12 Kasım 2008 Çarşamba

Günahın Karanlığından Tevbenin Aydınlığına Çağıran Veli

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com//Gülistan: Efendim herkesin malumu olduğu üzere, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri, ortamın karışık olduğu bir dönemde manevi futuhat yaparak, farklı görüşlerdeki insanların kaynaşmasına ve bir çoklarının da günah bataklığından kurtulmasına vesile oldu. Kendileriyle beraber olmuş bir insan, bir ilim ehli olarak, bize biraz Sultan Hazretleri'nin ahlakından ve onunla yaşadığınız hatıralardan bahseder misiniz?

Seyyid Kazım Efendi: Sultan Muhammed Raşid (Kaddesallahu Sirruhul Aliye) muradiyyunlardandı. Muradiyyunlar (Allah tarafından talep edilenler); ruhu temiz, ezelde Allah (Celle Celaluhu) onu büyük bir evliya, temiz bir ruh olarak yaratmış, halk etmiştir.

Gavs Abdulhakim Hazretleri'nin halifelerinden birisi şöyle anlatıyor: "Gavs bana icazet verdiğinde tüm Saadatlar, mürşidler benim manevi icazetimi imzaladılar. Sıra ona geldi. Daha onun gençlik zamanlarıydı. Eğer o imzalamasaydı, halifelik icazetimi alamayacaktım. O da imzaladıktan sonra, Gavs zahiren benim halifelik icazetimi verdi.”

Sultan Muhammed Raşid (Kaddesallahu Sirruhul Aliye), cemal ehliydi, mütebessim, güler yüzlü, tatlı dilli idi. Esasen Hazret-i Resulullah (Salallahu Aleyhi ve Sellem)’in nurundan, ahlakından ahlaklanmış büyük bir zat idi.

Ben diyebilirim ki, (insanlar) onu bilmediler, onun kıymetini anlamadılar. Onun yüksek maneviyatını idrak edemediler, geldiler ama bilmediler.

Çok emek verdi, çok çalıştı. Zamanını hiç boşa harcamadı. Ya maddi, ya manevi hep çalıştı. Ya maddi sofilerle veyahut da maddi; ziraatlerle, fidanlarla, meyvelerle vakit geçirir onlarla ilgilenirdi.

Çalışmaya çok ehemmiyet veriyordu. Etrafındakilere: “Çalışın, çabalayın, tembel olmayın, dünyada tembel olan, ahirette de tembel olur, dünya için tembel olan ahiret için de tembel olur, dünya için de ahiret için de çalışın. Helal rızkı elde etmek için çalışın, ahirete önem verin, zamanınızı boşa harcamayın” der, sofilere devamlı olarak: “Dersinizi önemseyin, zikrinizi çekin, amelinizi, ibadetinizi aksatmayın” diye nasihatta bulunurdu. Onun yanında herkes birdi. Herkesi sevgi ile karşılardı.

Gavs Abdulhakim Hüseyni Hazretleri'nin zamanında, biz daha çocuk idik. O zaman, ramazanlarda Sultan Muhammed Raşid (Kaddesellahu Sirruhul Aliye) camiye gelir, köylülerin gençleri, yaşlıları toplanırdı. Sultan Hazretleri, Menzil’deki ilim ehline: “Bunlarla ilgilenin, Fatiha-yı Şerife'yi düzgün okuyorlar mı, sorun, bir eksiklik varsa söyleyin, Tahiyyatı söyleyin, namaz tadilatını, erkanlarını anlatın. Hepsini bu hususlarda abdest, namaz hususlarında, oruç hakkında bilgilendirin, eksik kalmasın, onlara tam olarak öğretin" diye söyler, öğrettirirdi bize.

Ramazanın son 10 gecesinde, sünnet üzere camide sabaha kadar bizim yanımızda kalır, itikafa girerdi. Ramazanı geceli-gündüzlü durmadan amelle, ibadetle geçirir, bizleri de teşvik eder, bizler de yapardık. Sonra teheccüd namazını kılar, sahur vaktinde sahura gider, ondan sonra hep birlikte gelir, Gavs da gelir, cemaatle sabah namazını kılardık.

“O, Zamanın Sultanıydı”

Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri esasen zamanın sultanıydı. Şeyh Seyda Cizrevi Hazretleri'nin evladı, o da büyük bir mürşiddir, O’nu Cizre’de bir yolda görüyor: “Ben de seni bekliyordum. Ben kendim ahdetmişim, seni nerde görürsem elini öpeceğim, seni saygı ile karşılayacağım.” diyor, adabla elini öpüyor, cübbesini çıkarıyor, bir taşın üzerine seriyor ve Sultan'a oturmasını söylüyor: “Sultanım, buyur sen otur, ben seni kendime büyük olarak kabul etmişim. Bizim hepimize ma’lumdur ve görüyoruz, sen zamanın manevi sultanısın. Ben çoktandır, seni bekliyordum, bize himmet et, dua et” diyor, tazimde bulunuyor.

Sultan Hazretleri Tatvan’a gitmişti. Orda bir vaiz vardı. Sultan Hazretleri'nin yanına geldi, ondan sonra elini öperek diz çöktü, yanına oturdu. O vaiz, ta Şeyh Muhammed Küfrevi Hazretleri'nin zamanından beridir yaşayan çok yaşlı, beyaz sakallı bir vaiz idi.

Sultan Hazretleri ile görüştükten sonra, bize dedi ki: “Emin olun, bu zat Peygamber varisidir. Çünkü, Sultan Hazretleri'ni ilk gördüğümüzde bir korku kaplıyor bizi, sonra bir halavet ki kalbimizde bir sıcaklık hissediyoruz, bir yanma oluyor, sonra bir tatlılık, muhabbet sarıyor bizi... Ondan sonra yanından hiç ayrılmak istemiyoruz. Bu meziyet Hazret-i Resulullah da vardı. İlk onu görende bir korku oluyor, bir heybet kaplıyor, onunla konuşma bir tatlılık, bir halavet veriyor, sonra insanlar ondan ayrılamıyordu. Bu ahlak bu zatta da vardır, bu kimse gerçekten Peygamber vekili bir zattır, Hz. Resulullah'ın ahlakını, sünnetini en güzel şekilde yaşamaktan, bu zatta da o meziyet çıkmış” dedi.

Zaten Sünnet-i Seniyye’ye uymada, Peygamber (Aleyhisselam)'ın bir gül bahçesi idi, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri. Kendisi Hüseyni’dir, seyyiddi, İmam Ali’nin, Hazreti Fatımatü’z Zehra’nın evladlarından. Bunlar İmam Hüseyin nesli, 12 İmam’ın torunlarıdır.

Zamanın sultanıydı. Bunu herkes biliyordu. Emin olun, ben bir çok resmi dairelere gidiyorum veya bir üniversite talebesi, okumuş meslek sahibi olmuş, ben soruyorum onlara, bana diyorlar: “Ben o zatı tanıyorum, ben Sultan Muhammed Raşid Hazretleri'ni görmüştüm ve o zatın elinde tevbe etmiştim.”

Çok afedersiniz, o içki içen kimseler, onun yanına gidince düzeliyordu. Bu çok önemli idi. O zamanlarda, komşu komşuya diyordu: “Senin oğlun içki içiyor, niçin Menzil’e götürmüyorsunuz? Niye Adıyaman’a göndermiyorsun? Adıyaman’da bir zat vardır, onun yanına kim giderse, ona dua ediyor ve giden düzeliyor, bir daha içki içmiyor.” Öyle biliyorlardı insanlar, Sultan Muhammed Raşid Hazretleri'ni. Allah onu dalaletten hidayete vesile ediyordu. Kim gitse, yanında tevbe etse düzeliyordu. Hali bir anda değişiyordu.

Gidenlerden birisi anlattı bana, 60 -70 yaşına kadar günah işlemiş. Oraya gitmiş tevbe etmiş. Adamı gördüm camide, baktım her tarafı zikir ediyor, “Allah, Allah” diye vücudundan bizim duyacağımız şekilde ses geliyor.

Ben dayanamadım, gittim Sultan Hazretleri'ne sordum: “Sultanım” dedim. “İşte böyle bir insan; hayatında namaz kılmamış, hep günah işlemiş bir insan bir anda böyle değişiyor, benimle sabah namazı kılıyor! Bu nasıl oluyor Sultanım” dedim.

Saadat-ı Kiram (Silsiledeki Allah dostları) ona dua ediyor, Allah’da ona yardım ediyor, halini düzeltiyor, Cenab-ı Allah ona hidayet ediyor, bu şekilde o kimselerin hali bir anda düzeliyor, diye anlattı. “Saadatların himmeti” derdi, o zaten hiç kendi adını söylemez hep “Mürşidim ve Saadatlar'ın himmeti ile” derdi.

O kişi de Saadat'ın himmeti ile dalaletten hidayet’e gelmişti. Hakaretten, zulümden, karanlıktan yönünü nura aydınlığa dönmüştü. O hakiki nuru, cümle müslümanlara, mü’minlere ve bizlere nasip eylesin Cenab-ı Allah. Kimseyi bu dostlarına, Saadat-ı Kiram’a düşman eylemesin.

Gülistan: Efendim Muhammed Raşid Hazretleri'nin misyonu, davası ne idi?

Seyyid Kazım Efendi: Cenab-ı Allah: “Vetubu ilallahi camian eyyühel mü’minun”, "Ey benim kullarım, ey iman edenler, gece-gündüz bana tevbe edin” buyuruyor. Hazreti Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Günde ben 70 sefer tevbe ediyorum”, bir rivayete göre: “Günde 100 sefer tevbe ediyorum, siz de tevbe edin” buyuruyor.

Zaten bu mübareklerin, bu Saadat-ı Kiramlar'ın görevleri, Resulullah (Salallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden dalalette olanlarını; karanlıktan, zulümden, hakaretten, haramdan hidayet yoluna, iman yoluna, iyiliğe getirmektir.

Onların görevi, gayeleri budur, onların gayeleri bu dünya değil, onların gayeleri ahiret değil, onların gayesi nedir? Sadece Allah’tır. Onların gayesi, sadece Allah’ın yoludur, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in kurtuluş yoludur, ışığıdır.

Hz. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tam 23 sene insanları Allah’ın dinine çağırmıştır. Sultan Muhammed Raşid Hz.’leri de her hususta Resulullah’a mutaabat ederdi. O da vefat ettiğinde irşada başlayalı tam 23 sene olmuştu.

Bu 23 sene zarfında, her yere gitmiştir veyahut her yerden insanlar ona gelmiştir ve o, insanları hep Resulullah’ın yoluna, İslam’ı yaşamaya, tevbe ve istiğfara çağırmışlar, insanların doğru yola gelmesine vesile olmuşlardır.

Hz. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ashab-ı Kiram hakkında buyuruyor ki: “Benim Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz”. Ehl-i Beyti'nden olanlar içinse, “Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir; ona binen kurtulur; uzak duran boğulup helâk olur.” (Hâkim, Müstedrek, III, 151; Ahmed, Müsned, III, 157; Tabarânî, el-Kebîr, No:2636-2638.)

Dünyayı denize benzetiyor, Ehl-i Beyti'ni gemiye, "O gemiye gidin, kurtarın imanınızı", diye buyuruyor.

Efendimiz’in zevcesi Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) anamız anlatıyor: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’le yemek yedi. Yemekten sonra, onları üzerindeki elbise ile sardı ve: ‘Allahım! Bunlara düşman olana sen de düşman ol; bunları seveni sen de sev!’ diye duâ etti.” (Ebû Ya’lâ, Müsned, No:6951; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 166-167.)

Bunları sevmek, kıymetlerini bilmek lazımdır. Onları Hazret-i Resulullah'ın sevgisiyle sevmek, bizim açımızdan çok önemli bir şeydir. Onlara saygı göstermeyi, sevgi göstermeyi, Allah'ın bize nasip etmesi çok güzel bir şeydir.

Sultanımız (Kaddesellahu Sirruhul Aliye) görevini en güzel şekilde, Allah'ın takdir ettiği süreye kadar yerine getirmiş, ecel gelinceye kadar insanları Allah'a davet etmiş, vuslat vakti de gelince vazifesini, yetiştirdiği kamil ve mükemmil halifelerine devretmiştir. Bunlar da şimdi hayattadır. Kim bunlara giderse güzel ahlaklı insanlar oluyor, mü'minlik vasıflarına sahip oluyorlar.

Bunlar da insana Allah'ı tanıtıyorlar. İnsanları çağırıyorlar: "Gelin! Kudret ve Azamet sahibi Allah'ı bilin, Allah'ın dinini öğrenin, ibadetle kulluğun yollarını öğrenin, Hz. Resulullah'ı tanıyın, İslam’ı yaşayarak hayat bulun". Bunların görevi de budur.

Sultan Hazretleri, devamlı olarak Hz. İmam Ali'nin (Keremallahu Veche) şu sözünü söylerdi: “İnsan, iki insan gibi olmadıktan sonra insan olmuyor.” İki insan nasıl olunur! Kalbiyle Hakk'la olan, diliyle halkla olan insan... Halkla konuşurken insanlar bilecektir ki, bizimle konuşuyor fakat; kalbi ile Hakk'ı zikredecek, kalbiyle ruhuyla canıyla, kanıyla Allah-u Teala'nın zikri ile meşgul olacaktır. Bizim Sultanı'mız devamlı bunu söylüyordu.

Sultanımız örnek verirdi: “İnsan araba gibidir. Arabanın nasıl her şeyi tamam olur? A'dan Z'ye kadar aletleri, tekerleri tamdır, fakat, benzin koyulmayınca yürümüyor. İnsan da her şeyi tamamdır, ondan sonra kalbine Allah'ın zikrini koyacaktır. Allah'ı zikredecektir ki, öyle insan olabilsin. İnsan olarak hakkın kulluğunu, ancak zikir yaparsa yapabilecektir. Son model güzel bir arabadır, bakıyorsun benzin yoksa hiç bir işe yaramıyor. İnsan da bakıyorsun çok güzel bir insandır, boyu endamı her şeyi güzeldir, ama kalbinde Allah'ın zikri olmazsa, ilim irfan olmazsa, bu insan bir işe yaramıyor. Ne zaman insan Allah'ın zikrini yaparsa, manevi olarak insan alemine erişiyor." Netice olarak Saadat insana "insan" olmayı öğretiyor.

Görevleri budur, zaten insan olduktan sonra Allah'ı biliyor. Nefsini tanıyor; ne kadar hasistir, ne kadar kötü -çok affedersiniz- mikroptur, gaddar-şeddattır, aşağılıktır ve Allah-u Zülcelal de ne kadar azamet sahibidir, Rahim'dir, Kerim'dir, bunu böyle anlar, kendi nefsini bilirse, ondan sonra Allah'ı bilir. İnsan insan olunca, o zaman mesele bitiyor. Kimse haram yemez, kimse kimseye zulmetmez, hakkını gasb etmez, kimsenin ırzına namusuna bakmaz, herkes helal yer. Herkes o zaman sahabeler gibi birbiriyle yardımlaşır, bir birine karşı fedakar olur.
Gülistan Dergisi

Ölümü Her Nefs Yaşayacaktır

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kim cihad ederse ancak kendi menfaatine cihad eder. Allah, alemlerden zengindir." (Ankebut; 6)
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, Allah-u Zülcelal bize karşı şefkat ve merhamet sahibidir. O bizim iyiliğimize, hizmetimize muhtaç değildir, o zengindir.
Bir işveren, işçilerinin ücretini fazlasıyla verdiği zaman, onlar muhtaç ve perişan olmayacağız diye memnun olurlar. Bir memlekette de işsizlik olduğu zaman, o memleketin halkı perişan olmamak, bir işe girmek için bütün çabalarını gösterirler. Allah-u Zülcelal de işverendir. Bize vermiş olduğu iş karşılığında, kıyamet gününde ne mükafatlar vereceğini, ancak O bilir.

Eğer omuzumuzda olan melekler, günah işlediğimiz zaman bize bir tokat vursaydı, ne yapıyorsun deseydi, hiç günah işlemezdik. Ama imtihanda olduğumuz için Allah-u Zülcelal zahiri olarak böyle bir şey göstermiyor.

Evliyalardan bir zat şöyle anlatmıştır: "Bir adam devamlı olarak yanımıza geliyordu. Yüzünün bir tarafı kapalıydı, açmıyordu. Bu dikkatimi çekti, merak ettim ona: "Sen bizim yanımıza çok geliyorsun, yüzünün bir tarafını niye açmıyorsun?" diye sordum. Adam: "Eğer bu söylediğimi kimseye söylemezsen sana söylerim." dedi ve anlatmaya başladı:"Ben eskiden kabirleri açıyor, kabirde ölünün yanında ne varsa çalıyordum. Bir gün bir kadının kabrini açtım. Onun kefenini almak için elimi uzattım, o da kefenini benden almak için kefeni geriye çekti. Ben de kefeni kendime çektim. Kadın böyle keramet gösterdiği halde, yine de kefeni bırakmadım, çok akılsızmışım. Kadın kefeni bırakmadığımı görünce, bir elini kaldırdı, yüzüme vurdu." Böyle dedikten sonra, yüzündeki peçeyi indirdi. Baktım ki yüzünde kadının vurduğu tokattan dolayı, beş parmağın izi vardır. Adam daha sonra şöyle dedi:"O işte o gün, bir daha böyle bir iş yapmamaya tevbe ettim. Allah'a söz verdim."

İşte eğer Allah, hatalarımız karşısında bizi de böyle zahiren uyarsaydı, nasıl olacaktık? Allah bir saniye bile bizden ayrılmayıp, bizi görüyor. Bilindiği gibi insana şah damarından daha yakın bir şey yoktur. O bize şah damarımızdan daha yakınken ve öyle sınırsız kudret ve azamet sahibiyken, O'na karşı hata yapan kişi, demek ki kendisini dağlardan daha kuvvetli görmektedir de onun için öyle davranmaktadır.

Söylenen olayı anlatan Evliya şöyle demiştir: "Ben olayı, Evzai'ye mektupta anlattım, o da bana cevaben:"O adam tevbe etti. Pişman oldu, peki o kadar kabir açmış, sen ona o kabirdekilerin yüzü kıbleye doğru muydu, değil miydi diye niye sormadın?" dedi. Hemen o adamı buldum ve ona: "Sen o kadar kabir açtın, kabirde yatanlar yeryüzünde müslüman olarak görünüyorlardı, onların yüzü hangi tarafaydı." diye sordum. Adam bana: "Çokları kıbleye doğru değildi." dedi. Hemen Evzai'ye bir mektup göndererek, bu durumun niçin böyle olduğunu sordum. Bana mektubunda şöyle cevap verdi: "İnnalillahi, dini üzere olmadılar onun için."

Çünkü kıble ehli, dünyadan imanla ayrılırsa, onun yüzü mezarda mutlaka kıbleye doğru olacaktır. Eğer imanını kurtaramazsa, melekler kabirde onun yüzünü kıblenin aksi istikametine çevirirler. Yeryüzünde şimdi müslüman olarak yaşıyoruz ama sekarat zamanı, ölüm anı, çok büyük bir olaydır.

İmam-ı Gazali şöyle anlatmıştır: "İman, insanın ruhu gibidir. İnsanda ruh olmadığı zaman, nasıl yaşayamıyorsa, imanı olmayan kelime-i şehadet veya kelime-i tevhid getirmeyen kişiler de ölü gibidir. İbadet de insanın âzâları gibidir. Fakat onun ibadeti yoksa, elleri, ayakları, başı, kalbi olmayan bir insan gibi olur. Öyle bir insan da hayatını devam ettirebilir mi?"

Demek ki ibadetsiz olan kimse de sekarat esnasında âzâları olmayan o kimsenin öldüğü, ruhun ondan ayrıldığı gibi imansız olarak dünyadan ayrılabilir. Onun için elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal'in bize emrettiği şeyleri yerine getirip, nehyettiği şeylerden de kendimizi muhafaza edelim. Ashab-ı kiramdan Huzeyfe el-Adevi şöyle anlatmıştır: "Yermük harbinde amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Kendi kendime: "Eğer yaşıyorsa ona biraz su vereyim." diyordum. Bir süre sonra onu buldum. Yaralı olarak yaşıyordu. "Sana biraz su vereyim mi?" diye sordum. Başıyla: "Evet!" diye işaret yaptı. O sırada bir adamın inlediğini duydu. Yine başıyla: "Suyu ona ver!" diye işaret etti. O adamın yanına gidince:"Sana su vereyim mi?" diye sordum. O da:"Evet!" dedi. Tam o esnada başka birinin inlediğini duyunca, bana: "O adamın yanına git." dedi. Bende o adamın yanına gittim. Yanına vardığımda son nefesini vermişti. Derhal diğer adamın yanına döndüm. Baktım o da ölmüş. Amcamın oğlunun yanına koştum. Ama o da ölmüştü. Bakınız, onlar sekarat esnasındaydılar. Bir iki dakika sonra can vereceklerdi, öyle hararetli oldukları halde, arkadaşlarını kendile-rine tercih ettiler. İşte biz böyle olmadığımız zaman kendimize: "Bak onlar nasıldı, ben nasılım?" dememiz ve onlar gibi olmaya biraz çaba göstermemiz lazımdır.

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet; 53) Burada insanlar için çok büyük bir işaret vardır ki ne yer, ne melekler, hiç bir şey, bizim yaptıklarımıza şahit olmasa da Allah-u Zülcelal, bize şahit olarak kafidir. Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (İbrahim; 24)

Hz. Aişe (R.A) şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyamda kıyametin koptuğunu ve mizanın kurulduğunu gördüm. Bir kadının ameli tartıldı. Baktı ki kadının dünyada ameli fazla olmamasına rağmen, amelleri orada Uhud dağı gibi büyük oldu. Bu duruma hayretler içerisinde kaldım. Sabahleyin o kadını çağırıp ona: "Sen ne amel yapıyorsun?" diye sordum. Kadın ilk önce söylemek istemedi, fakat çok ısrar edince, anlatmaya başladı.

Dedi ki: "Birinci olarak, ben vücudumu namahrem olan kişilerden muhafaza ediyorum. Benim ehlimden başka, hiç kimse benim vücudumu görmemiştir.

İkinci olarak, yalnız yemek yemedim. Eğer çevremde bir insan varsa, muhakkak onunla beraber yemek yerim.

Üçüncü olarak, her hangi bir kimse benden bir şey istediğinde, eğer benim yanımda varsa, onu geri çevirmedim." Bu davranış, o kadının mert olduğuna işaret etmektedir. Cömertlik kökü cennette olan, dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Bir kişi o dalları tutarsa, o dallar onu cennete çekecektir. İşte bu kadının, kimseyi reddetmemesi ve yalnız yemek yememesi, onun cömertliğine işarettir. Cimrilik de kökü cehennemde olan, dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Kim o dalları tutarsa, o dallar onu cehenneme çekecektir. Kadın:

"Dördüncü olarak, ezandan önce mutlaka abdest aldım." dedi. Namaz Allah-u Zülcelal'in bir sofrasıdır. O sofraya bizi çağırmakta, davet etmektedir. Allah-u Zülcelal bize namazı emretmiş, üzerimize farz kılmıştır. Kadın: "Ezandan önce mutlaka abdest alıyorum." dedi. Niçin? Çünkü insanın bir düşmanı olursa ve silahsız olarak onunla karşı gelirse, düşmanı, silahıyla hemen onu perişan ve helak eder. Mü'minin silahı da abdesttir. Mü'min daima abdestli olmalıdır.

Kişi abdestli olmadığı zaman, ezan okunduğunda şeytan ona: "İşte ezan okundu, senin abdestin yok, sen abdest alıncaya kadar, namaz biter, cemaate yetişemezsin." diye onu kandırabilir. Daha sonra şeytan: "Şu işi de yap, sonra abdest alıp namaz kılarsın. Şu işi de yap, daha sonra kılarsın." diye öğle namazını, ta ikindiye kadar geciktirerek onu meşgul edebilir. Abdesti olmayan bu kişi böylece hem cemaati kaçırmış hem de namazını geçirmiş olur. Onun için ezandan önce elinde silahı olursa yani abdesti olursa, ezan okunduğu zaman, şeytan ona yaklaşamaz. Çünkü o kişinin silahı elindedir. Ben abdestliyim hemen namazımı kılayım diyecektir.

Hz. Peygamber (S.A.V) bir gün, Bilal-i Habeşi (R.A)'ye: "Ya Bilal! Ben cennette, arkamda senin ayak sesini duydum. Diğer arkadaşlarına nazaran çok ilerde idin, ne amel yapıyorsun?" dedi. O: "Ya Resulallah! Benim güvendiğim amel şudur; yeryüzünde ne zaman abdestimi bozmuşsam, hemen abdest alıyorum ve abdest aldığım zaman da onunla mutlaka Allah'ın bana nasip ettiği bir namaz kılıyorum." dedi. (Buhari, Müslim)

Demek ki Bilal-i Habeşi (R.A) yeryüzünde abdestsiz dolaşmıyordu ve abdest ile sünnet namazı kılıyordu.O kadın: "Beşinci olarak, ben daima ezana cevap verdim." dedi.
Ezana cevap vermek, Allah-u Zülcelal'in namaz emrine, üzeri-mize farz kıldığı o misafirliğe, bizi davet ettiği o sofraya, icabet etmek demektir. Müezzin ezan okuduğunda, onun sözlerini tekrar etmeli, işimizi, konuşmamızı bırakarak ezanı dinlemeli, ona cevap vermeliyiz. İnsanın ezana cevap vermemesi, kendi işiyle meşgul olması, sanki hiç ezan okunmuyor gibi ezanı dinlememesi, ahireti için çok zararlıdır. Bazı ulema, ezanı dinlememek, sekerat esnasında -Neuzubillah- imansız olarak gitmeye de sebep olabilir, demişlerdir.

O kadın şöyle devam etti: "Benim akrabalarım, dost-ahbaplarım, mü'min kardeşlerim, bana eziyet etse de yine de ben onlara iyilik yapıp onlarla ilişkimi kesmedim. Son olarak, hangi işe teşebbüs ettiysem, kendi başıma karar vermedim, mutlaka istişare yaptım." Hakikaten, o kadının yaptığı şeyler, İslam dininin çok güzel ahlaklarındandır. Bizim de bundan ibret alarak, elimizden geldiği kadar İslam dininin emir ve nehiylerini yerine getirmemiz lazımdır. Böyle yaparsak, bizim mizanımız, tartımız da kıyamet gününde o kadının ki gibi ağır gelecektir, inşaallah.

Ama bu dünyadayken, Allah'ın yanındaki ecir ve sevaplara meraklı olmazsak, bu ömür geçip bitince, elimiz boş kalacak, terazimiz de hafif olacaktır. O zaman pişman olacağız. O gün gelmeden evvel seferber olmak suretiyle kıyamet gününe hazırlanalım.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

EVDE SEVGİ DİLİYLE KONUŞMAK


http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com://Ailenizle Kuran Ahlakına Göre Konuşun
Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir ilâhî lütuftur. Yani, insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifade ederler. Bir kimsenin kullandığı dil ve üslup, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrana da uğratabilir.

Müslümanlar, İslâm hukuk ve adabının tayin ve tespit ettiği sınırlar dâhilinde, her insanla alâka ve münasebet kurabilir, onlarla konuşup görüşebilir. O bakımdan çevremizle olan münasebetlerde, hâl, hareket ve tavırlarımıza dikkat etmeli, insanlara karşı daima yumuşak ve güzel bir üslupla hitap etmeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim’de; “(Habîbim) kullarıma söyle: (Herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar. Şüphe yok ki şeytan, aralarını ifsada (bozmaya) çalışır. Muhakkak ki şeytan, insan için pek açık bir düşmandır” (İsrâ, 53) buyurulmaktadır.

Keza, Hz. Musa ve Hz. Harun (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) Firavun’a tebliğ için giderlerken, Cenâb-ı Hakk; “Ona yumuşak söz söyleyin; belki nasihat dinler veya korkar” (Tâhâ, 44) buyurmuştur.

Ayet-i kerimede geçen “leyyin” kelimesi, içinde hiç azarlama olmayan tatlı ve mülâyim söz demektir. Muhatap olacağımız insanlar ne kadar da kötü olsalar, herhalde Firavun gibi değildirler. Ayrıca anlatılan hususun kabul edilip edilmemesinden de elbette ki mesul olmayız. Zira bize düşen, iyiyi, güzeli, doğruyu haber vermektir.

Mutlu Bir Aile İçin Bunlara Dikkat!

Ailede mutluluğun sağlanmasında söz, yani konuşma tarzı ile ilgili hususların çok önemli bir rolü vardır. Ailede mutluluğun sağlanmasında önemli gördüğümüz sözlü görevlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

1- Konuşmalarda Sevgi Ve Saygıyı Sözcüklerini Esirgememek

Eşler birbirine karşı her türlü saygının yanında, sözlü olarak sevgilerini ve saygılarını da göstermelidirler. İnsan, eşine değer verdiğini sözleriyle de göstermelidir. Eşler devamlı birbirine en güzel iltifat cümlelerini söylemekten çekinmemeli ve bundan da utanmamalıdır. Mesela “Sevgilim”, “canım”, “hayatım”, “bir tanem”, vb. gibi sözler devamlı ve yerli yerince söylenmelidir.

Peygamberimiz, “sizden biriniz sevdiği birisine sevdiğini söylesin” buyurmaktadır. Evli çiftler de eşine sevgisini her fırsatta söylemekten kaçınmamalıdır. Çünkü eşlerin birbirlerinden duyduklarında bıkmayacakları en önemli sözler, bu tür sözlerdir. Saygı ve sevgi sözleri, evlilikte sevgi ve saadeti artıran önemli unsurlardandır.

Konya’da yaşamış olan büyük bir veli ve âlim olan Hacıveyiszade Mustafa Efendi nikâhını kıydığı gençlere şu tavsiyede bulunurmuş: “Evlatlarım! Ailede mutluluk iki kelime ile sağlanır. Erkeklerin hanımına ‘Hanımefendi’ demesi, hanımların da kocalarına ‘Beyefendi’ demesi iledir.”

Gerçekten bu iki kelime, aile mutluluğunda çok önemli bir yer tutar.

2- Eve Girerken Besmele Ve Selamın Unutulmaması

Aile fertlerine düşen önemli bir husus da eve girerken selam verme ve besmele çekme konusudur. Müminlerin evlere girerken selam vermeleri, güzel ahlaklarının göstergesidir. Yüce Allah, bu konuda Kuran’da şöyle buyurmuştur: “... Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size ayetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız.” (Nur, 61)

Ayetin de ifadesiyle, akıl kullanılır ve bu sözün anlamı tefekkür edilirse, verilen selamla, en önemlisi; Allah’ın ayetle farz kıldığı bir hüküm yerine getirilmiş olur. Bununla birlikte Allah’ın ‘barış ve esenlik veren’ anlamındaki “Selam” ismi anılır. Müminler böyle bir vesileyle sık sık birbirlerine en güzel dilekte bulunup karşılıklı sevgi ve bağlılıklarını pekiştirirler. Birlikte Allah'ı anmış olurlar ve bir cennet tavrı olan selamlaşmayla, ahirete duydukları özlemi ifade ederler. Selam sözü, aralarındaki güvenilirlik ve esenliğin de bir ifadesi olur.

3- Eşler Birbirine Bağırmamalıdır

Aile içinde sevgiyi yok eden olumsuzluklardan biri de eşlerini birbirine yüksek sesle hitap etmesidir. Bağırmak, eşlerin birbirine karşı soğukluk duymasına, kavgaların geçimsizliklerin artmasına sebep olur. Güzellikle ve yumuşaklıkla istenen bir şey, güzellikle yerine getirilir. Ama bağırarak, sert bir tonla istenen istek de ya ters bir şekilde cevabını bulur. Ya da gönülsüzce, isteksizce bir karşılık görebilir. Atalarımızın dediği gibi “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.”

Abdullah ibn-i Ömer’in (ra) şu sözü, bu açıdan dikkat çekmektedir: “Bizler İslam'dan önce, hanımlarımıza istediğimiz şekilde davranırdık, İslam'dan sonra, hakkımızda ayet nazil olur korkusuyla, hanımımızın yanında yüksek sesle konuşmamaya bile dikkat eder olduk.”

4- Eşler Birbirlerinin En Küçük İyiliklerine Bile Teşekkür Etmelidir

Eşini güler yüzle kapıda karşılayan hanımefendi de, eve getirilen ne olursa olsun, teşekkürle alıp kabul ettiği zaman, bu güler yüzünün ve tebessümünün de bir sadaka olduğunu bilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (sav), “Güler yüzlü olmanın da bir sadaka olduğunu” ifade buyurmaktadır.

Eşinin yaptığı yemeği takdirle, tebrikle ve övgüyle karşılayan, eksiklerine göz yuman ve neticede Allah’a şükür, eşine de teşekkürle sofradan ayrılan kişi, bu davranışıyla da Resûl-i Ekrem (sav)’in takdirini kazanacağını bilmelidir. Çünkü O, “Kullara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmiş olmaz.” buyurarak, insanlara teşekkürün önemini belirtmiştir.

Aslında çok basit ama her gün yaşadığımız; eve gelişimiz, karşılanma ve karşılama biçimimiz, sunulan yemeği, yapılan işi takdir edişimiz veya görmezden gelişimiz…

Bütün bunlar, aile içi iletişim için ya problem üreten ya da problem çözen önemli yaşantı karelerimizdir. Her bir kare, ya mutluluğumuzu tamamlayan, ya da mutsuzluğumuza katkıda bulunan parçalar gibidir. Birbirini takdir etmeyi başarabilen, yüzüne karşı ve ardından övgüyle bahsedebilen eşlerin, iletişim problemleri ya hiç olmayacak ya da oldukça az yaşanacaktır.

Böylesi bir ailede yetişen çocuklar ise takdir ve tebrik edilmeye doyan, teşekkür etmeyi kolaylıkla başaran fertler olarak, sosyal hayata intibak sağlayacaklardır. (Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Yeni Dünya Dergisi, Ekim, 2005)5- Eşler Nankörlük Etmemeli, Kıymet Bilmelidir

Aile içerisinde mutluluğu sağlayacak hususlardan biri de eşlerin nankör olmamalarıdır. Evlilik hayatında, gerek erkek ve gerekse kadın nankör olmamalı, eşinin kendisine yaptığı iyilikleri unutup daima kötülükleri anmamalı, aksine kötülükleri unutup daima iyiliklerini hatırlamalıdır.

Ebu Saîd el-Hudrî (ra)’dan rivayet edildiğine göre; “Peygamber Efendimiz (sav) bir bayram günü musallaya/namazgâha çıktığında kadınların yanına uğrayıp: ‘Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz. Zira ben sizin çoğunuzu cehennem ehli olarak gördüm.’ Buyurdu. Kadınlar: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Hangi sebepten bizim çoğumuz cehennemlik oluyoruz?’ Diye sordular. Allah Resulü: ‘Çok lanet edersiniz ve beraber yaşadığınız eşlerinizin nimetlerine karşı nankörlük edersiniz.” (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 223) buyurdu.

Kocalarının iyiliklerine karşı nankörlük eden kadınlar olduğu gibi, hanımlarının iyiliklerine karşı nankörlük eden nice erkekler vardır.
Öyleyse eşler birbirine karşı nankör olmamalılar.

Öyle eşler vardır ki hayat arkadaşının kendisine yapmış olduğu bunca iyilikleri görmez, unutur da kızgınlık anında eşine: “Ben senin ne iyiliğini gördüm? Bunca yıl kahrını çektim bana ne yaptın?” Gibi sözler sarf eder. Kadın olsun, erkek olsun eşlerden her biri diğerinin iyiliklerini unutup kötülüklerini saymaya kalkışmamalı, aksine kötülüklerini unutup iyiliklerini anmalıdır.

ÖLÜM, CEHENNEM VE ALLAH’IN MERHAMETİ

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com://Dört Şey Zorla Bizden Alınacaktır
Allahu Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kâfirler bölük bölük cehenneme sürülerek oraya vardıklarında, cehennem kapıları açılır.” (Zümer; 71)

Dünyada kapalı olan bir zindanın kapısı, bir mahkûm geldiği zaman nasıl açılıyorsa, cehennem de tıpkı böyledir. Kâfir ve fasıklar oraya gelince, cehennemin kapısı yeniden açılacaktır.

Cennetin ne kadar güzel olduğunu ve cehennemin ne kadar kötü olduğunu ancak Allahu Zülcelâl bilir. Bizim için mühim olan şudur ki, insan ne ile cennete veyahut ne ile cehenneme müstahak oluyor, onu iyi bilmemiz gerekmektedir.

Bunları hepimiz biliyoruz ki, cennet ve cehennem vardır. Çünkü bunlara iman etmeyen kimse mümin olamaz.

Şu dört şey Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in ümmetinden mutlaka alınacaktır:

Birincisi: Azrail (aleyhisselam) ruhumuzu mutlaka bizden alacaktır.

İkincisi: Dünyada emek çekerek topladığımız malları, varisler bizden zorla alacaktır.

Üçüncüsü: İstesek de istemesek de bu keyf ve sefa ile donattığımız vücudu kurtlar ve böcekler kabirde yiyeceklerdir.

Dördüncüsü: İstesek de istemesek de, üzerimizde ne kadar hakları varsa, kıyamet günü hak sahipleri karşımıza çıkarak, sevaplarımızı alacaklardır.

Olabilir ki, (Allah muhafaza) sevaplarımız kalmayıp, Allahu Zülcelâl o kimsenin günahlarını üzerimize yükleyerek bizi cehenneme doğru sevk edebilir.

İşte bu dört şey, insan istese de istemese de kendisinden zorla alınacaktır.

Dünya ile meşgul olurken ahireti unutmamamız lazımdır. Dünya peşin olduğu için onun nimetleriyle ferahlanıyoruz, seviniyoruz. Bir eziyetle karşı karşıya kalırsak, nefsimiz o eziyeti kabul etmiyor. Fakat ahiret bakidir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in mübarek vücudu şerifi bin dört yüz küsur senedir kabirdedir.

Peki, orası mı bizim gerçek evimiz, yoksa dünyada yaptığımız binalar mı bizim evimiz?... Kendimize ne kadar haksızlık yaptığımızın, acaba farkında mıyız?

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Kabirleri ziyaret ediniz, çünkü orası size ölümü hatırlatır." (İbn Mace)

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukur." (Tirmizi, Beyhaki)

Onun bildirdiğine göre kabirleri ziyaret ettiğimiz zaman, bu şekilde düşünmemiz lazımdır. İşte, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bizi hadis-i şeriflerde ikaz ediyor. Onun için bunları daima hatırımızda tutalım.

İnsanın Yaptıkları Karşısına Çıkacak

Nefislerimize aldanıp Allahu Zülcelal’i unutmamamız lazımdır. Bu çok mühimdir. Burada herkes kendi durumunu düşünüp kendisini kusurlu, taksirat sahibi görmesi gerekir. Gerçekten Allahu Zülcelal’i çok unutuyoruz. Allahu Zülcelal’in yapılmasını istediği şeyleri terk etmek, O'nu unutmak demektir. Nefsin arzu ve isteklerine uymak, yine O'nu unutmak demektir.

İnsan ister salih amel yapsın, isterse kötü amel yapsın, mutlaka yapmış olduğu amel kendisiyle beraber kalacaktır. İşte bizim, o kabir hayatını unutmamamız gerekir. Onun için kendimizi Allahu Zülcelal’in karşısında dosdoğru yapalım.

Sadatı Kiram’ın meşrebi, Allahu Zülcelal’in rızasına ne kadar uygundur. Allahu Zülcelâl, kullarının daima alçak gönüllü ve yalvarıcı olmasını ister. Sadatı Kiram da, kendilerini ve kendilerine tabi olan kimseleri, bu meşrebe teşvik ederler. Çünkü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de bu meşrep üzere idi.

Allahu Zülcelâl, İslam dininde kulunun çok samimi olmasını istiyor. İnsan samimi olduğu zaman onun önünde hiç bir engel kalamaz.

Ölümü Hatırda Tutmanın Yolu

Ateşten bir çengelin insanın vücuduna takılıp yüz bin zebaninin onu çekmesi acaba nasıldır? İşte ruhun tenden ayrılması da aynen böyledir. Bu konuda Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “Ölümün mümine verdiği acı ve ızdırabın şiddeti, üç yüz kılıç darbesinin ızdırap şiddetine eşittir." (İbn Ebi'd-Dünya)

Hepimiz düşünelim! Bir kılıçla insana vurulsa, acaba ne kadar eziyet verir? İşte ruhun çıkması da aynen böyledir. Peki, az bir eziyet karşısında tahammül edemiyoruz, o zaman, aklımız fikrimiz acaba nerededir? O zorlu ölüm anında biz nasıl şeytana karşı mücadele edeceğiz? Onun fitnesinden kendimizi nasıl kurtaracağız? Ne akılla! Ne Şuurla! Ne kuvvetle!...

Denildiği gibi insan çok düşünmeli ve çok tefekkür etmelidir. Hepimiz düşünelim; dostlarımızdan nice insanlar gittiler. Ben kendi şahsıma sayarsam, onları bitiremiyorum. Mardin'in bir köyünde iki-üç sene kadar imamlık yaptım. Benim cemaatim yirmi-yirmibeş kişi kadar vardı. Şimdi sayıyorum, onlardan sadece dört-beş kişi kalmış, işte onların hepsi gittiler... İnsan böyle anmalı, ölümü unutmamalı ve ölüme hazırlıklı olmalıdır.

Gerçekten, insan için ölümden daha büyük nasihat olamaz. İşte durum böyledir. Çünkü ölüm, çok ibretli bir olaydır. Eğer ki insan ölümden herhangi bir ibret ve nasihat almıyorsa, bu kalbinin katı olmasından dolayıdır. Onun için ölümü çok hatırlamak lazımdır.

Halife Ömer bin Abdulaziz (rahmetullahi aleyh), daima âlimleri bir araya toplar, ölümden bahsettirir, ölümü duyunca da ıslak bir kuşun ıslaklığını gidermek için çırpınması gibi çırpınırdı. İbn-i Şirin'in yanında ölümden bahsedildiği zaman, kendisi ölmüş gibi uyuşurdu.

Ölümü düşünmek ve onu kalbe yerleştirmek için en faydalı yol; daima akrabalarının, arkadaşlarının, dost ve ahbaplarının ölümünü ve toprağın altındaki hallerini düşünmektir.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Ölüm meleği, her eve günde üç kere bakar. O evde kim rızkını bitirir ve ömrünü tüketirse, onun ruhunu alır. Melek, onun ruhunu alınca, evdekiler onun için ağlamaya başlarlar. Melek evden çıkarken dönüp onlara şunu söyler: ‘Bu benim bu eve son gelişim değildir. Ben hepinizi alıp götürene kadar buraya gelip gideceğim.’ Ev halkı meleğin bu sözünü duyabilselerdi, öleni bırakıp kendileri için ağlarlardı.”

Cehennem Var!

Biz Allahu Zülcelal’e hakiki olarak yönelirsek de öleceğiz, hiç bir şey yapmasak da yine öleceğiz. Fakat ikisinin arasında nice farklar vardır.

Allahu Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "De ki: Haberiniz olsun ki, o önünden kaçıp durmakta olduğunuz ölüm, (günün birinde aniden) mutlaka size gelip kavuşacaktır. Sonra gizli ve açık bütün şeyleri bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı bir bir haber verecektir." (Cuma; 8)

Hepimiz gözümüz ile görüyoruz ki; hiç kimse ölümden kurtulamıyor. Ölümden sonra da bâki olan bir hayat vardır. İster ölümden kaçalım, istersek kaçmayalım; mutlaka bir gün ölümle karşılaşacağız. Sonra da hesap vermek için Allahu Zülcelal’in huzuruna varacağız. İşte buna, mecburen hazırlanmak zorundayız.




Allahu Zülcelâl Kuran-ı Kerim'de, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de hadisi şeriflerde cehennemin ne kadar dehşetli olduğunu anlatmışlardır.

Bir keresinde, “Cebrail (aleyhisselam), Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e normal gelişlerinin dışında çıkıp geldi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ayağa kalkarak:

‘Ey Cebrail, sana ne oldu? Ne oldu sana?’ diye sordu. Cebrail (aleyhisselam): ‘Allahu Zülcelâl cehennemin bin yıl yakılmasını emretti, yakıldı. Ta ki o ateş beyazlaşmıştı. Sonra tekrar emredildi, bin yıl yine yandı ve kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl yine yakılmasını emretti ve cehennem simsiyah kesildi. O şu anda zifiri karanlıktır. Ondan bir kıvılcım saçmaz, alevleri de asla sönmez. Allah'a yemin olsun ki, cehennemden bir iğne deliği kadar ateş yeryüzüne düşse, insanlar onun sıcaklığından yaşayamazlar.’

‘Seni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, cehennem bekçilerinden biri dünyaya gelse, onun çirkin suratı ve pis kokusu yüzünden herkes ölür.’

‘Seni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, cehennem ehlini bağlayan zincirlerden biri yeryüzüne düşseydi, dünyadaki dağları çökertirdi. Kıyamet günü cehennem, boynundan yetmiş bin yularla çekilir. Her bir yularda yetmiş bin melek vardır. Her bir meleğin alnının genişliği doğu ve batı arası kadardır.’

‘Kıyamet gününde cehennem hararetlenerek öyle bir gürültü çıkacak ki, eğer onun sesi şimdi dünyaya gelseydi, onun dehşetinden yeryüzünde bir tek canlı kalmazdı.” (Taberani)

İşte, Allahu Zülcelâl cehennemi böyle hazırlamıştır. Buna göre; ne cüretle Allahu Zülcelal’in emirlerini yapmayıp, nehiylerinden çekinmiyoruz?...

Aklımızı başımıza alarak, cehennemi hiç unutmamamız gerekir.

İşte ben herkesi, cehennemi unutmayıp onu düşünmeye davet ediyorum.

İnsan hiç olmazsa, biraz Allahu Zülcelal’in merhametine, Hz. Peygamber (sav)'in şefaatine kendisini layık görmesi lazımdır. İşte bunu, herkes yapmalı ve hiç olmazsa buna inançlı olmalıdır. Çünkü insan iman ile dünyadan ayrıldığı zaman, cehennemde ne kadar yanarsa yansın, yine oradan çıkıp cennete girecektir. İnsan ebedül ebed nasıl cehennemde durabilir?...

Allahu Zülcelâl, bunun karşısında da kıyamet günü mümin kulları için cennet hazırlamıştır. İnsan ne kadar cennetin nimetlerinin güzelliğini anlatsa da onun sonunu getiremez.

Allah Merhameti En Çok Olandır

Bir insanın Allahu Zülcelal’in azabına karşı kuvveti var ise istediğini yapsın…

Peki, biz ateşe ne kadar dayanabiliyoruz? Bir sigara ateşi ile kendimizi tecrübe edelim. Hepimizin bildiği gibi bu ateşe de kimse tahammül edemez.

O zaman nefsimize hitap ederek şöyle diyelim: “Ey Nefsim! Bu ateşe dayanamıyorsan, uğraş amel yap. Ateşten kendini muhafaza et. Allahu Zülcelal’e ibadette bulun! Çünkü yapmış olduğun her amel teraziye girecektir. Her gün kendi hesabını gör.”

İşte insan böyle olduğu zaman, ahiret bakımından ilerlemesi her gün biraz daha fazla olacaktır.

Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'dan rivayetle Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “Bir kul günah işler ve: ‘Allah'ım! Benim günahımı bağışla!’ der. Allahu Teala da: ‘Kulum günah işledi, kendisini hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ buyurur. Kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Allah'ım! Beni bağışla!’ der. Allahu Teala’da: ‘Kulum günah işledi, hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ der. Kul tekrar dönüp günah işler ve: ‘Rabbim! Günahımı bağışla!’ der. Allahu Teala’da: ‘Kulum günah işledi, affedecek ya da sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Haydi, istediğini yap! Ben seni bağışladım.’ buyurur." (Buhari, Müslim)

İşte bütün bu imtiyazlar, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in yüzü suyu hürmetinedir. Daha önceki ümmetlerin şeriatlarına göre, günah işleyen bir kimseye helallerden biri haram kılınırdı. Yine o ümmetlere mensup birisi bir günah işleyince, evinin kapısında veya vücudunda: “Falan oğlu falanca, şu günahı işlemiştir ve tövbesi de şöyledir.” diye bir yazı ile karşılaşırdı.

Oysa Allahu Zülcelâl, bu ümmete kolaylık göstermiştir. Buna göre, her Müslümanın, tövbe ederek Allah'a yönelmesi vaciptir.

Allahu Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
İLİM MECLİSİNDEN SOHBETLER