4 Ekim 2012 Perşembe

İLİM, İNSANI İNSAN EDER

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) ‘Allah kalbinizi sizden iyi bilir!’ Allah-u Zülcelâl, Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerimede kendi Zat’ını bizlere, O’nu daha iyi tanıyıp anlayabilmemiz için anlatmış, tanıtmıştır. Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Sizin; kalbinizde, nefsinizde tasavvur ettiğiniz şeyleri, Rabbiniz (sizden) daha iyi bilir.” (Mülk; 13) Bu ayet-i kerimeden anlaşılacağı üzere Allah-u Zülcelâl, bir kimsenin kalbini, nefsini, hayal ve tasavvur ettiği şeyleri, kendisinden daha iyi bilmektedir. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz aleyhissalatu vesselam “Allah (cc) sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” buyurmaktadır. (Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel) Demek ki kalp nazargâh-ı ilahidir. Bundan dolayı insan, kalbinde tasarladığı, hayal ettiği çirkin şeyleri, kendisinden izale etmek ve uzaklaştırmak suretiyle, kalbini daima temiz tutmalıdır. İlim, olmazsa olmaz! Mademki kalp, Allah-u Zülcelâl ‘in nazargâhıdır ve Allah-u Zülcelâl, kalplere bakmaktadır, o halde daima kalbimizdeki niyetimizin halis olmasına özen göstermeli ve Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı ameller ile kendimizi meşgul etmeliyiz. Tabi ki bu, ancak ilim ile mümkündür. Yapılan amellerin hayırlı olup olmadığı, kalpte tasavvur edilen şeylerin, yanlış veya doğru olduğu, ilim ile o konudaki bilgileri bilmekle anlaşılabilir. Onun için insan, yaşı kaç olursa olsun, öğrenmekten utanmamalı, daima yeni bilgilerle kendini süslemelidir. İnsan ilim öğrenmekten utanır, kendini yetiştirip bilgi sahibi olabilmek için ilim talebinde bulunmazsa nihayetinde, cahil bir kimse olarak bu dünyadan ayrılır. Cahil kimse; neyin doğru neyin de yanlış olduğunu bilmediği için ahirette kendisine menfaat verecek şeyleri bu dünyadan kazanmadan ayrılacağı için pişman olur. İlim öğrenmek, her türlü nafile ibadetten üstündür. Vücudun gıdası yemek olduğu gibi kalbin gıdası da ilimdir. İlmi olmayan bir kimsenin kalbi hastadır. Hatta ölmüştür. Ancak insan, dünya sevgisiyle meşgul olduğundan, bunu fark edemez. Bir insan için en büyük kayıp, cehalettir. Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Âlimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu.” Demek ki insan, ilim öğrenmekle hayvaniyet derecesinden, insaniyet derecesine yükselmektedir. İlmin, Allah için öğrenilmesinde, Allah korkusu vardır. Ancak ilim sayesinde, Allah-u Zülcelal’e itaat edilir. Dünya aldatır! Allah-u Zülcelâl, ahiret hayatımızı karanlığa boğacak, perişanlığa çevirecek gafletlerden bizi, ayet-i kerimeleri ile uyarmaktadır. Bizim esas gayemiz, ahireti kazanmak olmalıdır. Dünya aldatıcıdır. Bizim için süslenmiş bir gelin gibi; gözler ona bakar, gönüller ona yönelir, nefisler ona âşıktır. Fakat o nice âşıkları öldürmüş, kendisine bel bağlayan nicelerini rezil etmiştir. Allah-u Zülcelâl, bizi huzuruna çağırdığı zaman: “Ya kulum! Sana ruh vermedim mi? Göz vermedim mi, ayak vermedim mi, sıhhat vermedim mi? Mal vermedim mi? Her şeyi verdiğim halde, Peygamberim vasıtasıyla Kur’an gönderdiğim halde, benim hukukumu ne şekilde yerine getirdin?” diye sorunca, ne cevap vereceğini bilenler, en mutlu kimselerdir! Ya bu soruların cevaplarını hazırlamayanların hali!… İşte onlar, hakiki olarak hasret ve pişmanlık duyacak olanlardır. Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ buyurdu ki, ‘Ey Âdemoğlu! Sen benim ibadetimi ihya edenlerden olursan, ben de senin kalbini zenginlikle doldururum. Seni fakirliğe götürecek olayların önünü de keserim. Fakat bu şekilde davranmazsan, seni daima dünya ile meşgul ederim. Seni fakirliğe götürecek olayların önünü de kesmem.” (İbn Mace, Tirmizi) Bazı insanlar, çok zengin olmalarına rağmen, rahat rahat bir yemek yemeye dahi vakit bulamazlar. Peki, bu zenginlikleri ne işe yarar? Bu sebeple, bilhassa zenginler, bolluk içinde yaşadıkları için dünyayı daima hor görmelidirler. İnsan huzuru nasıl bulur? Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyhi, Ömer bin Abdülaziz’e şöyle bir mektup yazmıştır: “Dünya geçici bir konaktır. Orada devamlı kalınmaz. Âdem aleyhisselam cennetten dünyaya, bir suçun cezasını çekmek için gönderildi. Ey müminlerin halifesi! Dünya hayatına karşı çok dikkatli ol! Dünyadan ahirete göç ettiğinde en iyi azık, insanın taşkın nefsinin isteklerine muhalefet ederek yaşamasıdır. Dünyadaki en büyük zenginlik, kişinin kendi acizliğini bilerek, Allah-u Zülcelâl ‘in kudret ve azametine tevekkül etmesidir. Dünya, kendisi için çalışanı adiliklere iter. Mal toplama gayretinde olanı, fakir eder. “İnsanı aldatan hayat, bilmeden yenilen zehir gibidir. İnsan, yiyeceğin içinde zehir olduğunu bilmediğinden, büyük bir iştahla yer. Hâlbuki onun içinde, ölümü gizlidir. Nefsin azgın istekleri de böyledir. İnsanı doğru yoldan ayırarak felaketini hazırlar. Onun için kendisini tedavi eden yaralı gibi, kendini tedavi et. Çünkü canı çektiği yiyecekleri yemeyen kişi, hastalığının artmaması için perhizde olandır.” Allah-u Zülcelâl’e ibadette eksik olan ve dünyaya rağbet eden kimse, ne istediğini bilemediği gibi, sıkıntı ve dertlerden kurtulamaz. Dünya sanki bir zindan gibi olur. Ahirete hazırlıksız olarak bu dünyaya veda eder. İnsan ancak, Allah-u Zülcelâl’ yönelmekle, hem dünyada hem de ahirette rahata kavuşur. Dünya fâni ahiret ise ebedidir Allah-u Zülcelâl ‘in tanınmasının, İslâm dininde çok büyük bir yeri vardır. Allah-u Zülcelal’i hakiki olarak tanımadığımız için kendi dinimizde zayıf kaldığımız gibi, emir ve nehiyleri de gerektiği gibi yerine getiremiyoruz. Allah-u Zülcelâl, kullarının O’nu tanımaları nispetinde, onlara sâlih ameller nasip eder. Nitekim Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kâinatın bütün hazineleri Allah’ın yanındadır.” (Münafikun; 7) Onun için Allah-u Zülcelâl’i iyi tanımalı; tevekkül edip her şeyi O’ndan bilmeli, yalnız dil ile değil de kalben ve ruhen, her şeyimizle Allah-u Zülcelal’e teslim olmalı ve O’ndan istemeliyiz. Bu şekilde olduğu zaman, Allah-u Zülcelâl, hiçbir kulunu geri çevirmez. Dünyanın bütün nimetleri elimizde olsa, bütün insanlar bizim hizmetimizde olsa, yine de âhiret nimetlerinin yanında bir değer ifade etmez. Çünkü dünya nimetlerinin hepsi geçicidir. Ancak ahiretin nimetleri bakidir. Allah-u Zülcelâl’e hamd-ü senalar olsun ki; bize büyük bir nimet olarak iman nasip etmiştir. Halis mü’minler, kıyamet gününde ateşe girdikleri zaman, ateş onlara şöyle hitap eder: “Ey mümin! Çabuk geç. Senin imanının nuru, benim alevimi söndürdü.” Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şüphe yok ki, Allah her şeyi gayet iyi bilmektedir.” (Ahzab; 54) Denildiği gibi Allah-u Zülcelâl, kalbimizdeki ‘gizli olanı’ bilir. Kalbimize, kendisinin muhabbetinin dışında, herhangi bir şeyin muhabbeti girdiği zaman, hemen bunu bilir. Salihlerden birisi şöyle anlatmıştır: “Bir gün, seyahate çıkmıştım. Bir yere geldiğimde, sanki ben de onlardan birisiymişim gibi bütün hayvanlar etrafıma toplandı. İçlerinden ufak bir ceylan yakınıma kadar geldiğinde: “Bunu evde bulunan küçük oğluma götürsem, onunla eğlenir” diye kalbimden geçirdim. O anda, bütün hayvanlar etrafımdan dağıldılar. “Allah-u Zülcelâl ‘in, kalbime gelen, çocuğumun muhabbetine binaen, bana kendisinden başka hiçbir şeyin muhabbetini kalbime koymamam gerektiğini, işaret olarak verdiğini anladım. Hemen pişman olup Allah-u Zülcelal’e istiğfarda bulundum. Baktım ki, bütün hayvanlar tekrar etrafıma toplandılar.” İşte, burada da gördüğümüz gibi, Allah-u Zülcelâl saniye saniye kalbimizi kontrol etmektedir. Peki, Allah-u Zülcelâl böyle kalbimize muttali iken, bizim sanki bundan haberimiz yok gibi hareket etmemiz, sanki bizi görmüyor, kontrol etmiyor gibi davranmamızın sebebi nedir?… Şunu çok iyi idrak etmemiz lazımdır ki, bu gafletimize, bütün bu eksiklerimize rağmen ayakta kalmamız, O’nun huzurundan kovulmayışımız; hep Allah-u Zülcelâl ‘in merhametinden, şefkatinden dolayıdır. Kalemizin duvarlarını güçlendirelim Allah-u Zülcelâl’in kudret ve azametine teslim olmak, altından bir kaledir. Allah-u Zülcelâl ‘e iman edip emir ve nehiylerini yerine getirmek, gümüşten bir kaledir. Allah-u Zülcelâl’e tevekkül etmek, demirden bir kaledir. Nefsimizin edepli olması ise yumuşak topraktan bir kaledir. İşte şeytan, önce bu yumuşak kaleden girer; sonra yavaş yavaş diğer kaleleri istila ederek, -Allah muhafaza- imanımızı alıncaya kadar durmaz. Onun için bu kalelerimizi, şeytana karşı çok iyi muhafaza etmeliyiz. En son ve en zayıf kalemiz olan nefsimizin edeb kalesini, Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiyleri ile edeplendirerek güçlendirmeliyiz ki oradan yol bularak, iman kalemize saldırmaya güç bulamasın. Bu nasihatlere uyar da kendimizi bu kaleler içerisinde korursak; şeytana, bir kelp (köpek) misali kalelerin arkasından seslenmek düşer ve o kalelerden dolayı, şeytan bize hiçbir zarar veremez. Fakat bu kaleler olmazsa şeytan daima insana hücum eder. Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin. (Âmin)