21 Aralık 2008 Pazar

ALLAH’I TANIYIP O’NA ÂŞIK OLMALI

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:::::::::Allah Anıldığında Kalpleri Ürperir

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah, sözün en güzelini, uyumlu ve ahenkli bir kitap olarak indirdi. Rabb’lerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar.” (Zümer; 23)

Allah-u Zülcelâl bu ayet-i kerimede, maneviyata işaret etmektedir. Allah’ın azametinden korkan şahısların derileri yumuşak olup, kalpleri de Allah’ın zikriyle mutmain olmuştur.



Bazı insanlar, maneviyata değer vermemektedirler. Oysa bu ayet-i kerime ve ona benzer şu ayet-i kerime, maneviyata işaret etmektedir: “Gerçek müminler, ancak o müminlerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, karşılarında ayetler okunduğu zaman, imanlarını artırır.” (Enfal; 2)

Ahmed bin Hanbel ve Tirmizi’nin rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Yeryüzündeki insanlar üç kısma ayrılırlar. Birinci kısımda olanlar, şu ayetin kapsamına girerler: ‘Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberine iman ettikten sonra, şüpheye düşmeyip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmaktadırlar. İşte, doğru olanlar onlardır ancak.” (Hucurat; 15)

Demek ki birinci kısımda olanlar; Allah’a, Peygambere ve kıyamet gününe iman etmiş ve malıyla, nefsiyle Allah yolunda cihad etmiştir. İşte onlar, sadıkların, sıddıkların ta kendileridir.

“İkinci kısımda olanlar ise şunlardır; diğer insanlar, nefisleri ve malları yönünden ondan emindirler, güvendedirler.”

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bununla ilgili başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Komşusu, kendisinin zararından emin olmayan kişi, mümin sayılmaz.” (Buhari, Müslim)

Demek ki komşumuz evinde olmadığı zaman, onun evinin bekçisi gibi olmalıyız. Nasıl kendi malımızı, ırzımızı, namusumuzu muhafaza ediyorsak, o şekilde komşumuzun malını, ırzını muhafaza etmeliyiz.

“Üçüncü kısımda olanlar ise şunlardır; dünya malından şüpheli bir şey önlerine geldiği zaman, onu Allah için terk ederler.”

Bu üç sıfat bir insanda bulunduğu zaman o, Allah-u Zülcelal'in katında kâmil bir mü’mindir.

İmanın cüzleri (şubeleri) vardır. Allah’a, Peygamber’e, kıyamet gününe, Allah’ın bütün emir ve yasaklarına iman etmek gibi...

İnsan bunları yerine getirdiği zaman, imanı kuvvetli olur. İnsan, hem bunlara iman etmeli, hem de emir ve nehiyleri tatbik etmeli, yerine getirmelidir. Böyle olduğu zaman, imanı kuvvetli olur ve böylece sekerat (ölüm) esnasında, şeytanın oyunundan, hilesinden muhafaza olmuş olur.

Allah’a İtaat Edene Her Şey İtaat Eder

İbrahim bin Ethem şöyle anlatmıştır: “Bir gün, bir çobana rastladım:
- Sende su var mı? Dedim. O da:
- Evet! Dedi. Onunla beraber gittim. Baktım ki yanında, su namına bir şey yok.
- Hani su? Dedim. O:
- Gel! Dedi ve beni büyük, kupkuru bir taşın yanına götürdü. Sopasını taşa vurdu. Taştan musluktan akar gibi tatlı, süt gibi bir su çıktı. Ben hayretten, yerimde dona kaldım. Bana baktı:
- Niye hayret ediyorsun? Dedi. Daha sonra da şunları söyledi:
- Allah’ın kudret ve azameti henüz senin kalbine yerleşmedi mi? Bu Allah’ın yanında nedir ki? Hiç hayret etme! Bilmiyor musun, kişi Allah’a itaat ettiği zaman, ona kul olduğu zaman, her şey ona boyun eğer. Taş nedir? Taş, Allah’ın cansız bir mahlûkudur. Ben Allah’a abid olduğum için taş bana boyun eğer, o benim emrimdedir.”

Bakınız onlar nasıl idiler! Allah'a itaat etmek, Allah için olmak nasıl oluyor!...

Bütün mü’min kardeşlerimize hürmet etmemiz lazımdır. Biz, Allah-u Zülcelal’in Evliyalarını bilmiyoruz, tanımıyoruz. Eğer mümin kardeşlerimize karşı saygısız olursak, bir de bakarsın ki o kişi, Allah’ın dostudur; o hareketimiz sebebiyle zarar görürüz.

Herkese hürmetkâr olmalıyız. Bazı mümin kardeşlerimizi; bu fakirdir, bu çöpçüdür, bu halk arasında makam sahibi birisi değildir, diye adi görmemeliyiz.

Abdülvahid bin Zeyd isminde bir zat şöyle anlatmıştır: “Bir gün Eyyüb Süftani ile beraber yola çıktık. Yolda siyah bir köleye rastladık, ona;

- Senin vekilin kimdir? Diye sordum. Bu sözümle sanki onun bir şey bilmediğini ima etmek istiyordum. Bana baktı ve:
- Benim gibi bir kişiye mi, bu sözü söylüyorsun? Dedi. Daha sonra, hemen omzundaki odunu indirdi. Ve başını yukarıya kaldırıp:
- Ya Rabbi! Bu odunu altın yap! Dedi. Baktık ki odun, bir küp altına dönüştü. Bize:
- Gördünüz mü? Dedi. Biz de:
- Gördük! Dedik. Daha sonra:
- Ya Rabbi! Onu yine odun yap! Deyince, altınlar oduna dönüştü.
- Bize verebileceğin bir yemek var mı? Diye sordum. Bana cam gibi bir şey gösterip şöyle dedi:
- Bu baldır, onu ye! Vallahi o, sineğin, yani arının karnından çıkmadı.

Bu sözüyle onun cennetten, Allah'ın kudretinden geldiğini anlatmak istedi. O bal öyle tatlı, öyle güzeldi ki hiç bu dünyadaki bala benzemiyordu.”

İşte, Allah-u Zülcelal’e ibadet eden, Allah’ı zikredene ve Allah ile beraber olana, dünyada böyle ikram ediliyor, ahirette ise daha nice ikramlar yapılacaktır.



Bu dünyada, bazı Allah âşıklarını görüyoruz. Oysa dünya ehli, onları deli olarak görüyorlar. Bazı gençlerin anne, baba, kardeş yâda akrabaları gelerek: “Bizim oğlumuz/kardeşimiz delirdi.” diyorlar. Oysa o kimse, daha ibadet üzerine o kadar fazla da düşmemiş, sadece tövbe edip, namaza başlamış.

Bizden önceki insanlar zamanında ise bir kişi çok fazla ibadet ettiği, ibadete fazla değer verdiği zaman, ona “delidir” diyorlardı.

Muhammed bin Makberi şöyle anlatmıştır:
“Bir gün, delilerin bulunduğu yere gittim. Baktım ki birisinin ayaklarına ve ellerine kelepçe bağlanmış. Onu bu vaziyette gördüm. Bana baktı ve: ‘Bak Muhammed! Allah bana ne yaptı!’ dedi.”

Allah Kudreti Her Şeyi Kuşatmıştır

Onlar her şeyi Allah’tan biliyorlar, insanları gözleri görmüyordu. Hakikaten de Allah-u Zülcelal’den başkası kimdir ki?...

Ama insanlar, Allah’tan gafildir. Onun sıfatları, ilmi, kudreti konusunda, insanların idrakleri kıttır. Mesela, Allah’ın görme kudretini şöyle anlatabiliriz; kâinattaki, göklerdeki, yerin yedi tabakasındaki bütün hayvanatı, zerreleri, her şeyi devamlı olarak, her an görür.

Mesela işitmesi; yerin yedi tabakasındaki, göklerin bütün tabakalarındaki, Arş-ı Âlâ’daki bütün mahlûkatın konuşmalarını, seslerini, her an duyar. İnsanın kalbini ve kalbinde tasavvur etmiş olduğu şeyleri de bilir ve görür. Gece ve gündüzün oluşmasını, yaz, kış, baharın olmasını, Allah-u Zülcelâl sağlıyor. Bu düzeni, O deveran ettiriyor. İşte, Allah-u Zülcelal’in azamet ve kudreti böyledir.

Kıssamızdaki eli ve ayağı bağlı olan kişi de Allah’ı tanıdığı için “Beni insanlar bağladı.” demedi “Allah bağladı.” dedi. Her şeyi Allah’tan biliyordu. Çünkü Allah, onların eline kuvvet vermeseydi ve onların kalbine onu bağlama niyeti vermeseydi, onlar onu nasıl bağlayacaklardı?...

Bunun için: “Bak Muhammed, Allah bana ne yaptı!” Dedi. Daha sonra şöyle devam etti:
“Sen, benimle Allah arasında şahit ol ki; eğer O, gökleri zincir yapıp boğazıma taksa, yeryüzünü de kelepçe yapıp ayağıma bağlasa, ben yüzümü O’ndan başkasına çevirmem.”

Muhammed bin Makberi sözünü şöyle bitiriyor: “Anladım ki o, Allah-u Zülcelal'in âşıklarından bir âşıktır. O zamanki insanlar, onun deli olduğunu zannedip tımarhaneye götürmüşler, ellerini, ayaklarını bağlamışlardı.”

İşte, Allah-u Zülcelal’i tanıyan böyledir. Allah-u Zülcelal’i öyle tanımak, O’na öyle âşık olmak lazımdır.

Allah’ı Tanımanın Üstünlüğü



Bazı gaflet ehli, çok ibadet etmeleriyle iftihar ediyorlar. Oysa ibadetlerinin hepsini gafletle yapıyorlar. Yaptıkları ibadetleriyle kibirlenip, ucuplanıp “Şu kadar namaz kıldım, şu kadar oruç tuttum, şöyle yaptım, böyle yaptım...” diye, gafletle yaptıkları ibadetleriyle gurur duyuyorlar.

Ehl-i marifet, Allah’ı tanıyan bazı âlimler ise onlar için şöyle demiştir: “Farz namazlar ve ibadetler hariç, bütün dünya ehlinin, dünya yaratıldığından, ta kıyamet kopuncaya kadar, gafletle ibadet etmelerinden, insanın bir an Allah-u Zülcelal’in kudret ve azametini idrak etmesi, Allah-u Zülcelal’i tam, hakiki olarak tanıması, daha menfaatlidir.”

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kendisine, Rabbinin ayetleriyle nasihat edilmişken, onlardan yüz çeviren ve ellerinin önceden yaptığı şeyleri unutan bir kimseden daha zalim kim olabilir? Biz, onların kalplerine (Kur’an’ı) anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete davet etsen de, asla hidayet bulmazlar.” (Kehf; 57)

Allah-u Zülcelal'in insanlara, bu ayet-i kerimede yapmış olduğu hitabı, derin olarak düşünmemiz lazımdır. Bir insan, başka birisine eziyet ettiği zaman, onu zalim olmakla kınamaktayız. Peki, kendisini açıkça, bilerek ateşe atanlar, zalim değil midirler? Bunlar zalimlerin ta kendileridir.

İnsan, dünya hayatı için büyük bir pişmanlık duyacaktır. Ancak, öyle bir zaman gelecek ki, hiç bir pişmanlık fayda vermeyecektir.

Allah-u Zülcelal’e ibadet etmeyi, zikrini yapmayı emreden birçok ayet-i kerime vardır. Bunları göz ardı ederek, yalnızca dünyaya bağlanıp kalmak büyük bir gaflettir.

Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin. (Âmin)




İLİM MECLİSİNDEN SOHBETLER

12 Kasım 2008 Çarşamba

Günahın Karanlığından Tevbenin Aydınlığına Çağıran Veli

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com//Gülistan: Efendim herkesin malumu olduğu üzere, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri, ortamın karışık olduğu bir dönemde manevi futuhat yaparak, farklı görüşlerdeki insanların kaynaşmasına ve bir çoklarının da günah bataklığından kurtulmasına vesile oldu. Kendileriyle beraber olmuş bir insan, bir ilim ehli olarak, bize biraz Sultan Hazretleri'nin ahlakından ve onunla yaşadığınız hatıralardan bahseder misiniz?

Seyyid Kazım Efendi: Sultan Muhammed Raşid (Kaddesallahu Sirruhul Aliye) muradiyyunlardandı. Muradiyyunlar (Allah tarafından talep edilenler); ruhu temiz, ezelde Allah (Celle Celaluhu) onu büyük bir evliya, temiz bir ruh olarak yaratmış, halk etmiştir.

Gavs Abdulhakim Hazretleri'nin halifelerinden birisi şöyle anlatıyor: "Gavs bana icazet verdiğinde tüm Saadatlar, mürşidler benim manevi icazetimi imzaladılar. Sıra ona geldi. Daha onun gençlik zamanlarıydı. Eğer o imzalamasaydı, halifelik icazetimi alamayacaktım. O da imzaladıktan sonra, Gavs zahiren benim halifelik icazetimi verdi.”

Sultan Muhammed Raşid (Kaddesallahu Sirruhul Aliye), cemal ehliydi, mütebessim, güler yüzlü, tatlı dilli idi. Esasen Hazret-i Resulullah (Salallahu Aleyhi ve Sellem)’in nurundan, ahlakından ahlaklanmış büyük bir zat idi.

Ben diyebilirim ki, (insanlar) onu bilmediler, onun kıymetini anlamadılar. Onun yüksek maneviyatını idrak edemediler, geldiler ama bilmediler.

Çok emek verdi, çok çalıştı. Zamanını hiç boşa harcamadı. Ya maddi, ya manevi hep çalıştı. Ya maddi sofilerle veyahut da maddi; ziraatlerle, fidanlarla, meyvelerle vakit geçirir onlarla ilgilenirdi.

Çalışmaya çok ehemmiyet veriyordu. Etrafındakilere: “Çalışın, çabalayın, tembel olmayın, dünyada tembel olan, ahirette de tembel olur, dünya için tembel olan ahiret için de tembel olur, dünya için de ahiret için de çalışın. Helal rızkı elde etmek için çalışın, ahirete önem verin, zamanınızı boşa harcamayın” der, sofilere devamlı olarak: “Dersinizi önemseyin, zikrinizi çekin, amelinizi, ibadetinizi aksatmayın” diye nasihatta bulunurdu. Onun yanında herkes birdi. Herkesi sevgi ile karşılardı.

Gavs Abdulhakim Hüseyni Hazretleri'nin zamanında, biz daha çocuk idik. O zaman, ramazanlarda Sultan Muhammed Raşid (Kaddesellahu Sirruhul Aliye) camiye gelir, köylülerin gençleri, yaşlıları toplanırdı. Sultan Hazretleri, Menzil’deki ilim ehline: “Bunlarla ilgilenin, Fatiha-yı Şerife'yi düzgün okuyorlar mı, sorun, bir eksiklik varsa söyleyin, Tahiyyatı söyleyin, namaz tadilatını, erkanlarını anlatın. Hepsini bu hususlarda abdest, namaz hususlarında, oruç hakkında bilgilendirin, eksik kalmasın, onlara tam olarak öğretin" diye söyler, öğrettirirdi bize.

Ramazanın son 10 gecesinde, sünnet üzere camide sabaha kadar bizim yanımızda kalır, itikafa girerdi. Ramazanı geceli-gündüzlü durmadan amelle, ibadetle geçirir, bizleri de teşvik eder, bizler de yapardık. Sonra teheccüd namazını kılar, sahur vaktinde sahura gider, ondan sonra hep birlikte gelir, Gavs da gelir, cemaatle sabah namazını kılardık.

“O, Zamanın Sultanıydı”

Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri esasen zamanın sultanıydı. Şeyh Seyda Cizrevi Hazretleri'nin evladı, o da büyük bir mürşiddir, O’nu Cizre’de bir yolda görüyor: “Ben de seni bekliyordum. Ben kendim ahdetmişim, seni nerde görürsem elini öpeceğim, seni saygı ile karşılayacağım.” diyor, adabla elini öpüyor, cübbesini çıkarıyor, bir taşın üzerine seriyor ve Sultan'a oturmasını söylüyor: “Sultanım, buyur sen otur, ben seni kendime büyük olarak kabul etmişim. Bizim hepimize ma’lumdur ve görüyoruz, sen zamanın manevi sultanısın. Ben çoktandır, seni bekliyordum, bize himmet et, dua et” diyor, tazimde bulunuyor.

Sultan Hazretleri Tatvan’a gitmişti. Orda bir vaiz vardı. Sultan Hazretleri'nin yanına geldi, ondan sonra elini öperek diz çöktü, yanına oturdu. O vaiz, ta Şeyh Muhammed Küfrevi Hazretleri'nin zamanından beridir yaşayan çok yaşlı, beyaz sakallı bir vaiz idi.

Sultan Hazretleri ile görüştükten sonra, bize dedi ki: “Emin olun, bu zat Peygamber varisidir. Çünkü, Sultan Hazretleri'ni ilk gördüğümüzde bir korku kaplıyor bizi, sonra bir halavet ki kalbimizde bir sıcaklık hissediyoruz, bir yanma oluyor, sonra bir tatlılık, muhabbet sarıyor bizi... Ondan sonra yanından hiç ayrılmak istemiyoruz. Bu meziyet Hazret-i Resulullah da vardı. İlk onu görende bir korku oluyor, bir heybet kaplıyor, onunla konuşma bir tatlılık, bir halavet veriyor, sonra insanlar ondan ayrılamıyordu. Bu ahlak bu zatta da vardır, bu kimse gerçekten Peygamber vekili bir zattır, Hz. Resulullah'ın ahlakını, sünnetini en güzel şekilde yaşamaktan, bu zatta da o meziyet çıkmış” dedi.

Zaten Sünnet-i Seniyye’ye uymada, Peygamber (Aleyhisselam)'ın bir gül bahçesi idi, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri. Kendisi Hüseyni’dir, seyyiddi, İmam Ali’nin, Hazreti Fatımatü’z Zehra’nın evladlarından. Bunlar İmam Hüseyin nesli, 12 İmam’ın torunlarıdır.

Zamanın sultanıydı. Bunu herkes biliyordu. Emin olun, ben bir çok resmi dairelere gidiyorum veya bir üniversite talebesi, okumuş meslek sahibi olmuş, ben soruyorum onlara, bana diyorlar: “Ben o zatı tanıyorum, ben Sultan Muhammed Raşid Hazretleri'ni görmüştüm ve o zatın elinde tevbe etmiştim.”

Çok afedersiniz, o içki içen kimseler, onun yanına gidince düzeliyordu. Bu çok önemli idi. O zamanlarda, komşu komşuya diyordu: “Senin oğlun içki içiyor, niçin Menzil’e götürmüyorsunuz? Niye Adıyaman’a göndermiyorsun? Adıyaman’da bir zat vardır, onun yanına kim giderse, ona dua ediyor ve giden düzeliyor, bir daha içki içmiyor.” Öyle biliyorlardı insanlar, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri'ni. Allah onu dalaletten hidayete vesile ediyordu. Kim gitse, yanında tevbe etse düzeliyordu. Hali bir anda değişiyordu.

Gidenlerden birisi anlattı bana, 60 -70 yaşına kadar günah işlemiş. Oraya gitmiş tevbe etmiş. Adamı gördüm camide, baktım her tarafı zikir ediyor, “Allah, Allah” diye vücudundan bizim duyacağımız şekilde ses geliyor.

Ben dayanamadım, gittim Sultan Hazretleri'ne sordum: “Sultanım” dedim. “İşte böyle bir insan; hayatında namaz kılmamış, hep günah işlemiş bir insan bir anda böyle değişiyor, benimle sabah namazı kılıyor! Bu nasıl oluyor Sultanım” dedim.

Saadat-ı Kiram (Silsiledeki Allah dostları) ona dua ediyor, Allah’da ona yardım ediyor, halini düzeltiyor, Cenab-ı Allah ona hidayet ediyor, bu şekilde o kimselerin hali bir anda düzeliyor, diye anlattı. “Saadatların himmeti” derdi, o zaten hiç kendi adını söylemez hep “Mürşidim ve Saadatlar'ın himmeti ile” derdi.

O kişi de Saadat'ın himmeti ile dalaletten hidayet’e gelmişti. Hakaretten, zulümden, karanlıktan yönünü nura aydınlığa dönmüştü. O hakiki nuru, cümle müslümanlara, mü’minlere ve bizlere nasip eylesin Cenab-ı Allah. Kimseyi bu dostlarına, Saadat-ı Kiram’a düşman eylemesin.

Gülistan: Efendim Muhammed Raşid Hazretleri'nin misyonu, davası ne idi?

Seyyid Kazım Efendi: Cenab-ı Allah: “Vetubu ilallahi camian eyyühel mü’minun”, "Ey benim kullarım, ey iman edenler, gece-gündüz bana tevbe edin” buyuruyor. Hazreti Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Günde ben 70 sefer tevbe ediyorum”, bir rivayete göre: “Günde 100 sefer tevbe ediyorum, siz de tevbe edin” buyuruyor.

Zaten bu mübareklerin, bu Saadat-ı Kiramlar'ın görevleri, Resulullah (Salallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden dalalette olanlarını; karanlıktan, zulümden, hakaretten, haramdan hidayet yoluna, iman yoluna, iyiliğe getirmektir.

Onların görevi, gayeleri budur, onların gayeleri bu dünya değil, onların gayeleri ahiret değil, onların gayesi nedir? Sadece Allah’tır. Onların gayesi, sadece Allah’ın yoludur, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in kurtuluş yoludur, ışığıdır.

Hz. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tam 23 sene insanları Allah’ın dinine çağırmıştır. Sultan Muhammed Raşid Hz.’leri de her hususta Resulullah’a mutaabat ederdi. O da vefat ettiğinde irşada başlayalı tam 23 sene olmuştu.

Bu 23 sene zarfında, her yere gitmiştir veyahut her yerden insanlar ona gelmiştir ve o, insanları hep Resulullah’ın yoluna, İslam’ı yaşamaya, tevbe ve istiğfara çağırmışlar, insanların doğru yola gelmesine vesile olmuşlardır.

Hz. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ashab-ı Kiram hakkında buyuruyor ki: “Benim Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz”. Ehl-i Beyti'nden olanlar içinse, “Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir; ona binen kurtulur; uzak duran boğulup helâk olur.” (Hâkim, Müstedrek, III, 151; Ahmed, Müsned, III, 157; Tabarânî, el-Kebîr, No:2636-2638.)

Dünyayı denize benzetiyor, Ehl-i Beyti'ni gemiye, "O gemiye gidin, kurtarın imanınızı", diye buyuruyor.

Efendimiz’in zevcesi Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) anamız anlatıyor: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’le yemek yedi. Yemekten sonra, onları üzerindeki elbise ile sardı ve: ‘Allahım! Bunlara düşman olana sen de düşman ol; bunları seveni sen de sev!’ diye duâ etti.” (Ebû Ya’lâ, Müsned, No:6951; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 166-167.)

Bunları sevmek, kıymetlerini bilmek lazımdır. Onları Hazret-i Resulullah'ın sevgisiyle sevmek, bizim açımızdan çok önemli bir şeydir. Onlara saygı göstermeyi, sevgi göstermeyi, Allah'ın bize nasip etmesi çok güzel bir şeydir.

Sultanımız (Kaddesellahu Sirruhul Aliye) görevini en güzel şekilde, Allah'ın takdir ettiği süreye kadar yerine getirmiş, ecel gelinceye kadar insanları Allah'a davet etmiş, vuslat vakti de gelince vazifesini, yetiştirdiği kamil ve mükemmil halifelerine devretmiştir. Bunlar da şimdi hayattadır. Kim bunlara giderse güzel ahlaklı insanlar oluyor, mü'minlik vasıflarına sahip oluyorlar.

Bunlar da insana Allah'ı tanıtıyorlar. İnsanları çağırıyorlar: "Gelin! Kudret ve Azamet sahibi Allah'ı bilin, Allah'ın dinini öğrenin, ibadetle kulluğun yollarını öğrenin, Hz. Resulullah'ı tanıyın, İslam’ı yaşayarak hayat bulun". Bunların görevi de budur.

Sultan Hazretleri, devamlı olarak Hz. İmam Ali'nin (Keremallahu Veche) şu sözünü söylerdi: “İnsan, iki insan gibi olmadıktan sonra insan olmuyor.” İki insan nasıl olunur! Kalbiyle Hakk'la olan, diliyle halkla olan insan... Halkla konuşurken insanlar bilecektir ki, bizimle konuşuyor fakat; kalbi ile Hakk'ı zikredecek, kalbiyle ruhuyla canıyla, kanıyla Allah-u Teala'nın zikri ile meşgul olacaktır. Bizim Sultanı'mız devamlı bunu söylüyordu.

Sultanımız örnek verirdi: “İnsan araba gibidir. Arabanın nasıl her şeyi tamam olur? A'dan Z'ye kadar aletleri, tekerleri tamdır, fakat, benzin koyulmayınca yürümüyor. İnsan da her şeyi tamamdır, ondan sonra kalbine Allah'ın zikrini koyacaktır. Allah'ı zikredecektir ki, öyle insan olabilsin. İnsan olarak hakkın kulluğunu, ancak zikir yaparsa yapabilecektir. Son model güzel bir arabadır, bakıyorsun benzin yoksa hiç bir işe yaramıyor. İnsan da bakıyorsun çok güzel bir insandır, boyu endamı her şeyi güzeldir, ama kalbinde Allah'ın zikri olmazsa, ilim irfan olmazsa, bu insan bir işe yaramıyor. Ne zaman insan Allah'ın zikrini yaparsa, manevi olarak insan alemine erişiyor." Netice olarak Saadat insana "insan" olmayı öğretiyor.

Görevleri budur, zaten insan olduktan sonra Allah'ı biliyor. Nefsini tanıyor; ne kadar hasistir, ne kadar kötü -çok affedersiniz- mikroptur, gaddar-şeddattır, aşağılıktır ve Allah-u Zülcelal de ne kadar azamet sahibidir, Rahim'dir, Kerim'dir, bunu böyle anlar, kendi nefsini bilirse, ondan sonra Allah'ı bilir. İnsan insan olunca, o zaman mesele bitiyor. Kimse haram yemez, kimse kimseye zulmetmez, hakkını gasb etmez, kimsenin ırzına namusuna bakmaz, herkes helal yer. Herkes o zaman sahabeler gibi birbiriyle yardımlaşır, bir birine karşı fedakar olur.
Gülistan Dergisi

Ölümü Her Nefs Yaşayacaktır

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim cihad ederse ancak kendi menfaatine cihad eder. Allah, alemlerden zengindir." (Ankebut; 6)
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, Allah-u Zülcelal bize karşı şefkat ve merhamet sahibidir. O bizim iyiliğimize, hizmetimize muhtaç değildir, o zengindir.
Bir işveren, işçilerinin ücretini fazlasıyla verdiği zaman, onlar muhtaç ve perişan olmayacağız diye memnun olurlar. Bir memlekette de işsizlik olduğu zaman, o memleketin halkı perişan olmamak, bir işe girmek için bütün çabalarını gösterirler. Allah-u Zülcelal de işverendir. Bize vermiş olduğu iş karşılığında, kıyamet gününde ne mükafatlar vereceğini, ancak O bilir.

Eğer omuzumuzda olan melekler, günah işlediğimiz zaman bize bir tokat vursaydı, ne yapıyorsun deseydi, hiç günah işlemezdik. Ama imtihanda olduğumuz için Allah-u Zülcelal zahiri olarak böyle bir şey göstermiyor.

Evliyalardan bir zat şöyle anlatmıştır: "Bir adam devamlı olarak yanımıza geliyordu. Yüzünün bir tarafı kapalıydı, açmıyordu. Bu dikkatimi çekti, merak ettim ona: "Sen bizim yanımıza çok geliyorsun, yüzünün bir tarafını niye açmıyorsun?" diye sordum. Adam: "Eğer bu söylediğimi kimseye söylemezsen sana söylerim." dedi ve anlatmaya başladı:"Ben eskiden kabirleri açıyor, kabirde ölünün yanında ne varsa çalıyordum. Bir gün bir kadının kabrini açtım. Onun kefenini almak için elimi uzattım, o da kefenini benden almak için kefeni geriye çekti. Ben de kefeni kendime çektim. Kadın böyle keramet gösterdiği halde, yine de kefeni bırakmadım, çok akılsızmışım. Kadın kefeni bırakmadığımı görünce, bir elini kaldırdı, yüzüme vurdu." Böyle dedikten sonra, yüzündeki peçeyi indirdi. Baktım ki yüzünde kadının vurduğu tokattan dolayı, beş parmağın izi vardır. Adam daha sonra şöyle dedi:"O işte o gün, bir daha böyle bir iş yapmamaya tevbe ettim. Allah'a söz verdim."

İşte eğer Allah, hatalarımız karşısında bizi de böyle zahiren uyarsaydı, nasıl olacaktık? Allah bir saniye bile bizden ayrılmayıp, bizi görüyor. Bilindiği gibi insana şah damarından daha yakın bir şey yoktur. O bize şah damarımızdan daha yakınken ve öyle sınırsız kudret ve azamet sahibiyken, O'na karşı hata yapan kişi, demek ki kendisini dağlardan daha kuvvetli görmektedir de onun için öyle davranmaktadır.

Söylenen olayı anlatan Evliya şöyle demiştir: "Ben olayı, Evzai'ye mektupta anlattım, o da bana cevaben:"O adam tevbe etti. Pişman oldu, peki o kadar kabir açmış, sen ona o kabirdekilerin yüzü kıbleye doğru muydu, değil miydi diye niye sormadın?" dedi. Hemen o adamı buldum ve ona: "Sen o kadar kabir açtın, kabirde yatanlar yeryüzünde müslüman olarak görünüyorlardı, onların yüzü hangi tarafaydı." diye sordum. Adam bana: "Çokları kıbleye doğru değildi." dedi. Hemen Evzai'ye bir mektup göndererek, bu durumun niçin böyle olduğunu sordum. Bana mektubunda şöyle cevap verdi: "İnnalillahi, dini üzere olmadılar onun için."

Çünkü kıble ehli, dünyadan imanla ayrılırsa, onun yüzü mezarda mutlaka kıbleye doğru olacaktır. Eğer imanını kurtaramazsa, melekler kabirde onun yüzünü kıblenin aksi istikametine çevirirler. Yeryüzünde şimdi müslüman olarak yaşıyoruz ama sekarat zamanı, ölüm anı, çok büyük bir olaydır.

İmam-ı Gazali şöyle anlatmıştır: "İman, insanın ruhu gibidir. İnsanda ruh olmadığı zaman, nasıl yaşayamıyorsa, imanı olmayan kelime-i şehadet veya kelime-i tevhid getirmeyen kişiler de ölü gibidir. İbadet de insanın âzâları gibidir. Fakat onun ibadeti yoksa, elleri, ayakları, başı, kalbi olmayan bir insan gibi olur. Öyle bir insan da hayatını devam ettirebilir mi?"

Demek ki ibadetsiz olan kimse de sekarat esnasında âzâları olmayan o kimsenin öldüğü, ruhun ondan ayrıldığı gibi imansız olarak dünyadan ayrılabilir. Onun için elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal'in bize emrettiği şeyleri yerine getirip, nehyettiği şeylerden de kendimizi muhafaza edelim. Ashab-ı kiramdan Huzeyfe el-Adevi şöyle anlatmıştır: "Yermük harbinde amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Kendi kendime: "Eğer yaşıyorsa ona biraz su vereyim." diyordum. Bir süre sonra onu buldum. Yaralı olarak yaşıyordu. "Sana biraz su vereyim mi?" diye sordum. Başıyla: "Evet!" diye işaret yaptı. O sırada bir adamın inlediğini duydu. Yine başıyla: "Suyu ona ver!" diye işaret etti. O adamın yanına gidince:"Sana su vereyim mi?" diye sordum. O da:"Evet!" dedi. Tam o esnada başka birinin inlediğini duyunca, bana: "O adamın yanına git." dedi. Bende o adamın yanına gittim. Yanına vardığımda son nefesini vermişti. Derhal diğer adamın yanına döndüm. Baktım o da ölmüş. Amcamın oğlunun yanına koştum. Ama o da ölmüştü. Bakınız, onlar sekarat esnasındaydılar. Bir iki dakika sonra can vereceklerdi, öyle hararetli oldukları halde, arkadaşlarını kendile-rine tercih ettiler. İşte biz böyle olmadığımız zaman kendimize: "Bak onlar nasıldı, ben nasılım?" dememiz ve onlar gibi olmaya biraz çaba göstermemiz lazımdır.

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet; 53) Burada insanlar için çok büyük bir işaret vardır ki ne yer, ne melekler, hiç bir şey, bizim yaptıklarımıza şahit olmasa da Allah-u Zülcelal, bize şahit olarak kafidir. Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (İbrahim; 24)

Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyamda kıyametin koptuğunu ve mizanın kurulduğunu gördüm. Bir kadının ameli tartıldı. Baktı ki kadının dünyada ameli fazla olmamasına rağmen, amelleri orada Uhud dağı gibi büyük oldu. Bu duruma hayretler içerisinde kaldım. Sabahleyin o kadını çağırıp ona: "Sen ne amel yapıyorsun?" diye sordum. Kadın ilk önce söylemek istemedi, fakat çok ısrar edince, anlatmaya başladı.

Dedi ki: "Birinci olarak, ben vücudumu namahrem olan kişilerden muhafaza ediyorum. Benim ehlimden başka, hiç kimse benim vücudumu görmemiştir.

İkinci olarak, yalnız yemek yemedim. Eğer çevremde bir insan varsa, muhakkak onunla beraber yemek yerim.

Üçüncü olarak, her hangi bir kimse benden bir şey istediğinde, eğer benim yanımda varsa, onu geri çevirmedim." Bu davranış, o kadının mert olduğuna işaret etmektedir. Cömertlik kökü cennette olan, dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Bir kişi o dalları tutarsa, o dallar onu cennete çekecektir. İşte bu kadının, kimseyi reddetmemesi ve yalnız yemek yememesi, onun cömertliğine işarettir. Cimrilik de kökü cehennemde olan, dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Kim o dalları tutarsa, o dallar onu cehenneme çekecektir. Kadın:

"Dördüncü olarak, ezandan önce mutlaka abdest aldım." dedi. Namaz Allah-u Zülcelal'in bir sofrasıdır. O sofraya bizi çağırmakta, davet etmektedir. Allah-u Zülcelal bize namazı emretmiş, üzerimize farz kılmıştır. Kadın: "Ezandan önce mutlaka abdest alıyorum." dedi. Niçin? Çünkü insanın bir düşmanı olursa ve silahsız olarak onunla karşı gelirse, düşmanı, silahıyla hemen onu perişan ve helak eder. Mü'minin silahı da abdesttir. Mü'min daima abdestli olmalıdır.

Kişi abdestli olmadığı zaman, ezan okunduğunda şeytan ona: "İşte ezan okundu, senin abdestin yok, sen abdest alıncaya kadar, namaz biter, cemaate yetişemezsin." diye onu kandırabilir. Daha sonra şeytan: "Şu işi de yap, sonra abdest alıp namaz kılarsın. Şu işi de yap, daha sonra kılarsın." diye öğle namazını, ta ikindiye kadar geciktirerek onu meşgul edebilir. Abdesti olmayan bu kişi böylece hem cemaati kaçırmış hem de namazını geçirmiş olur. Onun için ezandan önce elinde silahı olursa yani abdesti olursa, ezan okunduğu zaman, şeytan ona yaklaşamaz. Çünkü o kişinin silahı elindedir. Ben abdestliyim hemen namazımı kılayım diyecektir.

Hz. Peygamber (S.A.V) bir gün, Bilal-i Habeşi (R.A)'ye: "Ya Bilal! Ben cennette, arkamda senin ayak sesini duydum. Diğer arkadaşlarına nazaran çok ilerde idin, ne amel yapıyorsun?" dedi. O: "Ya Resulallah! Benim güvendiğim amel şudur; yeryüzünde ne zaman abdestimi bozmuşsam, hemen abdest alıyorum ve abdest aldığım zaman da onunla mutlaka Allah'ın bana nasip ettiği bir namaz kılıyorum." dedi. (Buhari, Müslim)

Demek ki Bilal-i Habeşi (R.A) yeryüzünde abdestsiz dolaşmıyordu ve abdest ile sünnet namazı kılıyordu.O kadın: "Beşinci olarak, ben daima ezana cevap verdim." dedi.
Ezana cevap vermek, Allah-u Zülcelal'in namaz emrine, üzeri-mize farz kıldığı o misafirliğe, bizi davet ettiği o sofraya, icabet etmek demektir. Müezzin ezan okuduğunda, onun sözlerini tekrar etmeli, işimizi, konuşmamızı bırakarak ezanı dinlemeli, ona cevap vermeliyiz. İnsanın ezana cevap vermemesi, kendi işiyle meşgul olması, sanki hiç ezan okunmuyor gibi ezanı dinlememesi, ahireti için çok zararlıdır. Bazı ulema, ezanı dinlememek, sekerat esnasında -Neuzubillah- imansız olarak gitmeye de sebep olabilir, demişlerdir.

O kadın şöyle devam etti: "Benim akrabalarım, dost-ahbaplarım, mü'min kardeşlerim, bana eziyet etse de yine de ben onlara iyilik yapıp onlarla ilişkimi kesmedim. Son olarak, hangi işe teşebbüs ettiysem, kendi başıma karar vermedim, mutlaka istişare yaptım." Hakikaten, o kadının yaptığı şeyler, İslam dininin çok güzel ahlaklarındandır. Bizim de bundan ibret alarak, elimizden geldiği kadar İslam dininin emir ve nehiylerini yerine getirmemiz lazımdır. Böyle yaparsak, bizim mizanımız, tartımız da kıyamet gününde o kadının ki gibi ağır gelecektir, inşaallah.

Ama bu dünyadayken, Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara meraklı olmazsak, bu ömür geçip bitince, elimiz boş kalacak, terazimiz de hafif olacaktır. O zaman pişman olacağız. O gün gelmeden evvel seferber olmak suretiyle kıyamet gününe hazırlanalım.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

EVDE SEVGİ DİLİYLE KONUŞMAK


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com://Ailenizle Kuran Ahlakına Göre Konuşun
Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir ilâhî lütuftur. Yani, insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifade ederler. Bir kimsenin kullandığı dil ve üslup, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrana da uğratabilir.

Müslümanlar, İslâm hukuk ve adabının tayin ve tespit ettiği sınırlar dâhilinde, her insanla alâka ve münasebet kurabilir, onlarla konuşup görüşebilir. O bakımdan çevremizle olan münasebetlerde, hâl, hareket ve tavırlarımıza dikkat etmeli, insanlara karşı daima yumuşak ve güzel bir üslupla hitap etmeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim’de; “(Habîbim) kullarıma söyle: (Herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar. Şüphe yok ki şeytan, aralarını ifsada (bozmaya) çalışır. Muhakkak ki şeytan, insan için pek açık bir düşmandır” (İsrâ, 53) buyurulmaktadır.

Keza, Hz. Musa ve Hz. Harun (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) Firavun’a tebliğ için giderlerken, Cenâb-ı Hakk; “Ona yumuşak söz söyleyin; belki nasihat dinler veya korkar” (Tâhâ, 44) buyurmuştur.

Ayet-i kerimede geçen “leyyin” kelimesi, içinde hiç azarlama olmayan tatlı ve mülâyim söz demektir. Muhatap olacağımız insanlar ne kadar da kötü olsalar, herhalde Firavun gibi değildirler. Ayrıca anlatılan hususun kabul edilip edilmemesinden de elbette ki mesul olmayız. Zira bize düşen, iyiyi, güzeli, doğruyu haber vermektir.

Mutlu Bir Aile İçin Bunlara Dikkat!

Ailede mutluluğun sağlanmasında söz, yani konuşma tarzı ile ilgili hususların çok önemli bir rolü vardır. Ailede mutluluğun sağlanmasında önemli gördüğümüz sözlü görevlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

1- Konuşmalarda Sevgi Ve Saygıyı Sözcüklerini Esirgememek

Eşler birbirine karşı her türlü saygının yanında, sözlü olarak sevgilerini ve saygılarını da göstermelidirler. İnsan, eşine değer verdiğini sözleriyle de göstermelidir. Eşler devamlı birbirine en güzel iltifat cümlelerini söylemekten çekinmemeli ve bundan da utanmamalıdır. Mesela “Sevgilim”, “canım”, “hayatım”, “bir tanem”, vb. gibi sözler devamlı ve yerli yerince söylenmelidir.

Peygamberimiz, “sizden biriniz sevdiği birisine sevdiğini söylesin” buyurmaktadır. Evli çiftler de eşine sevgisini her fırsatta söylemekten kaçınmamalıdır. Çünkü eşlerin birbirlerinden duyduklarında bıkmayacakları en önemli sözler, bu tür sözlerdir. Saygı ve sevgi sözleri, evlilikte sevgi ve saadeti artıran önemli unsurlardandır.

Konya’da yaşamış olan büyük bir veli ve âlim olan Hacıveyiszade Mustafa Efendi nikâhını kıydığı gençlere şu tavsiyede bulunurmuş: “Evlatlarım! Ailede mutluluk iki kelime ile sağlanır. Erkeklerin hanımına ‘Hanımefendi’ demesi, hanımların da kocalarına ‘Beyefendi’ demesi iledir.”

Gerçekten bu iki kelime, aile mutluluğunda çok önemli bir yer tutar.

2- Eve Girerken Besmele Ve Selamın Unutulmaması

Aile fertlerine düşen önemli bir husus da eve girerken selam verme ve besmele çekme konusudur. Müminlerin evlere girerken selam vermeleri, güzel ahlaklarının göstergesidir. Yüce Allah, bu konuda Kuran’da şöyle buyurmuştur: “... Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size ayetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız.” (Nur, 61)

Ayetin de ifadesiyle, akıl kullanılır ve bu sözün anlamı tefekkür edilirse, verilen selamla, en önemlisi; Allah’ın ayetle farz kıldığı bir hüküm yerine getirilmiş olur. Bununla birlikte Allah’ın ‘barış ve esenlik veren’ anlamındaki “Selam” ismi anılır. Müminler böyle bir vesileyle sık sık birbirlerine en güzel dilekte bulunup karşılıklı sevgi ve bağlılıklarını pekiştirirler. Birlikte Allah'ı anmış olurlar ve bir cennet tavrı olan selamlaşmayla, ahirete duydukları özlemi ifade ederler. Selam sözü, aralarındaki güvenilirlik ve esenliğin de bir ifadesi olur.

3- Eşler Birbirine Bağırmamalıdır

Aile içinde sevgiyi yok eden olumsuzluklardan biri de eşlerini birbirine yüksek sesle hitap etmesidir. Bağırmak, eşlerin birbirine karşı soğukluk duymasına, kavgaların geçimsizliklerin artmasına sebep olur. Güzellikle ve yumuşaklıkla istenen bir şey, güzellikle yerine getirilir. Ama bağırarak, sert bir tonla istenen istek de ya ters bir şekilde cevabını bulur. Ya da gönülsüzce, isteksizce bir karşılık görebilir. Atalarımızın dediği gibi “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.”

Abdullah ibn-i Ömer’in (ra) şu sözü, bu açıdan dikkat çekmektedir: “Bizler İslam'dan önce, hanımlarımıza istediğimiz şekilde davranırdık, İslam'dan sonra, hakkımızda ayet nazil olur korkusuyla, hanımımızın yanında yüksek sesle konuşmamaya bile dikkat eder olduk.”

4- Eşler Birbirlerinin En Küçük İyiliklerine Bile Teşekkür Etmelidir

Eşini güler yüzle kapıda karşılayan hanımefendi de, eve getirilen ne olursa olsun, teşekkürle alıp kabul ettiği zaman, bu güler yüzünün ve tebessümünün de bir sadaka olduğunu bilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (sav), “Güler yüzlü olmanın da bir sadaka olduğunu” ifade buyurmaktadır.

Eşinin yaptığı yemeği takdirle, tebrikle ve övgüyle karşılayan, eksiklerine göz yuman ve neticede Allah’a şükür, eşine de teşekkürle sofradan ayrılan kişi, bu davranışıyla da Resûl-i Ekrem (sav)’in takdirini kazanacağını bilmelidir. Çünkü O, “Kullara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmiş olmaz.” buyurarak, insanlara teşekkürün önemini belirtmiştir.

Aslında çok basit ama her gün yaşadığımız; eve gelişimiz, karşılanma ve karşılama biçimimiz, sunulan yemeği, yapılan işi takdir edişimiz veya görmezden gelişimiz…

Bütün bunlar, aile içi iletişim için ya problem üreten ya da problem çözen önemli yaşantı karelerimizdir. Her bir kare, ya mutluluğumuzu tamamlayan, ya da mutsuzluğumuza katkıda bulunan parçalar gibidir. Birbirini takdir etmeyi başarabilen, yüzüne karşı ve ardından övgüyle bahsedebilen eşlerin, iletişim problemleri ya hiç olmayacak ya da oldukça az yaşanacaktır.

Böylesi bir ailede yetişen çocuklar ise takdir ve tebrik edilmeye doyan, teşekkür etmeyi kolaylıkla başaran fertler olarak, sosyal hayata intibak sağlayacaklardır. (Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Yeni Dünya Dergisi, Ekim, 2005)5- Eşler Nankörlük Etmemeli, Kıymet Bilmelidir

Aile içerisinde mutluluğu sağlayacak hususlardan biri de eşlerin nankör olmamalarıdır. Evlilik hayatında, gerek erkek ve gerekse kadın nankör olmamalı, eşinin kendisine yaptığı iyilikleri unutup daima kötülükleri anmamalı, aksine kötülükleri unutup daima iyiliklerini hatırlamalıdır.

Ebu Saîd el-Hudrî (ra)’dan rivayet edildiğine göre; “Peygamber Efendimiz (sav) bir bayram günü musallaya/namazgâha çıktığında kadınların yanına uğrayıp: ‘Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz. Zira ben sizin çoğunuzu cehennem ehli olarak gördüm.’ Buyurdu. Kadınlar: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Hangi sebepten bizim çoğumuz cehennemlik oluyoruz?’ Diye sordular. Allah Resulü: ‘Çok lanet edersiniz ve beraber yaşadığınız eşlerinizin nimetlerine karşı nankörlük edersiniz.” (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 223) buyurdu.

Kocalarının iyiliklerine karşı nankörlük eden kadınlar olduğu gibi, hanımlarının iyiliklerine karşı nankörlük eden nice erkekler vardır.
Öyleyse eşler birbirine karşı nankör olmamalılar.

Öyle eşler vardır ki hayat arkadaşının kendisine yapmış olduğu bunca iyilikleri görmez, unutur da kızgınlık anında eşine: “Ben senin ne iyiliğini gördüm? Bunca yıl kahrını çektim bana ne yaptın?” Gibi sözler sarf eder. Kadın olsun, erkek olsun eşlerden her biri diğerinin iyiliklerini unutup kötülüklerini saymaya kalkışmamalı, aksine kötülüklerini unutup iyiliklerini anmalıdır.

ÖLÜM, CEHENNEM VE ALLAH’IN MERHAMETİ

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com://Dört Şey Zorla Bizden Alınacaktır
Allahu Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kâfirler bölük bölük cehenneme sürülerek oraya vardıklarında, cehennem kapıları açılır.” (Zümer; 71)

Dünyada kapalı olan bir zindanın kapısı, bir mahkûm geldiği zaman nasıl açılıyorsa, cehennem de tıpkı böyledir. Kâfir ve fasıklar oraya gelince, cehennemin kapısı yeniden açılacaktır.

Cennetin ne kadar güzel olduğunu ve cehennemin ne kadar kötü olduğunu ancak Allahu Zülcelâl bilir. Bizim için mühim olan şudur ki, insan ne ile cennete veyahut ne ile cehenneme müstahak oluyor, onu iyi bilmemiz gerekmektedir.

Bunları hepimiz biliyoruz ki, cennet ve cehennem vardır. Çünkü bunlara iman etmeyen kimse mümin olamaz.

Şu dört şey Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in ümmetinden mutlaka alınacaktır:

Birincisi: Azrail (aleyhisselam) ruhumuzu mutlaka bizden alacaktır.

İkincisi: Dünyada emek çekerek topladığımız malları, varisler bizden zorla alacaktır.

Üçüncüsü: İstesek de istemesek de bu keyf ve sefa ile donattığımız vücudu kurtlar ve böcekler kabirde yiyeceklerdir.

Dördüncüsü: İstesek de istemesek de, üzerimizde ne kadar hakları varsa, kıyamet günü hak sahipleri karşımıza çıkarak, sevaplarımızı alacaklardır.

Olabilir ki, (Allah muhafaza) sevaplarımız kalmayıp, Allahu Zülcelâl o kimsenin günahlarını üzerimize yükleyerek bizi cehenneme doğru sevk edebilir.

İşte bu dört şey, insan istese de istemese de kendisinden zorla alınacaktır.

Dünya ile meşgul olurken ahireti unutmamamız lazımdır. Dünya peşin olduğu için onun nimetleriyle ferahlanıyoruz, seviniyoruz. Bir eziyetle karşı karşıya kalırsak, nefsimiz o eziyeti kabul etmiyor. Fakat ahiret bakidir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in mübarek vücudu şerifi bin dört yüz küsur senedir kabirdedir.

Peki, orası mı bizim gerçek evimiz, yoksa dünyada yaptığımız binalar mı bizim evimiz?... Kendimize ne kadar haksızlık yaptığımızın, acaba farkında mıyız?

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Kabirleri ziyaret ediniz, çünkü orası size ölümü hatırlatır." (İbn Mace)

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukur." (Tirmizi, Beyhaki)

Onun bildirdiğine göre kabirleri ziyaret ettiğimiz zaman, bu şekilde düşünmemiz lazımdır. İşte, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bizi hadis-i şeriflerde ikaz ediyor. Onun için bunları daima hatırımızda tutalım.

İnsanın Yaptıkları Karşısına Çıkacak

Nefislerimize aldanıp Allahu Zülcelal’i unutmamamız lazımdır. Bu çok mühimdir. Burada herkes kendi durumunu düşünüp kendisini kusurlu, taksirat sahibi görmesi gerekir. Gerçekten Allahu Zülcelal’i çok unutuyoruz. Allahu Zülcelal’in yapılmasını istediği şeyleri terk etmek, O'nu unutmak demektir. Nefsin arzu ve isteklerine uymak, yine O'nu unutmak demektir.

İnsan ister salih amel yapsın, isterse kötü amel yapsın, mutlaka yapmış olduğu amel kendisiyle beraber kalacaktır. İşte bizim, o kabir hayatını unutmamamız gerekir. Onun için kendimizi Allahu Zülcelal’in karşısında dosdoğru yapalım.

Sadatı Kiram’ın meşrebi, Allahu Zülcelal’in rızasına ne kadar uygundur. Allahu Zülcelâl, kullarının daima alçak gönüllü ve yalvarıcı olmasını ister. Sadatı Kiram da, kendilerini ve kendilerine tabi olan kimseleri, bu meşrebe teşvik ederler. Çünkü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de bu meşrep üzere idi.

Allahu Zülcelâl, İslam dininde kulunun çok samimi olmasını istiyor. İnsan samimi olduğu zaman onun önünde hiç bir engel kalamaz.

Ölümü Hatırda Tutmanın Yolu

Ateşten bir çengelin insanın vücuduna takılıp yüz bin zebaninin onu çekmesi acaba nasıldır? İşte ruhun tenden ayrılması da aynen böyledir. Bu konuda Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “Ölümün mümine verdiği acı ve ızdırabın şiddeti, üç yüz kılıç darbesinin ızdırap şiddetine eşittir." (İbn Ebi'd-Dünya)

Hepimiz düşünelim! Bir kılıçla insana vurulsa, acaba ne kadar eziyet verir? İşte ruhun çıkması da aynen böyledir. Peki, az bir eziyet karşısında tahammül edemiyoruz, o zaman, aklımız fikrimiz acaba nerededir? O zorlu ölüm anında biz nasıl şeytana karşı mücadele edeceğiz? Onun fitnesinden kendimizi nasıl kurtaracağız? Ne akılla! Ne Şuurla! Ne kuvvetle!...

Denildiği gibi insan çok düşünmeli ve çok tefekkür etmelidir. Hepimiz düşünelim; dostlarımızdan nice insanlar gittiler. Ben kendi şahsıma sayarsam, onları bitiremiyorum. Mardin'in bir köyünde iki-üç sene kadar imamlık yaptım. Benim cemaatim yirmi-yirmibeş kişi kadar vardı. Şimdi sayıyorum, onlardan sadece dört-beş kişi kalmış, işte onların hepsi gittiler... İnsan böyle anmalı, ölümü unutmamalı ve ölüme hazırlıklı olmalıdır.

Gerçekten, insan için ölümden daha büyük nasihat olamaz. İşte durum böyledir. Çünkü ölüm, çok ibretli bir olaydır. Eğer ki insan ölümden herhangi bir ibret ve nasihat almıyorsa, bu kalbinin katı olmasından dolayıdır. Onun için ölümü çok hatırlamak lazımdır.

Halife Ömer bin Abdulaziz (rahmetullahi aleyh), daima âlimleri bir araya toplar, ölümden bahsettirir, ölümü duyunca da ıslak bir kuşun ıslaklığını gidermek için çırpınması gibi çırpınırdı. İbn-i Şirin'in yanında ölümden bahsedildiği zaman, kendisi ölmüş gibi uyuşurdu.

Ölümü düşünmek ve onu kalbe yerleştirmek için en faydalı yol; daima akrabalarının, arkadaşlarının, dost ve ahbaplarının ölümünü ve toprağın altındaki hallerini düşünmektir.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Ölüm meleği, her eve günde üç kere bakar. O evde kim rızkını bitirir ve ömrünü tüketirse, onun ruhunu alır. Melek, onun ruhunu alınca, evdekiler onun için ağlamaya başlarlar. Melek evden çıkarken dönüp onlara şunu söyler: ‘Bu benim bu eve son gelişim değildir. Ben hepinizi alıp götürene kadar buraya gelip gideceğim.’ Ev halkı meleğin bu sözünü duyabilselerdi, öleni bırakıp kendileri için ağlarlardı.”

Cehennem Var!

Biz Allahu Zülcelal’e hakiki olarak yönelirsek de öleceğiz, hiç bir şey yapmasak da yine öleceğiz. Fakat ikisinin arasında nice farklar vardır.

Allahu Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "De ki: Haberiniz olsun ki, o önünden kaçıp durmakta olduğunuz ölüm, (günün birinde aniden) mutlaka size gelip kavuşacaktır. Sonra gizli ve açık bütün şeyleri bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı bir bir haber verecektir." (Cuma; 8)

Hepimiz gözümüz ile görüyoruz ki; hiç kimse ölümden kurtulamıyor. Ölümden sonra da bâki olan bir hayat vardır. İster ölümden kaçalım, istersek kaçmayalım; mutlaka bir gün ölümle karşılaşacağız. Sonra da hesap vermek için Allahu Zülcelal’in huzuruna varacağız. İşte buna, mecburen hazırlanmak zorundayız.




Allahu Zülcelâl Kuran-ı Kerim'de, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de hadisi şeriflerde cehennemin ne kadar dehşetli olduğunu anlatmışlardır.

Bir keresinde, “Cebrail (aleyhisselam), Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e normal gelişlerinin dışında çıkıp geldi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ayağa kalkarak:

‘Ey Cebrail, sana ne oldu? Ne oldu sana?’ diye sordu. Cebrail (aleyhisselam): ‘Allahu Zülcelâl cehennemin bin yıl yakılmasını emretti, yakıldı. Ta ki o ateş beyazlaşmıştı. Sonra tekrar emredildi, bin yıl yine yandı ve kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl yine yakılmasını emretti ve cehennem simsiyah kesildi. O şu anda zifiri karanlıktır. Ondan bir kıvılcım saçmaz, alevleri de asla sönmez. Allah'a yemin olsun ki, cehennemden bir iğne deliği kadar ateş yeryüzüne düşse, insanlar onun sıcaklığından yaşayamazlar.’

‘Seni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, cehennem bekçilerinden biri dünyaya gelse, onun çirkin suratı ve pis kokusu yüzünden herkes ölür.’

‘Seni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, cehennem ehlini bağlayan zincirlerden biri yeryüzüne düşseydi, dünyadaki dağları çökertirdi. Kıyamet günü cehennem, boynundan yetmiş bin yularla çekilir. Her bir yularda yetmiş bin melek vardır. Her bir meleğin alnının genişliği doğu ve batı arası kadardır.’

‘Kıyamet gününde cehennem hararetlenerek öyle bir gürültü çıkacak ki, eğer onun sesi şimdi dünyaya gelseydi, onun dehşetinden yeryüzünde bir tek canlı kalmazdı.” (Taberani)

İşte, Allahu Zülcelâl cehennemi böyle hazırlamıştır. Buna göre; ne cüretle Allahu Zülcelal’in emirlerini yapmayıp, nehiylerinden çekinmiyoruz?...

Aklımızı başımıza alarak, cehennemi hiç unutmamamız gerekir.

İşte ben herkesi, cehennemi unutmayıp onu düşünmeye davet ediyorum.

İnsan hiç olmazsa, biraz Allahu Zülcelal’in merhametine, Hz. Peygamber (sav)'in şefaatine kendisini layık görmesi lazımdır. İşte bunu, herkes yapmalı ve hiç olmazsa buna inançlı olmalıdır. Çünkü insan iman ile dünyadan ayrıldığı zaman, cehennemde ne kadar yanarsa yansın, yine oradan çıkıp cennete girecektir. İnsan ebedül ebed nasıl cehennemde durabilir?...

Allahu Zülcelâl, bunun karşısında da kıyamet günü mümin kulları için cennet hazırlamıştır. İnsan ne kadar cennetin nimetlerinin güzelliğini anlatsa da onun sonunu getiremez.

Allah Merhameti En Çok Olandır

Bir insanın Allahu Zülcelal’in azabına karşı kuvveti var ise istediğini yapsın…

Peki, biz ateşe ne kadar dayanabiliyoruz? Bir sigara ateşi ile kendimizi tecrübe edelim. Hepimizin bildiği gibi bu ateşe de kimse tahammül edemez.

O zaman nefsimize hitap ederek şöyle diyelim: “Ey Nefsim! Bu ateşe dayanamıyorsan, uğraş amel yap. Ateşten kendini muhafaza et. Allahu Zülcelal’e ibadette bulun! Çünkü yapmış olduğun her amel teraziye girecektir. Her gün kendi hesabını gör.”

İşte insan böyle olduğu zaman, ahiret bakımından ilerlemesi her gün biraz daha fazla olacaktır.

Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'dan rivayetle Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “Bir kul günah işler ve: ‘Allah'ım! Benim günahımı bağışla!’ der. Allahu Teala da: ‘Kulum günah işledi, kendisini hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ buyurur. Kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Allah'ım! Beni bağışla!’ der. Allahu Teala’da: ‘Kulum günah işledi, hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ der. Kul tekrar dönüp günah işler ve: ‘Rabbim! Günahımı bağışla!’ der. Allahu Teala’da: ‘Kulum günah işledi, affedecek ya da sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Haydi, istediğini yap! Ben seni bağışladım.’ buyurur." (Buhari, Müslim)

İşte bütün bu imtiyazlar, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in yüzü suyu hürmetinedir. Daha önceki ümmetlerin şeriatlarına göre, günah işleyen bir kimseye helallerden biri haram kılınırdı. Yine o ümmetlere mensup birisi bir günah işleyince, evinin kapısında veya vücudunda: “Falan oğlu falanca, şu günahı işlemiştir ve tövbesi de şöyledir.” diye bir yazı ile karşılaşırdı.

Oysa Allahu Zülcelâl, bu ümmete kolaylık göstermiştir. Buna göre, her Müslümanın, tövbe ederek Allah'a yönelmesi vaciptir.

Allahu Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
İLİM MECLİSİNDEN SOHBETLER

6 Kasım 2008 Perşembe

Hased ve Kıskançlık Ne Kötü Bir Huydur

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Hased etmekten sakının. Çünkü hased, sevapları aynı ateşin odunu yediği gibi yer." (Ebu Davud)

Bir kişi hased yaptığında, biraz derin olarak düşünürse, sanki Allah-u Zülcelal'in taksimatının üzerinde itiraz etmiş gibi olduğunu anlayacaktır. Oysa, Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yoksa Allah'ın insanlara (kendi) lütfundan verdiklerini, onlardan kıskanıyorlar mı?" (Nisa, 54)

Allah-u Zülcelal bir kişiye mal vermiştir, bir kişiye ilim vermiştir, bir kişiye de İslam hizmeti yapmayı nasip etmiştir. Böyle bir kişiye kıskançlık yaparak kin beslemek ve küsmek, Allah-u Zülcelal'in taksimatına razı olmamak gibidir. İşte kıskançlık öyle kötü bir şeydir ki, sahibini hem dünyada hem de ahirette büyük zararlara uğratır. Onun için Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh) şöyle demiştir: "Ey insanoğlu! Niçin kardeşini kıskanıyorsun? Eğer Allah'ın ona verdiği nimet, O'nun kereminden ise, Allah'ın bağışına mazhar olan kimseyi niye kıskanıyorsun? Eğer böyle değilse, cehennem yolcusu olan kimseyi niye kıskanıyorsun?"

Kıskançlık hastalığının en büyük ilacı ilim öğrenmek ve bu ilimle amel etmektir. Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak amacıyla İslam hizmeti yapan kimseleri kıskanan kişinin demek ki ameli, ihlaslı bir amel değildir. Eğer ihlaslı olsa, İslam hizmeti yapan kişileri gördüğü zaman: "Allah razı olsun! Bu kardeşim ne güzel hizmet ediyor. Allah-u Zülcelal'den ayrı kalmış insanların tekrar Allah'a secde etmelerine, yaptıkları günahlarından pişmanlık duyup Allah'a karşı tevbe etmelerine sebep oluyor; ha o yapmış, ha ben yapmışım." diyerek sevinmelidir.

İslam hizmeti yapan kimselere kızan, düşmanlık eden ve kıskançlık yapan kimsenin bu davranışı, Allah için değil de kendi nefsi içindir. Bir kişinin hareketi de nefsi için olursa, ondan zarardan başka birşey gelmez.

Mü'min kardeşine küsmenin ve kin beslemenin bir sebebi de, Allah-u Zülcelal'in rızasına karşı o kimsenin merakının az olmasıdır. Eğer insan Allah-u Zülcelal'in rızasına meraklı olsa, daima Allah'ın rızası ve İslam dininin kural ve kaideleri doğrultusunda düşünür ve kendi kendine: "Ben niçin benim hakkımda konuşanlara kızıyorum ve küsüyorum. Benim hakkımda konuşanlar, bütün sevaplarını bana hediye ettiler. Benim günahlarımı da kendi üzerlerine aldılar." diyerek, kendisi hakkında konuşulanlara ne kızar, ne de küser.

Hatta Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh), bir adama, içi dolu bir meyve tabağını hediye göndererek: "Söyleyin, hakkını bize helal etsin. Bizim hediyemiz onun hediyesinden küçüktür." demelerini tembih etmişti. Adam, Hasan-ı Basri'ye gelerek, "Ya Hasan! Ben sana ne zaman hediye gönderdim." diye sorunca; Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh) demiştir ki: "Sen, benim gıybetimi yapmak suretiyle bana sevaplarını hediye olarak göndermiştin."

İmam-ı Şafii (Rahmetullahi Aleyh): "Eğer Allah-u Zülcelal kıyamet gününde bana şefaat etme izni verirse, ilk önce münkirlerime şefaat edeceğim." deyince; "Ya İmam! Niye dostlarına değilde, münkirlerine şefaat edeceksin?" diye sordular. O zaman İmam-ı Şafii buyurdu ki: "Dostlarım, dünyada daima benden menfaat gördüler. Bense hep münkirlerimden menfaat gördüm. Onlar, sevaplarını bana verdikleri gibi, benim günahlarımı da üzerlerine aldılar. Bana bu iyiliği yaptıklarından dolayı, kıyamet gününde ben onlara şefaat edeceğim."

Demek ki biraz derin olarak düşünürsek, bizim hakkımızda kötü konuşan kimseleri sevmemiz gerektiğini görürüz. Çünkü onlar bize daima sevaplarını gönderip, bizim günahlarımızı da üzerlerine almaktadırlar. Peki bize böyle iyilik yapan kimselere niçin küsüyoruz ki? Onlara hemen küsmemizin sebebi, ilmimizin olmaması ve nefsimize uymamızdır. Daima nefsimizi besliyoruz, küçük bir tepki karşısında hemen mü'min kardeşlerimize küsüyoruz. Bu da çok yanlış bir şeydir.

23 Ekim 2008 Perşembe

Nöbet Değişimi

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com::

عن النبي صلى الله عليه وسلم قال رغم أنف، ثم رغم أنف، ثم رغم أنف قيل: من يا رسول الله! قال من أدرك أبويه عند الكبر، أحدهما أو كليهما فلم يدخل الجنة

Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

"Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun."

(Müslim, Birr 9,10)

Kendi varlıklarını damıtarak kişiliklerimizi yoğuran ellerdir ebeveynlerimiz. Anne karnındaki sakin ve güvenli ortamdan dünyaya fırlayıverdiğimiz günden itibaren sevginin, fedakârlığın, güvenin, koruyuculuğun sembolleri olarak hayata katılmamızda ne de büyük pay sahibidirler. Her biri kendi üslûbunca bizleri görünmez bir şekilde mühürlemişler, silinmez izler bırakmışlardır hayat yolumuza. Bir hayatın başka bir hayata nasıl adanıp akıtılabileceğini onlardan öğreniriz. Karşılık beklemeden gönüllü bir bağışın insanı nasıl da yüceltebileceğini onlarda görürüz. Bizlerle hayata tutunarak, bizlerin varlığından cesaret alarak üstlendikleri sorumluluğu ellerinden geldiğince yerine getirme çabasıdır belki de onları yücelten.

Yüce Rabbimiz Kur'an'da, çocukların hayat hakkının korunması (17/31), emzirme ve bakım işlerinin yerine getirilmesi (2/233), onlarla meşguliyetin Allah'ı anmaktan alıkoymaması (63/9), onların dünya hayatının süsü (18/46) ve insanın imtihanı olduğu (64/15) konularında sorumluluk eksenli sınırlar çizerken onlara iyi davranmakla ilgili bir uyarıda bulunmamıştır. Zira fıtratını bozmamış bir insanın kendi varlığından bir parça olan evladına sevgi ve merhametle muamelede bulunmasıdır doğal olan. Ana-baba, evladına harcadığı emeklerle ilmek ilmek örer sevgisini. Her yaptığı ile elinden geldiğince sevgisini ispat eder gibidir. Oysa evlat ana-babasının sevgisini elde etmek için hiçbir çaba sarfetmez. Mirasyediler gibi tüketiverir bazen merhametini. İşte tam da bu noktada yerini bulur Allah ve Rasûlünün ana-babaya iyilik emri. Ana-babanın evladına iyi davranabilmesi için ayrıca uyarıya ihtiyacı yokken evlat bu konuda uyarılır. İsra Sûresi'nde Allah'a iman ve ibadetten sonra ikinci emir olarak ana-babaya iyi davranışlarda bulunmak zikredilir. "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ´of!´ bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve:´Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!´diyerek dua et."(İsra, 23-24) Buradaki ince vurguyu gözden kaçırmamak adına şunu da belirmek gerekir: Emredilen şey iyi davranmaktır, güzel muamelede bulunup yaşlılıklarında günlerini huzur içinde geçirebilmeleri için bakım, sağlık, iyi geçim vb. hususlarda (maddî-manevî) elden geleni yapabilmektir. Geçmişte ne tür sorunlar yaşanırsa yaşansın intikam, kin, nefret, merhametsizliğin esaretine düşmemektir. Birisine saygılı, hoşgörülü, sorumlu davranabilmek için "sevmek" zorunda değilizdir. Ancak insanî ilişkilerimizi sürdürebilmek için birbirimize iyi davranışlar sergilememiz gerekir. Birilerinin şu veya bu nedenle sorumluluğunu yerine getirmekte ihmalkâr davranmış olması bizim de aynı hataya düşmemize vesile olmamalıdır.

Bir rivayette vaktinde kılınan namazdan sonra Allah'ın en çok beğendiği amel olarak zikredilen ana-babaya güzel davranmak ( Buhari, Edeb 1) insanın kadirşinaslığı ile de doğrudan alakalıdır. Hayatta sahip olduğu şeyleri zaten hak ettiğini düşünen insan, hak etmediğine inandığı olaylarla karşılaştığında kolayca isyana düşebilir. Oysa Allah'ın rızasını ana-babanın rızasında gören bir öğretiye ( Tirmizi, Birr 3) iman edenlerin Peygamberin bedduasına muhatap olmaktan da sakınmaları gerekir.

Hz. Peygamberin örnek hayatına baktığımızda doğmadan önce babasını, küçük yaşta annesini kaybetmesinin, zaten naif olan ruhunu büsbütün hassaslaştırmış olduğunu görüyoruz. Bir vefa insanı olarak annesinin Ebva'daki kabrine uğradığında gözyaşı dökmüş, sütannelerine gereken saygı ve hürmeti göstermekten geri durmamıştır. Savaşa katılmak için izin isteyen sahabeye bakıma muhtaç olan annesinin yanında kalmasını emreden Hz. Peygamber (Buhari, Cihad 138), sorumluluklarımızı yerine getirirken en yakınlarımızdan başlamamızı işaret eder gibidir. Buradan anlıyoruz ki ana babaya hizmet ederek, gönüllerini kazanarak da bir çeşit cihad sevabı kazanılmış olur.

Geçmişe dönük değerlendirmelerimiz sonucunda bazen ana-babamızın kusurlu tutumlarıyla bazen ise evlat olarak kendi yanlışlarımızla karşılaşabiliriz. Bunlardan dolayı yargılama ya da suçluluk duyma içine düşmek bugünümüze bir yarar sağlamayacağı gibi yanlış tutumlarımızı değiştirme sorumluluğunu üstlenmemizi de engelleyebilir.

Ebeveyn olmak, amel defterinin kapanmayacağı bir vesile bulmak demektir. Evladının bütün varlığına ipotek koyarak sevgisiyle onu boğan, gelişip büyümesine, gerçek bir yetişkin olmasına fırsat vermeyen marazî merhamet sahibi olmak değildir. Ebeveynlik, evladını yetiştirirken onu kendi geleceğinin sigortası gibi görmek, gelecekle ilgili bütün ümit ve beklentilerinin kaynağı addetmek de olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki elden gelen gayret gösterildiğinde kendisine sığınılıp güvenilecek yegâne kapı Allah'ın kapısıdır.

Dünyayı keşfedip algılamamızda en zengin damar olan aile hayatı modern hayatın bizi savurduğu bencillik, çıkarcılık ve zevk peşinde koşma keşmekeşinden elbette nasibini aldı; bizler artık "başkasını kendine tercih etme"nin ne demek olduğunu anlayamıyoruz. "Kendin için istemediğin şeyi başkası için de istememe" ( Buhari, İman 7 )prensibinin açtığı yoldan birbirimizi cennet vesilemiz olarak görmeye çalışarak ilerlemek bugünün insanına yeni bir açılım sağlayabilir belki.

Zamanında bizlerle hayata tutunan ebeveynlerimizle bir nöbet değişimi yapma vakti geldiğinde, bizi birbirimize emanet kılanın kalbimize nakşettiği sevgi ve merhametten güç alarak sabır ve kararlılıkla sarılmalıyız sorumluluklarımıza. Onların rızası olmadan cennetlik olmayı dilemenin ham hayal olarak kalacağını bilerek gözü yaşlı, kalbi kırık bırakmamalıyız onları.

13 Ekim 2008 Pazartesi

HZ. MUHAMMED (SAV): ''İNSANLAR UYKUDADIR, ÖLÜMLE UYANIRLAR''

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:::::Şu anda bu yazıyı okuyan kişiler de dahil olmak üzere, birçok insan hayatı boyunca büyük bir yanılgı içinde yaşar. Bu yanılgı ise, aslında çok iyi bildikleri ancak düşünmedikleri için fark edemedikleri bir gerçekle ilgilidir. Bu gerçek şudur: Her insan, tüm hayatını aslında çok küçük bir mekanda, yani kafatasının içinde, tek başına yaşar. Bu, bilimin de gösterdiği kesin bir gerçektir.

Örneğin siz şu anda bu yazıyı bilgisayarınızdan okuyorsunuz ve bilgisayarınızın 20-30 cm uzağınızda olduğunu sanıyorsunuz. Oturduğunuz odadaki televizyonun ise sizden 2 metre kadar ileride olduğunu düşünüyorsunuz. Camınızdan gördüğünüz deniz manzarasının ise sizin birkaç kilometre uzağınızda olduğunu zannediyor olabilirsiniz. Balkona çıktığınızda gördüğünüz yıldızlar ise, size göre sizden milyarlarca kilometre uzaklıkta. Bunun sonucunda ise kendinizi sonsuz büyüklükte bir evrenin içinde yaşayan, çevresi insanlarla dolu biri sanıyor olabilirsiniz. İşte siz de diğer insanların büyük bölümü gibi bu noktada yanılıyorsunuz. Çünkü burada saydıklarımızın hepsi, bilgisayarınız, televizyonunuz, pencereden bakınca gördüğünüz manzara ve yıldızlar, dostlarınız, yakınlarınız, aslında sizin dışınızda, ilerinizde veya uzağınızda değiller, hepsi sizin içinizdeler.

Bu görüntülerin her biri beyninizin arka bölümündeki görme merkezinde oluşan görüntüler. Siz şu anda beyninizin arkasındaki küçücük bir bölgede oluşan bu yazının görüntüsünü görüyorsunuz. Başka bir deyişle, şu anda bu yazıyı okuyan sizin gözleriniz değil, çünkü bu yazı gözünüzün önünde değil, kafatasınızın arkasında bir yerde. Ancak siz hayatınız boyunca gözlerinizin bunları gördüğünü, tüm gördüklerinizin gözünüzün önünde, sizin dışınızda varlıklar olduğunu zannederek yanıldınız.

Ortaokul veya lisedeki bazı bilgilerinizi tazelerseniz, bu söylediklerimizin aslında sizin de bildiğiniz bilimsel gerçekler olduğunu, sadece size bu şekilde anlatılmadığı için bu gerçeği bu yönüyle hiç düşünmediğinizi anlayacaksınız.

Dünya gözünüzün önünde değil, beyninizin arkasında

Gözlerimiz ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme olayının" gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler. Bir cisimden gelen ışık, göz merceğinden geçer ve gözün arka tarafındaki ağ tabakanın üzerine başaşağı ve iki boyutlu bir görüntü bırakır. Ağ tabakadaki çubuk ve koni hücreler, bazı kimyasal işlemlerden sonra bu görüntüyü elektriksel akıma dönüştürür. Bu elektriksel akımlar, göz sinirleri aracılığı ile beynin arka kısmında yer alan görme merkezine götürülür. Beyin ise bu gelen sinyali anlamlı ve üç boyutlu görüntüler haline getirir.

Burada çok yüzeysel olarak anlattığımız görme, gerçekte son derece olağanüstü bir işlemdir. Işık demetleri anında ve kusursuz şekilde elektrik sinyallerine dönüştürülmekte ve sonra bu elektrik sinyalleri, üç boyutlu, rengarenk, ışıl ışıl bir dünya olarak bize görünmektedir.

Sonuç olarak siz hayatınız boyunca gördüğünüz her şeyi beyninizin içinde gördünüz. "Dışarıda", yani sizin bedeninizin dışında, uzağınızda olduğunu sandığınız her şey, çiçekler, denizler, gemiler, uçaklar, yıldızlar, güneş, ay, aileniz, dostlarınız, eviniz, arabanız, iş yeriniz, dağlar, kuşlar, kısacası her şey, aslında sizin içinizde idi. Siz, bugüne kadar beyninizin dışında bulunan hiçbir nesneyi görmediniz, gördüğünüz her şey kafatasınızın içinde idi.

Duyduğunuz sesler, dokunduğunuz cisimler, aldığınız kokular ve tatlar için de aynı gerçek söz konusudur. Bir cisme dokunduğunuzda, hiçbir zaman o cismin aslına dokunamazsınız. Dokunduğunuz beyninizdeki cisimdir. Dokunma hissi elinizde değil, beyninizde oluşur. Bu nedenle, örneğin siz şu anda bilgisayarınızın tuşlarına dokunduğunuzda, gerçekte beyninizin içindeki bilgisayarı hissedersiniz. Masanızın sertliği, ipek bir kumaşın elinizde oluşturduğu his, metalin soğukluğu gibi dokunmaya ait tüm hisler beyninizde oluşmaktadır. Yani siz bugüne kadar hep kafatasınızın içindeki küçücük bir yerde yaşadınız. Beyninizin dışında ne olduğunu, oradaki gerçek alemi ise asla göremediniz.

Beyninizin dışında madde olarak adlandırılan görüntüden oluşan ve sağlamlık hissi verilen bir alem vardır. Ancak siz bu aleme asla duyularınız aracılığı ile ulaşamazsınız. Her insan beyninde oluşan alemi seyreder, beyninde oluşan aleme dokunur, beynindeki alemin sesini dinler.

Allah, yarattığı madde alemini, her insana beyninde bir görüntü olarak izlettirmekte ve bu görüntüye sağlamlık, sertlik vererek görüntüyü gerçek gibi algılattırmaktadır. 20. yüzyılda bilimsel bulgularla kanıtlanan bu gerçek yüzyıllarca önce yaşamış olan büyük İslam alimi İmam Rabbani tarafından etraflıca açıklanmıştır. İmam Rabbani, mektuplarından birinde şöyle bir izahta bulunmaktadır:
"Hâricde ve hakîkatde, Allahü teâlâdan başka, mevcûd yokdur. Allahü teâlâ, kudreti ile, kendi ismlerinin ve sıfatlarının kemâlıinı mümkinât sûretlerinin perdesinde göstermiş, ya’nî eşyâyı, kendi kemâlâtına uygun olarak, his ve vehm mertebesinde, îcâd etmiş, var etmişdir. Böylece, eşyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm etmekdedir. O hâlde eşyâ, hayâlde göründüğü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ, bu görünüşe devâm verdiği, yok olmakdan koruduğu eşyanın yapısına sağlamlık verdiği ve ebedî mu’ameleyi de bunlara bağlı kıldığı için, vehmdeki varlık ve hayâldeki devâm da, hakîkî varlık olmuşdur." (İmam-ı Rabbani, İkinci Cilt, 44. Mektup)

İnsan görüntüyü gerçek zannederek yanılır

Burada anlatılanlar, her insanın üzerinde büyük bir ciddiyetle düşünmesi gereken çok önemli bir hakikattir. Çünkü bu gerçeği görmezden gelen her insan, ömrü boyunca küçücük bir noktada oluşan görüntüyü gerçek zannederek yanılmaktadır. Örneğin beynindeki minik bir noktada oluşan iş kulelerinin sahibi olduğunu zanneden bir adam, bu görüntüden dolayı kibirlenir, şımarır, bir gün öleceğini unutarak kendisini sonsuz güçlü zanneder. Veya beynindeki bir noktada oluşan fakir hayat görüntüsü başka bir insanın ezik, mutsuz ve umutsuz yaşamasına neden olur. Beyninin içindeki küçücük bir yerde oluşan para görüntüsünü kaybeden insan hemen perişan olur. Beyninin içindeki araba görüntüsünün çizildiğini gören bir başkası ise hiddetlenir, mal hırsından dolayı büyük bir öfke duyar. Oysa, bu kişilerin her biri rüyasında zengin veya fakir olan, veya rüyasında arabası çizilen bir insandan farklı bir durumda değildirler. Çizilen araba, beynimizin içinde oluşan bir araba görüntüsüdür. Bu arabanın aslını, dışarıdaki gerçek halini hiç kimse, hiç bir zaman bilemez ve göremez. Bunu ancak beynimizdeki ve dışındaki alemi yaratan Yüce Allah bilir.

İşte bu gerçeğin farkında olmayan, veya çok açık olmasına rağmen bu gerçeği kabullenmek istemeyen insanlar, hayatları boyunca hep yanılgı içinde, gerçekleri görmezden gelerek yaşarlar. Bu insanların durumu bir sinema filmini veya tiyatro oyununu gerçek zannederek bu filmin veya oyunun içinde yaşamak isteyen bir insanın durumu gibidir. Çevresindekiler bu insanı ne kadar ikna etmeye ve ona gerçekleri göstermeye çalışsalar da bu insan bunu anlamazlıktan gelir.

Her insanın bu gerçeği kabul ederek kavrayacağı bir an vardır

Ancak her insanın, hiçbir istisna olmaksızın, bu gerçeği anlayacağı, kavrayacağı ve kabul edeceği bir an vardır. İşte bu an her insana ölümle birlikte gelecektir. Ölümle birlikte insanın beyninde seyrettiği dünya hayatına dair görüntü değişecek, bunun yerine ölüm anının, hesap gününün ve ahiretin görüntüsü gelecektir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, ölümle birlikte insan sanki bir uykudan uyanacak, rüyasından gerçek dünyaya geçer gibi, gerçek ve sonsuz hayatına geçecek, bu hayatında görüntüsü daha net ve gerçek olacaktır. Aynı rüyasındaki daha bulanık görüntüden uyanıp daha net olan dünya hayatına geçiş yapan insan gibi. Ayetlerde tüm alemlerin Rabbi olan Allah bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
Demişlerdir ki: "Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş". (Yasin Suresi, 52)

"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir." (Kaf Suresi, 22)

Her sözü güvenilir olan, ilim ve hikmet timsali Peygamber Efendimiz (SAV) de bir hadis-i şeriflerinde "insanlar uykudadır, ölümle uyanırlar" (İmam Gazali, İslam Klasikleri 2, Bedir Yayınları, 18 sf. 36152) buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Gerçek olan ölümden sonraki hayattır. Dünya hayatı ise, aynı bir rüya gibi insana beynindeki küçücük bir noktada izlettirilen bir görüntü alemidir. Bir insanın bu görüntüye aldanıp, gerçek ve sonsuz hayatını unutması, düşünmemesi ise büyük bir gaflet ve yanılgıdır. Bu gerçeği dünyada görmeyenler ahirette büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. Hayatları boyunca bağlandıkları, gerçek zannederek peşinden sürüklendikleri, Allah'ı ve ahireti unutarak şirk koştukları insanların, malların, mevkilerin, ünvanların aslında birer hayal olduğunu, beyinlerindeki görüntüler olduğunu anlayanlar bu pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Asla yok olmayacağını zannettikleri şeylerin birer birer bir görüntü gibi kaybolduğunu gördüklerinde büyük hüsrana uğrayacaklardır. Allah, bu insanların ahiretteki itiraflarını Kuran'da şöyle bildirir:
Sonra onlara denilecek: "Sizin şirk koştuklarınız nerede?" "Allah'ın dışında (taptıklarınız)." Dediler ki: "Bizi bırakıp-kayboluverdiler. Hayır, biz önceleri (meğer) hiç bir şeye tapar değilmişiz." İşte Allah, kafirleri böyle şaşırtıp-saptırır. (Mü'min Suresi, 73-74)

… Nihayet elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: "Allah'tan başka taptıklarınız nerede?" "Onlar bizi bırakıp-kayboldular" diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler. (Araf Suresi, 37)

Dünyada bu gerçekleri görmezden gelerek, düşünmeyen her insan ahirette aynı konuşmayı yapacak, aynı telafisi olmayan pişmanlığı yaşayacaktır. Allah'ın bir rüya gibi gösterdiği dünya hayatına kapılıp gidenler, ölümü gerçek ve tek yaşantılarının sonu zannedenler, ölümle birlikte içinde bulundukları bu gaflet uykusundan uyanacak, rüyalarından ayrılacaklar ve işte o zaman asıl gerçeği göreceklerdir. Aklını ve vicdanını kullanan, samimi ve dikkatli düşünen her insan ise, daha dünyada iken gerçekleri fark ederek, ahiret hayatı için ciddi bir gayret içinde olacaktır.

12 Ekim 2008 Pazar

Beş Vakit Namazın Kılınma Şekli

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:Namazlar; farz, vacib, sünnet, müstehap ve nafile kısımlarına ayrılır. Bunlar açıkladığımız farzlarına, vaciblerine, sünnetlerine, adabına riayet edilerek şu şekilde kılınır:

1) Sabah namazı:

Sabah namazının iki rekat sünnetini kılmak için : "Niyet ettim bugünkü sabah namazının sünnetini kılmaya" diye niyet edilir ve hemen eller, baş parmak kulakların yumuşağına gelecek kadar yukarıya kaldırılıp; "Allahu ekber (Allah herşeyden yücedir)" diye tekbir alınır. Bundan sonra eller bağlanır, "Sübhaneke Allahümme ve bi hamdike ve tebarekesmük ve teala ceddük ve la ilahe gayruk" ile "Eüzü billahi mineşşeytani'r-racim (-İlahi rahmetten kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım-) Bismillahirrahmanirrahîm (Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlarım) ve Fatiha okunur, sonra "Amin (kabul buyur, ey Rabbimiz)" denir ve bir miktar daha Kur'an okunur. Bu bir miktardan maksat en az bir sure veya en az üç kısa ayet veya üç kısa ayet uzunluğunda bir ayettir. Bundan sonra "Allahu ekber" diye rükuya varılır, bu durumda en az üç kere; "Sübhane Rabbiyel-azîm (Yüce Rabbimi her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim) denir. Sonra "Semiallahü limen hamideh (Allah, hamdeden kulunun övgüsünü işitmiştir)" denilerek ayağa kalkılır; ayakta "Allahümme Rabbena ve lekel-hamd (Allahım, ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur)" denir, bundan sonra "Allahu ekber" diye secdeye varılır, secdede üç kere "Sübhane Rabbiyel a'la (Ey, en yüce olan Rabbim! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim)" denir, sonra "Allahu ekber" denilerek kalkılır, bir tesbih miktarı oturulup yine "Allahu ekber" diye ikinci secdeye varılır, bunda da üç kere "Sübhane Rabbiyel-a'la" denir. Bununla bir rekat tamamlanmış olur.

Bu ikinci secdeden sonra "Allahu ekber" denilerek ikinci rekata kalkılır. Ayakta yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunur; birinci rekatta olduğu gibi rüku ve secdelere varılır; ikinci secdeden sonra oturulur ki bu iki rekatlı bir namazda son oturuştur. Bunda et-Tehiyyat ve Allahümme salli-barik ve "Rabbena atina fiddünya haseneten" duaları sonuna kadar okunur, sonra "es-Selamü aleyküm ve rahmetullah (Allah'ın selamı ve rahmeti size olsun)" diye sağ tarafa, sonra da yine "es-Selamü aleyküm ve rahmetullah" diye sol tarafa yüz çevirerek selam verilir. Bununla sağ ve sol tarafta bulunan müminlere, meleklere ve mümin cinlere selam verilmiş olur. Böylece iki rekatlı bir namaz bitmiş bulunur.

Bütün bu tekbirler, tesbih ve kıraatler gizli, yani namaz kılanın kendisi işitebileceği bir sesle gizlice yapılır.

Namazda erkekler ile kadınların ellerini kaldırma, bağlama şekli, rüku ile secdelerde ve oturuşlarda alacakları durumlar "Namazın sünnetleri ve adabı" konularında açıklanmıştır.

Sabah namazının iki rekat farzı ise şöyle kılınır: Önce, erkeklere mahsus olmak üzere kamet getirilir, sonra "Bugünkü sabah namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir ve eller, kulakların hizasına kadar kaldırılarak "Allahu ekber" diye namaza başlanır ve sabah namazının sünnetinde belirtildiği üzere kılınıp tamamlanır. Ancak sabah namazının farzında Fatiha'dan sonra biraz fazla Kur'an okunması sünnettir. Bu sünnetin en az miktarı kırk ayettir. Bununla birlikte üç kısa ayet miktarı okunması da caizdir. Vaktin çıkmasından korkulduğu takdirde az ayet okunur. Hatta yalnız Fatiha ile veya bir kaç ayet ile yetinilebilir. Ebû Hanife'ye göre, farz olan kıraatin en az sınırı, en az altı harf ihtiva eden bir ayettir. "Sümme nazara (Sonra baktı)" ve "lem yelid (doğurmadı)" ayetlerinde olduğu gibi (bk. el-Kasanî, a.g.e., l, 110; İbnül-Hümam, a.g.e., l, 193, 205, 322 vd.; İbn Abidin, a.g.e., l, 415, Zeylaî, Tebyînül-Hakaik, l,104vd.; Bilmen, a.g.e., s. 153 vd.).

Tek başına namaz kılan kimse, bu farzı kılarken tekbirleri, Fatiha'yı, ilave edeceği sure veya ayetleri ve "Semi-allahü limen hamideh" cümlesini açık (sesli) okuyabilir.

2) Öğle namazı:

Öğle namazının ilk dört rekat sünnetinin önceki iki rekatı, tam olarak sabah namazının iki rekat sünneti gibi kılınır. Ancak bunda; "Bugünkü öğle namazının sünnetine" diye niyet edilir ve bunda ikinci rekattan sonraki oturuş, son oturuş değil ilk oturuş olduğundan bu oturuşta yalnız "et-Tehiyyat" okunur; Sonra "Allahu ekber" diye ayağa kalkılır; Sübhaneke okunmaksızın, yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak, yine yukarıda belirtildiği şekilde rüku ve secdelere gidilir, bundan sonra dördüncü rekat için "Allahu ekber" denilerek ayağa kalkılır, bunda da yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak, yine belirtildiği şekilde rüku ve secdelere varılır, bundan sonra oturulur ki, bu son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat" ile "Allahümme salli-barik" ve "Rabbena atina..." duaları sonuna kadar okunup iki tarafa selam verilir. Böylece bu dört rekat sünnet kılınmış olur.

Öğle namazının dört rekat farzı ise şöyle kılınır: Sünnetten sonra, namaza aykırı bir şey ile uğraşmadan ayağa kalkılır, kamet getirilir. "Bugünkü öğle namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir ve eller yukarıya kaldırılarak "Allahu ekber" diye tekbir alınır; ilk iki rekatı, sabah namazının iki rekat farzı gibi kılınır. Ancak bu iki rekattan sonraki oturuş, ilk oturuş olduğundan, bunda yalnız "et-Tehiyyat" okunur; bundan sonra "Allahu ekber" denilerek üçüncü rekata kalkılır; yalnız Besmele ile Fatiha okunarak, rüku ve secdelere varılır, sonra "Allahu ekber" diye dördüncü rekat için ayağa kalkılır; yine Besmele ile Fatiha suresi okunarak rüku ve secdelere gidilir. Bundan sonra oturulur ki, bu son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat" ile "Allahümme salli ve barik" ve "Rabbena atina" duaları sonuna kadar okunup, iki tarafa selam verilir. Böylece farz da kılınmış olur.

Öğlenin farzında okunacak ayetler, sabah namazında okunacak ayetlerden çoğunlukla az olur.

Öğlenin son iki rekat sünneti ise, "Bugünkü öğle namazının son sünnetini kılmaya" diye niyet edilip, tam olarak sabah namazının iki rekat sünneti gibi kılınır. Bu son sünneti dört rekat olarak kılmak müstehaptır. Bu takdirde ya her iki rekatta bir selam verilir, yahut dört rekatın sonunda selam verilir. Bu takdirde birinci oturuşta yalnız "Rabbena atina..." duası okunmaz, "et-Tehiyyat", "Salli-Barik" duaları okunur, üçüncü rekat için tekbir alınarak ayağa kalkınca yine "Sübhaneke" okunur ve bu son iki rekat da önceki iki rekat gibi kılınır.

Tek başına kılan, öğle namazının gerek sünnetlerinde gerek farzında gizli okur.

3) İkindi namazı:

İkindi namazının dört rekat sünneti, müekked olmayan sünnettir. Her iki rekatı bağımsız namaz gibidir. Bu yüzden dört rekatın her iki rekatlık bölümü sabah namazının iki rekat sünneti gibi kılınır. Önce, "Bugünkü ikindi namazının sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Bu namazın ilk iki rekatı belirtildiği gibi kılınınca oturulur. Bu bir son oturuş demektir. Bu yüzden burada "et-Tehiyyat..." île birlikte "Allahümme salli.,. ve barik..." okunur, yalnız "Rabbena atina..." duası okunmaz, sonra "Allahu ekber" diyerek üçüncü rekata kalkılır. "Sübhaneke..." ile "Eüzü" ve "Besmele"den sonra Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak rüku ve secdelere varılır. Bundan sonra tekbir ile dördüncü rekata kalkılarak, yalnız "Besmele" ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunur. Sonra yine rüku ve secdelere varılır. Bundan sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat" ile "Allahümme Salli-barik,.." ve "Rabbena atina..." duaları sonuna kadar okunarak iki tarafa selam verilir.

İkindi namazının farzının kılışını: Bu da tam olarak öğle namazının farzı gibi kılınır. Yalnız niyet farklı olur, yani, "Bugünkü ikindi namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir.

Tek başına namaz kılan kimse, ikindi namazının sünnetini de, farzını da, öğle namazı gibi gizli okuyarak kılar.

4) Akşam namazı:

Akşam namazının üç rekat farzı, öğle ve ikindi namazlarının ilk üç rekat farzları gibi kılınır. Şöyle ki: "Bugünkü akşam namazının farzını kılmaya" diye niyet edilip, namaza tekbir ile başlanır. Yukarıda açıklanan şekilde ilk iki rekat kılınarak oturulur. Bu, birinci oturuştur. Bunda yalnız "et-Tehiyyat..." okunur. Sonra üçüncü rekata kalkılarak yalnız "Besmele" ile Fatiha okunur; sonra "Allahu ekber" denilerek rüku ve secdelere varılır. Bundan sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat..." ile "Salli-barik...' ve"Rabbena atina..." duaları okunarak iki tarafa selam verilir.

Akşam namazının farzında, vaktin darlığından dolayı kısa sureler okunur.

Akşam namazının sünnetinin, kılınışı: Bu da; "Bugünkü akşam namazının sünnetini kılmaya" diye niyet edilip, tam olarak sabah namazının sünneti gibi kılınır. Bu sünneti altı rekat olarak kılmak ise müstehaptır. Bu takdirde bir, iki veya üç selamla kılınır. İki rekatta bir selam verilirse aynı şekilde kılınır. Bununla birlikte dört rekatta bir selam verilip ikindi namazının sünneti gibi de kılınabilir. Bu ziyade dört rekata veya altı rekatın tamamına "Evvabîn Namazı" denir (el-isra, 17/25; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaîd, Mısır (t.y), II, 230).

Tek başına namaz kılan kimse, akşam namazının farzını da sabah namazının farzı gibi açıktan okuyarak kılabilir

5) Yatsı namazı:

Yatsı namazının ilk dört rekat sünneti, müekked olmayan sünnetlerdendir. Tam olarak ikindi namazının dört rekat sünneti gibi kılınır. Dört rekat farzı da tam olarak öğle ve ikindi namazlarının farzları gibi eda olunur. İki rekat son sünnetine gelince, bu da tam olarak sabah ve akşam namazlarının iki rekat sünnetleri gibi kılınır. Bunlarda yalnız niyetler değişmiş, yatsı namazının farzına veya sünnetlerine niyet edilmiş olur.

Yatsı namazının son sünneti de dört rekat olarak kılınabilir (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, II, 145 vd.; eş-Sevkanî, Neylül-Evtar, III, 18; eş-Şürünbülalî, Merakil-Felah, s. 64). Bu takdirde tam olarak ilk dört rekatı gibi kılınır. Bununla birlikte iki rekatta bir selam vermek suretiyle de kılınabilir. Bu durumda her iki rekat bağımsız namaz olacağı için oturuşlarda "et-Tehiyyat...", "Salli-barik" ve "Rabbena atina" duaları okunur. Geceleyin kılınacak nafile namazlarda efdal olan da bu şekilde iki rekatta bir selam vermektir.

Tek başına namaz kılan kimse, yatsı namazının farzını sabah namazı gibi açıktan (sesli) da kılabilir.

Vitir Namazı:

Üç rekattan ibaret olan vitir namazı şu şekilde kılınır:

Önce; "Bugünün vitir namazını kılmaya" diye niyet edilir. Sonra "Allahu ekber" denilerek namaza başlanır. "Sübhaneke..." ve "Eüzü" ile "Besmele"den sonra Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak, rüku ve secdelere varılır; sonra ikinci rekata kalkılıp, yalnız "Besmele" ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak yine rüku ve secdelere varılır; bundan sonra oturulur ki, bu birinci oturuştur. Burada yalnız "et-Tehiyyat..." okunur; sonra "Allahu ekber" denilerek üçüncü rekata kalkılır; bunda da yalnız "Besmele" ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak daha ayakta iken eller kaldırılıp "Allahu ekber" diye tekbir alınır, tekrar eller bağlanıp ayakta kunut duası okunur. Sonra Allahu ekber" diye rüku ve secdelere gidilir, sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda da yukarıdaki gibi "et-Tehiyyat..." ile "Salli-barik" ve "Rabbena ati-na..." dualan okunarak selam verilir.

İbadet


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:İbadet, Allah'a tâzim ve saygı göstermek ve O'nun verdiği nimetlere karşı şükran borcunu yerine getirmektir.

Niçin İbadet Ediyoruz

Bizi yoktan var eden ve yaşatan Allah'tır. Yüce Allah; Vücudumuzu, gören gözler, işiten kulaklar ve konuşan dil gibi mükemmel organlarla donattı. Diğer canlılardan farklı olarak bize akıl verdi ve varlıklar arasında seçkin bir duruma yükseltti. Bunlardan başka, yaşayabilmemiz için teneffüs ettiğimiz havadan, içtiğimiz suya kadar sayısız nimetler verdi.

Ayrıca bizi yalnız bırakmadı, Peygamberler ve kitaplar göndererek dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Bütün bu iyiliklere karşılık Allah bizden kendisini tanımamızı ve ona ibadet etmemizi istemektedir. Şöyle bir düşünelim: Çok iyiliğini gördüğümüz bir büyüğümüze karşı saygı gösterir iyiliklerine teşekkür ederiz. Bize bir görev verse seve seve yaparız değil mi?

Öyle ise, bizi yoktan var eden ve sayılamayacak kadar nimetler veren Yüce Allah'a karşı teşekkür etmek ve emrettiği ibadetleri seve seve yapmak gerekmez mi?

Elbette gerekir.

Yaradılışımızın gayesi Allah'ı tanımak ve ona ibadet etmektir. İbadet görevlerini yaptığımız takdirde hem Allah'ın verdiği nimetlere karşı teşekkür borcunu yerine getirmiş oluruz, hem de O'nun sevgisini kazanırız. Eğer biz Allah'a karşı ibadet vazifelerini yerine getirir, O'nun sevgisini kazanırsak, Allah, bize dünyadaki nimetlerinden çok daha fazlasını ahirette verecek ve bizi cennette sonsuz mutluluğa kavuşturacaktır.

İbadet Çeşitleri

İbadetler üç çeşittir:

1– Beden ile Yapılan İbadetler: Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.

Beden ile yapılan ibadetleri her müslümanın kendisi yapması gerekir. Başkasını vekil etmesi caiz değildir. Bir kimse başkasının yerine namaz kılamaz, oruç tutamaz.

2– Mal İle Yapılan İbadetler: Zekât vermek ve kurban kesmek gibi. Bir kimse mal ile yapılan ibadetlerde başkasını vekil edebilir.

3– Hem Mal, Hem de Beden İle Yapılan İbadet: Hac vazifesi böyle bir ibadettir. Parası olduğu halde hacca gidemiyecek derecede sakat, hasta ve çok yaşlı kimseler, kendi yerine bir başkasını bedel olarak hacca gönderebilir.

İbadetin Faydaları

Bedenimizin gerekli gıdalara ihtiyacı olduğu gibi rûhumuzun da gıdaya ihtiyacı vardır. Rûhun gıdası iman ve ibadetlerdir. İbadet, rûhumuzu yükseltir, bizi kötülüklerden sakındırır, ahlâkımızı olgunlaştırır, en değerli varlığımız olan imanımızı korur.

Hayatta insanın çeşitli sıkıntılarla karşılaşıp ümitsizliğe ve bunalıma düştüğü zamanlar olur. Böyle durumlarda insan ibadetle bunalımdan kurtulur. Çünkü insan ibadet sayesinde Allah'a yaklaşır. O'nun rahmetine sığınır ve huzura kavuşur. İbadetlerin, rûhumuza olduğu gibi bedenimize de birçok faydası vardır.

Namaz kılan insan abdest almak zorundadır. Abdest almak, günde birkaç defa temizlenmek demektir. Temizliğin ise sağlığımız için ne kadar yararlı olduğunu hepimiz biliriz.

Namaz kılarken yapılan belirli hareketlerin, oruçta sindirim sistemi ile bazı organların dinlenmesinin vücut sağlığına önemli faydalar sağladığı bir gerçektir. Zekât ibadetinin sosyal yardımlaşma yönünden topluma kazandırdığı birçok yararları vardır.

İman İle İbadet Arasındaki İlişki

Bir müslüman, dinin hükümlerini inkâr etmedikçe ve kalbinde iman bulunduğu sürece ibadet yapmasa bile dinden çıkmaz, kafir olmaz, yine müslümandır. Ancak, Allah'ın emri olan ibadet görevlerini yerine getirmediği için günah işlemiş ve cezayı hak etmiş olur.

İbadetler, imanın olgunlaşmasını ve güçlenmesini sağlar. Ahirette cezadan kurtulmamıza ve cennet nimetlerine kavuşmamıza vesile olur. Sade bir imanla yetinip ibadetleri terketmek imanın zayıflamasına ve giderek iman nurunun sönmesine sebep olur.

İbadet yapılmadığı takdirde, iman ışığı açıkta yanan lamba gibi korumasız kalır. Günün birinde sönebilir. İmanın yok olması, müslümanın cennetin anahtarını kaybetmesi demektir. Bu sebeple ibadetlerin, imanımızın korunmasında ve cennette sonsuz hayata kavuşmamızda çok önemli yeri vardır.

ADAB

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:::Ahlak,terbiye ve nezaket kuralları. Birini ziyafete davet etmek manasını ifade eden edeb, İslam'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu itibarla edep, insanların kendisine davet olunan bilimum hayır, zarâfet, usluluk ve güzel ahlak demektir. Edeb, insanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir.

Ayet ve Hadisler Işığında Adab-ı Muaşeretten Örnekler

*** Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü açık kalbli olmak. Allah iyi huylu güler yüzlü kimseyi sever.

*** Herkes ile güzel görüşmek, halka eziyet vermekten sakınmak. "Müslüman diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir."

*** Kötülüğe karşı iyilikte bulunmak ve halkın eziyetlerine karşı sabırlı olmak. Allah katında sıddîkların mertebelerine erişmek için zulmedeni affetmek, irtibatı kesenle irtibat kurmak esirgeyene esirgemeden vermek gerekir.

*** Küskünlüğe, dargınlığa, düşmanlığa son vermek. Müslümanın müslümanla üç günden fazla dargın durrnası helal değildir.

*** Dargın iki müslümanın arasını bulmaya çalışmak. Yalan söylemenin caiz olduğu yerlerden biri, dargınların barışmalarını sağlamak için söylenen yalandır. Bu da sadaka vermek kadar hayırlı bir iştir.

*** İnsanların kusurlarını araştırmamak, bilakis bu kusurları örtmeye çalışmak. Başkasının kusurunu arayan, önce kendi kusurunu görmelidir. Başkasının kusurunu örten bir müslümanın kusurunu da Allah örter ve onu affeder.

*** Dostlar birbirlerini arkalarından müdafaa etmelidir, haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmelidirler. Kardeşine yardımda bulunana Allah da yardım eder.

*** İnsanlara karşı kötü zan ve töhmette bulunmamak, nefret uyandırmamak, dedikodu yapmamak. Bu sözlerin konuşulduğu yerleri terketmek.

*** Her insanla, kapasite ve mevkilerine göre konuşmak. Cahille ilmî konuşma yapılamayacağı gibi, alimle de cahille konuşulduğu gibi konuşulmaz. İnsanlara akıllarına göre hitap edilmelidir.

*** Büyüklere hürmet ve saygı; küçüklere, düşkünlere şefkat ve merhamet, özellikle aile arasındaki fertlere iyi muamele etmek İslam'ın esaslarındandır. Allah ana babaya saygısızlık bir tarafa "öf" demeyi dahi yasaklamıştır. Başkasına merhamet etmeyene merhamet olunmaz.

*** Herkes hakkında hayır dilemek ve, yardımda bulunmak müslüman kardeşliğinin bir özelliğidir. Ancak bu yardımlaşma kötülükte değil, iyilikte olmalıdır. Mümin kendisi için arzu ettiği güzel şeyleri Müslüman kardeşi için de arzu etmelidir. Kendini kötülüklerden koruduğu gibi etrafındakileri de korumaya çalışmalıdır.

*** Selam, müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır. Selam vermek sünnet, almak ise farzdır. Peygamberimiz (s.a.s.) selamı yaymamızı, tanısak da tanımasak da her müslümana selam vermemiz gerektiğini bununla da imanımız olgunluğa erdiği için Cennet'e gireceğimizi müjdelemiştir. Bu nedenle gençler ihtiyarlara, binek üzerinde olanlar yürüyenlere, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere, bir kişi çok kişiye selam vermelidir. Selama daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir. "es-Selamu aleykum" diyene "ve aleykumu'sselam ve rahmetullahi ve berekatuhu" denmelidir. Verilen selamı alma durumunda olmayana selam vermek mekruhtur. Yemek yiyene, namaz kılana, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene selam verilmemelidir. Kafirlere selam verilmez. Açıktan açığa Allah'ın emrini çiğneyen ve bu halinde ısrarlı olana da selam verilmez. Topluma verilen selama bir kişi karşılık verirse, diğerlerinin selam alma sorumluluğu kalkar. Selam getiren birinden selamı almak, mektupta yazılı selama ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir. Eve girerken ev halkına selam verildiği gibi ayrılırken de selam vererek ayrılmak faziletli bir iştir. Boş bir yere girilirken de "es selamu aleyna ve ala ibadillahi's-Salihîn" diyerek selam verilir. Selam, müminin mümine yaptığı hayırlı bir duadır. "Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun." Manasına gelen selamlaşmanın yerini basit kelimeler tutmaz.

*** Karşılaşan iki müslüman birbirlerinin ellerini tutarak müsafaha eder. Peygamber'e (s.a.s.) salavat okur, hal hatır sorarlar. Bu durumda olan kişiler henüz birbirlerinden ayrılmadan Allah onlara mağfiret eder.

*** Aksırana karşı hayır dua etmek. Aksıran kişi "elhamdülillah"der, yanındaki müslüman "yerhamükellah" yani "Allah sana merhamet etsin " diye dua eder, aksıran kişi de "yehdîna ve yehdîkumullah " yani Allah bizi de sizleri de hidayete daim kılsın" diye karşı duada bulunur. Buna "teşmît" denir.

*** Müslüman gittiği meclise temiz elbiseyle gitmelidir. Yaşlı ve bilgili kimselerden üstte oturmamalı, kendine söz düşmedikçe konuşmamalı, söylenilen faydalı şeyleri dinlemelidir. Sonradan gelenlere yer vermeli, birbirlerine karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmalıdır. Meclisten ayrılırken arkadaşlarından izin alarak ve selam vererek ayrılmalıdır. Bu kural cemiyet ve cemaat muaşeretindendir.

*** Müslümanlar uygun zamanlarda mümin kardeşlerini, büyüklerini ve yakın akrabalarım ziyaret etmeli, onların gönüllerini hoş etmeye çalışmalıdır. Ancak ziyaretin, çok uzun ve usandırıcı olmamasına özen göstermelidir. Ziyarete gelenlere imkan nisbetinde ikram etmelidir. Allah'a ve ahirete inanan, misafirine izzet ve ikramda bulunmalıdır.

*** Müslüman, din kardeşinin davetine icabet eder, ziyaretinde bulunur. Böylece aralarında muhabbet artmış olur. Peygamber (s.a.s.), "Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya benzer bir ziyafete davet edince icabet etsin." buyurmuştur. Ancak bu tür yerlerde Allah'ın yasakladığı içki ve benzeri şeyler bulunuyorsa oraya gitmemelidir. Kötülükleri engelleyeceğine kanaat getirirse, gidebilir. Merasimler külfetten ve gösterişten uzak olmalıdır.

*** Müslümanlar, din kardeşleri yanlarına geldiklerinde, hürmet olsun diye ayağa kalkabilirler.Alim zatların ellerini öpmek caizdir. Ancak dünyalık bir menfaat elde etmek için el öpmek, boyun bükmek, hele hele dalkavukluk yapmak asla doğru değildir. Büyüklerin huzurunda yerlere kadar eğilmek ve yeri öpmek haramdır.

*** Müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti vardır. Komşu haklarına son derece riayet etmeli, onlara zarar verecek her türlü hareketlerden kaçınmalıdır. Kötülüklerinden, komşusu emin olmayan kimse gerçek mümin olamaz.

*** Hastaları ziyarette bulunmak, onların afiyetlerine dua etmek dinî bir görevdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde: "Beş şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vazife olur. Bunlar da, verilen selamı iade, aksırana hayır dua, davete icabet, hastayı ziyaret ve cenazeleri mezara kadar takip etmektir." buyurmuştur. Müslümanlar, vefat eden din kardeşlerinin cenazelerini kabirlerine kadar üzüntülü ve düşünceli götürür kabre defnederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar. İmkan buldukça müslümanın cenaze namazını da kılmalıdır. Kabirlerini ziyaret ederek haklarında hayır duada bulunmak bir vefa borcudur. Ancak kabir ziyaretleri İslamî ölçüler içerisinde olmalı, aşırı ta'zim hareketlerinden sakınmalıdır. Kabir ziyareti insana ölümü ve geleceğini hatırlatır, uyanmaya vesile olur.

*** Evlere ve odalara girerken usule riayet etmek gerekir. Cahiliye devrinde evlere hücum edilircesine girilirdi. Ziyaretçi eve girer ve girdikten sonra da 'girdim' diye seslenirdi. Çok defa, ev sahibinin ailesiyle onları başkasının görmesi doğru olmayan halde, kadın veya erkeğin avret yerlerinin açık olduğu olurdu. Bu hal, üzüntü verip gönülleri yaraladığı gibi evleri emniyet ve huzurdan yoksun bırakırdı. Ayrıca gözler tahrik edici yerlere takıldığı zaman nefisleri bu şekilde fitneye sürüklerdi. İşte bu sebepten dolayı Allah müslümanları yüksek bir adab-ı muaşeretle terbiye etmiştir. Evlere girmeden izin isteme adabı ve ev halkına güven verip onlardan kuşkuyu gidermek için girmezden evvel selam verme adabını getirmiştir.

"Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp halkına selam vermeden girmeyiniz. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız." "Eğer orda kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Bu sizin için daha iyidir..." (en-Nur, 24/27-28). Aynı şekilde erginlik çağına erişmemiş çocuklarla hizmetçilerin başkalarının odalarına girerken izin almaları yolunda eğitilmeleriyle bunların girmesinin ancak hangi vakitlerde olabileceği de belirtilmiştir:

"...Sizden henüz erginlik çağma erişmemiş çocuklar üç vakitte sizden izin istesinler. Sabah namazından önce, öğlenden sonra elbisenizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar, sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunun dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur, " (en-Nur, 24/58).

İşte böylece İslam, gerek başkaları için gerek ev halkı için çiğnenmesi asla doğru olmayan özel bir dokunulmazlık koymuştur. İslam'da devletin temeli aile olduğundan, insanlar evlerinde yabancı kimselerin anî baskınlarına maruz bırakılmaz. Ancak ev sahiplerinden izin isteyip, onların müsaadesi alındıktan sonra girilebilir.

*** Müslümanın davranışları yumuşak ve yavaş olmalıdır. Bu muaşeret kuralı için Kur'an-ı Kerim'de tavsiye ve emir buyrulan açık ve anlaşılır şu ayet ne güzeldir: "İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol, sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir. (Lokman, 31/18-19).

*** Müslüman doğru sözlü olmalıdır. Kur'an-ı Kerim, Müminlerin doğru ve dikkatli konuşmasını, söyleyecekleri sözü ölçülü ve bu sözün nereye varacağını düşünerek söylemelerini emretmekte ve onları salih amele yol açan güzel söz söylemeye yönlendirmektedir. Çünkü Allah, doğruların, doğru sözlülerin yardımcısıdır. Doğru sözlülerin hareketlerini hatadan korumayı, işlerini düzeltip yoluna koymayı kendilerine bir mükafat olarak vadetmiştir. Bu güzel davranışı yerine getiren müminin hatalarını Allah'u Teala'nın bağışlaması ne engin bir rahmettir. İnsanoğlunu da ancak Allah'ın bu bağış ve rahmeti kurtarabilir: "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasülüne itaat ederse büyük bir başarıya erişmiş olur. " (el-Ahzab, 33/71)

*** Müslüman israf etmemelidir. İsraf, herhangi bir şeyi gereğinden fazla kullanmak demektir. "...Yeyin, için fakat israf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez." (el-A'raf, 7/31) buyurulmaktadır. Yine "...Allah, israfçı ve yalancı kişiyi hidayete erdirmez. " (el-Mü'min, 40/28) düsturu yer almaktadır. En'am Süresi 141. ayeti de yine bu hükmü beyan etmek-tedir: "..israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez."

İnsan iyilik yaparken de israf yapmamalıdır, "..onlar infak ettikleri zaman bile israf etmezler." (el-Furkan, 25/67)

Ayrıca kusurları bağışlamak her işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işlerinde doğruluktan ayrılmayıp dirayet ve akıl dairesi içinde yürütmek, büyüklerin dine uygun emirlerine itaat etmek, halkın itimadını ve güvenini kazanmak, her işte aşırı gitmemek, münasip kişilerle güzel bir surette görüşüp konuşmak, kendisine emanet edilen sırlara ve eşyaya hainlik etmemek, zulümden uzaklaşarak insafla hareket etmek, insanlara karşı mütevazî olmak, sözünde durarak ahdine vefa göstermek, ihtiyaç sahiplerine karşı cömertçe davranmak, insanlar hakkında daima iyi zan beslemek, lüzumsuz ve kalb kırıcı sözlerden sakınmak, her yaptığı işi hakkaniyet ölçüleri içinde yapmak, kızgınlık ve şiddetten sakınarak yumuşak huylu olmak, namusu, haysiyeti ve mukaddes değerleri korumak, daima hayır ve iyilik yolunu tutmak, dostluğa önem vermek, hakkına razı olmak, vaktini boşa geçirmeden çalışmak, korkaklığı terkederek yiğit ve cesur olmak, yapılan iyiliklere karşı teşekkür etmek, şehevî duygularına hakim olmak her türlü bela ve musîbetlere sabretmek, bir işte azim ve sebat sahibi olmak, günahlardan kaçınmak, herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele etmek, kanaat sahibi olmak, şaka ve nüktelerinde bile ahlak dışı olmamak, başkalarını kötülemekten kaçınmak, kendini yüksek görmemek, içi başka dışı başka olmamak, insanlığa ve inançlarına uygun olan her şeyi yapmak, bu işi yapmadan evvel o işin ehli ile istişare'de bulunmak, yaptığı iyilikleri başa kakmamak, ağır başlı ve vakur olmak, koğuculuk yapmamak gibi güzel meziyetler insanlar arasında saygınlık ve muhabbet doğurur. Bunlara riayet etmek İslam'ın ortaya koyduğu muaşeret adabındandır.

--------------------------------------------------------------------------------