapmak gibi haram kılınan şeyleri öğrenmek, tasdik etmek, helali helal, haramı da haram bilmektir.

Ehl-i sünnet itikadına göre, kalbin bilmesi ve tasdik etmesi iman için yeterlidir.

Tasdik ve inkar bakımından insanlar üç gruptur:
a- Mü’min: İslâmın iman ve itikad esaslarını gerçekten kabul ve tasdik edenler,
b- Kafir: Mü’min olmanın esaslarını kabul etmeyenler,
c- Münafık: İçi başka, dışı başka, sözü özüne uymayanlar. İçinden inanmadığı halde, inanıyormuş gibi görünenler. Bunlar kafirlerden de kötüdür.

Küfür çeşitleri:
1) Küfr-i İnkari: Allah-u Zülcelal’i tanımayıp onu asla kabul etmemektir. Allah-u Zülcelal’in varlığını inkar eden kafirler gibi…
2) Küfr-i Cuhudi: Kalple Allah-u Zülcelal’i tanıyıp, kibrinden dolayı diliyle ikrar etmemektir. Şeytanın küfrü gibi…
3) Küfr-i İnadi: Kalple Allah-u Zülcelal’i bilmek, dille itiraf etmek. Ebu Talib gibi… Zira o, ben Muhammed’in dininin, dinlerin en hayırlısı olduğunu biliyorum fakat beni tenkid ederler diye itiraf etmiyorum diyordu.
4) Küfr-i Nifaki: Dille ikrar ettiği halde, kalple tasdik etmemektir. Münafıklar gibi…

Allah-u Zülcelal’e İman:
Allah-u Zülcelal bütün kemal sıfatlarla muttasıftır. Hiçbir eksiği yoktur. Her şeyin yaratıcısı O’dur. Zatında bir olduğu gibi sıfatlarında da birdir. Ezelidir. Hiçbir şey yokken O var idi. Ne isim ve ne de sıfatlarında sonradan meydana gelme diye bir şey yoktur. O, her şeyi ilmi ile bilir. İlmi ise ezeli bir sıfatıdır. Kudreti ile Kaadir’dir. Kudret sıfatı ise ezelidir. Yaratması ile Hâlik’tir. Yaratma ise ezeli bir sıfatıdır. O, fiili ile fâil, fiil sıfatı ise ezelidir. Bütün fiiller mahluk, Allah-u Zülcelal’in fiili ise mahluk değildir. O’nun sıfatları ne hadis (Sonradan olma) ne de mahluktur. O’nun hiçbir sıfatı yaratıkların sıfatlarına benzemez.
O’nun bilmesi bizim bilmemize, O’nun kudreti bizim kudretimize, O’nun görmesi bizim görmemize, O’nun işitmesi bizim işitmemize, O’nun konuşması bizim konuşmamıza benzemez. O’nun rızası, gadabı, ve bütün sıfatları, alet, harf, keyfiyyet ve ses gibi şeylerden münezzeh-tir. Bizim sıfatlarımız hadistir. Yani alet, harf, keyfiyyet, hal ve ses gibi şeylerden meydana gelir. Allahu Zülcelal ebedidir. Varlığı sonsuzdur. O; kendisini kendisinin övdüğü ve bildiği gibidir.

ALLAH-U ZÜLCELAL’İN SIFATLARI

A) Allah-u Zülcelal’in Selbî sıfatları:
1) Vücûd; Var olmak demektir. Varlığı kendisindendir. Her şeyin varlığı O’nun sayesindedir. O, olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Gerek bizim, gerekse her hangi bir şeyin varlığı, Allah’ın varlığına bir şahiddir.
2) Kıdem; Ezeli, yani başlangıcı olmamasıdır. Evveli olmayana kadim, sonradan olana hadis denir. Allah, kıdem sıfatı ile muttasıftır. Sonradan var olmamıştır. Allah-u Zülcelal’in varlığının başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcının da ona bağlı olması demektir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah-u Zülcelal’in var olmadığı bir an düşünülemez.
3) Beka; Ebedi, yani, sonu olmamasıdır. Sonu olana fani, sonu olmayana baki denir. Allah, beka sıfatıyla muttasıftır. Çünkü ebedidir. Varlığının asla sonu yoktur. Beka’nın zıddı olan yok olma, Allah-u Zülcelal için imkansızdır.
4) Muhalefetün Lil-Havadis; Yarattığı hiçbir şeye benzemez. Hayalle tasavvur edilemez. Hatırlara ne gelirse gelsin, Allah-u Zülcelal ondan başkadır.
5) Kıyam bi zatihi; Varlığı kendisindendir. Başkasına muhtaç değildir. Allah-u Zülcelal’in ezeli ve ebedi olan varlığı, kendi zatı ile kaimdir. Asla başkasından değildir. O’ndan başka yaratıcı bir zatta mevcut bulunamaz.
6) Vahdaniyyet; Allah-u Zülcelal’in zat ve sıfatlarında tek (bir) olmasıdır. Bu sıfatta Allah-u Zülcelal’e mahsustur. Ortaktan ve benzerden münezzehtir.

B) Allah-u Zülcelal’in Subûti sıfatları:
1) Hayat; Allah-u Zülcelal’in diri olmasıdır. Allah-u Zülcelal’in bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların sıfatları böyle değildir. Allah-u Zülcelal’in hayatı vardır, fakat bizim hayatımız gibi değildir. Hayat sıfatının zıddı olan ölmek, Allah-u Zülcelal hakkında mümkün değildir.
2) İlim; Olmuş ve olacak bütün her şeyi bilmesidir. Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatıyla eşyayı bilmesi gerçektir. Allah bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatı ezelidir, sonradan var olmamıştır. Allah-u Zülcelal’in zatıyla beraber vardır. Bu alemi ve varlıkları en güzel şekilde yaratmak, varlıklarını devam ettirecek tedbiri almak ve hiçbir karışıklığa meydan vermeden devam ettirebilmek, ancak ilim sahibi bir yaratıcıyı gösterir. Kulların mükafatlandırılması veya cezalandırılması yine büyük bir ilim gerektirir. Allah-u Zülcelal hakkında cehalet, gaflet ve unutkanlık düşünülemez.
3) İrade; Vukû bulacak her şeyi kendi dilediği şekilde ve zamanda yaratmasıdır. Eşya ve fiillerin hepsi Allah-u Zülcelal’in dileme, hüküm ve iradesiyledir. Allah-u Zülcelal kainattaki ve kainat içindeki şeyleri ezeli iradesiyle istediği gibi yaratmıştır. Allahu Zülcelal’in dilediği olur, dilemediği olmaz. Allah-u Zülcelal’in dilemediği bir şeyi zorla yaptırabilecek hiçbir kuvvet yoktur. Kainatta cereyan eden hadise-lerin bütünü Allah-u Zülcelal’in iradesiyle gerçekleşir. O’nun iradesi olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Ve O, ne isterse yapar.
4) Kudret; Allah-u Zülcelal’in bütün mümkünatta (var olan) tesir ve tasarrufa kadir olmasıdır. Kudret sıfatı ile Allah-u Zülcelal’in her şeye gücü yeter. Allah-u Zülcelal’in gücü vardır, fakat bizim gücümüz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in kudreti zatidir, yani kendindendir. O’nun kudreti hiçbir şeyle ölçülmez. O’nun kudreti karşısında; büyük küçük, yakın uzak, az çok farketmez. Allah-u Zülcelal, gözümüzün önünde meydana gelen milyarlarca işi, biri diğerine mani olmadan yapar. Bu durumda kudreti işlere göre parçalanmaz, dağılmaz. O, sadece “Ol” diye emreder. İstediği her ne ise, onun olmasını istediği zaman geldiğinde oluverir.
5) Semi’; Allah-u Zülcelal’in her şeyi işitmesidir. Allah-u Zülcelal her şeyi işitir, fakat bizim kulaklar vasıtasıyla işitmemiz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in işitmesinde uzaklık, yakınlık, gizlilik ve açıklık farketmez. Kulak ve sesi nakleden hava gibi vasıtalara da ihtiyacı yoktur. O, en gizli yakarışları, dilden dökülen fısıltıları dahi işitir. Allah-u Zülcelal’in bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmesine mani değildir.
6)Basar; Allah-u Zülcelal’in her şeyi görmesidir. Allah-u Zülcelal her şeyi görür, fakat bizim gözlerimiz vasıtasıyla görmemiz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in görmesinde uzaklık, yakınlık, gizlilik, açıklık farketmez. O’nun göz ve ışık gibi vasıtalara da ihtiyacı yoktur. O, en gizliyi, gizlinin gizlisini dahi görür. Allah-u Zülcelal’in bir şeyi görmesi başka bir şeyi görmesine de mani değildir.
7) Kelâm; Allah-u Zülcelal’in sese ve harfe muhtaç olmaksızın konuşmasıdır. Allah-u Zülcelal zati ve kudsî olan kelamı ile konuşur. Fakat bizim konuşmamız gibi değildir. Bizler aletler, uzuvlar ve harfler yardımıyla konuşuruz. Allah-u Zülcelal ise aletsiz ve harfsiz konuşur. Harfler yaratılmıştır, fakat Allah-u Zülcelal’in kelamı yaratılmış değildir.
8 ) Tekvîn; Allah-u Zülcelal’in istediğini, dilediği şekilde yaratmasıdır. Allah-u Zülcelal yaptıklarını fiil sıfatı ile yapar. Bu sıfatların hepsi tekvin sıfatının manası içine girmektedir.

Peygamberlere İman:
Müslümanlığın itikad esaslarından biri de peygamberlik müessesesine ve peygamberlere iman etmektir. Peygamberlere iman etmek, onlar hakkında farz, vacip, müstahil (muhal olan) ve caiz olan şeyleri bilip tasdik etmektir.
Allah-u Zülcelâl peygamberleri, kullarına dini ahkâmları bildirmek için elçi olarak göndermiş ve peygamberliğin isbatı için de onlara mucizeler vermiştir. Kendilerine kitap verilenlere “Resul” bunların kitaplarıyla amel ve tebliğ yapanlara da “Nebi” denir. Bu dünya aleminde, yaşayan her millet için, mutlaka birer peygamber gönderilmiştir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur;

“Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinden cehennem ile korkutucu bir peygamber geçmiş olmasın.” (Fatır; 24)
Hz. Peygamber (Sallallah-u Aleyhi Ve Sellem) peygamberlerin sonuncusu ve en efdalidir. En büyük mucizesi ise Kur’an-ı Kerimdir. Onun ümmeti diğer peygamberlerin ümmetlerinden hayırlıdır. Ondan sonra hiç kimsenin peygamberlik iddiası kabul olunmaz. Ahir zamanda yeryüzüne inecek olan Hz. İsa (a.s) da onun getirdiği islama tabi olacaktır.

Kitaplara îman:
Allah-u Zülcelâl peygamberinden bazılarına birçok hakikat ve ahkâmı bildiren bir takım ibare ve lafızlar indirmiştir. Bunlara kitap denir. Büyük kitaplar dörttür: Tevrat; Hz. Musa (a.s)’ya, Zebur; Hz. Davud (a.s)’a, İncil; Hz. İsa (a.s)’a Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’e indirilmiştir. Allah-u Zülcelal ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur;
“Yoksa haber verilmedi mi Musa’nın sahifelerinde yazılı olanlar? Ve çok vefakâr olan İbrahim’in sahifelerindekiler? Ki hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir.” (Necm; 36-42)
Bunların dışında on sahife Adem (a.s)’e, elli sahife Şit (a.s)’e, otuz sahife İdris (a.s)’e on sahife de İbrahim (a.s)’e verilmiştir. İşte, Allah-u Zülcelâl’in tarafından indirilmiş olan bu kitapların ve suhufların hepsine iman etmek, her müslümana farzdır. Ancak, Kur’an-ı Kerim’in inmesiyle diğerlerinin hükmü kalkmıştır.

Meleklere îman:
Melekler, Allah-u Zülcelâl’in yaratmış olduğu, erkek ve dişilikleri olmayan, masum kullarıdır. Sayılarını yalnız Allah-u Zülcelâl bilir.
Melekler ilahi emir ne ise onu yerine getirirler. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur;
“Allah kendilerine ne emretti ise, O’na isyan etmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar.” (Tahrim; 6)
Melekler alem-i gayb’den olup, gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen el ile tutulamayan mahluklardır. Kur’an-ı Kerim ve ondan önceki semavi kitaplar onlardan kesin olarak haber verdikleri için inkar etmek küfürdür.
Meleklerden büyükleri;
Cebrail; Vahiy meleğidir,
Mikâil; Tabiat olayları ile görevli melektir,
Azrail; Ruhları kabz etmekle görevli melektir,
İsrafil; Kıyamet Günü, Kıyamet vaktinin geldiğini işaret eden Sur’a üflemekle görevli melektir.
Tüm bilinen ve bilinemeyen meleklere tafsilen ve icmalen iman etmek farzdır.

Ahiret Gününe îman:
Ahiret günü, haşirden, bütün ölülerin dirilmesinden başlayan sonsuz bir gündür. Ahirete ve ahvaline iman etmek her müslümana farzdır. Kıyametin kopması, Sur’a üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, amel defterlerinin verilmesi, mizan’ın kurulması, kulların sorguya çekilmesi, Havz-ı Kevser, Şefaat, Sırat, Cennet ve Cehennem, Ahiret Gününün bölümlerinden olduğu gibi, ahiret gününden önceki kabir hayatı ve berzah alemi ile kıyamet alametlerine de iman etmek farzdır.

Kaza ve Kadere îman:
Kader; Allah-u Zülcelâl’in ezelden kıyamete kadar olacak şeyleri takdir etmesidir ki ilim sıfatına dayanmaktadır.
Kaza; Ezelde takdir olunan şeylerin, zamanı geldiğinde meydana gelmesidir ki kudret sıfatına racidir.
İmam-ı Nevevi kaza ve kaderi şöyle terif etmiştir;
“Olacak şeyleri, muayyen zaman ve mekanlarda vücut bulacağı vasıflar üzerine takdir etmesidir. Kaza ise, takdir edilen eşyayı zaman, mekan ve vasıflar üzerine icad etmesidir. Kader ilim sıfatının şubesi olduğu gibi, kaza da, kudret sıfatının şubesidir.”
İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahluk olması da Allah-u Zülcelâl’in takdiridir. Bunun içindir ki, insan kendi istek ve ihtiyarıyla bir şey yapmak veya yapmamak iktidarına maliktir.
Kaza ve kadere iman farzdır. Fakat İnsanlar kadere dayanarak kendilerini mesuliyetten kurtaramazlar. Çünkü insan, ezeldeki takdirin nasıl olacağını bilemez; fakat yaptığı ameli bilerek yaptığından dolayı mesuldür.