27 Aralık 2012 Perşembe

Kibir ve Belirtileri

Kibirli insan her haliyle belli olur. Giyim-kuşamında, yüz ifadesinde, bakışında, başını dikerek kimseye bakmamasında, oturmasında, gerilip yaslanmasında, yürüyüşünde, kendisi otururken insanları ayakta bekletmesinde, ses tonunda…
Aslında kibirli insanın sergilediği davranışların hemen tamamı, belli bir seviyeden sonra psikiyatri bilimini yakından ilgilendiren anormal davranışlardan başka bir şey değildir. Ne yazık ki kâmil insanların haricinde az-çok, açık-gizli, herkeste kibir hastalığı mevcuttur. Seyr ü sülûkla bu hastalık kalpten tamamen kazınmadıkça kurtulmak mümkün değildir. Ancak bu hususta mücahede etmek de farz-ı ayındır. Kibri azaltmak bile büyük bir mücahededir .
Bir müminin yukarıda sayılan anormal davranışlardan ve gizli kibirden kurtulup kurtulmadığı, tevazuyu kazanıp kazanmadığını İmam Gazalî rh .a . şu belirtilerle ölçüyor:
Bir mesele üzerine konuşulurken hakikatin kendi fikirlerine ters olmasından rahatsız olmak; doğruları memnuniyetle, hoşlukla kabul etmemek kibrin belirtilerindendir. Bu hastalığı yenmek için, aczini itiraf edip hakikati söyleyenleri takdirle yâd ederek teşekkür etmelidir.
Akranları ile bir ortamda bulunduğu zaman onları baş köşeye geçirmek ve kendi emsallerinin ardından yürümek ağır geliyorsa yine kibir var demektir.
Yoksul ve gariban insanların davetine katılmaktan ve arkadaşlarının işlerini takip etmekten zorlanmak da kibir belirtisidir.
Bütün bu durumlarda kişi kendini sürekli sınayarak kibrin tedavisine ve tevazunun kazanılmasına gayret etmelidir.
Tevazu ehli insanlar da her haliyle bellidirler. Onların tavır ve hareketleri kalbe huzur ve itimat telkin eder. Muhatap oldukları insanlarda saygı ve sevgi meydana gelir. Böyle insanlarla oturup kalkmak insana zevk verir.
Söyleyene değil, söylenene bak
Başkalarına faydalı olabilmek için önce kendimizi ıslah etmemiz gerekir. Fakat kendisinin ağır derecede hasta olduğunu bilmeyen gafil insan tedaviye ihtiyaç bile duymaz. Herkesin kusurunu görür, onlardan yakınır, gıybetlerini yapar, ancak kendisini düzeltmek aklına bile gelmez. Halbuki insanın kendi kusurlarını görmesi, onları araştırması ve bunun için başkalarının kendisini nasıl gördüklerine, gurur yapmadan kulak vermesi gerekir.
Bizi methedenlerden ziyade yanlış ve isabetsiz davranışlarımızı bildirenlerin faydası daha çoktur. Şeker yerine ilaç verenler bize iyilik etmiş olurlar. Yanlış ve zararlı yolda gidene ‘iyi gidiyorsun’ demek, onu gaflete düşürmek ve zulmetmek olur. Bu bakımdan ‘dikkat et, düşeceksin’ diyene kızmak yerine teşekkür etmek lazımdır.
Yalnızca bizi sevip takdir edenlere kulak vermek hataya düşmemize sebep olur. Çünkü dostumuz olanlar bizi güzel görür ve bizdeki kusurların hepsini fark edemeyebilirler. Dost olmadıklarımız ise nazarını kusurlarımıza diker. İthamlarında mübalağa olsa da, muhakkak bir hakikat payı vardır. Bu yüzden onların söylediklerinden de istifade etmelidir.
Hizmette tevazu ve kibir
Aynı safta omuz omuza hizmet ettiğimiz kardeşlerimizle olan hukukumuz başkalarına kıyasla çok daha fazladır. Allah’ın dinine hizmet ederken Hakk’ın hatırı için kardeşlerin hakkına riayet etmek, hem de hizmetin ahengini bozmamak üzere her türlü nefsani davranıştan kaçınmak gerekir. Şayet bizim yüzümüzden tek bir kişi bile dinden uzaklaşırsa bunun vebali çok ağırdır. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in buyurduğu üzere, açtığımız kötü bir çığırdan yürüyenlerin ve onların sebep olduğu başka kişilerin günahlarının bir mislinin de bizim hesabımıza kaydolma tehlikesi vardır. Aynı şekilde hidayetine vesile olduğumuz kişilerin ve onların sebep olduğu insanların iyi amellerinin bir misli de bizim defterimize kaydolabilir.
Şayet din adına hizmette kendi isteğimizle bir vazifeye talip olur, sonra da onu nefsanî davranışlarla akamete uğratırsak, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e kadar uzanan altın silsilenin manevi birikimine zarar vermiş, bugüne kadar gösterilmiş olan çabalara darbe vurmuş oluruz. Ayrıca o mübarek silsileyi oluşturan zatların manevi desteğini kaybetme ve cezaya müstehak olma tehlikesiyle de karşı karşıya kalırız.
O yüzden enaniyet , benlik, riya, kibir ve çalımla hizmete talip olmamalıdır. Bu şekilde yaptığımızı zannettiğimiz bütün hizmetler sonuç itibariyle önümüzü tıkar. Faydası bir tarafa, büyük zararlara sebebiyet verebilir.
Hizmet ederken her şeyden önce kendimizi bir günahkâr olarak görmeli ve “Allah dilerse benim gibi günahkâr bir insanla da dinini teyid eder” diye düşünmelidir. Bu yolda amelimiz ne kadar çok olursa olsun, meydana Şah-ı Geylânî k.s. veya bir İmam-ı Rabbânî k.s. edasıyla girmemelidir. Hatta yaptığımız hizmetleri herkes övüp takdir etse de, onların sözleri kendisinin hakir bir insan olduğu kanaatini değiştirmemeli, Cenab -ı Hakk’a el açıp: “Ya Rabbi hakkımda söylenen şu güzel sözleri dua olarak kabul eyle, ayağımı kaydırma, beni nefsimle baş başa bırakma.” diye dua etmelidir.
Bütün hizmetleri yalnız Allah için yapmalı ve kimseden takdir beklememelidir. Şayet kendisine bir teveccüh varsa bunu bir imtihan görmeli ve bu imtihanı kaybetme tehlikesini ciddiye almalıdır. Aksi halde riya ya da kibir girdiği için hizmetleri boşa gider, hatta onlardan hesaba çekilir ve ayağı kayabilir.
Mümin hiçbir zaman fazilet ve meziyetlerini kendinden bilmeyip, Allah tarafından olduğunu görmeli ve her an elinden alınabileceğini bilmelidir. Kendisinin hizmete renk ve kuvvet kattığı zannından ziyade, Allah için hizmetin kendisine güzellik katacağını, fazilet ve meziyetlerin oradan geldiğini düşünmelidir. Gerçek de budur.
Enaniyet tuzağı
Ulvî bir hizmette istihdam edilmek ancak bir lütuf ve himmet işidir. Her türlü fazileti kazanmaya sebeptir. O yüzden hizmetle güzelleşenler güzelliği de inkâr etmemelidir. Zira Bediüzzaman Hazretleri’nin belirttiği üzere, bu da nimeti inkâr olur. Bu noktada doğru ve yanlış tavır şöyle örneklenmiştir:
Birisi sana gayet kıymetli bir elbise giydirse, sonra da: “maşallah ne güzelsin, güzelleştin” dese, sen de: “hâşâ ben neyim, güzellik nerede” desen, nimeti inkâr ile o elbiseyi sana giydirene karşı nankörlük etmiş olursun. Şayet “evet ben güzelim” desen bu sefer de gurur ve kibir yapmış olursun. Eğer, “evet güzelleştim, fakat asıl güzellik elbisenin ve onu bana giydirenindir” dersen işte o zaman kibir ve nankörlükten kurtulmuş, hakikati söylemiş olursun.
“Ben yaptım, ben ettim, filana şöyle şöyle sohbet ettim de tövbe etti” benzeri benlik kokan bütün gizli imalar ve açık sözler İslâm itikadına uymaz. Allah Tealâ’nın inayetini, başkalarının gayretlerini, büyüklerin himmet ve tasarrufunu gözardı edip de kendisini öne çıkarmak büyük bir yanılgıdır. Özellikle gerçekten tevazu ve mahviyet sahibi değilken öyle görünmeye çalışmak, kalbi öldürecek derecede tehlikeli bir benlik davasıdır. Bunlar karıncanın ayak seslerinden daha gizli olan ve Hz. Peygamber s.a.v.’in “küçük şirk” olarak tarif ettiği, ümmeti hakkında en çok korktuğu şirk çeşitlerini hatırlatacak hallerdir.
Meziyet ve faziletlerinden bahseden, ima eden, kendince büyük başarılarına ilgisizlikten rahatsız olanlar, din adına gayret ettiklerini söyleseler de, tevazu ve mahviyetten mahrum, Allah’tan uzak boş kimselerdir. Böyle hizmet etmekten Allah’a sığınmak icap eder.

20 Aralık 2012 Perşembe

Azametine Layık Kulluk İçin…

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Tevbe edenler, kendilerini düzeltenler, Allah’ın emirlerine sıkıca sarılanlar ve Allah için dinlerinde samimi olanlar müstesna! İşte bunlar, mü’minlerle birliktedirler. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa; 146) Peki, bu çok büyük mükâfatı kazandıran şey nedir? Tevbedir. İnsan dünyada tevbe ettiği zaman, Allah-u Zülcelâl onun bütün günahlarını sevaplara çevirmektedir. Kıyamet gününde insan terazisinin sevap kısmımın ağır gelmesi için salih amele ihtiyacı vardır. Ama bu dünyada nefsini boş şeylerle meşgul ederse, kıyamet gününde terazinin başına geldiği zaman kendisine lazım olan salih amelleri kaybetmiş olduğunu görür. Onun için insan o gün hacetinin yerine gelmesi için bu dünyada, elinde fırsat varken salih amel için gayret göstermesi lazımdır. Bütün zamanımız, nefes alıp verinceye kadar geçen zamanlarımız dahi, kıyamet gününde üzerimize arz olunacaktır. Allah-u Zülcelâl: “Ey kulum! Sen bu dakikalarını, saatlerini nasıl değerlendirdin?” diye bizi sorguya çekecektir. Öyle ise biraz derin olarak düşünürsek ne kadar büyük taksirat sahibi olduğumuzu meydana çıkarabiliriz. Peki o zaman: “Ya Rabbi! Ben hata sahibiyim. Senden özür dilerim. Çünkü layıkı ile Senin hakkını yerine getiremiyorum. Aldığım her nefesimden beni sorguya çekeceksin. Benim nefeslerim nerede, senin sorgun nerede? Ben bütün amellerimden dolayı pişmanım.” Diye Allah-u Zülcelal’e karşı yalvarmamız lazım değil midir? Daima bu şekilde Allah-u Zülcelal’e yalvararak, kulluk vazifemizi yerine getirmemiz lazımdır. Bu hal, Allah-u Zülcelal’in çok hoşuna gitmektedir. Anlatıldığına göre, bir Evliya Allah-u Zülcelal’e bir haceti için dua etti. Fakat Allah-u Zülcelâl onun duasını kabul etmedi. O zaman nefsine dönerek: “Ey Nefsim! Bak senin kıymetin bu kadardır. Ne kadar adi olduğunu iyice bildin mi?” dedi. Allah-u Zülcelâl ona bir melek göndererek şöyle buyurdu: “Şimdi dua et, Ben kabul edeyim. Çünkü sen nefsini bildin. Her şeyin Benim elimde olduğunu anladın, kendi nefsinin de ne kadar aciz olduğunu anladın.” Allah-u Zülcelal’in ne kadar kudret ve azamet sahibi olduğunu iyice idrak etmemiz lazımdır. Böyle idrak ettiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal’in vahdaniyetini bilmiş oluruz. İnsan, Allah-u Zülcelal’e dua ettiği zaman ihlâsla dua etmeli, ibadet yaptığı zaman sadece O’nun rızası için yapmalıdır. Dua ve ibadet ihlâslı olarak yapıldığı zaman, kabul de onlarla beraberdir. Birbirinden hiç ayrılmazlar. Ama ihlâs bulunmadığı zaman, kabul de onlardan ayrılır. Denilmiştir ki: “Herhangi bir insanı, bir sevap yaparken gördüğün zaman, bil ki o sevabın bir çok arkadaşı vardır. Herhangi bir insanı da bir günah yaparken gördüğün zaman, yine bil ki o günahın da birçok arkadaşı vardır.” Yani bir insanı namaz kılarken, zikir yaparken, sadaka verirken gördüğün zaman, bil ki o kişi Allah-u Zülcelal’in dostudur. Çünkü o namaz kılan, zikir yapan ya da sadaka veren kişinin, bunun gibi daha pek çok sevabı vardır ve bunlar onun arkadaşıdır. Bir kimseyi de kumar oynarken, içki içerken yani bir günahın üzerinde gördüğün zaman, bil ki onun daha pek çok günahları vardır. İşte bizim halimiz de aynen böyledir. Zaten mühim olan kendi halimizdir. Biz daima bir hayır yaptığımız zaman, o hayır başka hayırları da çeker. Bir günaha da düşersek iyi bilelim ki, o günah bizi başka günahlara sevk eder. Onun için elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal’in razı olacağı salih amellere sarılmamız lazımdır. Allah-u Zülcelâl öyle kudret ve azamet sahibidir ki, her ne ibadet yaparsak yapalım; nasıl bir kişiye bir hediye vereceğimiz zaman, o kişi şerefli ve yüksek bir makam sahibiyse, ona vereceğimiz hediyenin makbul bir hediye olmasına gayret ediyorsak, Allah-u Zülcelal’e yaptığımız ibadetlerin de O’nun zatına layık olmasına gayret göstermemiz lazımdır. Bilhassa namaz konusunda çok titiz davranmamız lazımdır. Abdest alırken besmele ile başlamalı, namazın içine girince de: “Ben Allah-u Zülcelal ile konuşuyorum, O’nun huzurundayım.” Diye düşünerek, rükûları, secdeleri tam manası ile yerine getirip, namazını sağlam olarak kılmak lazımdır. Bütün ibadetler de bu şekilde hareket etmek gerekir. Fudayl bin İyaz şöyle demiştir: “Bir kimse, Allah-u Zülcelal’e karşı ağladığı zaman, onun bu ağlaması Allah-u Zülcelal’in kudret parmağını onun kalbinin üzerine koymasından ve ancak fazlından dolayıdır.” Yine Fudayl bin İyaz şöyle demiştir: “Ben, dünyanın mecburen benden ayrılacağını gördüğüm için, kendi ihtiyarımla onu bıraktım.” Yani insan biraz derin olarak düşünürse, bir gün dünyanın mutlaka kendisinden ayrılacağını anlayabilir. Onun için dünya ondan ayrılmadan, o kendi ihtiyarı ile dünyanın muhabbetini kalbinden çıkarır ve sadece Allah-u Zülcelal’in muhabbetini kazanmak için çaba gösterirse, bu kendisi için çok büyük fırsat olmuş olur. Bir zat, İbrahim bin Ethem’in yanına geldi ve: “Ey Eba İshak, ben günahkâr bir kişiyim. Bana bir vasiyette bulun ki, o şekilde davranayım ve kendimi kurtarayım!” dedi. İbrahim bin Ethem ona şöyle dedi: “Ben sana bir kaç şey söyleyeceğim. Eğer bunları yerine getirirsen hem dünyada hem de ahirette zarar görmezsin. Birincisi: “Sen Allah-u Zülcelal’e karşı günah işleyeceğin zaman nefsine söyle ki, ben O’nun rızkını bir daha yemeyeceğim, çünkü ben O’na âsi oluyorum!” Bu sırada o adam: “Ey İbrahim, Şarkta, garb’da, havada, gökte, dağlarda, denizlerde Allah’ın rızkı var. O zaman ben nerede yaşayacağım?” deyince, İbrahim bin Ethem: “Ey adam, hem sen O’na asi geleceksin ve hem de O’nun rızkını yiyeceksin. Peki bu hak mıdır?” diye sordu. Adam: “Hayır!” deyince, İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Peki o zaman ya günah işleme ya da O’nun rızkını yeme! İkincisi: Günah işlemek istediğin zaman O’nun yarattığı şehirde yani kainatta durma!” dedi. Adam: “Bu birincisinden daha zordur.” deyince, İbrahim bin Ethem: “Ey Adam; sen O’na âsi geleceksin, sonra O’nun rızkını yiyip yarattığı mekânda duracaksın. Peki, bu uygun mudur?” diye sordu. Adam da: “Hayır!” cevabını verdi. İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Öyleyse ya günah işlemeyeceksin, ya da bu kâinatta durmayacaksın. Üçüncüsü: Günah işleyeceğin zaman, kendine O’nun görmediği bir yer seç ve orada günah işle!” dedi. Adam: “Ey İbrahim, O her yeri görüyor. İnsanın kalbinden geçeni dahi biliyor, O’ndan hiçbir şey gizli olmuyor.” deyince, İbrahim bin Ethem: “Öyleyse O’nun verdiği rızkı yemek, O’nun yarattığı kâinatta durmak ve O’nun göreceği şekilde günah işlemek senin hoşuna gidiyor mu?” diye sordu. Adam: “Hayır!” diye cevap verince, İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Öyleyse ya günah işleme, ya da O’nun göremeyeceği mekânda günah işle! Dördüncüsü: Azrail aleyhisselam ruhunu almak için yanına geldiği zaman ona de ki: “Bana tevbe edinceye kadar mühlet ver. Tevbe edeyim de sonra benim ruhumu al” Bu şekilde ona teklifte bulun!” dedi. Adam: “O beni dinlemez.” deyince, İbrahim bin Ethem sözlerine şöyle devam etti: “Madem ki senin teklifini dinlemiyor. Olabilir ki, sen tevbe etmeden önce gelip ruhunu alır. Onun için kendini hazırla! Beşincisi: Allah-u Zülcelâl seni hesap için önüne durdurup ve günahlarının çokluğundan dolayı cehenneme sevk edilirsen: “Ya Rabbi, ben gitmiyorum!” diyecek kuvvetin var mıdır?” dedi. Adam: “Ey İbrahim, bu söylediklerin bana kâfidir. Bunları yapmam için bana dua et!” dedi ve bu şekilde İbrahim bin Ethem’in yanından ayrıldı. İşte bizim de bunları çok iyi tefekkür etmemiz gerekir. Kudret ve azamet sahibi olan Allah-u Zülcelal’e karşı zayıf kuvvetimizle yanlış davranışlarda bulunmakla, kendi nefsimize haksızlık yapıyoruz demektir. Allah-u Zülcelâl hepimize hakikati göstersin. Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin…

13 Aralık 2012 Perşembe

Namaz ile ilgili Ayetler

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Eğer bir korku hâlindeyseniz, yaya veya binekli olarak giderken kılın.Namaza devam edin ve Allah için boyun eğerek kalkıp namaza durun. BAKARA SURESİ 3- Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. 43- Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. 45- Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah’a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir. 110- Siz namazı hakkıyle kılmaya bakın ve zekatı verin! Kendi nefsiniz için her ne hayır yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. 152- O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin. 177- Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır. 238-Namazlara ve orta namaza devam edin ve Allah için boyun eğerek kalkıp namaza durun. 239-Eğer bir korku hâlindeyseniz, yaya veya binekli olarak giderken kılın, (korkudan) emin olduğunuz zaman da böyle bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin (namazlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile kılın). 277- İman edip iyi işler yapan, namazı dosdoğru kılıp zekatı verenlerin Rabbleri katında elbette mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku olmadığı gibi, onlar mahzun da olmazlar. NISA SURESİ 55- Sizin asıl dostunuz Allah’tır, O’nun Resulüdür ve namazlarını kılan zekatlarını veren ve rükû eden müminlerdir. 58- Namaza çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayıdır. 91 – Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi? ENAM SURESİ 72- Bize: “Namazı dosdoğru kılın, Allah’a karşı gelmekten sakının” (diye emredildi), toplanacağınız yer O’nun huzurudur. 92- Bu Kitap (Kur’ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman edenler bu Kitab’a da iman ederler ve onlar namazlarına da devamlıdırlar. 162- De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. ARAF SURESİ 170- Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz. ENFAL SURESİ 3- Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar. TEVBE SURESİ 71- Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Al lah rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir. YUNUS SURESİ 87- Biz Musa ile kardeşine şöyle vahyettik: “Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıbleye karşı yapın ve namazı kılın ve müminlere müjde verin.” RAD SURESİ 22. Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akibeti kendilerinin olacak olanlardır. IBRAHIM SURESİ 31- (Ey Muhammed!) İman eden kullarıma söyle: “Namazı dosdoğru kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli (Allah için) harcasınlar.” 37- “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını namazı dosdoğru kılmaları için, senin Beyt-i Haram’ının yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmını onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler. 40- “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazını dosdoğru kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! duamı kabul et! MERYEM SURESİ 31- “Beni, nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekat vermemi emretti.” 55- Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekat vermeyi emrederdi ve Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. TA-HA SURESİ 14- Şüphesiz ben Allah’ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. 132- (Ey Muhammed!) Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel akibet takva sahiplerinindir. ENBIYA SURESİ 73- Onları buyruğumuz altında (insanlara) doğru yolu gösterecek önderler kıldık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdir. MÜ’MİNUN SURESİ 2- Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. 9- Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler. HAC SURESİ 35- Ki Allah anıldığı vakit onların kalpleri titrer. Onlar başlarına gelene sabreden, namaz kılan kimselerdir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. 78- Artık namaz kılın, zekat verin, Allah’a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır! NEML SURESİ 3- Ki o (müminler) namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler. NUR SURESİ 37- Birtakım insanlar (Allah’ı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. 56- Hem namazı kılın, zekatı verin ve peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz. RUM SURESİ 31- Başkasından geçerek hep O’na gönül verin ve O’ndan sakının. Namaza devam edin ve müşriklerden olmayın. LOKMAN SURESİ 4- Onlar, namazı kılarlar, zekatı verirler, âhirete de kesin olarak inanırlar. 17- “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret, çünkü bunlar, azmi gerektiren işlerdendir.” AHZAB SURESİ 33- Namazı kılın, zekatı verin. Allah ve Resulü’ne itaat edin. Ey ehli beyt! Al lah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor. FATIR SURESİ 18- Hem günah çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. Fakat sen ancak o kimseleri sakındırısın ki, gaybda Rablerinin korkusunu duyarlar, namazı dürüst kılarlar. Temizlenen de sırf kendisi için temizlenir. Nihayet dönüş Allah’adır. 29- Allah’ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak verenler, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticaret umarlar. MÜCADELE SURESİ 13. Gizli (özel) bir şey konuşmanızdan önce sadaka vermekten korktunuz da mı yerine getirmediniz? Fakat Allah da sizi affetti. Şu halde namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Al lah, yaptıklarınızdan haberi olandır. MEARİC SURESİ 22- Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. 23- Onlar ki namazlarını sürekli kılarlar. 34- Namazlarına devam ederler. MÜZZEMMİL SURESİ 20-Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur’ân’dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur’ân’dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Al lah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah’tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir. BEYYİNE SURESİ 5- Halbuki onlar, dini sadece Allah’a tahsis ederek, Allah’ı birleyerek, ancak Al lah’a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur. CUM’A SURESİ (cuma namazi) 9- Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. 10- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz. NISA SURESİ (Munafiklarin Namazi) 142- Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar. NAMAZIN FAYDASI Ankebut-45- Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir. Bir önceki yazımız olan Bazı Sure Ve Ayetlerin Faziletleri başlıklı makalemizde ayet, cibril ve Fatiha Suresi hakkında bilgiler verilmektedir.

6 Aralık 2012 Perşembe

Cennetteki Yüksek Köşkler

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Cennetlikler, kendilerinden yüksekteki köşklerde oturanları, aralarındaki derece farkı sebebiyle, sizin sabaha karşı doğu veya batı tarafında, gökyüzünün uzak bir noktasında batmak üzere olan parlak ve iri bir yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir.” Bunun üzerine ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! O yerler, peygamberlere ait ve başkalarının ulaşamayacağı köşkler olmalıdır, dediler. Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu: – “Evet, öyledir. Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o yerler, Allah’a iman edip peygamberlere bütün benlikleriyle inanan kimselerin de yurtlarıdır.” (Buhârî; Müslim) Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Cennetlikler, yükseklerdeki köşkleri, sizin gökyüzündeki yıldıza baktığınız gibi seyredeceklerdir.”(Buhârî) “Cennet ehli hiçbir şeye pişmanlık duymaz Yalnız, Allah’ı zikirsiz geçirdikleri vakitler için pişman olurlar.” (Hâkim)

22 Kasım 2012 Perşembe

Helal Lokma

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Rasulullah s.a.v. Efendimiz hadis-i şeriflerinde “helali ve “ilim”i arayıp bulmak her müslümana farzdır, buyurmuşlardır, ilmin hakikati Allah Tealâ’yı, O’nun alemlerin yaratıcısı olduğunu, ahirette kullarını hesaba çekeceğini bilmektir. Bu bilgi günahlardan pişman olup tövbe etmeye vesile olur. Tövbede sabit kalmak için ilim ve amel-i salih birbirinden ayrılmayan unsurlardır. Dervişin elinde ilim, kalbinde iman ve takva olmalıdır. Rızkın helali olmadan da tövbede sabit kalınamaz. Bu hususta insanların birbirine yardımcı olması gerekir, insanlar arasında hukukun temini ve iyi ilişkilerin kurulması, birbirlerini aldatmamaları, birbirlerine zulmetmemeleri ve birbirlerinin helal rızkına yardımcı olmaları ile mümkündür. Yoksa gerek ilim, gerek ibadet haram üzerine kurulursa, kıraç bir tarla gibi bir miktar çalı çırpı yetişmesine sebep olur ama verim olmaz. Halbuki Rasulullah s.a.v.: “Bir kimse kırk gün helal yemeye devam ederse yüce Allah kalbini nurlandırır. Hikmet kaynakları kalbinden taşar diline gelir.” buyurmuşlardır. Helal yemek, yeme içme ve giyinmeyle ilgilidir. Haramlardan sakınmak ise binlerce günahı terk etmeye bağlıdır. Bu asırda aklımıza hayalimize gelmeyen çeşitli günahlar vardır. Şeytanın bu konuda hileleri çok büyük olup, Adem Aleyhisselam’a secde etmeyen kovulmuş Azazil, evladını toplayarak Ümmet-i Muhammed’i baştan çıkarma yollarını hazırlamıştır. “Madem peygamberleri hürmetine Allah onları kolaylıkla bağışlıyor, biz de onlara yollarını zorlaştıralım” diyerek haram işleri helal gösterme belasını insanlara sarmıştır. Böylece insanlar helal sandıkları haram işlerden dolayı tövbe de etmeyecekler ve günahlar âdet halini alacaktır. Bu yüzden yeme içme, evlilik, akrabalık ve benzeri birçok işte haram ve şüpheli işler meşru zannedilmektedir. Hz. Sa’d (R.A) Rasulullah s.a.v. Efendimiz’den “duası makbul bir kişi” olması için dua rica etti. Efendimiz şöyle buyurdular: -”Tertemiz helal şeyler ye, duan kabul olur.” Yine bir hadis-i şeriflerinde Rasulullah s.a.v. Efendimiz buyuruyorlar ki: -”Nice toz toprak içinde, saçı başı dağınık yollara düşen kimse var ki, yediği de giydiği de haramdır. Bu haliyle elini açar, ‘Ya Rabbi, şu şu isteklerimi yerine getir!’ der. Öyle bir kimsenin duası nasıl olsun da makbul olsun!” Bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyuruyorlar: -”Yüce Allah Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya bir melek yerleştirdi. Bu melek hemen her gün oradan şöyle seslenir: ‘Haram yiyen kimsenin ne sarfı ne adli kabul edilir’”. “Sarf” kelimesi ile anlatılmak istenen farz ibadetler, “adli” kelimesi ile de sünnet ve nafile ibadetlerdir. Yani haram yiyen kimsenin farz, sünnet ve nafile ibadetleri kabul edilmez. İşin başı yeme içmeye dayanıyor. Bu asırda kurşun sıkılmış bir hayvanın kesilmesinden faiz karışmış lokmaya kadar pek çok karışık mesele vardır. Bir kimse on kuruşa bir elbise satın alsa, on kuruşun bir kuruşu haram olsa, bu elbise ile kıldığı namaz makbul olmaz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz buyurmuşlardır ki: -”İbadet on bölümden ibarettir. Dokuz bölümü rızıkta ve yaşayışta helali aramaktır.”

14 Kasım 2012 Çarşamba

MUSİBETE SABREDENE MÜJDELER OLSUN!

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) ‘Sabır ve namaz ile yardım isteyin’ ‘And olsun ki... Sizi imtihan edeceğiz’ Allah-u Zülcelâl, ayeti kerime de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, (taate ve belâya) sabr ile bir de namazla (Hak’tan) yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah(ın yardımı) sabredenlerle beraberdir.Allah yolunda öldürülmüş olanlar için ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız.Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütfu keremimi) müjdele.”(Bakara; 153-155) Burada, ibadetler içinde sabrın yanında,özellikle namaz zikredilmiştir. Çünkü namazda Allah’ın kitabını okuma, dünya zevklerini terk etme, ahireti ve orada insanlar için Allah-u Teâlâ’nın, hazırlamış olduğu nimetleri hatırlama vardır. İşte, bu sebeplerdir ki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, bir sıkıntıyla karşılaştığı zaman, hemen namaz kılmaya başlardı. Ayet-i kerimede nimetin, kimi zaman belâ ve çeşitli musibetlerle bir arada bulunabileceği beyan edilmektedir. Fakat bela, musibet ve imtihanlara katlanmak, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden oluşan düşmanlara karşı direnmek için sabır ve namaz ile yardım dilemekten başka çare yoktur. Çünkü sabır ile irade güçlendirilir, sıkıntılara karşı tahammül gösterilir, musibetlere karşı sebat elde edilir ve Allah sabredenlerle beraberdir.Allah’ın yardımı, zaferi, koruyup gözetlemesi ve desteklemesi onların yanındadır. Allah-u Zülcelâl, sabır ve namaz ile yardım istenebileceğini bize gösterdi. Çünkü kul ya bir nimet içerisindedir ona şükretmesi gerekir ya da bir sıkıntı içerisindedir buna da sabretmesi gerekir. Mümin, sabır ve Allah'a karşı huşu ile kalbi dolduran ve insanın ruhunu her türlü hayâsızlık ve münkerlerden uzaklaştıran namaz ile yardım dilediği takdirde; onun için zorluklar önemsizleşir, her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanır, her türlü zorluk ve kedere direnç gösterir. Bundan dolayı, Allah-u Zülcelâl sabır ve namazı emrederek şöyle buyurmaktadır: “Dininizi ve dininizin şiarlarını zafere götürmek için yardım isteyiniz. Karşı karşıya kaldığınız her türlü sıkıntı ve musibete karşı yardım dileyiniz.” Bu hususlarda, insana ağır gelen her türlü dert ve tasayı hafifleten sabır ve insanın kalbine Allah'a güveni yerleştiren, sıkıntıları unutturan namaz en büyük iki vasıtadır. Namazın özellikle anılması, insana en zor gelen zahirî bir amel olduğundan dolayıdır. Allah sabredenlerin yardımcısıdır, onların duasını kabul eder, kederlerini giderir. … Allah kullarını imtihan eder Daha sonra Allah-u Zülcelâl, yeminle şöyle buyurmaktadır: “Yemin olsun ki ey müminler; sizleri savaşta düşmana karşı duyacağınız az bir korku, bir miktar kıtlık ve kuraklıktan dolayı açlık, kaybolmaları, zayi olmaları suretiyle mallardan yana eksiklik, kâfirlerle savaşmak ve başka şeylerle uğraşmaktan dolayı ölmek suretiyle canlardan yana eksiklik, telef etmek suretiyle meyvelerden yana bir eksiklik gibi musibetlerle karşı karşıya bırakacağız, sizi imtihan edeceğiz...” İmam-ı Şafiî'ye güre mahsullerin azlığı, çocukların ölümü demektir. Çünkü kişinin çocuğu, kalbinin meyvesidir. Ayet-i kerime de bir yeminin yapılmasının sebebi ise gelecekte ansızın karşı karşıya kalacakları olaylardan yana, müminlerin gönüllerinin rahatlaması, huzura ermesi, bir musibete maruz kaldıklarında ise Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeleri içindir. Nitekim bütün bunlar gerçekleşti. Sahabe asrında bir mümin iman edince birden fakir oluverir, ailesi onu terk ediverirdi. Ya da Medine'ye hicret edip de Mekke'yi terk ettikleri sırada, yurdundan, malından uzak kalırdı. Bir sahabe savaşa gittiği zaman, birkaç hurma ile yetinmek zorunda kalırdı. Özellikle Ahzab ve Tebük gazvelerinde... Muhacirler, Medine'nin sıtma ve vebası ile karşılaştığında, ölüme maruz kalırlardı. Daha sonraları ise Medine'nin iklimi zamanla güzelleşti. Kaza ve kadere iman eden müminlere müjedele! Fakat bu müjde ancak, felaket ve musibetin çöktüğü ilk anda sabredenler içindir. Bunlar, bu sabırlarından dolayı da Allah katında ecirlerini umarak: “Muhakkak biz Allah aidiz ve muhakkak biz O'na dönücüleriz” derler. İşte bu, onların işlerinde güzel akıbet ile karşılaşacaklarının müjdesidir. Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir. Rablerinden günahları için bir mağfiret onlara has bir rahmet de vardır. Bu rahmetin etkisini, musibet ile karşılaştıkları vakit kalplerindeki serinlikte, ruhlarının ferahlığında bulurlar. İşte kâfirler, müminleri bu rahmetten dolayı kıskanır. Çünkü kâfir, bir musibet ile karşılaştığında dünya ona dar gelir. Bazen kendisini öldürüp intihar dahi edebilir. Amerika gibi onların memleketlerinde, intihar olayları bundan dolayı çoktur! Gerçekten sabreden kimseler hakka, doğruya hidayet bulan, faydalı fiiller işlemeye Allah tarafından yönlendirilenler, dünya ve ahiret hayrını elde ederek umduklarına kavuşanlardır. Ebu Musa'dan,Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: “Kulun oğlu öldüğünde, Allah-u Zülcelâl meleklerine: ‘Kulumun oğlunun ruhunu kabzettiniz mi?’ diye sorar. Onlar: ‘Evet’ derler. Yüce Allah: ‘Onun kalbinin meyvesini mi aldınız!’ buyurur. Onlar: ‘Evet’ derler. Yüce Allah: ‘Peki, kulum ne dedi?’ Der. Onlar: ‘Sana hamdu sena etti, (“innâlillah ve innâileyhiraciun” diyerek) istircada bulundu. Yüce Allah şöyle buyurur: ‘Siz kuluma cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi adını veriniz.” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî) Allah ne takdir ettiyse o olur… İbn Abbas radıyallahu anhu, şu hadis-i şerifi rivayet ediyor: “Ey genç, ben sana bazı şeyler öğreteceğim (bunları iyi dinle) Sen Allah’ı(n koyduğu emir ve yasak sınırlarını) koru, Allah da seni korur. Sen Allah’ı koru, O’nu yanında bulursun. Bir şey istediğinde, Allah’tan iste. Yardım istediğinde, Allah’tan yardım iste. İyi bil ki bütün Ümmet, sana bir fayda sağlamak için bir araya gelecek olsa ancak, Allah’ın senin için yazdığı kadar fayda verir; yine, bütün Ümmet sana bir zarar vermek için bir araya gelecek olsa ancak Allah’ın senin için yazdığı kadar zarar verebilir. Artık kalemler kaldırılmış, defterler kurutulmuştur(kapatılmıştır). (Ahmed b. Hanbel, Tirmizi) Hadiste geçtiği üzere,eğer bütün insanlar, Allah-u Zülcelal’in senin hakkında takdir etmemiş olduğu bir konuda sana yararlı olmak isteseler, o işi yapamazlar. Buna karşılık bütün insanlar, Allah'ın sana takdir etmemiş olduğu bir zararı sana ulaştırmak isteseler, bunu başaramazlar. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, diğer bazı hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Hoşuna gitmeyen bir olay karşısında sabretmek, senin hakkında çok hayırlıdır. Sabrın sonu zafer, sıkıntının sonu ferahlık ve zorluğun arkası kolaylıktır.” (Tirmizi, İmam Ahmed) “Kul, Allah katında öyle bir dereceye erer ki, bu dereceye hiç bir amel ile ermesi mümkün olmaz, ancak uğrayacağı bir bedeni kazaya katlanmak sayesinde o dereceye erebilir.” İbn-i Abbas radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre, başka bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü en önce cennete çağırılacak olanlar, sevinçli ve sıkıntılı anlarında Allah'a çok hamdedenlerdir.” Buna göre kul, başına gelen sıkıntılara sabırla katlanmalı ve bilmeli ki; Allah'ın kendisine verdiği belalar, başından savdığı belalardan çok daha fazladır. Bunu düşünerek, Allah'a hamdetmelidir. Ayrıca mümin, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi kendisine örnek almalı ve onun eziyetlere karşı nasıl sabrettiğine bakmalıdır. Sabredenleri mükâfatlar bekliyor “Kıyamet günü iyi amel işleyenler huzura gelince; namaz kılanların, oruç tutanların, zekât verenlerin ve hacca gidenlerin amelleri tartılarak sevapları verilir, fakat belalara sabredenler için ne terazi kurulur ne de defterleri incelenir. Bunlar üzerine, dünyada ne kadar bela yağdırıldı ise aynı şekilde üzerine sevap yağdırılır.Dünyada başı hiç derde girmemiş kimseler bu durumu görünce, vücutlarının makaslarla doğranmış olmasını temenni edecekler(dir).” buyurulmuştur. Nitekim Allah-u Zülcelal: “Hiç şüphesiz, sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak verilecektir.” (Zümer; 10) diye buyurmuştur. Yine bazı kitaplarda denilmiştir ki; “Bir kimse başına gelen musibete sabrederse onun için üç yüz derecelik sevap verilir ki her derecenin arası, yerle gök arası kadardır.Bir kimse ma'siyetten uzak durursa, sabırlı olursa, onun için dokuz yüz derecelik sevap yazılır ki iki derecenin arası, arş ile yerin dibi arası kadardır.” İbn-i Mübarek radıyallahu anhunun da şöyle dediği anlatılır: “Musibet önce birdir, ağlayıp sızlama sonunda iki olur, şöyle ki: Birinci musibet başa gelen neyse odur. İkinci musibet ise ağlama sızlama sonunda, o musibetin verilecek müfakâfatının elden gitmesidir. En büyük musibet de mükâfatının elden gitmesidir.” Allah-u Zülcelâl bizlere sabır ihsan edip razı olacağı amel-i salih işlemeyi nasip eylesin. (Âmin)

8 Kasım 2012 Perşembe

Rabbimizi Unutmadan Yaşamak

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Allah’ı bilmek Allah’a itaati, Allah’a itaat Allah’ı sevmeyi gerektirir. Allah sevilince de Allah’tan korkulur. Sevgi ile korku müşterektir. Ölüm yokluk değildir. Bir mekândan başka bir mekâna göçmek, yer değiştirmektir. Her iki mekân da Allah’ın mülküdür. Allah’ın mülkünden yine Allah’ın mülküne sefer edilir. Fakat ahiretteki durum dünyada yapılanlara bağlıdır. Tevbenin önemi de bu yüzdendir. Ölümü bilen hazırlıklı olur. Ölüme hazırlıklı olan Allah’ı bilir. Ölümü ve Allah’ı bilen günahtan sakınır. Tevbesiz kul olmaz. Peygamberler dahi sürekli tevbe ederlerdi. Bu isyandan değil, azamet-i ilâhiyeye layık olan tazimden, haşyetten, Allah’a olan muhabbetten dolayıdır. Allah’ı bilmek Allah’a itaati, Allah’a itaat Allah’ı sevmeyi gerektirir. Allah sevilince de Allah’tan korkulur. Sevgi ile korku müşterektir. Ben Rabbimi çok seviyorsam O’ndan korkarım ki emrine asi olmayayım ve Rabbimin fermanından bir lahza dışarıya çıkmayayım. Allah’tan korkmak arslandan korkmak gibi midir? Hayır… Arslan maddi hayatımıza son verir. Bizi sakat bırakabilir ya da öldürebilir. Allah’tan korkmak haşyettir, O’na saygısızlık etmemeye titizlik göstermektir. Allah’ı bilmek ilim ister. İlim de amel ister. İlmi olup amel etmeyenlerin ahirette karşılaşacakları şey hesap ve azaptır. “Niçin bildiğinle amel etmedin?” suali ile karşılaşırlar. Allah’ı bilmemek günaha ve isyana götürür. Ya Hakk’a giden yola girilir, ya nefse ve şeytana itaat eden yola… Üçüncü bir yol ve ahirette de üçüncü bir mekân yoktur. Ya cennet ve cemal veya cehennem ve azap… Bu yüzden sırf dünya için çalışıp ahireti bırakmak olmaz. Asıl gaye ebedi saadetin yaşanacağı bir ahiret hayatına erişmektir. Bu sebeple dünyada yapılacak her şeyin ahirette iyi bir karşılığı olmalıdır. Dünyada ne için bulunduğunu bilmek, Rabbinden gafil olmamak şarttır. Manevi ilimlere önem vermek, iç alemi daima kontrol edip kalplerin günahla, isyanla dolmasını engellemek ve yapılan her işin amel-i salih olmasına çalışmak, alimlerimizin, maneviyat büyüklerimizin şiarı olmuştur. Allah Tealâ da onların yardımcısıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Bizim uğrumuzda çalışanlara elbette yolları mızı açarız.” (Ankebût, 69). Rasulullah s.a.v. Efendimiz de: “Bir kimse öğrendiği ile amel ederse Allah Tealâ ona bilmediklerini de öğretir.” buyurmuşlardr. Bildiklerini hayatlarına tatbik eden kimseler tevbeyi de hakkıyla yapmış olurlar. Zira tevbeden maksat bugün günah işleyip yarın tevbe etmek değil, Allah’ın rızasına uygun olmayan hallerden vaz geçmektir. Böylece “Eğer Allah’tan korkarsanız, Allah size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir.” (Enfal, 29) mealindeki ayete muhatap olunur. Bu anlayışı ele geçirmek çok önemlidir. Çünkü anlayış sahibi olan kişi, her hakkın gereğini yerine getirir. Allah Tealâ’nın, aile, akraba ve komşu gibi her tür hakkın gereğini yerine getirerek rahmete, merhamete mazhar olur. Muhammed Parisa Hazretleri “Faslu’l-Hitab” isimli eserinde Ebu Said Ebu’l-Hayr Hazretleri’nin şöyle buyurduğunu naklediyor: “Cüz’î aklımızla yaptığımız küçük bir işe kıymet verip onu büyük görüyoruz. Cenab-ı Hakk’ın bunca fazl u keremini, nihayetsiz rahmetini görmezlikten geliyoruz. Bu gaflet halinin, bu unutkanlığın büyük bir perde, kalın bir hicap olduğunu anlamamız, kötü huyların, süşî düşüncelerin, insanın gözüne perde olduğunu bilip bu hallerden kurtulmaya çalışmamız lazım geliyor. Biz hesabı kendimize göre yapıyoruz. Oysa Allah’ın kitabına göre olması gerekir. İşlerimizi Allah’ın emrine göre yapmamız gerekiyor. İki cihan erdinden kurtulmadıkça, yaratılmışların cümlesinden gözümüzü kesip Allah’a dönmedikçe hakiki hürriyete ve hayra kavuşmaya imkan yoktur. Çünkü bizim düşüncemiz ya nefsimizin hesabı ya şeytanın, kötü arkadaşın iğvası ya da dünyanın muktezasıdır. Bunlarla Allah Tealâ Hazretleri’ni unutup, kulların köleliğini kabul etmiş oluyoruz.” Ebu’l-Hayr Hazretleri’nin sözünü ettiği köleliğe düşmeden yaşamanın yolu belli. Hayatımızın her anını Allah Tealâ’yı unutmadan yaşamak… O zaman yaptığımız bütün işlerimiz hayra döner, dünyada yaptıklarımız da ahirette kurtuluşumuza vesile olur.

1 Kasım 2012 Perşembe

GAFLETE DÜŞENE; ‘GEL KARDEŞİM…’ DİYELİM

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Müslüman uyarılmayı kabul eder Vaaz, nasihat, emr-i bilmaruf ve nehy-i anil-münker yap, yani iyiliği, hakkı tavsiye et ve kötülüğü uzaklaştır! “Hatırlat, zikir (hatırlatmak) ve vaaz müminlere fayda verir.” (Zariyat, 55) Hepimiz biliriz ki fasıklara, günahında ısrar edenlere, Kur'an, Tevrat ve İncil'in hepsini okusan da onun kulağına girmez, bunlardan bir fayda görmez. Bakınız Allah-u Zülcelâl ne buyuruyor; “Vaaz, nasihat, müminlere fayda eder.” Demek ki, burada bize Allah-u Zülcelâl tarafından bir emir vardır ki, mümin sıfatıyla bu nasihatlerden faydalanmamız gerekmektedir. Bazı insanlarda olduğu gibi hiç kulağına girmemek, bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak ya da duyup da tatbik etmemek şeklinde olmamalıdır. Nasıl ki, bazı insanlar, “İşte, şu kişilerin kararları kâğıt üzerinde kaldı, hiç bir fayda sağlamıyor, tatbik edilmiyor” diyorlarsa vaaz da böyledir. Hakikaten, tatbik edilmeyen kararın hiç bir faydası yoktur. Bunun için vaazlarda anlatılanları tatbik etmek lazımdır. Söylenen emir ve nehiyleri yerine getirmek lazımdır. Elden geldiğince nefis ve şeytanla mücadele ederek o vaazları tatbik etmeye çalışmalıdır. Buna ek olarak insan; kalbine, ruhuna, sırrına, Allah ile kendi arasındaki duruma daima dikkat etmelidir. İnsan manevi olarak düzeldiği zaman, o maneviyatın düzelmesiyle, mutlaka zahiri azaları da düzelecektir. İnsanın maneviyatı, kalbi, sırrı iyi olmadığı zaman, o kişi ne kadar mücadele etse, gayret gösterse de kendini düzeltemez. Bunun için Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme, bu tür manevi hastalıkların tedavi etmesi için çok soru sormuşlar ve bu konuda çok gayret sarf etmişlerdir. Çünkü insana maneviyat bakımından hastalık veren, yedi tane büyük kalbi hastalık vardır. Kıyamet Günü bunlardan her birisi cehennemin bir kapısı olacaktır. Haset, kibir, ucub gibi sıfatlar, Kıyamet Günü’nde insanın Cehennem ateşine atılmasına sebep olacak sıfatlardır. Hz. Muaviye’nin ilk müslüman olduğu sıralarda, maneviyat bakımından noksanlığı vardı. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hemen onu ikaz etti ve ona; “Ya Muaviye! Kalbindeki zerre kadar kalbi amel, dağlar gibi zahiri amelden daha eftaldir” dedi. İşte, bunun için insanın kalbini, ruhunu, sırrını, kendisiyle Allah arasındaki durumu düzeltmesi, Allah'ın katında çok makbuldür. Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki, kendi nefsini kötü sıfatlardan (manevi hastalıklardan) temizleyen iflah olmuştur.” (Şems, 9) Bakınız Ashab-ı Kiram nasıldı; bir kimse, bir olay üzerine, Hz. Ömer'e radıyallahu anhu; “Ya Ömer! Allah'tan kork!” diyor. O kimse öyle dediğinde, Hz. Ömer radıyallahu anhu, yanında Allah'ın ismi anıldığı için, Allah'ın mübarek ismine hürmet etmek için, mübarek yanaklarını yere sürmüş, o şekilde saygıda, tazimde bulunmuştur. Harun Reşid'e, ordusuyla, askerleriyle atlı olarak bir yere giderken, yolda birisi; “Ya Harun! Allah'tan kork!” dedi. Bunun üzerine Harun Reşid ve ordusundaki bütün askerleri, Allah-u Zülcelâl'e tazim ve hürmet göstermek için atlarından inmişlerdir. İşte bu insanlar, manevi olarak nefislerini temizlemiş kimselerdir. Şimdi sen her hangi bir müslümana; “Allah'tan kork!” desen, “Sen kendine bak!” diyecektir... Oysa bakınız, anlattığımız kimseler Emiru’l Müminin, yani devlet başkanı oldukları halde, o söze nasıl karşılık verdiler... Onlara; “Allah'tan kork!” denildiğinde, nasıl karşılık veriyorlardı! Onlar ne kadar tevazu sahibi, ne kadar da alçak gönüllüydüler. Onlarda; kibir, riya, ucub, nefis vs. yoktu. Bunlar bizim için çok büyük bir örnektir. ‘Sen kendine bak!’ (!) Dediğimiz gibi zamanımızda, bir kimseye; “Allah'tan kork!” deseniz, hemen; “Sen kendine bak, ben korkuyorum” veya; “Sen kendine bak, bana karışma” diyecektir. Dikkat edin! Bu söz çok büyük bir günahtır. Çünkü bu, kardeşinin nasihatini kabul etmemektedir. Oysa Allah (celle celaluhu) “Vaaz ve nasihat, müminlere fayda verir” buyurmaktadır. Demek ki öyle cevap veren bir kimsede, mümin sıfatı yoktur. Buna çok dikkat etmemiz lazımdır. Olur ki, bir arkadaşımız bize nasihat ederse; “Başım gözüm üstüne. Hay hay, senin dediğini yaparım. Senin dediğin, benim ebedi saadetimi kazanmama sebeptir” diye, düşünerek kabul etmemiz ve ona karşı çıkmamamız lazımdır. Çünkü ayette buyurulduğu gibi müminler nasihatten faydalananlardır. Bunun için güzel bir sıfat olan uyarıya, nasihate açık olmaya çalışalım. Hz Ömer radıyallahu anhu ölümün var olduğunu bildiği halde, maaşla adam tutmuş ve her gün, o kişinin gelip kendisine: “Ölüm var! Ölüm var!” diye, uyarıda bulunmasını istemiştir. Niçin? Çünkü bir başkası tarafından kendisine hatırlatma ve nasihatte bulunulmasını arzu ediyordu. İşte, hepimizin, böyle birbirimizden gelecek uyarı ve nasihatlere açık olması gerekmektedir. Keşke, mümin kardeşimiz bize her fırsatta; “Bak gaflete düştün, hemen zikir yap, şu günahı yapma” dese... Keşke her zaman bize böyle seslenseler… Niçin? Çünkü bu, ebedi saadetimizi kazanmaya sebeptir. Bizden öncekiler niçin daima kendilerine nasihat edilmesini istiyorlar, hatta üzerine para veriyorlardı? Demek ki onlar, ayet-i kerimenin hakkını vermeye gayret ediyorlardı. Kişi, bir kimse kendisine nasihat ettiği zaman, eğer İslam ahlakıyla ahlaklanmış ve mümin kardeşini seviyorsa bilecek ki, o nasihat eden şahıs, beni mümin kardeşi olarak gördüğü, beni sevdiği için bana nasihatte bulunmaktadır. Çünkü müminlerin arasında muhabbet ve sevgi bağı vardır. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede “Şüphesiz müminler kardeştir.” (Hucurat, 10) Kişi düşünecek ki, bu benim mümin kardeşim olduğu için bana nasihatte bulundu ve hemen kabul edecek. Allah için birbirini sevmek Allah (celle celaluhu) indinde çok makbuldür ve birbirini sevenlere, Kıyamet Günü’nde çok büyük bir mükâfat verecektir. İbrahim bin Edhem’e âşık olan adam İbrahim bin Edhem kuddise sırruhu bildiğiniz gibi, malını mülkünü bırakıp fakirlik içinde yaşadı. Bir gün, o fakir haliyle, bir camiye gitti. Namazını kıldıktan sonra, (onu tanımayan) müezzin camiyi kapatmak için onu dışarıya çıkarmak istedi. O; “Benim kimsem yok, ben garibim, yabancıyım, bu gece burada kalayım” dediyse de müezzin; “Hayır, yabancılar camiyi soyuyorlar, hırsızlık yapıyorlar, ben kimseyi içeride bırakmam” dedi. İbrahim bin Edhem; “Ben nereye gideyim, tanıdığım kimse yok, hava soğuk, bu gece burada kalayım” diye yalvardı. Müezzin onca yalvarmaya kulak asmayarak, kabul etmedi ve onu eliyle çekip yüzüstü sürükleyerek dışarı çıkardı. İbrahim bin Edhem kuddise sırruhu, kapının önüne konulunca ilerde ateşi yanan bir hamam gördü. Hamamın kapısına gelerek, oraya girmek istedi ve hamamın ateşini yakan şahsa selam verdi. Hamamcı selamını almadı, yalnız eliyle ‘otur’ diye işaret etti. İbrahim oturdu, fakat adamın haline hayret etti. Çünkü adam bir sağa, bir sola bakıyordu. İbrahim, bu adam beni öldürecek mi, ne yapacak acaba, selamımı da almadı, diye düşünmeye başladı... Adam işini bitirdikten sonra; “Aleyküm selam” dedi. İbrahim ona; “Ya mübarek! Niçin selamımı verdiğim zaman almadın?” diye sordu. Adam; “Ben burada ücretle çalışıyorum, işimle meşguldüm. Bunun için işimi bitireyim de sonra selama cevap vereyim diye düşündüm” dedi. “Peki, o sağa sola bakmak neydi?” diye sorunca İbrahim bin Edhem, adam; “Ben bir sağa bakıyorum, bir sola bakıyorum, bilmiyorum ki Azrail aleyhisselam canımı hangi taraftan gelip alacak. Bu şekilde her an ölümü bekliyorum” dedi. Ve devamla; “Ben Allah için İbrahim bin Edhem'i öyle seviyorum, ona öylesine aşığım ki, ‘Ya Rabbi! Onu bir görsem de öyle canımı alsan’ diye, dua ediyorum” dedi. Bunun üzerine, İbrahim bin Ethem; “Eyvah! Allah beni senin yanına nasıl getirdi biliyor musun? Yüzüstü sürünerek senin yanına geldim, Allah senin duanı nasıl kabul etmez! Öyle kabul etti ki, yüzüstü sürünerek geldim. Sana müjdeler olsun, ben İbrahim'im” dedi. Öylesine candan kucaklaştılar ki, neredeyse muhabbetten birbirlerini yiyeceklerdi... O sırada adam dua etmeye başladı; “Ya Rabbi! Benim isteğim yerine geldi, emanetini al” dedi ve hemen oracıkta, İbrahim bin Edhem'in kucağına yığılıverdi... İşte bakınız, onlar, Allah için birbirlerini böyle seviyorlardı. Oysa dünya için birbirini sevmenin faydalı bir neticesi yoktur. İnsanlar birbirlerini dünya için sevdikleri zaman, birinin dünyalığı kalmadığında, sevgi ve muhabbetleri de sona eriyor. Ama Allah için olan muhabbet ise kıyamete kadar devam ediyor, hatta haşir meydanında, ahirette de devam ediyor. Arkadaşına sahip çık! Nasıl, dünya hayatında bir tehlikeyle karşılaştığımızda, hemen arkadaşımızı o tehlikeden kurtarmak için yardıma koşuyoruz, aynı o şekilde, ahiret bakımından da birbirimize yardımcı olmamız lazımdır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor; “Cennet, size ayakkabınızın bağından daha yakındır.” Demek ki insan günah işlediği zaman sanki cehennemin içinde, sevap işlediği zaman da cennetin içindedir. Bir arkadaşımız bir hataya (günaha) müptela olduğu zaman, cehennemin içindedir. Öyleyse onu cehennemden çekip çıkarmak lazımdır. Niçin geçici bir hayat olan dünyanın tehlikesinden onu koruyoruz, muhafaza ediyoruz da ebedül ebed, hiç bitmeyecek olan ahiretin musibetinden, tehlikesinden onu muhafaza etmiyoruz? Dünya hayatı, hakikaten göz önünde olduğu için arkadaşımızın başına bir musibet geldiği zaman, hemen ona “Başın sağ olsun”, “Geçmiş olsun” diyoruz, oysa ahiretin musibetine gelince, yokmuş gibi davranıyoruz, onu bu musibetten dolayı taziye etmiyoruz. Halbuki, bu çok daha büyük bir afettir! Dikkatle düşünelim; iki tane dost, ahbap var. Bunlardan birisi namaz-niyazlı, diğeri ise namaz kılmıyor, her pisliği yapıyor. Bunlar yan yana geldiğinde, birbirlerinin hatırını soruyorlar. Birisi “Ben iyiyim” diyor. Öbürünün hatırını sorduğunda, o da “Ben de iyiyim” diyor. Oysa “İyiyim” demesine rağmen pislik içindedir, namaz kılmıyor, günah işliyor, cehennem ateşinin içindedir! Öbür namaz-niyazlı arkadaşı; “Evet, sen de iyisin” diyor. Beraber yemek yiyorlar, çay içiyorlar, sohbet ediyorlar… Oysa arkadaşı, az bir musibete uğrasa, bir trafik kazası geçirse, yahut da bir tarafında yara çıksa, hemen “Geçmiş olsun, ne oldu sana!” diyecektir. Oysa ahiret bakımından musibete uğradığı, Allah'ın azabının içinde olduğu zaman, sanki bir şey yokmuş gibi davranmaktadır!... İnsanlar, sanki ahiret kendilerinden uzakmış gibi davranmakta, gaflet uykusunda uyumaktadırlar. Bu konuda çok dikkatli olalım. Birbirimize sahip çıkalım. İslam ahlakına uygun bir şekilde, kardeşliğin gereği olarak, birbirimize, yumuşak bir dille, iyiyi ve güzeli, hakkı tavsiye edelim. Kötü hal ve davranışları olan kardeşlerimizi nefsi ve şeytanıyla baş başa bırakmayalım: “Gel kardeşim, bak biz böyle yapıyoruz, şunları yapmıyoruz, Allah-u Zülcelâl bunu yasaklamıştır” diyelim. Hep birlikte, el ele vererek, Allah'a doğru yürüyelim, inşaallah.

18 Ekim 2012 Perşembe

TEVBE, ZİKİR VE NAMAZIN ÖNEMİ

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Tevbe edenlere mükâfatlar var Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Tevbe edenler, kendilerini düzeltenler, Allah’ın emirlerine sıkıca sarılanlar ve Allah için dinlerinde samimi olanlar müstesna! İşte bunlar, müminlerle birliktedirler. Allah, müminlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa; 146) Peki, bu çok büyük mükâfatı kazandıran şey nedir? Yine ayet-i kerimden anlıyoruz ki tevbedir! İnsan tevbe ettiği zaman, Allah-u Zülcelâl onun bütün günahlarını sevaplara çevirmektedir. Bu müjdeyi ise Allah-u Zülcelâl, şu ayeti kerimede haber veriyor: “Ancak tevbe ve iman edip iyi amel işleyenler başka; çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.”(Furkan; 70) Tevbe, mümin için imandan sonra en büyük nimettir. Tevbe çok mühimdir bilhassa bu ahir zamanda, sokaklar ve çarşılar, sanki günah denizi gibi olduğu için çok daha mühim hale gelmiştir. Bir insan denize düştüğü halde “Ben ıslanmadım” diyebilir mi? Her kim olursa olsun sabahtan akşama kadar, bu günah denizinin içine girmişse ıslanacaktır, kirlenecektir. Bir kul, tevbe ettiği zaman Rabbi ile sulh etmiş, arasını düzeltme yoluna girmiştir. Çünkü kişi şeytanın yanında olduğu zaman, şeytan Allah-u Zülcelal’e düşman olduğu için sanki o da düşman olmuş gibi olur. Şeytanın yanından ayrılıp Allah-u Zülcelal’e tevbe ettiği zaman, kendi Rabbi ile sulh yapmış, barışmış olur. Öyle ise İslam dininde, tevbeden daha güzel bir şey var mıdır? İnsan için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, anlatmakla bitiremeyiz. Onun için tevbenin kıymetini iyi bilelim. Bazı insanlara, “Gelin tevbe edin” dediğimiz zaman o kimseler: “Allah, benim gibi bir adama azap verir mi?” diyerek, bir kibrin ve ucubun (kendini beğenmişliğin) içine giriyorlar. Oysa işledikleri günahlarla Allah katındaki hallerini bir bilselerdi, ne kadar yanlış düşündüklerini anlayacaklardı. Tevbe, Allah’ın gazabını söndürür Allah-u Zülcelal’e hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük bir nimet olarak iman vermiş ve bu imandan sonra da tevbe ederek yanlış yaptığımızda dönebilmeyi nasip etmiştir. İnsan, kulluk yolunda kendisinde bir ilerleme olmayıp yerinde saydığı zaman veya geri gittiği zaman, hemen tevbeye kaçmalıdır. “Acaba Allah-u Zülcelâl, bu günahtan dolayı bana gazaba mı geldi?” diyerek, hemen tevbeye sarılmamız lazımdır. Aylarca tevbeyi terk etmek, çok yanlıştır. Nice işlediğimiz günahlar vardır ki, biz onları unutuyoruz fakat kıyamet gününde bu günahların hepsini zerresine kadar göreceğiz. Bunların hepsi Allah-u Zülcelal’in katında sabittir. Fakat biz, gaflete düşmüşüz, o günahları unutmuşuz. Hiç hatırımıza getirmiyoruz. Bu sebeple, bütün yapmış olduğumuz günahlardan tevbe etmeliyiz. Böyle yaparsak, Allah-u Zülcelâl, bu unutmuş olduğumuz günahlarımızı da sevaba çevirecektir inşaallah. Aliyyü’l-Havvas, her sabah ve her akşam vücudunda ne kadar aza varsa hepsinden tevbe ediyordu. Gözlerinden, kulaklarından, dilinden, ayaklarından, kalbinden yani bütün azalarından birer birer: “Ya Rabbi! Bu azalarımla yapmış olduğum bütün günahlarımdan ben pişmanım” diye tevbe ediyordu. Ve diyordu ki: “Tevbe, Allah-u Zülcelal’in gazabını söndürür.” Çünkü insan bir günah yaptığı zaman, Allah-u Zülcelâl ona gazaba gelir. Hatta insan günah yapıp da Allah-u Zülcelâl ona gazaba geldiği zaman, Arş ve Arş’taki melekler korkudan titrerler. İşte, biz de günahı böyle görüp farkına varmalıyız. Kabrimiz bize sesleniyor Dünyada dolaşıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, önümüze ne gelirse yapıyoruz ama hakikat böyle değildir. Biz Allah-u Zülcelal’e karşı nasıl davranıyorsak, ağaçlar, taşlar, topraklar da bize o şekilde muamele ediyorlar. Hatta kabrimiz de bize öyle muamelede bulunuyor. Eğer biz vaktimizi ibadetle, zikirle, Allah-u Zülcelal’in razı olacağı işlerle geçirirsek, kabrimiz bize şöyle sesleniyor: “Allah senden razı olsun! Ben sana aşığım. Ne zaman yanıma geleceksin? Sen benim yanıma geldiğin zaman, sana hürmet edeceğim.” Ama günahlarla meşgul olup, Allah’a asi olduğumuz zaman, yine o kuru toprak bize şöyle sesleniyor: “Allah seni kahretsin! Ben sana karşı çok öfkeleniyorum. Sen benim yanıma ne zaman geleceksin? Geldiğin zaman senin kemiklerini birbirine geçireceğim.” Eğer biz, Allah-u Zülcelal’e âşık olursak onlar da bize âşık oluyorlar. Fakat biz asi olursak, onlar da bize buğzediyorlar. Allah-u Zülcelâl bizleri, kendisine ibadet edelim diye yaratmıştır. Allah-u Zülcelâl, bizi bu dünyaya kendi rızasını kazanabilmemiz için göndermiştir. O halde, kalbimizde daima Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak için bir merak, bir hararet ve yanma bulunmalıdır. Eğer insanın kalbinde Allah-u Zülcelal’in rızasının merakı varsa günbe gün, saatbe saat mutlaka O’na doğru gidecektir. En hayırlı amelle meşgul olalım Allah’ın zikri insan için kurtuluştur. Bunu daima söylüyoruz fakat istediğimizi maalesef yerine getirmiyoruz. Allah-u Zülcelal’in zikri, insan için hem çok kolay hem de çok büyük bir sevaptır. Ebu’d-Derda radıyallahu anhu anlatıyor: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, (bir gün) sordu: - En hayırlı olan ve derecenizi en ziyade artıran, Melîk’inizin yanında en temiz, sizin için gümüş ve altın paralar bağışlamaktan daha sevaplı, düşmanla karşılaşıp boyunlarını vurmanız veya boyunlarınızı vurmalarından sizin için daha hayırlı olan amelinizin hangisi olduğunu haber vereyim mi? (Ashab-ı Kiram): - Evet! Ey Allah’ın Resulü! Dediler. (Resulullah sallallahu aleyhi vesellem): - Allah’ın zikridir!’ Buyurdu.” (Tirmizi) Allah-u Zülcelal’in zikri çok kolaydır. İnsan oturduğu yerden bile kalben veya hem dil ile hem de kalple Allah’ı zikrettiği zaman, çok büyük hayırların sahibi olur. Bu bizim için çok büyük bir fırsattır. Fakat bu fırsatı, bu sermayeyi denize akan fakat değerlendirilmeyen nehirler gibi kaybediyoruz. Yani, sabahtan akşama kadar geçen sürede, zikir yapmadığımız zaman, bu sermayeyi kaybetmiş oluyoruz. Ara sıra da olsa tespihlerimizi elimize alıp bir köşeye çekilerek, bir miktar Allah-u Zülcelal’i zikretmemiz lazımdır. Bize yarayacak olan budur. Bir defa terk ettirirse… Nefis yaramazdır, Allah-u Zülcelal’in zikrini yapmak istemez. Bunu hepimiz tecrübe edebiliriz. Nefsin hileleri çoktur. İnsanı aldatabileceği bir fırsat bulduğu zaman, artık onu bırakmaz. Bir kişi namazını hiç terk etmemişse onunla namazını terk etmesi için fazla uğraşmaz. Çünkü o kişinin namazını terk etmeyeceğini ve uğraşmasının boş olduğunu bilir. Fakat bir sefer de terk ettirdiği zaman, ondan sonra öyle bir baskı yapar ki her zaman terk ettirmeye başlar: “Sen zikir yapamazsın. Zikir yaptığın zaman bunalıma giriyorsun!” diyerek, daima zikirden alıkoymak için uğraşır. İnsanın, kıyamet gününde terazisinin sevap kısmının ağır gelmesi için salih amele ihtiyacı vardır. Ama bu dünyada, nefsini boş şeylerle meşgul ederse, kıyamet gününde terazisinin başına geldiği zaman, kendisine lazım olan salih amelleri kaybetmiş olduğunu görür. Onun için insan o gün pişman olmamak için bu dünyada, elinde fırsat varken salih ameller yapabilmek için gayret göstermelidir. İnsan, Allah-u Zülcelal’e dua ettiği zaman ihlâsla dua etmeli, ibadet yaptığı zaman, sadece Allah-u Zülcelal’in rızası için yapmalıdır. Dua ve ibadet ihlâslı olarak yapıldığı zaman, ‘kabul’ de onlarla beraberdir. Birbirinden hiç ayrılmazlar. Ama ihlâs bulunmadığı zaman, ‘kabul’ de onlardan ayrılır. Namaz hayâsızlıklardan alıkoyar Allah-u Zülcelâl, öyle kudret ve azamet sahibidir ki, her ne ibadet yaparsak yapalım, yaptığımız ibadetlerin O’nun Zat’ına layık olması için gayret edelim. Bilhassa namazın üzerinde elimizden geldiğince gayretli olmamız lazımdır. Çünkü namaz, İslam dininin direğidir. Namazın olmaması, binanın direksiz olması gibidir. Onun için ilk olarak kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza namaz ile tavsiyede bulunmalıyız. Namaz bütün ibadetlerin başıdır. Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Şüphesiz ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut; 45) İşte, namaz böyledir. Onun kıymetini iyi bilelim. Rükûsu ile secdesi ile huşu içinde, huzurlu olarak namazımızı kıldığımız müddetçe Allah-u Zülcelâl bizi muhakkak günahlardan muhafaza eder, hakiki tevbe etmeyi ve salih amel yapmayı da nasip eder inşaallah. Allah-u Zülcelal’e ibadetlere, namaz olsun, oruç olsun, zekât olsun, hac olsun, Allah için yolun üzerindeki bir şeyi kaldırmak olsun, mümin kardeşimize yardımcı olmak olsun, yani hangi ibadet olursa olsun, daima o ibadetlere âşık olmamız lazımdır. Böyle olduğu zaman, belki de Allah-u Zülcelâl bizim küçük ama samimi olarak yaptığımız bir ibadetimizden dolayı bizi af ve mağfiret eder. Allah-u Zülcelâl, kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin. (Âmin)

14 Ekim 2012 Pazar

Cumanın Sünnetleri ve mekruhları

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) CUMANIN SÜNNETLERi VE MEKRUHLARI 1-) Cumaya gelen kimse için yıkanmak, hoş koku sürünmek ve en güzel elbiseleri giyinmek sünnettir. Yıkanmanın vakti, cuma gününün sabah vaktinden öğle vaktine kadardır. Cumaya gitmeye yakın yıkanmak daha faziletlidir. Nitekim Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)‘den rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Caminin kapısında duran melekler vardır. ilk geleni ve sonrakini yazarlar. Her kim cuma günü cünüplükten yıkanır gibi yokanır da sonra cumaya giderse bir deve sadaka vermiş gibi sevap alır. İkinci saatte giderse, bir inek sadaka vermiş gibi sevap alır. Üçüncü saatte giderse, boynuzlu bir koç sadaka vermiş gibi olur. Dördüncü saatte giderse bir tavuk sadaka vermiş gibi olur. Beşinci saatte giderse, bir yumurta sadaka vermiş gibi olur. İmam mimbere çıktğında, melekler içerde hutbeyi dinlemeye hazır olurlar.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) 2-) Cumaya erkenden yaya olarak sükunet ve vakarla gitmek, imama yakın oturmak, yolda Kur’an okumakla yahut zikir ile meşgul olmak sünnettir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Cuma günü iyice yıkanıp kirlerinden temizlenen, acele edip mescide ilk gelen, bineğe binmeyip yaya yürüyen, imama yakın oturup hutbeyi dinleyen boş şeylerle uğraşmayanın her bir adımına bir yıllık gündüzleri oruç, geceleri kıyamda bulunma ameli sevabı vardır.” (Tirmizi, Ebu Davud, Ibn-i Mace, Hakim) 3-) Namazdan önce bedeni temizlemek, kendine çeki düzen vermek, ağızdaki çirkin kokuları misvakla temizleyerek gidermek, bedendeki diğer kötü kokuları gidermek sünnettir. 4-) Cuma günü Kehf suresini okumak sünnettir. Kehf suresini gündüzün okumak hakkındaki rivayet daha kuvvetlidir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Her kim cuma günü kehf suresini okursa, iki cuma arasında meydana gelen bir nurdan ona ışık saçılır.” (Hakim) Kehf suresinin okunmasının hikmeti ise; kıyamet cuma günü kopacaktır. Cuma günü de halkın toplanması bakımından kıyamet gününe benzemektedir. Kehf suresinde ise kıyamet korkularından bahsedilmektedir. 5-) Cuma günü ve gecesi çok dua etmek sünnettir. Cuma gününde dua etmek duaların kabul edildiği saate tesadüf etme ümidinden ötürüdür. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) cuma gününden bahsederken şöyle buyurmuştur: “Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul, Allah’tan bir şey isterken o saate tesadüf ederse mutlaka Allahu Teala ona istediğini verir.” (Buhari, Müslim) Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) eli ile de işaret ederek bu saatin az bir zaman dilimi olduğunu belirtmiştir. Duaların kabul edildiği saat konusunda en sağlam görüş, şu hadis-i şeriftir: “Duaların kabul edildiği saat, imamın mimbere oturduğu andan namaz bitinceye kadar geçen zamandır.” (Müslim) 6-) Ittifakla, cuma günü ve cuma gecesi Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)‘e çok salavat getirmek sünnettir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Cuma günü ve gecesi bana çok salavat getirin. Her kim bana bir kere salavat getirirse Allahu Teala ona on kere rahmet eder.” (Beyhaki)

4 Ekim 2012 Perşembe

İLİM, İNSANI İNSAN EDER

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) ‘Allah kalbinizi sizden iyi bilir!’ Allah-u Zülcelâl, Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerimede kendi Zat’ını bizlere, O’nu daha iyi tanıyıp anlayabilmemiz için anlatmış, tanıtmıştır. Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Sizin; kalbinizde, nefsinizde tasavvur ettiğiniz şeyleri, Rabbiniz (sizden) daha iyi bilir.” (Mülk; 13) Bu ayet-i kerimeden anlaşılacağı üzere Allah-u Zülcelâl, bir kimsenin kalbini, nefsini, hayal ve tasavvur ettiği şeyleri, kendisinden daha iyi bilmektedir. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz aleyhissalatu vesselam “Allah (cc) sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” buyurmaktadır. (Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel) Demek ki kalp nazargâh-ı ilahidir. Bundan dolayı insan, kalbinde tasarladığı, hayal ettiği çirkin şeyleri, kendisinden izale etmek ve uzaklaştırmak suretiyle, kalbini daima temiz tutmalıdır. İlim, olmazsa olmaz! Mademki kalp, Allah-u Zülcelâl ‘in nazargâhıdır ve Allah-u Zülcelâl, kalplere bakmaktadır, o halde daima kalbimizdeki niyetimizin halis olmasına özen göstermeli ve Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı ameller ile kendimizi meşgul etmeliyiz. Tabi ki bu, ancak ilim ile mümkündür. Yapılan amellerin hayırlı olup olmadığı, kalpte tasavvur edilen şeylerin, yanlış veya doğru olduğu, ilim ile o konudaki bilgileri bilmekle anlaşılabilir. Onun için insan, yaşı kaç olursa olsun, öğrenmekten utanmamalı, daima yeni bilgilerle kendini süslemelidir. İnsan ilim öğrenmekten utanır, kendini yetiştirip bilgi sahibi olabilmek için ilim talebinde bulunmazsa nihayetinde, cahil bir kimse olarak bu dünyadan ayrılır. Cahil kimse; neyin doğru neyin de yanlış olduğunu bilmediği için ahirette kendisine menfaat verecek şeyleri bu dünyadan kazanmadan ayrılacağı için pişman olur. İlim öğrenmek, her türlü nafile ibadetten üstündür. Vücudun gıdası yemek olduğu gibi kalbin gıdası da ilimdir. İlmi olmayan bir kimsenin kalbi hastadır. Hatta ölmüştür. Ancak insan, dünya sevgisiyle meşgul olduğundan, bunu fark edemez. Bir insan için en büyük kayıp, cehalettir. Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Âlimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu.” Demek ki insan, ilim öğrenmekle hayvaniyet derecesinden, insaniyet derecesine yükselmektedir. İlmin, Allah için öğrenilmesinde, Allah korkusu vardır. Ancak ilim sayesinde, Allah-u Zülcelal’e itaat edilir. Dünya aldatır! Allah-u Zülcelâl, ahiret hayatımızı karanlığa boğacak, perişanlığa çevirecek gafletlerden bizi, ayet-i kerimeleri ile uyarmaktadır. Bizim esas gayemiz, ahireti kazanmak olmalıdır. Dünya aldatıcıdır. Bizim için süslenmiş bir gelin gibi; gözler ona bakar, gönüller ona yönelir, nefisler ona âşıktır. Fakat o nice âşıkları öldürmüş, kendisine bel bağlayan nicelerini rezil etmiştir. Allah-u Zülcelâl, bizi huzuruna çağırdığı zaman: “Ya kulum! Sana ruh vermedim mi? Göz vermedim mi, ayak vermedim mi, sıhhat vermedim mi? Mal vermedim mi? Her şeyi verdiğim halde, Peygamberim vasıtasıyla Kur’an gönderdiğim halde, benim hukukumu ne şekilde yerine getirdin?” diye sorunca, ne cevap vereceğini bilenler, en mutlu kimselerdir! Ya bu soruların cevaplarını hazırlamayanların hali!… İşte onlar, hakiki olarak hasret ve pişmanlık duyacak olanlardır. Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ buyurdu ki, ‘Ey Âdemoğlu! Sen benim ibadetimi ihya edenlerden olursan, ben de senin kalbini zenginlikle doldururum. Seni fakirliğe götürecek olayların önünü de keserim. Fakat bu şekilde davranmazsan, seni daima dünya ile meşgul ederim. Seni fakirliğe götürecek olayların önünü de kesmem.” (İbn Mace, Tirmizi) Bazı insanlar, çok zengin olmalarına rağmen, rahat rahat bir yemek yemeye dahi vakit bulamazlar. Peki, bu zenginlikleri ne işe yarar? Bu sebeple, bilhassa zenginler, bolluk içinde yaşadıkları için dünyayı daima hor görmelidirler. İnsan huzuru nasıl bulur? Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyhi, Ömer bin Abdülaziz’e şöyle bir mektup yazmıştır: “Dünya geçici bir konaktır. Orada devamlı kalınmaz. Âdem aleyhisselam cennetten dünyaya, bir suçun cezasını çekmek için gönderildi. Ey müminlerin halifesi! Dünya hayatına karşı çok dikkatli ol! Dünyadan ahirete göç ettiğinde en iyi azık, insanın taşkın nefsinin isteklerine muhalefet ederek yaşamasıdır. Dünyadaki en büyük zenginlik, kişinin kendi acizliğini bilerek, Allah-u Zülcelâl ‘in kudret ve azametine tevekkül etmesidir. Dünya, kendisi için çalışanı adiliklere iter. Mal toplama gayretinde olanı, fakir eder. “İnsanı aldatan hayat, bilmeden yenilen zehir gibidir. İnsan, yiyeceğin içinde zehir olduğunu bilmediğinden, büyük bir iştahla yer. Hâlbuki onun içinde, ölümü gizlidir. Nefsin azgın istekleri de böyledir. İnsanı doğru yoldan ayırarak felaketini hazırlar. Onun için kendisini tedavi eden yaralı gibi, kendini tedavi et. Çünkü canı çektiği yiyecekleri yemeyen kişi, hastalığının artmaması için perhizde olandır.” Allah-u Zülcelâl’e ibadette eksik olan ve dünyaya rağbet eden kimse, ne istediğini bilemediği gibi, sıkıntı ve dertlerden kurtulamaz. Dünya sanki bir zindan gibi olur. Ahirete hazırlıksız olarak bu dünyaya veda eder. İnsan ancak, Allah-u Zülcelâl’ yönelmekle, hem dünyada hem de ahirette rahata kavuşur. Dünya fâni ahiret ise ebedidir Allah-u Zülcelâl ‘in tanınmasının, İslâm dininde çok büyük bir yeri vardır. Allah-u Zülcelal’i hakiki olarak tanımadığımız için kendi dinimizde zayıf kaldığımız gibi, emir ve nehiyleri de gerektiği gibi yerine getiremiyoruz. Allah-u Zülcelâl, kullarının O’nu tanımaları nispetinde, onlara sâlih ameller nasip eder. Nitekim Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kâinatın bütün hazineleri Allah’ın yanındadır.” (Münafikun; 7) Onun için Allah-u Zülcelâl’i iyi tanımalı; tevekkül edip her şeyi O’ndan bilmeli, yalnız dil ile değil de kalben ve ruhen, her şeyimizle Allah-u Zülcelal’e teslim olmalı ve O’ndan istemeliyiz. Bu şekilde olduğu zaman, Allah-u Zülcelâl, hiçbir kulunu geri çevirmez. Dünyanın bütün nimetleri elimizde olsa, bütün insanlar bizim hizmetimizde olsa, yine de âhiret nimetlerinin yanında bir değer ifade etmez. Çünkü dünya nimetlerinin hepsi geçicidir. Ancak ahiretin nimetleri bakidir. Allah-u Zülcelâl’e hamd-ü senalar olsun ki; bize büyük bir nimet olarak iman nasip etmiştir. Halis mü’minler, kıyamet gününde ateşe girdikleri zaman, ateş onlara şöyle hitap eder: “Ey mümin! Çabuk geç. Senin imanının nuru, benim alevimi söndürdü.” Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şüphe yok ki, Allah her şeyi gayet iyi bilmektedir.” (Ahzab; 54) Denildiği gibi Allah-u Zülcelâl, kalbimizdeki ‘gizli olanı’ bilir. Kalbimize, kendisinin muhabbetinin dışında, herhangi bir şeyin muhabbeti girdiği zaman, hemen bunu bilir. Salihlerden birisi şöyle anlatmıştır: “Bir gün, seyahate çıkmıştım. Bir yere geldiğimde, sanki ben de onlardan birisiymişim gibi bütün hayvanlar etrafıma toplandı. İçlerinden ufak bir ceylan yakınıma kadar geldiğinde: “Bunu evde bulunan küçük oğluma götürsem, onunla eğlenir” diye kalbimden geçirdim. O anda, bütün hayvanlar etrafımdan dağıldılar. “Allah-u Zülcelâl ‘in, kalbime gelen, çocuğumun muhabbetine binaen, bana kendisinden başka hiçbir şeyin muhabbetini kalbime koymamam gerektiğini, işaret olarak verdiğini anladım. Hemen pişman olup Allah-u Zülcelal’e istiğfarda bulundum. Baktım ki, bütün hayvanlar tekrar etrafıma toplandılar.” İşte, burada da gördüğümüz gibi, Allah-u Zülcelâl saniye saniye kalbimizi kontrol etmektedir. Peki, Allah-u Zülcelâl böyle kalbimize muttali iken, bizim sanki bundan haberimiz yok gibi hareket etmemiz, sanki bizi görmüyor, kontrol etmiyor gibi davranmamızın sebebi nedir?… Şunu çok iyi idrak etmemiz lazımdır ki, bu gafletimize, bütün bu eksiklerimize rağmen ayakta kalmamız, O’nun huzurundan kovulmayışımız; hep Allah-u Zülcelâl ‘in merhametinden, şefkatinden dolayıdır. Kalemizin duvarlarını güçlendirelim Allah-u Zülcelâl’in kudret ve azametine teslim olmak, altından bir kaledir. Allah-u Zülcelâl ‘e iman edip emir ve nehiylerini yerine getirmek, gümüşten bir kaledir. Allah-u Zülcelâl’e tevekkül etmek, demirden bir kaledir. Nefsimizin edepli olması ise yumuşak topraktan bir kaledir. İşte şeytan, önce bu yumuşak kaleden girer; sonra yavaş yavaş diğer kaleleri istila ederek, -Allah muhafaza- imanımızı alıncaya kadar durmaz. Onun için bu kalelerimizi, şeytana karşı çok iyi muhafaza etmeliyiz. En son ve en zayıf kalemiz olan nefsimizin edeb kalesini, Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiyleri ile edeplendirerek güçlendirmeliyiz ki oradan yol bularak, iman kalemize saldırmaya güç bulamasın. Bu nasihatlere uyar da kendimizi bu kaleler içerisinde korursak; şeytana, bir kelp (köpek) misali kalelerin arkasından seslenmek düşer ve o kalelerden dolayı, şeytan bize hiçbir zarar veremez. Fakat bu kaleler olmazsa şeytan daima insana hücum eder. Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin. (Âmin)

27 Eylül 2012 Perşembe

Sevmek Tâbi Olmaktır

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Allah azze ve celle bir ayeti kerimede Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e hitaben şöyle buyurmaktadır: “(Ey Resulum!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran,31) Bir hadisi şerifte: “Sizden birinize ben, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 69,70.) Peki, sevgi ne zaman doğar? (Tanımak için) merak, hayret, taaccüb ve benimseme… İnsan, hayret ve hayranlık atmosferinde tanımaya başlayınca sevgi, toprağı delen tohumun dünyaya tebessüm ederek filizlenmesi gibi gönül âleminde filizlenir. Filizlenen tohum bakım yapılarak neşvünema bulduğu gibi, sevgi de sevileni izlediği ve takip ettiği kadar neşvünema bulur, olgunlaşır ve kemale erer. Bu nedenle seven, sevdiğini önemser ve benimsedikçe sevgisi artar. Aksi takdirde o sevgi bakımsız bir gül gibi solmaya mahkûm olur. İşte onu böylesine sevenler, onu tanıyanlardır. Onu tanıyanlar ise takip edip onun hayatını kendine hayat tarzı yapanlardır. Sahabeler, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ’i candan öte sevdiler ve tam bir teslimiyyet ile peşinden yürüdüler. Öyle ki ashab, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e sırf mutabaat ve onun manevi atmosferini hissedebilmek için yürüdüğü yoldan yürür, dinlendiği yerde dinlenir, her fırsatta O’na olan muazzez aşklarını ona ittiba ederek tezahür ederlerdi. Hz. Ali -kerremallahüveche-’ye soruldu; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e olan sevginiz nasıldı? O şöyle cevap verdi: “Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize babamızdan, annemizden, çocuklarımızdan ve mallarımızdan daha sevgili idi. Hatta o bize sıcak bir günde buz gibi soğuk sudan daha sevimli idi.” Öyle bir iman, öyle bir teslimiyyet ve muhabbet ki; nefes alamayacak derecede damakları kurutan, ciğerleri kavuran çölün kızgın kumlarında hararetle yanarken, önlerine iki seçenek sunulsa, yanık bağrını serinleten soğuk bir su mu? Yoksa o susamışlıkla, gönülleri şâd eden, sultan-ı levlak’ın peşinden koşmak mı? Onlar ikinci şıkkı tercih ederlerdi. Bir de Resulullahın sevgilisi ve aynı zamanda aşığı olan Annemiz Hz. Aişe’ den, O’nda -sav- nasıl yok olduğunu, O’na olan aşkını ve muhabbetini, bizzat kendisinden dinleyelim. “Mısır ehli, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem-’in yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı, Yusuf -aleyhisselam-’ın pazarlığında hiç para harcamazlardı. Züleyha’yı kötüleyen kadınlar, O’nun ışıl ışıl parıldayan alnını görselerdi, elleri yerine kalblerini keserlerdi (de acısını duymazlardı.)” Onlar böyle sevdiler. O’nu gönüllerinin en mümtaz yerine yerleştirdiler. Sonsuzluğa kanatlandılar yanında olduklarında, hep O’nu hissettiler kalbin soluklarında… Bir an yanından ayrıldıklarında ise Allah Resulünün özlem ve hasreti ile tutuştular. Çünkü Allah sevgisinin yolunun, O’nu sevmekten ve onu izlemekten geçtiğini öğrenmişlerdir. O’nu sevmek ise O’nu takip etmekti. O’na itaat etmek de Allah’a itaat etmekti. Cenab-ı Hakk ayeti kerimede şöyle buyurdu: “Kim Resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur…”(Nisa-80) Allah -azze ve celle- bir başka ayeti kerimesinde şöyle buyurur: “Andolsun ki, sizden Allah’a ve ahiret gününe kavuşacağını uman ve Allah’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasulullah’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzab, 21) Her insanın, hayatında, te’siri altında kaldığı gizli- açık bir kahramanı vardır. Mü’minin yegane örnek alabileceği kahramanı da, dünyada gelmişgelecek tüm insanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed Mustafa-sallallahu aleyhi ve sellem-‘dir. Ayette de işaret buyrulduğu üzere, onu ancak “Allah’a ve ahiret gününe kavuşacağını uman ve Allah’ı çokça zikreden” vurgusuyla, kimlerin örnek aldığınıalabileceğini gözler önüne seriyor. Sevmek izlemektir. Her adımını takip etmektir O’nun… Bu nedenle sevgi daimi bir özen ve bakım ister. “Sevgi sadece söz ya da duygudan ibaret olsaydı, “oruç ve namazın zahiri suretleri de kalmaz, yok olurdu. Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir. Fakat bu zahiri armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder. Çünkü zahiri iyilikler gizli sevgilere şahittir.”(Mevlana, Mesnevi) Demek ki Onun yolunu, izini bilmek, uymayı gerektirir. Uymaz ise insan, başka izlere sapma ile karşı karşıya kalır. Çünkü Hz. Ömer -radıyallahu anh- buyurur: “İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız”. İnsan, bildiklerini uygulama sahasına dökmezse, onu hayatına nakış nakış işlemezse, yanlış yaşantısını kabullenme sürecine girer. Ve sevgisi de imanı da büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalarak, hüsranla biten bir yolculuğa ilk adımı çoktan atmış olur. (Allah cümlemizi kötü akıbetten muhafaza buyursun.) Sevginin ise mükafatı çok büyüktür: “Ebedi beraberlik.” Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve selem-’in huzurunda Hz. Sevban -radıyallahu anh- Allah Resulüne dalgın ve mahzun bir şekilde bakıyordu. Onun hüzne bürünmüş hali, Alemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Sordular: “ Ya Sevban! Nedir bu halin?” Hz. Sevban -radıyallahu anh-‘ın kalbini kavuran bir endişesi vardı. Sevgilisinden yani Resulullahtan ayrı düşmek. Bu hicrana ve hasrete dayanamıyordu. Şöyle dedi: “Anam, babam ve bu canım sana feda olsun ya Resulallah! Senin hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, senden ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran olmaktadır. Dünyada böyle olunca ahirette ne olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hal beni yakıp kavuruyor ya Resulallah !” Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- gönlü yanık Sevban ile birlikte ashabın da zaman zaman hasret dolu ayrılık endişelerini gidermek ve kıyamete kadar gelecek olan ümmetin yanık gönüllerine su serpecek şu müjdeyi haber verir: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165) Ahiret öyle bir yurttur ki dünyada iken kimi veya neyi kalbinde sultan eylediysen, ahirette de onunla beraber olur, onun civarını mesken edinirsin. Cenab-ı Hakk kendisinin, Habibinin ve sâlihlerin sevgisini kalbimize yerleştirsin. Ve bizleri bu muhabbet ile huzuruna alsın. AMİN.

20 Eylül 2012 Perşembe

NAMAZA DEVAMDA BAŞARILI OLMANIN YOLLARI

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) “İyi bir insandır, namazını kılar…” Her dünya görüşünün, kendine mahsus değer yargıları vardır. Bir insanı değerlendirirken, herkes kendi dünya görüşüne göre bir tanımlama yapar. Mesela, dünya hayatına düşkün bir kişi, bir insanı tarif ederken mesleğinden, kariyerinden statüsünden veya fiziki özelliklerinden bahseder. Bir Müslüman ise mesela, bir kıza talip olan bir delikanlıya aracı olduğunda veya bir evi kiralamak isteyen kiracıya kefil olurken, onu genellikle şöyle tarif eder: “İyi bir insandır, namazını kılar…” Bir insanı tarif ederken söylenen “Namazını kılar” sözü, bir Müslüman için önemli bir itimat kaynağıdır. Çünkü Müslümanların düşüncelerine yön veren en önemli fikir pusulası, yani Allah'ın kitabı, şöyle bir ölçü koymaktadır: “Namaz kılmak fahşadan ve münkerden (çirkin ve kötü şeylerden) alıkor.”(Ankebût; 45) Ayet-i kerimede geçen “fahşa”; çirkinliği apaçık olan kötülükler demektir ki, bu çeşit kötülükleri ancak hiç utanması kalmamış kişiler yapabilir. Münker de yine, kötü olduğu herkesçe bilinen hareketler demektir. Müslümanlar kabul ederler ki namazını kılmaya devam eden bir kimse, kesin ve apaçık kötülüğü bilinen şeyleri yapmaya devam etmez. İnsanlık hali bir anlık zaaf gösterse bile pişman olur, tevbe eder ve o işten vaz geçer. Çünkü namaz kılan insanda, vicdanî hassasiyetin daha yüksek seviyede olması beklenir. Bu beklenti boşuna da değildir. Mekarim-i ahlak nedir? İnsanlardaki ahlaki gelişmişlik ve vicdani hassasiyet seviyesini derecelere ayırsak belki ilk dereceye, “Kötülük işlemeyecek kadar ahlaklı ve vicdanlı olmak” adı verilebilir. Bundan daha yüksek olan ikinci seviye ise “Kötülük yapmamakla yetinmeyip iyilik de yapmak” olur. Hatta bunun üzerindeki en üst seviyeyi şöyle tarif etmek mümkündür: “İyi ve faziletli davranışları görev bilip mutlaka yapmak, kötülükleri yapmayı aklından bile geçirmemek…” Bu seviyeye gelmiş kişi için, güzel ahlak ve fazilet, artık ikinci bir tabiat olmuştur, iyiliği yapmamak aklına bile gelmez. İmam Gazalî’ye göre “mekarim-i ahlak” ancak budur. Kişinin kendisini zorlamasına hiç ihtiyaç kalmadan iyiliği yapıvermesi… İşte, namazını kılan bir insan, kötülükleri yapmama seviyesinden, iyilikleri vazife bilip yapma seviyesine yükselmiş bir insandır. Çünkü namazını devamlı kılabilmek, kuvvetli bir iman gerektirdiği gibi kuvvetli bir irade, azim ve görev duygusu da gerektirir. Namazını kılmaya devam edebilenler, hayatlarını, hoşlarına giden şeyleri yaparak değil, görevlerini yaparak değerlendirme yolunda talimlidirler. Onlara ailesine, anne babasına iyilik, akraba, komşu ve bütün ihtiyaç sahiplerine karşı ikram etmek, dinine ve ümmete hizmet etmek vb. vazifeler daha az zor gelir. Çünkü zoruna giden işleri yapmak hususunda nefsin direncini yenmekte, devamlı bir talim üzeredir. İşte bundandır; “Namazını kılar” nitelemesinin, Müslüman için adeta bir marka, bir kalite göstergesi olması… İşte bundandır, namaz kılmakla ilgili bunca ayet-i kerimenin bulunmasının hikmeti. Aile ve çocukta namaz eğitimi Namaz kılmak imani ve ahlaki gelişimde büyük bir öneme sahiptir ama günümüzde “Namazını kılmayan her insan; iman bakımından zafiyet içinde, ahlaki düşüklükle malul ve vicdanî hassasiyetten mahrumdur” diyemeyiz elbette… Çünkü biliriz ki namazını kılamayan veya bunda devamlılık gösteremeyen Müslümanların çoğu samimi mümindir. Ancak namaz kılmakta devamlı olmak, çocukluk çağından itibaren başlaması gereken bir “vazife şuuru eğitimi” gerektirmektedir. Bu kişiler ise bu eğitimi, vazifesini yapmak onda bir meleke haline gelecek, hatta vazifesini yapmayınca, vicdan azabı çekecek kadar kuvvetli bir şekilde almamışlardır. Namaz kılmak konusunda disiplinli olamayan kişilere dikkat edilirse bunlardan çoğunun, hayatlarının diğer sahalarında da disiplinsiz oldukları görülür. Mesela, bu kişilerin iradeleri zayıftır, sabırları kısadır, azim ve sebattan mahrumdurlar. Ekseriyetle görevlerini ifa için harekete geçmekte zorluk çekerler. Bu kişilerin temel problemi, küçük yaştan beri aileleri tarafından yeterince öz disiplinli ve görev duygusuna sahip olarak yetiştirilmemiş olmalarıdır. Günümüzde, görev duygusuyla, vicdan hassasiyetiyle çocuk yetiştirmek çok zorlaşmış durumda. Bilgisayar masalarının başında, koltuğa yaslanmış, saatlerce zevk veren oyunların peşinde koşan bir genç; namaz vazifesi için eğlencenin başından kalkmaya nasıl alışacak? Hâlbuki namaza alışma devresinin ergenlik çağından evvel tamamlanması gerekiyor. Çünkü ergenlik çağına kadar kazanılan alışkanlıklar, hayatın geri kalanında önemli ölçüde belirleyici oluyor. Araştırmalar gösteriyor ki çocukların beyninde ergenlik çağı öncesi ve ergenlik döneminde çok hızlı bir gelişme oluyor. Ancak aynı dönemde, vücutta da hızlı bir gelişme oluyor ve bunların da tesiriyle ergenlik çağı, gençleri tembelliğe, haz düşkünlüğüne, hatta madde bağımlılığı gibi risklere de bir o kadar eğilimli oluyorlar. Çünkü bu dönemde, beyin sıvılarının arasındaki denge oturmamış ve genç kendine hâkim olma konusunda yeterince tecrübe kazanmamış durumda oluyor… İşte, potansiyel riskleri de çok yüksek olan bu dönemde, gençleri biraz ödül ve teşvikle biraz da uyarı ve korkutmayla öz disiplinli yetiştirmek gerekiyor. Böylece ergenlik çağında bedenindeki hızlı gelişmenin sebep olduğu oburluk, tembellik, şehvet düşkünlüğü gibi zaaflarını alt edecek kuvvetli bir irade ve öz disiplin sahibi olmasına gayret edelim. Kısacası, dinimizin “mükellefiyet”i ergenlikle başlatması boşuna değil! Namaza devamda başarılı olmanın yolları Peki, ailemiz bizi ergenlik çağından önce namaza alıştırmadıysa ne yapacağız? Elbette çaresiz değiliz. Unutmayalım ki insanoğluna kaç yaşında olursa olsun yeni eğitim görme ve alışkanlıklar kazanma kabiliyeti verilmiştir. Sonuçta, kendimize hâkimiyet kurmamız için gerekli alt yapıya hepimiz sahibiz. Tek ihtiyacımız, o alt yapıyı, namaz için de işletmek ve nefsimizle biraz mücadele etmek… Namazda başarılı olmanın birinci kuralı, mücadele şuuru taşımaktır. Unutmamalı ki dünya hayatı baştan sona kadar bir cihad meydanıdır. Bir tarafta, babamız Hz. Âdem’den beri bize düşmanlık besleyen, saptırmak için uğraşan şeytan ve avanesi, bir yanda da bize karşı şefkatli, iyiliğimizi isteyen melekler, Peygamberler ve Allah dostları… Tarafınızı seçin ve düşmanla asla dost olmayın! Onun hilelerine karşı uyanık olun! O sizin hayırlı bir işi yapmanıza mani olamıyorsa en azından erteletecektir, daha sonra da savsaklattıracaktır. Son anda aklınız başınıza gelip kıldığınızda da vesvese verip “Zaten namazın olmadı ki” diye, size ümitsizliğe düşürmeye çalışacaktır. Bu hileleri ve çözüm yollarını öğrenmek için ilminizi irfanınızı artırın. Vesveseyle mücadele etmek için fıkıh öğrenin, böylece hangi hatada bir şey lazım gelmez, hangisinde sehiv secdesi yapmak yeterli olur, hepsini öğrenmiş olursunuz. Böylece şeytanın namaz hilesi ile sizi üzmesine ve şaşırtmasına fırsat vermemiş olursunuz. Buna rağmen başarılı olamıyorsanız: Kendinizi, Peygamber efendimizin huzurunda hayal edin; o sizi görüyor olsa elinizde televizyon kumandası, kanal kanal dolaşıp namazı son vaktine erteleyip sonunda zayi eder misiniz? Düşünün ki amellerimiz Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme arz ediliyor, daha önemlisi, Sahib’imiz bizi her an görüyor. Bu gibi düşüncelerle kendinizi motive edin. Namazda devamlı olamamanın en büyük sebeplerinden biri, kişinin kendine inancını ve saygısını kaybetmesidir. Bunun sebebi, ekseriyetle utanç ve yeis kaynağı olan günahlardır. İnsan, gün boyunca günahlardan kendini alıkoymazsa, o günahların kara lekeleriyle kararan kalbi, artık ibadet huzurunu ve vazife şuurunu unutur. Hatta ibadet etmeyi hatırından bile geçirmez. Sanki okunan ezanlar, ona hiçbir şey ifade etmiyor gibi tamamen ilgisizleşir. (Allah korusun!) İnsan neden ibadette huzur bulamaz? Allah dostları, ibadetlerde huzur bulamamanın en büyük sebebinin, gözü haramdan korumamak olduğunu söylemişlerdir. Sonuçta göz, kalbin habercisidir. Gözün getirdiği yeni yeni görüntüler, kalbi meşgul eder ve onu haram arzusuna sürükler. Yahut da içinde bulunduğu hal sebebiyle kendine ibadeti yakıştırmaz, çünkü kendini çok sefil ve hayvani bir seviyede görür. Aşağılık kompleksine düşer. Bazı gençlerden şöyle ifadeler duymuşumdur: “Ben öyle maneviyatlı biri değilim, kendimde öyle bir his bulamıyorum.” Bu gençler zannediyorlar ki, bazı kişilere manevi hisler doğuştan bahşedilmiş; yalnız onlar manevi hisler duyuyorlar. Kendileri gibi bir kısım insanlar ise böyle manevi hislerden mahrum edilmişler. Hâlbuki hiç de öyle bir şey söz konusu değil! Nefsani arzular da manevi duygular da her insanın içinde potansiyel halde vardır. Bir farkla; salih müminler, nefsani arzuları, Rabbimizin çizdiği sınırlar içinde düzenleyip manevi duygularını da yine Rabbimizin gönderdiği rehberler öncülüğünde geliştirmişlerdir. Öyleyse yapılacak şey bellidir; nefsin hoşlanarak yaptığı, günah veya günaha götüren şeylerle irtibatı kesip maneviyatla alakayı artırmak... Namaz kılan kimselerle arkadaş olunmalı Namaz kılmak başta olmak üzere, manevi çalışmaları kolaylaştıran bir unsur da aile ve arkadaş muhitidir. Müslüman gençler, evlenirken maddiyatı ve fiziki güzelliği değil, onları namaza teşvik edecek eşleri tercih ederlerse ömür boyu namaz kılmaları kolay olur. Eğitim, iş ve arkadaş muhiti de aynı şekilde mümkün olduğunca hayır yollarına teşvik edecek kişilerden seçilmelidir. Hatta ev tutarken, konu komşunun manevi durumunu bile göz önünde bulundurun. Kişinin arkadaşı ona ya “Akşamki maçı seyrettin mi? Nasıl goldü ama… ” gibi muhabbetler açar yahut da “Önümüzdeki hafta üç aylar giriyor” gibi sohbetler… Birinci tipteki arkadaş, sizi bir diğer maçı gözünüzü kırpmadan seyretmeye teşvik ederken, ikinci tipteki arkadaş ise kandilde oruç tutmaya… Eğer arkadaşınız nefsinizin dostu, şeytanın sözcüsü, dünya lezzetlerinin tahrikçisiyse gözünüzün önünde şu manzarayı canlandırın: Hesap günü birbirinizin yakasına yapışmışsınız, her ikiniz de birbirinizi dava ediyorsunuz. Ne yazık ki o zaman siz “Beni hep bu adam ayarttı. Kendisi gibi beni de saptırdı. Onun beni küçük göreceğinden ve alay edeceğinden çekindim de namaza kalkmadım” demekle kurtulamayacaksınız. Aksine arkadaşınız, “Asıl ben davacıyım, neden beni de uyarmadın?” diyecek. Şeytanın bile “Benim sizin üzerinizde bir gücüm yoktu ki, sadece davet ettim, geldiniz” diyeceği günde, sizi kimse kurtaramaz. Bu sebeple, arkadaşlarınız sizi namazdan alıkoyuyorsa onlardan uzaklaşın. Hem bunda, hicret sevabı olduğunu bilin. Ya onlar size uysun yahut da yolunuzdan çekilsinler. Siz arkadaşlarına “Hayır!” diyemeyen bir oyun çocuğu değilsiniz ya. Bir yetişkin gibi davranın ve arkadaşlarınızı maksadınıza göre kendiniz seçin. Namaza başlayamayan veya devamlı olamayanların en temel problemi, ergenlik çağının nefsani hazlara kapılmaya eğilimli yapısından kurtulup yetişkinliğin sorumluluk şuuruna ulaşamamış olmasıdır. Kişi kaç yaşında olursa olsun eğer vazifesi olduğuna inandığı halde bir şeyi yapmakta iradeli davranamıyorsa demek ki gerçek manada yetişkin olamamıştır. Bunun çözümü ise kendine hala çocuk gibi davranmayı yakıştıramamak, böyle davranmaktan hayâ etmek ve kendini olgunlaşmaya zorlamaktır. Hayatınızı disiplin altına alın Namaz kılmak, çok yönlü zorlukları olan bir vazifedir. Kimine sabah namazına kalkmak zor gelir. Eğer alarmınız çaldığı halde kapatıp uyuyorsanız, büyük ihtimalle akşam da televizyon karşısından kalkıp yatağa gitmekte çok gecikmiş olmalısınız. Kendinize mutlaka belli bir saatte yatağa gitme kuralı koyun ve bu konuda disiplinli olun. Bunun için, geç saatte biteceğini tahmin ettiğiniz filmleri izlemeye başlamayın, yoksa sonunu merak eder başından kalkamazsınız. Yatsı namazınız da zayi olur, sabah namazınız da… Televizyon kumandasına, gerçek manada kumanda edin. Seyretmeye değer bir şey yoksa kanal kanal dolaşıp zaman tüketmeyin, açmayı bildiğiniz gibi kapatmayı da bilin. Düşünün bir kere, hayal ürünü filmler, saçma sapan dedikodular veya müsabakalar için ebedi hayat vazifenizi ihmal etmeye değer mi? Siz masal çocuğu musunuz ki birilerinin anlattığı masallarla ömür tüketiyorsunuz? Kendinizi olgun, sorumlu ve vazifesini müdrik bir yetişkin olarak kabul edin ve ancak böyle davranmayı kendinize yakıştırın. Asla eğlenceyle, boş hikâyelerle zaman öldürmeyi kendinize yakıştırmayın. Namaz kılmak başta olmak üzere, kaliteli ve başarılı bir insan olmanın yegâne yolu vardır; kendinize bu sıfatı yakıştırmak, buna inanmak ve gereği için çaba göstermek. Uğruna mücadele edilen şeylerin en büyüğü, Rabbimizin rızasını kazanmak olduğuna göre, buna değmez mi? Hem eğer inanırsanız, içtenlikle dua eder ve Rabbimizden yardım istersiniz. Hayırlı şeyler için dua edenlere istedikleri muhakkak verilir.

13 Eylül 2012 Perşembe

ASHAB-I KİRâM’IN NAMAZI

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Namaza verdikleri önem ve halleri Efendimiz aleyhissalatu vesselam bütün konularda olduğu gibi müminlere namaz konusunda da Usve-i Hasene, yani en güzel örnekti. O’nu örnek almak ve ona benzemek, insanı dünya ve ahirette kurtaracak bir ameldi ve ona en çok benzeyen, örnek alırken en güzel şekilde örnek alanlar ise hiç şüphesiz Efendimiz aleyhissalatu vesselamın Ashabıydı. Ashab-ı Kiram Efendilerimiz, namazı nasıl kılacaklarının dersini, Allah Resulü aleyhissalatu vesselamdan almışlar ve nasıl bir hassasiyete sahip olunması gerektiğini de yine Efendimiz aleyhissalatu vesselamın örnekliğinde öğrenmişlerdi. Bu sebepten olsa gerek, namaza verilmesi gereken kıymetin ne denli önemli ve büyük olduğunu bilirler, ihlâsla namazı kılarlar, bir vakti geçirmektense can vermeyi tercih ederlerdi. Fudayl bin İyâz rahmetullahi aleyhi şöyle anlatır: “Ashab-ı Kiram radıyallahu anhum, sabaha girdikleri zaman, saçları dağınık, renkleri sararmış bir şekilde bulunurlardı. Geceyi secde edici, rükû edici olarak geçirirlerdi. Bazen uzun müddet kıyamda kalırlar, bazen de uzun müddet secdeye kapanırlardı. Aziz ve Celil olan Allah'ı andıkları zaman, rüzgârlı bir günde ağaçların sallanması gibi sallanırlar; gözlerinden, elbiselerini ıslatıncaya ve yerde abdest suyu ölçüsünde eser bırakıncaya kadar yaş boşanırdı. (Buna rağmen) Sabah olunca yüzlerine yağ sürerler, gözlerine sürme çekerler; halkın içine sanki geceyi hep uykuyla geçirmiş gibi çıkarlardı. En faziletlilerimizin namazı Mücahid radıyallahu anhu, Hazret-i Ebû Bekir ve Abdullah bin Zübeyr radıyallahu anhuma Efendilerimizin için: “Onlar namaz kılarken, sanki bir direk gibi hareketsiz dururlardı” diye, onların nasıl namaz kıldıklarını anlatır. Misver b. Mahreme diyor ki: “Ömer bin Hattab hançerlendikten sonra, yanına geldim. Oradakilere: - Durumu nasıl? Diye sordum. - Gördüğün gibi, diye cevap verdiler. - Namazı hatırlatarak onu uyandırın! (Yoksa) Namazdan daha başka bir şeyi hatırlatarak, onu uyandıramazsınız! Dedim. - Ey müminlerin emiri! Namaz vakti geldi, dediler. - Ha! Peki, kalkayım, dedi. İslam'da namazı terk edenin durumunu düşündü. Yarasından kan aka aka namazını kıldı. (Taberani, Hayatü's Sahabe) Hz. Osman radıyallahu anhu, bir suikast sonucu hançerle yaralandıktan sonra, sürekli kan kaybetmeye başladı ve komaya girdi. Bu durumda dahi, namaz vakti geldiği söylenince, kendine gelmiş namazını kılmış ve şöyle söylemişti: “Namazı terk edenin, İslam'da yeri yoktur!” Hz. Osman radıyallahu anhu, bütün geceyi uyanık geçirir ve bir rekâtta tüm Ku’an’ı Kerim’i hatmettiği olurdu. Namaz vakti gelince Hz. Ali radıyallahu anhunun, vücudu titremeye başlar ve yüzü sararırdı. Neden bu hale geldiğini soranlara şöyle derdi: “Yerle göğün kaldıramadığı, dağların taşımaktan aciz kaldığı bir emaneti eda etme zamanı gelmiştir. Onu kusursuz olarak yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım bilemiyorum?” Hz. Ali’nin dünya ile irtibatı kesilirdi Hz. Ali kerramallahu vechenin, savaşta vücuduna saplanan okun, namaz kılarken çıkartılmasını istemesi meşhurdur. Çünkü Rasulullah Efendimizin diğer sahabeleri gibi İmam Ali radıyallahu anhunun da namazda iken dünya ile irtibatı kesilmekte, yalnız Allah-u Zülcelâl ile meşgul olmaktadır. Şöyle ki bir keresinde Hazret-i İmam’ın baldırına bir ok saplanmıştı. Çok acı veriyor ve bu acıdan dolayı çıkartmakta zorlanılıyordu. İmam’ın namazdaki huşusu ve sadece Allah ile meşgul olması geldi akıllara… Ve Hazreti İmam namaza durduğunda, çıkartmaya karar verdiler saplanan oku... Nafile namaz kılmaya başlayan Hz. İmam Ali secdeye kapanınca, oku kuvvetle çektiler ve çıkardılar. Hz. İmam öyle kendini vererek namaz kılıyordu ki okun çıkartıldığını bile fark etmemişti. Nitekim namazı bitirince, etrafına bakınarak “Oku çıkardınız mı?” diye sordu. Oradakiler “Çoktan çıkardık” diye cevap verdiler. Ashab-ı Kiram efendilerimiz namaza durdukları zaman, kendilerini Allah korkusu ve azameti kaplardı. Hazret-i Hasan radıyallahu anhu, abdest alırken rengi değişirdi. Biri: - Niye böyle oluyorsun? Diye sorunca Hazret-i Hasan radıyallahu anhu: - Azametli, mutlak kudret sahibi, her istediğini derhal yapan bir Sultanın huzuruna dikilme zamanı gelmiştir, diye, titreyerek cevap verdi. Namaz, ölümden başka dertlere devadır! Tarık bin Şihab, Selman-ı Farisi radıyallah anhunun namaz hayatını şöyle anlatır: “Gece ibadetlerini öğrenebilmek için bir gece Selman'ın evinde kaldım. O gecenin sonunda kalkarak, bir süre namaz kıldı. Ben onun gece boyunca hiç yatmayıp devamlı ibadet ettiğini zannediyordum. Bunu kendisine söylediğimde, o şöyle buyurdu: “Hakkıyla eda edilen beş vakit namaz, ölüm hariç tüm dertlerin devasıdır. İnsanlar akşama, üç grup halinde ulaşırlar. Bir grubu vardır ki, ne kârda ne de zarardadır. İkinci grup insanlar, hiç kârı olmayıp tamamen zararda olanlardır. Son grupta bulunanlar ise sadece kârda olan kişilerdir. Halkın gafletini ganimet bilerek, gece karanlığında kalkıp sabaha kadar Allah'a ibadet eden kişiler yalnızca kârda olup hiç zarar etmeyenlerdir. Bir takım kişiler de vardır ki, halkın gafletini fırsat bilerek günahlara dalarlar. Böyle kişiler, hiç kârları bulunmayıp sadece zarar edenlerdir. Yatsı namazını kıldıktan sonra yatanlarsa ne kâr ve ne de zarar edenlerdir. Sakın seni yorgun düşürecek şekilde hızlı hızlı yürüme. İtidali hiç bir zaman elinden bırakma ve başına geçtiğin bir işte sebat et.” (Taberani) Burada Selman-i Farisi radıyallahu anhunun namazını anlatan Tarık bin Şihap radıyallahu anhunun tavrı da dikkat çekicidir. O da gece ibadetlerini ve namazı nasıl eda ettiğini öğrenmek için Selman-i Farisi radıyallahu anhuyu ziyarete gitmiştir. Şimdilerde kim var ki “Namazı nasıl doğru kılabilirim, güzel namaz kılan ya da gece ibadet eden kim varsa öğreneyim de bende öyle yapayım” diyen; “Namaz hususunda kendime örnek alacağım biri var mı?” diye araştıran kim var ki? En azından Tarık b. Şihab radıyallahu anhunun bu tavrını kendimize örnek alarak, biz de şimdiden sonra başlasak geç kalmış olmayız herhalde. Selman-ı Farisi radıyallahu anhu başka bir zaman namaz hakkında şunları söylemiştir: “Kul namaza durduğunda, hataları başının üzerine asılır. Namaz bitmeden önce de bunların tamamı dağılıp gider. Tıpkı hurmaların hurma ağaçlarından düşüp de sağa sola dağılmaları gibi.” Bir namaz tutkunu Abdullah b. Mes’ud Sahabenin her biri farklı bir meşrepteydi. Kimisi oruç sevdalısı, kimisi zikir aşığı, kimisi cihad meftunu iken, kimileri de vardı ki Abdullah bin Mes’ud gibi mesela, namaz tutkunuydular. Abdullah bin Mes'ud radıyallahu anhu efendimiz, neredeyse hiç nafile oruç tutmazdı. Kendisine niçin oruç tutmadığı sorulduğunda: “Ben oruç tuttuğum zaman namaz kılmakta güçlük çekiyorum. Hâlbuki namaz, benim yanımda oruçtan daha sevimlidir” derdi. Oruç tuttuğunda da başında, ortasında ve sonunda olmak üzere, ayda üç gün tutardı. (Heysemi) “Ben Abdullah bin Mes'ud'dan daha az oruç tutan bir fakih görmedim. Ona niçin nafile orucu az tuttuğu sorulunca ‘Ben namazı oruca tercih ediyorum. Oruç tuttuğumda, namaz kılmakta güçlük çekiyorum’ dedi.” (İbn Sa'd) Namazlar ihtiyaçların görülmesine vesile olur İbni Mes'ud radıyallahu anhudan söz açılmışken, namazla alakalı iki sözünü nakletmeden geçmek olmaz. Bir defasında şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “İhtiyaçlarınızı farz namazların üzerine yükleyiniz. Çünkü farz namazlar ihtiyaçlarınızın görülmesine vesile olur.” Bir başka defa ise şöyle söylediği rivayet edilmiştir: "Büyük günahlardan korunmak şartıyla, kılınan namazlar, aralarındaki günahlara kefaret olur." (Ebu Nuaym) Abdullah bin Zübeyr radıyallahu anhunun namazından sorulunca, sahabeden bir zat: “İbn-i Zübeyr secdeyi öyle uzun ve hareketsiz yapardı ki kuşlar gelir, omzuna konardı. Bazen de öyle rükû ederdi ki bütün gece rükû ile geçerdi. Bazen de secdeyi uzatır, bütün geceyi secde ile geçirirdi.” Diye, haber vermiştir. Namazdan alıkoyan bahçesini infak etti Ebu Talha el-Ensarî, kendisine ait olan bir bostanda namaz kılıyordu. O esnada Dubsi denilen bir kuş öttü. O kuş durmadan bir çıkış yolu arıyor fakat bir türlü bulup da çıkamıyordu. Bu manzara, Ebu Talha'nın hoşuna gitti. Namazın içinde olduğu halde gaflete düşüp farkında olmadan kuşu seyre koyuldu. Sonra gafletinin farkına varıp namaza döndü ama kaç rekât kıldığını hatırlayamadı. Bunun üzerine: “Bu malım yüzünden dinim helâk oldu” diyerek, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın yanına geldi ve olanları anlattıktan sonra: “Ey Allah'ın Resulü, bu bahçemi, Allah yolunda infak ettim. Nasıl uygun buluyorsun öyle harca” dedi. (İmam Malik) Namazı hiçbir şartta bırakmazlardı İbn-i Zübeyr radıyallahu anhu, olağanüstü durumlarda bile namazına ara vermezdi. Çünkü namazdayken, namazdan başka bir şey ile meşgul olmazdı ki çevresinde cereyan eden olaylardan haberdar olsun. Yapılan bir saldırıda evde namaz kılıyordu. Atılan şey mescidin kapısına çarptı. Duvardan sıçrayan bir parça da İbn-i Zübeyr radıyallahu anhunun boğazı ile sakalı arasına çarptı. Buna rağmen o, ne namazını bozdu ne rükû ve secdesini kısalttı. O, her namazını böyle kılardı. Huşu ve ihlas, onların her işte olduğu gibi namazda da onların şiarıydı. Nitekim bir keresinde namaz kılarken, Haşim isimli oğlu yanında yatıyordu. Tavandan bir yılan düştü ve yerde yatan oğluna sarıldı. Çocuk feryat etmeye başladı. Ev halkı yetiştiler bir gürültü koptu, yılanı öldürdüler. Bütün bunlar olurken, İbn-i Zübeyr namazını sükûnetle kılmaya devam etti. Selam verdikten sonra: - Gürültüye benzer bir şey işittim, neydi o? Diye sordu. Hanımı: - Allah sana acısın! Çocuğun ölüyordu. Senin haberin olmadı mı? Dedi. Buna karşılık İbn-i Zübeyr radıyallahu anhu şöyle cevap verdi: - Allah hayrını versin! Eğer namazda başka bir şeyle ilgilenseydim, namaz nerede kalırdı? “Bütün geceyi tek rekât namazla ihya ederdi" Hz. Osman radıyallahu anhunun evi, asiler tarafından kuşatıldığında, hanımı asilere: “Siz onu öldürmek mi istiyorsunuz? İster öldürünüz, ister bırakınız, kesinlikle o bütün geceyi, bir tek rekâtla ihya eder ve o rekâtta bütün Kur'an'ı hatmeder” dedi. (Taberani) Çünkü hanımı zamanla anlamıştı ki Hazreti Osman radıyallahu anhu şartlar ne olursa olsun, bu güzel âdetinden vazgeçmezdi. İbn Abbas şöyle anlatıyor: “Gözlerim kör olduğunda bana: ‘Namazı birkaç gün bırakırsan seni tedavi ederiz!’ dediler. Ben: “Hayır” dedim. Çünkü Allah'ın Resulü: “Kim namazı terk ederse o, Allah’ı kendisine gazaba getirmiş olarak Allah'ın huzuruna gidecektir” buyurdu.” (Taberani) Namazın güzelliğinden ayrılamayan sahabe Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem ve Ashabı, Zatu’r Rika savaşına çıkmışlardı. Bir yerde mola verildi ve Peygamberimiz, Abbad bin Bişr radıyallahu anhu ile Ammar bin Yasir radıyallahu anhuyu bir geçidin girişine nöbetçi tayin etti. Bu iki zat geçidin önüne gelince, Ammar önce arkadaşının nöbet tutmasını isteyerek uyudu. Abbad radıyallahu anhu ise nöbet tutmaya başladı. Hz. Abbad ortalığın sakin olduğunu görünce namaza durdu. Onu gören bir müşrik, namaz kılan Abbad’a bir ok attı ve vücuduna isabet ettirdi. Ancak Hz. Abbad, oku eliyle çıkarıp namaza devam etti. Müşrik onun namaza devam ettiğini görünce vuramadığını zannedip tekrar ok attı. Abbad, namazını bozmadan devam etti. Derken üçüncü kez ok attı. Bir müddet sonra arkadaşı uyandı ve müşrik onların iki kişi olduğunu görünce kaçtı. Ammar bin Yasir, arkadaşından akan kanları görünce: - Subhanellah! Sana ilk oku atınca beni niye uyandırmadın? Diye sordu. Abbad'ın verdiği cevaba dikkat edin: - Öyle bir sure okuyordum ki kesmek istemedim! Namazı hakkıyla kılan ve güzelliklerini yaşayan bir adam, işte ancak böyle cevap verebilir. Bir başka rivayette, Hz. Abbad üçüncü oktan sonra namazına ara vermiş ve Ammar b. Yasiri uyandırmış: “Eğer Resulullah'ın verdiği nöbetçilik görevini aksatma korkum olmasaydı, ölünceye kadar namazdan ayrılmazdım” demiştir. Bu nasıl imandır, bu ne muhteşem teslimiyettir ki, vücuduna saplanan oklar onu namazdan ayıramıyor! Şunu da dikkat edelim; Hz. Abbad'ın kıldığı farz değil, nafile bir namazdır. Sahabeler, günümüzde namaz kılmayan Müslümanların ileri sürdüğü bahaneleri duysalar, herhalde acı acı gülerlerdi… ‘Bir de gece namazı kılsa…’ Abdullah bin Ömer radıyallahu anhu, Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden olup, dört büyük halifeden Hz. Ömer radıyallahu anhunun oğludur. Onun da namaz aşkı dillere destandı. Gençliğinde sık sık mescitte uyurdu. O sıralarda herkes rüyasını Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme anlatırdı. Bir gece garip bir rüya gördü. Önünde ateşten bir kuyu vardı. Melekler onu kuyunun yanı başına bırakmışlardı. İçinde yanan insanların sesleri duyuluyordu. Bunlara şahit olan Abdullah: “Ateşten, Allah’a sığınırım” diye, dua ediyordu. Yananları tanıyordu sanki… Sonra başka bir melek çıkageldi. Ona: “Sen hiç korkma” dedi. Bu rüyayı Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin eşi Hafsa anamıza anlattı. Hafsa anamız da Peygamberimize aktardı. Peygamber Efendimiz: “Abdullah bin Ömer ne iyi bir insandır! (Fakat) bir de gece namazını kılsa” buyurdular. Bunu işiten Abdullah radıyallahu anhu, bundan sonra, geceleri az uyumaya ve ibadet etmeye başladı. Abdullah b. Ömer radıyallahu anhu, cemaatle namaz kılmaya o kadar çok önem verirdi ki, şayet yatsı namazını cemaatle kılamazsa gecenin tümünü ibadetle geçirirdi. İşte, sahabenin dünyasında namazdan daha önemli bir ibadet, ondan daha değerli bir davranış yoktu. Onun uğruna canlarını mallarını ve sahip oldukları her varsa feda etmekten çekinmezlerdi. Demek ki namaz, canı hiçe sayacak kadar kıymetli, önemli, lezzetli, saadetli bir ibadettir.