5 Ocak 2012 Perşembe

İncinmeyen ve İncitmeyen Peygamber

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)Kur'ân Allah Rasûlü'nün yaratıklara olan şefkatine, insanlara olan merhamet ve re'fetine işaret etmektedir: "Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin hüsranınıza üzülür, saadetinizi cidden ister; müminler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpar!" (1) Allah Teâlâ bu âyette kendi isimlerinden olan Rauf (çok şefkatli) ve Rahim (pek merhametli) sıfatlarını Peygamber Efendimiz'e de vermiştir ki, önceki peygamberlerden hiçbiri bu sıfatların ikisine birden mazhar olmamıştır. Beşerî ilişkilerde empatinin en önemli vasfı yumuşaklıktır. Peygamberimiz de bu özelliği sebebiyle insanların kabulüne mazhar olmuş, gönüllere taht kurmuştur. Zaten beşerî münasebetlerde insanları etkileyen deha ve zeka değil, karakter ve tutarlı şahsiyettir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah'ın Sana olan rahmeti sayesinde insanlara karşı yumuşak davrandın. Sen katı yürek!i, sert ve acımasız olsaydın insanlar etrafından dağılıverirlerdi." (2) İnsani ilişkilerin nirengi noktası, karşısındakinin farkına varmak ve onun da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece "kendi" merkezli yaşamak, "ben merkezli" düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek insani ilişkilerin en önemli zaaf noktalarından biridir. Beşerî münasebetler, insan ilişkileri ve kişisel gelişimle ilgilenenler derler ki: İnsani ilişkilerin temel noktası, "empati" denilen kendini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Bu açıdan baktığımızda, Asr-ı Saadet'te insanlar Peygamber Efendimiz'in karakter ve şahsiyetine hayranlık duyarak sıcak bir duygu, yanık bir gönülle kendilerini O'nun etrafında pervane etmişlerdir. O'nun (sav), bulunduğu konumu şahsi çıkarları için kullanmayan, külfette en önde, nimet paylaşımında ise en sonda bulunması insanların gözünden kaçmamıştır. Medine'de sebebi bilinmeyen bir gürültü koptuğunda "Ne oldu, bu ses neyin nesi?" diyerek herkesin birbirinden medet umduğu bir sırada O, Ebû Talha (ra)'nın Mendub isimli atına binerek sesin geldiği yere gitmiş ve durumu tetkik ettikten sonra "Korkulacak bir şey yok" sözüyle ashabına sükunet telkin etmiştir. (3) Diğer yandan, Hendek savaşında hendek kazımı esnasında Cabir b. Abdullah (ra)'ın sofrasına davet ettiği yüzlerce sahabeyi bizzat kendisi servis yaparak doyuran ve en sonunda sofraya oturan O'ydu. (4) O'ndaki bu fedakar, gözü tok ve riskten kaçınmayan tavır ashabının hayranlığını celb ediyordu. Allah Rasûlü'nün, yakın çevresinde bulunan aile fertlerinden başlayarak bütün ashabına ve topyekun insanlara karşı şefkat ve merhametle davrandığını, hiç kimseyi asla incitmediğini görüyoruz. Gördüğü yanlışlar ve hatalar karşısında insanları uyarırken, "galat-ı ruyeti" kendine izafe ederek, yani kendisinin yanlış görmüş olduğunu söyleyerek "Bana ne oluyor ki ben bazı kardeşlerimi şu şu hallerde görüyorum." (5) derdi. O bu ifadeleriyle, "Kardeşlerim böyle yapmaz, ben herhalde yanlış görüyorum." demek isterdi. Kendisine yapılan her türlü haksızlık ve yanlışa karşı olgunlukla mukabele eder, insanların yanlışlarını bağışlardı. Nitekim bir ganimet dağıtımı esnasında kendisinden bol miktarda ganimet isteyen, bunu isterken de yakasına yapışma cüretinde bulunacak kadar ileri giden bedeviye tebessüm ederek talebini yerine getirmiş ve bağışlamıştı. (6) Çünkü Allah Teâlâ: "(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut; bağışla; uygun olanı emret; cahillere aldırış etme!" (7) buyurmuştu. Haddini bilmeyen, sınırı aşan insanlarla ilişkide sürekli hoşgörülü davranmak, incinmemek ve incitmemek zor bir iştir. Hatta denilebilir ki incinmemek, incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Elinize, dilinize, gözünüze sahip olursunuz, kendinizi frenlersiniz ve insanları incitmeyebilirsiniz. Ama insanların ham, çiğ davranışları karşısında incinmemek elde olan bir şey değildir. Bu ancak çok engin bir gönülle aşılabilecek bir nefs engelidir. Allah Rasûlü incitmediği gibi incinmezdi de. Ashab arasında bedevilikten gelmeleri sebebiyle kaba davranışlar sergileyen insanlar olurdu. Hatta Mescid-i Nebî'ye bevletmeye kalkanlar bile vardı. Ancak, O bunlara kızmaz ve bu davranışları sergileyen kimseleri incitmemeye özen gösterirdi. Ashab arasında ölçüsüz tepki gösteren olursa onları da uyarır, hoşgörüye ve incitmeyen nazik tavra davet ederdi. (8) Kendisinden, zina etmek üzere izin istemeye gelen bir delikanlıyı hiç kırmadan, incitmeden birtakım sualler sormak suretiyle bu işin yanlış olduğuna inandırmış ve düşüncesinden vazgeçirmişti. (9) Temelinde hamlık ve hoyratlık bulunan kaba davranışlar ve haddini aşan cinsten tavırlar insanları incitir, üzer ve gönüllerini kırar. Nübüvvet pınarının ser-çeşmesi olan peygamberler ve başta Hz. Peygamber incinmeme ve incitmeme konusunda insanlığa model olmuştur. Ahlaki erdemler de ancak model şahsiyetlerden öğrenilebilir. İslam tarihi boyunca ümmetin yaşadığı güzelliklerde Allah Rasûlü'nün yüce şahsiyetinin ve üstün karakterinin izleri vardır. İnsanlar O şahsiyete yaklaşabildikleri ölçüde toplumda kabule layık faziletlere ermişlerdir. İncinmeme ve incitmeme felsefesi edebiyatımızda da ayrı bir güzellik rüzgarı oluşturmuş ve pek çok şair bu konuda duygularını dile getirmiştir. Bunlardan biri olan Pertev Paşa bu manayı şöyle ifade eder: Ne şemm et bülbülün verdin, ne de hârdan incin Ne gayrın yârine meyl et, ne sen ağyârdan incin Ne sen bir kimseden âh al, ne âh u zârdan incin Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin (Ne bülbülün aşık olduğu gülü kokla ne de dikenden incin, dikenden inciniyor ve korkuyorsan gülü koklamamalısın. Çünkü gülü seven dikenine katlanır. Ne Allah'ın dışında başkasının sevgilisine ilgi duy, ne de ağyar sayılan Allah'ın dışındakilerden incin. Allah'ın dışındaki fani şeylere gönlünü kaptırırsan incinirsin, çünkü faniye güvenmek sonuçta insanın güvenini yıkar. Ne sen başkasından ah al, ne de başkasının ah u zarından incin. Çünkü başkasından ah alacak işler yapanın başkalarının kendisine ah çektirmesiyle incinmeye hakkı yoktur.) Doğrusu başkasından incinmemek ve başkasını incitmemektir. Tek kelimeyle kalb-i selim sahibi olmaktır. 1) Tevbe, 9/128. Ayrıca bkz. Enbiya, 21/107. 2) Al-i İmran, 3/159. 3) İbn-i Sa´d, Tabakat, I, 373; Buharî, Edeb, 39. 4) Buharî, Megazî, 29; Vakıdî, II, 452. 5) Bkz. Buharî, Menakib, 25; Müslim, Salat, 119. 6) Buharî, Humüs 19, Libas 18, Edeb 68; Müslim, Zekat 128. Ayrıca bkz. Ebû Davud, Edeb 1; Nesaî, Kasâme, 24; İbni Mace, Libas 1. 7) Araf, 7/199 8) Buharî, Vudû´ 58, Edeb 80. Ayrıca bkz. Müslim, Taharet, 98-100; Ebû Davud, Taharet 136; Tirmizî, Taharet 112; İbni Mace, Taharet 78. 9) Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 256-257; Heysemî, Mecmau´z-zevâd, I, 129.

1 Ocak 2012 Pazar

Kuran ve Hadis

Bakara suresi ayet 8'de "Insanlardan öyleleri de vardir ki, inanmadiklari halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandik." derler." buyuruyor yüce rabbimiz. Onlar inanmazlar. Ama kurana göre yorum yapiyoruz derler. Hadisleri inkar ederler. Islam düsmanliklarini kinleri, tarih boyunca bir türlü dindiremedikleri kuyruk acilarini düsmanliklarini kusarak dindirmeye calisirlar. Onlara: "Insanlarin (müslümanlarin) inandigi gibi inanin." denilince, "Biz de o beyinsizlerin inandigi gibi mi inanacagiz?" derler. Iyi bilin ki, asil beyinsiz kendileridir fakat bilmezler. (Bakara 13) Beyinsiz diye kime denir? Sen akil edemiyor. düsünmüyorsun. Taklitcisin. Akil yok sende. Beyin olsa akil ederdin. Sen beyinsizsin diye feryad ederler. Onlara; Gel ehli sünnet vel cemaat itikadina dendiginde, ben siz beyinsizlerin (akil edemeyinlerin) inandigi gibi inanmam derler. Onlar münafiklarin ta kendileridir.

Peygamber Mirasıyla Var Olmak

Peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” buyurmuştur. Müminleri diğer insanlardan ayıran en temel özellik, “istikamet üzere” yürüyor olmalarıdır. Onlara bu farklılığı kazandıran ise, peygamberler silsilesinin tarih boyunca insanlığa hatırlattığı, uygulamalı olarak gösterdiği ve nihayet Son Peygamber s.a.v.’de ekmel seviyesine ulaşan özelliktir: Hayatı “rabbanî” boyutuyla hissetmek ve yaşamak!.. İnsanın da, evrenin de kaynağı aynı ilahî irade olduğuna göre, hayatı böyle görmenin ve yaşamanın şaşılacak bir durum olmadığını, hatta meseleyi böyle değerlendirmenin esas olduğunu anlamak zor değil. “Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz” (Bakara, 156) demek, hayatın rabbanî yönünü varlık anlayışımızın merkezine koymak demektir. İşte bu noktada başta Efendimiz s.a.v. olmak üzere peygamberler silsilesinin (hepsine selam olsun) insanlık için arz ettiği önem karşımıza çıkıyor. Onlar olmasaydı varlığı ve hayatı bu kıvamda kavrayıp hissedebilir miydik? Peygambersiz dönemde yaşamak Yüce Rabbimiz tarih boyunca insanlığı rehbersiz bırakmamış, yollarını her şaşırdıklarında kullarına, rahmet ve merhametinin bir tecellisi olarak 124 bin peygamber göndermiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266). Son Peygamber s.a.v.’in insanlığa getirdiği, hatırlattığı, öğrettiği ve yaşadığı ise, rabbanî hayatın zirve seviyesiydi. Burada bizi bekleyen önemli bir soru var: Efendimiz s.a.v.’den sonra peygamber gelmeyeceğine göre, gelişen olaylar ve değişen durumlar karşısında Ümmet-i Muhammed rabbanî istikametini nasıl muhafaza edecek? Şurası açıktır ki, peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” (el-Muvatta, el-Müstedrek) buyurmuştur. Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu her şey haktır. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’e gereği gibi sarıldığımızda, onları hayatımızın merkezine yerleştirdiğimizde yoldan sapmamız da, rehbersiz kalmamız da söz konusu olmayacaktır. Ancak Ümmet-i Muhammed’in şu anda içinde bulunduğu ahvale baktığımızda, aklımıza kendiliğinden bir soru daha takılıveriyor: Allah ve Rasulü’nün arzu ettiği hayatı yaşamanın garantisi Kur’an ve Sünnet ise, bu iki temel kaynak şu anda elimizde olduğuna göre, niçin bu durumdayız? İslâm alemi olarak içimize ve dışımıza çöreklenmiş bulunan bunca zilletin, meskenetin, acının ve ızdırabın izahını nasıl yapabiliriz? Kur’an ve Sünnet hayatımızda beklenen dönüşümü niçin gerçekleştirmiyor? Miras mevcut, ya vâris? Efendimiz s.a.v.’in sünnetini Kur’an’ın hayata indirilmiş, ete-kemiğe bürünmüş hali olarak tavsif etmek yanlış değilse, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Şu anda elimizde Efendimiz s.a.v.’in mirası olarak Sünnet-i Nebeviyye eksiksiz biçimde mevcut bulunuyor. Zira geriye doğru kaç yüzyıl gidersek gidelim, geçmişimize hayat verenin de aynı kaynak olduğunu tesbit etmek zor olmayacaktır. Öyle ise aynı hayat kaynağına sahip olduğumuz halde, geçmişimizi bugünümüzle kıyaslanamayacak şekilde adil, merhametli, dirayetli, seviyeli, bilgili, takvalı ve “muhteşem” kılan neydi acaba? Bu sorunun tek cevabı olduğunu düşünüyoruz: Hayatın merkezinde ulemanın bulunması... Yani Efendimiz s.a.v.’in mirası her zamanki zenginlik ve canlılığıyla varlığını muhafaza ediyor; ancak onu ehliyet ve liyakatle okuyan, değerlendiren, hayata intikal ettiren ve bize tekrar hayat vermesini sağlayan “Peygamber vârisleri” kadrosunda sıkıntı yaşıyoruz. Bir taraftan bu sıkıntı “kemiyet” boyutunda kendini gösterirken, diğer taraftan da o kadro ile toplumun ilişkilerinde yaşanan arızalar dikkatimizi çekiyor. Şu bir gerçek ki, Kur’an’ı ve Sünnet’i hakkıyla anlamak, yaşamak ve topluma aktarmak, her şeyden önce bir birikim, seviye, ehliyet ve liyakat meselesidir. Geçmişte Kur’an ve Sünnet bizi dünyanın sayılı toplumlarının önderi yapmışsa, bunun temelinde ilim müesseseleri vardır; toplum ve devlet hayatımızın merkezini teşkil eden ilim müesseseleri... Bugün yaşadığımız sıkıntıların kaynağında ise, o müesseselerin ve onlara vücut veren “Peygamber vârisi” ulemanın toplumsal hayatın merkezi ile irtibatının koparılmış olması yatmaktadır. Hal böyle olunca, Kur’an ve Sünnet adına konuşan, yazan, toplumu yönlendiren pek çok kimsenin “Peygamber vârisi” olma vasfından hayli uzak bulunması gibi bir garabetle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmaz oluyor. Tam bu noktada biraz durup, Efendimiz s.a.v.’in alimi oturttuğu konuma bir bakalım: Şöyle buyurmuş Alemlerin Efendisi s.a.v.: “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” (Değişik rivayet yolları ve lafızları için bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’l-Ahâdîs ve’l-Âsâr, 3/9 vd...) Bu demektir ki Efendimiz s.a.v.’den bize intikal eden ne varsa hepsi üzerinde söz söyleme ve görüş beyan etme selahiyeti münhasıran O’nun vârisleri olan ulemanındır! İlim, hayatımızın en önemli meselesiydi Sahabe’den (Allah hepsinden razı olsun) Ebu’d-Derdâ hazretleri bir gün Şam mescidinde talebeleriyle otururken yanına bir adam geldi. Aralarında şu konuşma geçti: - Ey Ebu’d-Derdâ! Peygamber s.a.v. şehrinden (Medine’den) buraya, senin Rasulullah Efendimiz s.a.v.’den işittiğini duyduğum bir hadisi senden bizzat dinlemek için geldim. - Burada başka bir hacetin yok mu? - Hayır. - Ticaret için de mi gelmedin? - Hayır. - Sadece o hadisi benden dinleme arzusuyla mı geldin yani? - Evet. - Ben Rasulullah s.a.v.’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim ilim talebiyle bir yola girerse, Allah bu sebeple onu cennet yollarından bir yola sevk eder. Melekler kanatlarını ilim yolunda olan kimseye hoşnutlukla sererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, (hatta) sudaki balıklar alim için dua ve istiğfar ederler. Alimin abide üstünlüğü, ayın ondördündeki dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem (mal ve servet) bırakmazlar; ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse, çok büyük bir nasip elde etmiş olur.” (Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel) Peygamber - ilim ilişkisi İlmin hayatımızın en önemli meselesi olduğunu söylerken dikkate aldığımız bir husus var: Allah Tealâ’nın, artırması için Efendimiz s.a.v.’in kendisine dua ve talepte bulunmasını istediği tek şey ilimdir. “De ki: Rabbim, ilmimi artır.” (Tâ-Hâ, 114) emr-i ilahîsi, aynı zamanda Efendimiz s.a.v.’e, ümmetine bırakacağı mirasın artmasını talep etmesi anlamını da ihtiva etmektedir. Zikrettiğimiz ayet-i kerime, peygamberleri “ilim sahipleri”nin önderleri olarak görmemizin de normal, hatta gerekli olduğunu göstermektedir. Elbette bıraktıkları tek miras “ilim” olan kutlu peygamberler silsilesi (hepsine selam olsun), bu özellikleri dolayısıyla ilmin menbaı ve ilim sahiplerinin gerçek üstadlarıdır. “Allah şahitlik etti ki, gerçekten kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de adaleti ayakta tutarak buna şahitlik ettiler. O’ndan başka ilah yoktur; O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Âl-i İmran, 18) Bu ayette “peygamberler”in ayrı bir zümre olarak zikredilmemiş olması, konumuz bakımından dikkat çekici bir durumdur. Allah Tealâ’dan başka ilah olmadığına şahitlik eden meleklerin yanında “ilim sahipleri”nin de zikredilmiş olması, peygamberlerin şahitliğinin öncelikle söz konusu olduğunu gösterir. Zira peygamberler dışındaki ilim sahipleri, ancak peygamberler vasıtasıyla Allah Tealâ’nın birliğine “şahitlik edecek” kesinlikte ilim elde edebilirler. Bu ayette peygamberlerin ayrı bir kategori olarak değil, “ilim sahipleri” zımnında zikredilmiş olmasının bize verdiği en önemli mesaj, ilmin ve alimin Allah Tealâ katında pek büyük bir ehemmiyeti haiz bulunduğudur. Peygamber - alim karşılaştırması Hakkında hadis alimlerinin, “manası doğrudur, ancak hadis olarak aslı ve senedi yoktur” dediği bir tesbit, konumuz bakımından “kelâm-ı kibar” olarak dahi önemli bir boyuta işaret ediyor: “Ümmetimin alimleri, İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” Yukarıda zikrettiğimiz “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” hadisi ile birlikte düşündüğümüz zaman görüyoruz ki, alimlerin toplum hayatında ifa ettiği fonksiyon, İsrailoğulları’na gönderilen nebilerinki ile aynıdır. Bilindiği gibi İsrailoğulları’na Hz. Musa, Hz. Davud (ikisine de selam olsun) gibi kendilerine kitap verilen peygamberler (rasul) gönderildiği gibi, herhangi bir kitap verilmeksizin, sadece Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat’ı ve şeriatı yürürlükte tutmak için gönderilen peygamberler (nebi) de gönderilmiştir. Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya… bunlardandır (hepsine selam olsun). İşte bu nebiler, İsrailoğulları’nın Tevrat’tan ve Hz. Musa a.s.’ın şeriatından unuttukları ve terk ettikleri şeyleri hatırlatmak, dini “tecdid” etmek ve İsrailoğulları’nı istikamet üzere tutmak için gayret göstermişlerdi. Ümmet-i Muhammed’in alimleri de İslâm tarihi boyunca aynı görevi deruhte etmiş, dinin tecdidi, halkın irşadı ve yöneticilerin inzarı konusundaki sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Bu sebeple Efendimiz, alim ile abid arasındaki farkın, (bize yakınlığı ve ışığından istifademiz bakımından) ayın ondördü ile yıldız arasındaki fark gibi olduğunu belirtmiştir. Ulema bu benzetme üzerinde dururken, şu noktaya dikkat çekmiştir: Abid yıldız gibidir. İbadetinden dolayı elde ettiği kemal ve nur kendisini aydınlatır, yüceltir; başkalarını aynı seviyeye yükseltmez. Alim ise ay gibidir. Işığını başkasından (Efendimiz s.a.v.’den) alır ve başkasına yansıtır. Bununla birlikte, buradaki “alim”i, ilimle iştigal yönü ağır basan abid, “abid”i de ibadetle iştigal yönü ağır basan alim olarak anlamak en doğrusu olsa gerektir. Zira ilmiyle âmil olmayan kimselere zaten “alim” denmez. Kemal de zeval de ulemaya bağlıdır Ulemanın hayatımızdaki merkezî rolüne işaret eden iki hadis üzerinde durarak yazımızı nihayetlendireceğiz. Bunlardan ilki “tecdid hadisi” diye bilinen rivayettir: “Allah Tealâ bu ümmete her yüzyılın başında dinini tecdid edecek kimse(ler) gönderir” (Ebu Davud, el-Hakim, et-Taberanî). Bu hadisten anladığımız odur ki, bu Ümmet’in dinî hassasiyetinde belli zaman aralıklarıyla bir takım aşınmalar, eksilmeler olacaktır. Halk arasında çabuk yayılan ve pek itibar gören “zaman değişiyor”, “hangi devirde yaşıyoruz” gibi içi boş değerlendirmelerle kaybolmaya yüz tutan dinî kavram, kurum ve anlayışlar, yüz yılın başında yetişecek ehliyetli ve liyakatli ilim adamları eliyle yeniden ihya edilecek, aslî muhtevasına kavuşturulacaktır. Bu yönüyle bu Ümmet’in yetiştirdiği alimler, gerçekten de İsrailoğulları’nın nebilerinin yaptığını yapmışlardır, yapacaklardır. Zikredeceğimiz ikinci hadis ise, bu Ümmet’in geride bıraktığı devirlere nazaran bize daha yakın gibi görünen bir durumu tasvir ediyor: “Muhakkak ki Allah, ilmi insanlardan söküp almak suretiyle kabzetmez. Fakat ilmi, ulemayı almak suretiyle kabzeder. Ulema kalmayınca ilim de kalkar. Bu suretle hiç alim kalmayınca insanlar cahilleri rehber edinir ve (meselelerini) onlara sorar. Onlar da ilimsiz olarak fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (el-Buharî, Müslim, et-Tirmizî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel…) İşte bu durum Ümmet’in de insanlığın da felaketi demektir. Peygamberlere vâris olmaya hiçbir şekilde ehil ve layık olmayan insanların Din hakkında fetva vermeye, görüş belirtmeye, ahkâm kesmeye başlaması, gerçek ilim adamlarının aramızdan çekilip alınmasıyla olacaktır. Kaynaklarımızda ilim öğrenmenin farz-ı kifaye olduğu yazar. Yani toplumda yeterli sayıda kimsenin ilimle iştigal etmesi, diğerlerini sorumluluktan kurtarır. Bu doğru bir tesbittir şüphesiz ve bugüne kadar da şöyle veya böyle süregelmiş bir durumu anlatmaktadır. Bir de şu soru üzerinde düşünmeye ne dersiniz: Yeterli sayıda ve gerçek anlamda ilim adamı yetişmesi için toplum olarak, fert olarak üzerimize düşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğimiz söylenebilir mi? Elbette “Hiç Peygamber vârisi alim yoktur!” demek büyük bir yanlış olur. Onlar her zaman vardır ve var olmaya devam edeceklerdir. Problem onların sayısının ve etkinliğinin artması, kendilerinden beklenen irşad, ıslah, ihya, tecdid faaliyetlerini gereği gibi yerine getirmesinin imkânlarının oluşturulması noktasındadır.