8 Aralık 2011 Perşembe

Tûl-u Emel

Enes bin Malik radıyallahu anhu anlatıyor: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, yere bir çizgi çizdi ve: ‘Bu insanı temsil eder’ buyurdu. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizerek: ‘Bu da ecelini temsil eder’ buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: ‘Bu da emeldir’ dedi ve ilâve etti: ‘İşte insan, daha böyle iken (yani emeline kavuşamadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.” Açıklama: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, ölümü ve uzun emeli çok güzel ifade etmiştir. Uzun emel (dünyaya hırsla yönelmek), insanın öleceğini bildiği halde, gelecekte olacak işleri düşünmesidir. Hâlbuki insan ne zaman öleceğini bilmez. Bu yüzden, kalbinde, uzun zaman sonra elde etmeyi umduğu şeylere karşı beslediği sevgi, kendisi için tehlikeli bir hastalıktır. O gelecek şeylere karşı iştiyakı, hırsı gözünü kör eder. Kalpte bulunan uzun emel sevgisi, insanın ahireti için çok büyük bir afettir. Bu hastalığa yakalanan kimse, ahiret yolculuğundan geri kalır. Kendi kendisine: “Daha gencim. Önümde uzun bir hayat var. Şimdi biraz rahatıma bakayım. Daha sonra tevbe eder, ibadet yaparım” der. Uzun emel, insan için çirkin bir sıfattır. Uzun emel sahibi olan kimse, dünyada da ahirette de perişan olur. Selman-ı Farisi radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Üç insana şaşarım. Bunlar; kendisini yakın mesafeden izleyen ölüme rağmen, uzun yaşamayı ümit eden kimse; gözetim ve kontrol altında tutulduğu halde, kendisini başıboş zanneden kimse; Allah-u Teâlâ’nın kendisinden razı olup olmadığını bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimsedir.” Hiç kimse, dünyadaki ihtiyaçlarını bitirememiştir. Çünkü bir emelin sonu, diğer bir emelin başlangıcıdır. Kalpte yeşeren her yeni emel de sahibini ateşe biraz daha yaklaştırmaktadır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Dünyayı ne edeyim? Ben bir yolcuyum, dünya ise yol üstündeki bir ağaçtır. Yolcu, ağacın altında bir saat (müddet) dinlenir ve kalkıp yoluna devam eder.” (Tirmizi, Ahmed bin Hanbel, İbn Mace, Hâkim) Yolu ölümden, kabirden, mahşerden, köprüden geçen ebediyet yolcusu insan, emelini kısa tutmalı, dünyayı yolunun üstündeki bir saatlik gölgelik gibi görmeli ve onunla ilişkisini bu çerçeve ve sınır içinde tutmalıdır. Dünyanın ne olduğunu bilen kimse, ona aldanmaz. Dünya fanidir ve onun lezzeti, rahatlığı, ölümle sona erer. İnsanın uzun emel sahibi olmasının asıl sebebi, ölümden gafil olmasından dolayıdır. Hâlbuki ölüm, insandan hiç de uzak değildir. Ölüm, genç ve ihtiyar dinlemez, onun belirli bir vakti yoktur. Bunun için gençliğe güvenmemek lazımdır. Çünkü bir ihtiyar ölene kadar, birçok çocuk ve genç ölür. Ölümü unutmamak, uzun emel hastalığına yakalan-mamak için çok tesirli bir ilaçtır. İnsan, başkalarının öldüğünü gördüğü zaman: “Şimdi bu kişi öldü. Ben de her an ölebilirim” diye düşünmelidir. Gerçekten böyle düşünen insan da kendisini ölüme hazırlar. Ölüme hazırlık yapan bir kimse de Allahu Zülcelal’in emir ve nehiylerinin dışına çıkmamaya gayret gösterir, uzun emel ve arzular kalbinden kaybolur. Allahu Zülcelâl hepimize, uzun emelden uzak kalmayı nasip etsin. (Âmin) -------------------------------------------------------------------------------- 9- Buhari, Kitabu’l Rikak, s. 1581, h. 6418; Tirmizi, Kitabu’l Zühd, c. 4, s. 298, h. 6418; İbn Mace, Kitabu’l Zühd, c. 2, s. 1414, h. 4231.

20 Kasım 2011 Pazar

Eşitlik Bilinci ve Hac İbadeti

Yeryüzü, bütün unsurları ve yönleri ile birbirinin aynısı olan iki varlık tanımamıştır. Bu anlamda mutlak eşitlik diye bir şey söz konusu değildir. Yaratılış kanunu varlık âlemine gelen her şeyi belli nitelikleri ile “kendine has” kılmıştır. Bazı özelliklerin belli varlıklarda baskın hâle gelmesi cins ve tür kavramlarına vücut vermiştir. Bu sebeple aynı kategoride yer alan varlıklar arasında nispi bir eşitlikten söz edilebilir. Eşitlik problemi gerçekte insan bireyleri arasındaki ilişkilerin bir meyvesidir. Sahip olduğu özel nitelikler sayesinde insan, varlıklar âleminde özel bir yerde bulunuyor. Ne var ki o da, kategorik olarak tek kalıptan çıkmış bir varlık değildir. Fizik yapı, psikolojik dünyası, maddi imkânları, sosyal konumu itibarıyla birbirinden çok farklıdır. Hele ırk, dil, coğrafya gibi unsurlar farklılaşmanın boyutlarını daha da ileri noktalara taşıyor. Esasında farklılaşma, tıpkı bir makineyi meydana getiren parçaların, görecekleri işe göre farklı yapıda olmalarının zorunlu oluşu gibi, varlık âleminin olmazsa olmazıdır. Ancak parçaların birbirinden farklı yapı ve özelliklerde olması onların nihai olarak ayrı kefeye konulmalarını, farklı değer yargılarına tâbi tutulmalarını gerektirmez. Genel bünyenin fonksiyonel hâle gelmesi açısından küçük bir vida ile diğer ana parçalar arasında bir fark yoktur. Eğer küçük ve sıradan bir parça olmayınca mekanizma işlemiyorsa, o parça asla “küçük” ya da “sıradan” değildir. Tıpkı bunun gibi insanlar da toplum içinde hangi konumda bulunursa bulunsunlar, genel bünyenin vazgeçilmez birer parçasıdırlar. Bu bakış açısı ile toplumun fertlerinin birbirine üstünlüğü düşünülemez. Onlar birer insan oluşları itibarı ile eşit konumdadırlar. Kur’an-ı Kerim bu duruma “Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık; birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık.” (Zühruf, 32.) diye işarette bulunuyor. İnsanları birbirinden farklı yapan birtakım artı değerler elbette vardır. Ama bu fark maddi, sosyal ya da siyasi “ayrıcalıklar”dan kaynaklanan bir fark değildir. İnsan gerçekten kendine ait olanla değer kazanır. Maddi imkânlar, makam, mevki ve itibar gibi iğreti değerler kaybedilince elde kalan insanın gerçek değeridir. “Kürsü heykelin bir parçası değildir. Bu adamı üzerine eklenenler olmadan alıp değerlendirin, zenginliğini, sahip olduğu sıfatları bir yere koyun ve gömlekle gelsin. Bedeni işlemeye elverişli mi, sağlıklı ve canlı mı? Nasıl bir ruhu var? Güzel mi, yüce mi? Bir köylüyle bir kralı, bir yargıçla sıradan bir insanı, zenginle fakiri karşılaştırdığımızda çok büyük bir fark olduğuna inanırız; oysa fark yalnızca kıyafetlerindedir. Bunlar yalnızca görüntüdür ve insanlar arasında temel bir fark yaratmazlar; aynı, sahnenin üzerinde dük ya da imparator rolü oynayıp sonra tekrar kendi doğal hallerine dönen tiyatro oyuncuları ya da törenlerle halkın gözünü boyayan imparatorlar gibi. (Montaigne, Denemeler, Türkçesi: Bekir Yılmaz, Lacivert Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 124-125.) İnsanlar arasındaki bu temel eşitlik ırk ve soyun üstünlük kriteri olarak alınması ile büyük bir fay kırılmasına uğradı. İnsanlığın yaşadığı acıların, haksızlıkların temelinde bu dengenin bozulması yatıyor demek abartı sayılmamalıdır. Bir ırka mensup olmak benim elimde değilse, o ırk beni başkaları karşısında nasıl ayrıcalıklı kılar? Değer üreten sistemin temelinde bireysel nitelikler yer alır. “Amelin geri bıraktığı kimseyi soyu-sopu ileri götüremez.” (Müslim, Zikir, 11.) Irk ve soy ise yaratılış kaynaklı bir meseledir. Bu açıdan bütün insanlar aynı konumda ve “tarağın dişleri gibi” eşittirler. İnsanlık bu bilince her şeyden fazla muhtaç bulunuyor. İnancın etkisizleştiği ortamda ise bu bilincin hayat bulması pek mümkün görünmüyor. Sayısız riyakârlıkları perdeleyen çeşitli uluslar arası “beyanname”ler, “daha eşit” güçlülerin elinde adeta insanlar arası eşitsizlik manifestosu gibi işletiliyor. Dünya “kitlesel eşitsizlik algısı” diye tanımayabileceğimiz sistematik ırk ayırımcılığını Batı sömürge hareketi ile tanıdı. Gerçekte bu insanlık suçunun faillerine inançları; siyahı ile beyazı ile bütün insanların aynı atadan geldiği, herkesin Adem’in çocukları olduğunu söylüyordu. Ama hâkim olma ve yönetme şehveti sömürgeci zihniyet nazarında inancı paranteze alabildi. Amerika ve Avrupa’ya esir olarak götürülüp eşyalaştırılan insanların tek suçu siyah derili olmaları idi. Diğer yandan işgal edilen Afrika toprakları Batılı “beyaz” adamların marifeti ile ırk ayrımcılığının sembolü ve asıl kurbanı oldu. Öyle ki, “Afrika’nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde başıboş koşuşan zebraların postu, ak ile karanın özgürlük içinde yaşayabildiği tek yerdir.” (Sadun Altuna, Ölüler Toprağın Altında Değil-Güney Afrika’da Ak ile Kara ve Ötesi, Su Yayınları, İstanbul, 1978, arka kapak yazısı.) denilebildi. Bugün Güney Afrika’nın bu durumundaki kısmi düzelme Somali’yi, Uganda’yı, Etiyopya’yı insanca yaşayabilecekleri bir konuma getirmeğe yeter mi? Eğer bu bir insanlık problemi ise çözülmedikçe yeryüzünün rahata ermesi zor görünüyor. Çözüm için de evrensel çapta kuşatıcı ortak bir değer üzerinde birleşmek gerekiyor. Rasulüllah (s.a.s.) veda haccı hutbesinde bu ortak değere dikkat çekerek şöyle buyurmuştu: “Ey insanlar! Bilesiniz ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. Bilesiniz ki Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap olana üstünlüğü yoktur. Kırmızı derilinin siyah deriliye, siyah derilinin kırmızı deriliye takvadan başka bir sebeple üstünlüğü olamaz. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.) Hadisin getirdiği istisna, başkalarına kaşı üstünlük elde etme yolunun takva yani Allah’a karşı gelmekten sakınmak bilinci olduğunu söylüyor. Bu bilinç aslında İslam’ın telkin ettiği eşitlik bilincinin de temelini oluşturur. Mutlak üstün Allah olunca, O’nun yarattıklarının kendi aralarında üstünlük vehmini yaşamaları takva bilincine aykırı düşer. Hadisteki açıklamanın hac ibadeti ortamında yapılmış olması oldukça anlamlıdır. Çünkü bu ibadet insanlar arasında farklılık oluşturduğunu zannettiğiniz mal, makam, rütbe gibi beşeri değer ölçülerinin basiret gözü karşısında bir değer taşımadığını yaşatarak göstermektedir. Hz. Peygamber’in uyarısı, evrensel bir yöneliş olan Allah inancı temelli bir bakış açısı ve davranış modeli sunarken, diğer yandan da haccın manevi havası içinde fiilen yaşanan olguyu tescil etmiş oluyor. Hac ibadeti maddi yapımızın bir gün yok olacağını, dünyalık neyimiz varsa hepsinin emanet olduğunu bize hatırlatan bir ruh hâline sokuyor bizi. Bu ruh hali her yaratılıştaki insanı sarıp sarmalar, çok kere davranışlara ve duygulara, ifade kalıbına dökülemeyen bir hava hâkim olur. Öyle bir haldir ki bu, ortaya çıkması için bir itici güce ihtiyaç hissedilmez; kendimizi içinde buluveririz. Her renkten, her ırktan ve her dilden insanlarla aramızda çok özel bir dil sayesinde bağ kurabiliyoruz. Bu dil bazen bir ışıltılı bakış, bazen bir işaret, bazen bir tebessüm olabiliyor. Anlaşarak tek vücut, tek yürek olup tek hedefi gözettiğimizi hâl dilinizle ortaya koyuyoruz. Usta ellerin yedi rengin tonlarını buluşturarak oluşturduğu sanat harikası tablo gibi sağlam ve değerli bir çerçeve içinde, iman çerçevesi içinde bütünleşiyoruz. Kinlerin, husumetlerin, madde hâkimiyetinin kaybolup yerini iman kardeşliği iklimine bırakması aşılmaz denilen engelleri aşılır kılıyor; açılmaz sanılan kapıları açıyor. Amerikalı zenci lider Malcolm X (1925- 1965) hac hatıralarında diyor ki: “Dünyanın her yerinden gelen yüz binlerce hacı vardı. Her renkten insan vardı; mavi gözlü sarışınlardan tutun da Afrikalı kara derililere kadar. Ama tümümüz de birlik ve kardeşlik anlayışına bağlı kalarak aynı ibadeti yapmakla bütünleşiyorduk; oysa Amerika’da gördüklerimize bakıp beyazlarla ötekiler arasında hiçbir zaman kardeşlik diye bir şeyin var olamayacağına inanırdık.” “Benden duyduğunuz bu sözler karşısında, kim bilir, şaşırıp kalacaksınız. Ama hac sırasında gördüklerim eskiden beri sahip olduğum düşünce kalıplarının birçoklarını yeni baştan düzene sokmamı ve eskiden beri sürdürdüğüm birçok yanlışlıkları bir yana itmemi gerekli kılmıştır.” “İslam dünyasına geleli on bir gün oluyor. O gün bu gündür de, gözleri maviler mavisi, saçları sarılar sarısı ve tenleri beyazlar beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı Allah’a inandığımız için aynı tabaklardan yemek yemekteyiz, aynı yataklarda (yani halılarda) uyumaktayız. Ve gene “beyaz” Müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan, Gana’dan gelen Afrikalı siyah Müslümanların samimiyetinin aynısını bulmaktayım. Hepimiz gerçekten kardeş gibiyiz, çünkü bu insanların aynı Tanrı’ya yönelen inançları, kafalarındaki tüm ‘beyaz’ imajları, davranışlarındaki tüm ‘beyaz’ imajları, tutumlarındaki tüm ‘beyaz’ imajları silip atmıştır.” (Alex Haley, Malcolm X, Tercüme: Yaşar Kaplan, İstanbul, 2003, s. 544-545.) Hac ibadetinin ruhumuza üflediği manalar bize, kulluk rütbesinin, eşitlik bilincini besleyen ana kaynak olduğunu söylüyor.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Geçtiğimiz günlerde Van ve Erciş’te meydana gelen deprem, millet olarak hepimizi derinden etkiledi, hep birlikte üzüntüsünü yüreklerimizde hissettik. Depremde canlarını kaybeden kardeşlerimize Yüce Allah’tan rahmet, yaralı olanlara acil şifa; yakınlarına, meşakkate ve sıkıntıya karşı güç, direnç ve sabır niyaz ediyorum. Rabbimiz böyle bela ve musibetlerden milletimizi ve tüm insanlığı daima muhafaza eylesin.

Hangi nedenlerle meydana gelirse gelsin, tabii afetlere karşı maddi ve manevi bütün tedbirleri almak gerektiği bilinen bir gerçektir. Hayatın bir imtihan olduğuna inanan, ölümün yokluk ve hiçlik anlamına gelmediğini bilen müminler için depremleri ve her türlü musibeti anlamak ve doğru okumak zor olmasa gerektir. Kutsal Kitabımız’ın ‘zelzele’ olarak ifade ettiği depremi, insanın sorumluluğunu ortadan kaldıracak şekilde sadece bir doğa olayı olarak yorumlamak, ya da fay hatlarıyla izah etmek doğru olmağı gibi, Rabbimizin sonsuz kudretini yok sayarak, onu tesadüflere bağlamak da doğru değildir.

Sadece ülkemizde değil dünyanın neresinde bir gözyaşı, sıkıntı ve musibet olsa milletimizin birlik, beraberlik, yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik duygularının harekete geçmesi her türlü takdirin üzerindedir. Nitekim Van ve Erciş’te meydana gelen depremin ardından doğusuyla-batısıyla, kuzeyiyle-güneyiyle topyekûn bütün milletimizin aynı hüzün ve acıyı hissetmesi, gönül dünyamızın fay hatlarının ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha göstermiştir. Yüce Rabbimiz aziz milletimizin kalbinden ve yüreğinden bu birlik, beraberlik, kardeşlik ve dayanışma ruhunu hiçbir zaman eksik etmesin. Unutulmamalıdır ki, en büyük deprem, inanç dünyamızda, kalplerimizin ve yüreklerimizin fay hatlarında meydana gelen, dünyamızı da ahiretimizi de derinden etkileyen sarsıntılardır. Önemli olan yeryüzündeki sarsıntılar sebebiyle Allah’a olan imanımızda ve kardeşlik ilişkilerimizin zeminini oluşturan gönül dünyamızın fay hatlarında bir zelzele meydana gelmemesidir.

İbadetler, bizi Allah’a yakınlaştırmanın yanı sıra Müslüman kalma şuurumuzu diri tutan sembollerdir. Kerim Kitabımız’da “Allah’a bir kulluk borcu” (Âl-i İmran, 97.) olarak tanımlanan hac ibadeti de bir semboller haritasıdır. Her aşamasında pek çok sembolü barındıran hac, bu sembollerdeki manaları bilerek karar vermek ve bu kararı eyleme dönüştürmektir. Bu yönüyle hac ibadeti, diğer ibadetlerden farklıdır; dahası diğer ibadetleri de bünyesinde toplar.

Hac, âdeta yeniden dirilişin, mahşerin provasıdır. İhram elbisesini giyen hacı adayı, daha dünyada iken sanki kefenini giymiştir. O ana kadar kıymet ölçüsü olarak bildiği; servet, makam, rütbe vb. her şey, ihramın rengi içinde erimiş; renksiz, dikişsiz, rozetsiz, bayraksız bu elbise onu dünyevî bütün güç ve imkânlardan soyutlamıştır. Bundan sonra Arafat’ta Allah’ın huzuruna gidecek, oradan mahşere çıkacak, mahşerde bir sorgulamadan geçecektir. Sonra tekrar Allah’ın evine gidecek ve oradan Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle annesinden doğmuş gibi arınmış, temizlenmiş ve şuurlanmış olarak yeniden hayata dönecektir.

Hac, bir tevhit ve ahlak eğitimidir. Yüce Mevlamız, hacda şehvet yok, öfke yok, kötülük yok, haklı olsan dahi tartışma yok buyuruyor. (Bakara, 197.) Bunlar, İslam’ın günlük hayatta da bizden istediği önemli hasletlerdir.

“Hac, Arafat’tır”. Arafat ise önce kendini bilme, kendini bulma deneyimidir. “Kendini bilen, Rabbi’ni de bilir” fehvasınca, önce kendini tanıma, ardından da Rabbini tanımadır. Yani hac, hakikati bilmek, tanımak, anlamak ve kavramak demektir. Hac, ârif olup, Marifetullah’a ermektir. Dirilişi, mahşeri, mahkeme-i kübra öncesi bekleyişi, ölmeden önce ölmeyi, hesaba çekilmeden önce muhasebe yapmayı bilmektir.

Hac, dünyadaki bütün Müslümanların bir araya gelip tanıştıkları evrensel bir kongredir. Bu anlamda Müslüman’ın hayatındaki en anlamlı yolculuğu olan hac, aynı zamanda bir dönüm noktası, bir silkiniş, diriliş ve yeniden doğuştur. Artık bu silkinişi ve dirilişi yaşayan hacıların kazandıkları güzellikleri dünyanın dört bir tarafına taşımalarının vakti gelmiştir.

10 Kasım 2011 Perşembe

Hacc: Bir Yaratılış Gösterisi

Hacc, temelde kişinin Allah'a doğru yükselmesidir. Adem'in yaratılış felsefesinin sembolik bir gösterisidir. Biraz daha açıklayacak olursak, hacc ibadeti pek çok şeylerin aynı anda gösterilmesidir, bir "yaratılış gösterisi", bir "tarih gösterisi", "birlik gösterisi", İslamî düzen gösterisi" ve bir "ümmet gösterisi."

Bu gösteride şu unsurlar vardır: Allah, sahnenin yöneticisidir. Gösterilen tema, rol alan kişilerin hareketleridir. Adem, İbrahim, Hacer ve Şeytan başlıca karakterlerdir. Sahneler Mescidü'l Haram, haram bölge (mıntıka-i haram), Mes'a (Safa-Merve arası), Arafat, Meş'ar (Arafat'la Mina arasında hacıların gece kaldığı ve şeytan taşlamak için taş topladığı yer) ve Mina'dır. Önemli semboller, Kâbe, Safa, Merve, gündüz, gece, güneş ışığı, güneşin batışı ve kurbandır. Kostüm ve makyaj, ihram, halk ve taksirdir. Son olarak da bu gösterideki rollerin tek oyuncusu bir kişidir; yani sen!

Erkek ve kadın, genç ve yaşlı, siyah veya beyaz, ne olursan ol, gösterinin en önemli özelliğisin. Allah'la Şeytan arasındaki karşılaşmada Adem, İbrahim ve Hacer'in rolü senin tarafından oynanır.

Her yıl dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar bu büyük "gösteri"de yer almaya teşvik edilir. Herkes eşit kabul edilir. Hiçbir ırk, cinsiyet ve sosyal statü ayrımı yapılmaz.

Mikat: Kefene Girilen Nokta

(...)

Gösteri Mikat'ta başlar. Bu noktada aktör (insan) elbiselerini değiştirmelidir. Niçin? Çünkü kişinin elbisesi, kendisi kadar karakterini de örter. Bir başka deyimle, kişi elbise giymez, fakat gerçekte elbiseler onu gizler.

Elbiseler, model, tercih, mevki ve farklılığı sembolize eder. İnsanlar arasında "ayrılığa" neden olan suni sınırlar çizer. Pek çok durumda insanlar arasındaki ayrışma, "ayrıcalığı" doğurur. Daha açık bir deyimle "biz" değil, "ben" kavramı ortaya çıkar. "Ben", ırkımı, kabilemi, sınıfımı, grubumu, mevkiimi, ailemi, değerlerimi anlatmada kullanılır, bir insan olarak "beni" değil.

(...)

Şimdi elbiseni çıkar. Onları Mikat'ta bırak. Düz, beyaz kumaştan yapılmış kefeni giy. Herkes gibi giyineceksin. "Aynılık" ortaya çıksın. Bir, parçacık halinde kalabalığa katıl, bir damla olarak okyanusa dal.

(...)

Sahne, hüküm günü gibidir. Bir ufuktan diğerine bir "beyazlar seli" akar. Herkes kefen giymektedir. Cesetler Mikat'ta bırakılmış ve ruhlar buraya gelmiştir. Ne isimler, ne ırklar, ne de sosyal mevkiler bu büyük birleşimde bir farklılık meydana getirmez. Eşsiz bir birlik havası hâkimdir. Allah'ın birliğini ilan eden bir insan gösterisidir bu.

(...)

Haccı eda etmeden önce, insanlar insan olma özelliklerini kaybetmişlerdi. Kuvvet, servet, kabile, ülke ve ırklarla kendilerinden kopmuşlardı. Hayatları sadece bir "varolmaktan" öte geçmiyordu. Sonunda hacc ibadeti kendilerini keşfetmelerini sağladı. Şimdi, birbirlerini "bir" olarak ve bir tek "fert" olarak algılıyorlar, başka bir şey değil!



Lebbeyk: Sömürü ve Despotizmden Allah'a Yükselme

Allah'a koş! İhramlıyken, "lebbeyk" de. Allah seni çağırıyor. Artık O'na cevap verme ve tamamen itaat etme zamanıdır: "Lebbeyk [buyur] Allah'ım lebbeyk; hamd ve nimet senin için, mülk de senin için. Senin ortağın yok, lebbeyk!"

Dünyanın sömürücü, dolandırıcı ve despotik süper güçlerini reddeden insanlar bağırıyorlar: "Lebbeyk, Allahumme lebbeyk!" Düşün ey insan; manyetik bir alanda bir demir parçacığı gibisin! Mirac'a giden yolun üzerinde göğe doğru uçan bir milyon beyaz kuşun arasında sanki...

Hacc: Kabe'ye Değil, Allah'a Doğru Hareket!

Sonsuzluğa doğru varmaya karar verdikten sonra hacca başlarsın. Hacc, Kâbe'ye doğru değil, Allah'a doğru sonsuz bir harekettir. Kâbe artık hiçbir şeyin yapılamadığı son değil, başlangıçtır.

(...)

Mekke'ye gelmeden önce kendi ülkende sürgün hayatı yaşayan bir yabancıydın. Ama şimdi, Allah'ın ailesine katılmaya çağrıldın. İnsanlık, dünyanın en kıymetli ailesi bu eve çağrılır. Bir fert olarak eğer kendini düşünüyorsan, kimsesiz, evsiz ve barınaksız bir yabancı olduğunu hissedeceksin. Bu nedenle, benliğinden gelen eğilimleri at; işte o zaman Ev'e girip aileye katılmaya hazırsın demektir.

Tavaf: Tevhid Fikrinin Kristalize Hareketi

Bu [tavaf], tüm dünyanın bir benzeridir. Bir parçacığın (insanın) yönlendirilişini içine alan tevhid fikri üzerine kurulmuş düzenin bir örneğidir. Allah varlığın ortasındadır; bu bir günlük geçici dünyanın odak noktasındadır. Fakat sen olduğundan olman gerekene doğru durum değiştiren hareketli bir parçacıksın.

(...)

Eğer hâlâ kendinleysen, tavaf eden insan çemberinin gerçek bir parçası değilsin. Irmağın içinde değil, kenarında duran bir misafir gibi oluyorsun. Ama kendilerinden kopanlar canlıdırlar ve toplumca hareket etmektedirler.



Senin İsmail'in kim veya ne?

İbrahim'in sahnesi Mina'dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail'i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail'in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Ben bilemem. Fakat sen kendini bilirsin. Kim ve ne olursa olsun, beraberinde buraya kurban etmek için getirmelisin. Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, "kaçma"ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa... işte odur kurban edeceğin!

Hacdan Sonra: Makam-ı İbrahim'desin Artık

Şimdi Makam-ı İbrahim'de duruyorsun ve O'nun rolünü oynayacaksın; O'nun gibi yaşayacak ve inancının Kâbe'sinin mimarı olacaksın. İnsanları içinde yaşadıkları bataklıktan kurtar. Ayağa kalkmalarına yardım et ve onlara yön ver. Onları hacca çağır, tavaf etmeye çağır. İbrahim'in niteliklerini kazanmak için tavaf etmeye çağır. İbrahim'in niteliklerini kazanmak için, tavafa katılıp bencilliğini bırakarak temizlendikten sonra yolunu izlemek için Allah'a söz verdin. Allah şahidindir.

Ülkeni güvenlik ülkesi yap, çünkü emin bölgedesin (Mıntıka-i Haram).

Zamanını saygıdeğer bir zamana (Zaman-ı Haram) çevir, her zaman ihramlıymışsın gibi.

Yeryüzünü kutsal mescid (Mescid-i Haram) yap, çünkü kutsal mesciddesin.

Çünkü, yeryüzü Allah'ın mescididir.

Ama şimdi, "öyle olmadığını" görüyorsun!

3 Kasım 2011 Perşembe

Kutsal Yolun Yolcusu

Kalbi kafese konulmuş bir kuş gibiydi, çırpınıyor, çırpınıyordu. Neredeyse kalp atışlarını kulakları duyuyordu. Hatta yanında oturan bile duyuyor olabilirdi. Çünkü kura ile hacca gidecekler ilan ediliyordu. Bu üçüncü başvurusuydu. İlk ikisinde hac kurasında adı çıkmamıştı. Üzülmüş, ağlamış ancak “Allahım, vardır bir bildiğin” diyerek kendini teselli etmeye çalışmış, asla ümidini kaybetmemişti. Şimdi ise yeni kuralar çekiliyordu. Adının gidecekler listesinde ilan edildiğini görünce önce başı döndü, gözlerinden yaşlar süzülürken, derin bir oh çekip, “Şükürler olsun Rabbim” dedi. Bedeni kura salonunda kaldı, ruhu başka yerlere daldı. Haccı, Hacer’i, İbrahim’i, İsmail’i düşündü:

Allah (c.c.) emretti, Hz. İbrahim oğlu İsmail’le kuş uçmaz, kervan geçmez, ot yeşermez, kurak bir bölgede Kâbe’yi inşa etti. Allah (c.c.) emretti, Hz. İbrahim kimsenin bilmediği, görmediği Kâbe’ye insanları ibadete davet etti. Allah’ın emrine, peygamberin davetine gücü yeten Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmetleri de bu davete icabete gayret etti. “Şükürler olsun Rabbim beni Hz. Muhammed’e ümmet ettin, ben de hac davetine icabete gayret ettim.”

Müslümanlar ırk, dil, coğrafya, renk... fark etmeden hac için dünyanın dört bir yanından Kâbe’ye akın etmekteler. Ülkemden de her yıl binlerce kişi Kâbe’yi ziyaret etmek, bu kutsal yolculuğun yolcuları olmak için can atmaktalar. Ama maalesef kimi kişisel kimi de başka nedenlerle bu yolculuğa çıkma şansına eremiyor. “Şükürler olsun Rabbim, bana bu kutsal yolculuğa çıkma şansı verdin”. Kâbe ve peygamber mescidini görme, sevgiye, sevgiliye kavuşma heyecanıyla sarmalandı, ürperdi. “Hemen hazırlıklara başlamalıyım. Hiç Allah’a ibadet edilen en kutsal mekâna, sevgilinin yanına hazırlıksız gidilir mi?”

Hacca hazırlık nasıl olmalı? Çok şükür artık hacca hazırlık deyince et kavurması, tarhana kurutması, yoğurt süzmesi gerekmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere hemen her hac organizasyonu yapan kurum ve şirket yemek servisini de yapıyor. Buna en çok biz kadınlar sevindik. “Çok şükür Rabbim, ibadete ayrılması gereken kıymetli saatleri, yemek yapmaya, bulaşık yıkamaya ayırmak zorunda kalmayacağım.”

İbadetlere başlamadan önce “niyet” ederiz. Namazlarımızı kılmaya, orucumuzu tutmaya başlarken niyet ettiğimiz gibi hacca başlarken de niyet ederiz. Peygamber Efendimiz haccına başlamadan önce “Allahım! Ben haccetmek istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve benden kabul buyur.” (Buhari, Hac, 2/170; Müslim, Hac, 2/841-842.) diyerek niyet ederdi. Bu niyet çok dikkat çekicidir. Hacca hazırlıklı gelmek gerektiğinin ipuçlarını da bu niyette bulabiliriz.

Bedenî (namaz, oruç gibi) veya mali (zekât, sadaka gibi) ibadetlerimizi yaparken “onu bana kolaylaştır” deme ihtiyacı hissetmiyoruz, ama hem bedenî hem de mali olan hac ibadetine başlamadan önce Allah’tan bize kolaylık vermesini istiyoruz. Demek ki hacda bir dizi güçlükle karşılaşacağız. Ama her güçlükte bir kolaylık veren (İnşirah, 5.) Allah, hac ibadetini yerine getirirken de bize kolaylıklar verecektir. Fakat hemen her şeyde olduğu gibi Allah’tan bir şeyi dilemeden önce kendi üzerimize düşeni yapmamız gerekir. “Rabbim, bana haccımı en güzel şekilde ifa edebilmem için gerekli hazırlıkları yapabilmemi nasip et.”

Hac meşakkattir. (Hadis.) Hac iki zıddın birleşmesidir. (Ali Şeriati, Hac, s. 77, Fecr Yay. Ankara 2010.) Hacda madde de önemlidir, mana da. Öyleyse hazırlıklarım da öyle olmalı. Hacda karşılaşacağım meşakkati en aza indirebilmem için, ben de hac yolculuğuna maddi ve manevi yani bedenî ve ruhî hazırlıklarla çıkmalıyım.

Önce maddi, bedenî hazırlıkla başlayalım. Maddi hazırlık deyince aklımıza önce para gelebilir. Helal kazançla yola çıkmak “elde var bir” diyeceğimiz hazırlıktır. Çok şükür Rabbime, rızkıma haram karıştırmamaya özen gösterdim. Maddiden kastım; bedenîdir. Haccın meşakkatini yüklenebilmek ve bol bol ibadet yapabilmek için bedeni hacca hazırlamak gereklidir. Bunun için; hacca gitmeden önce yeme-içmeye, hasta olmamaya dikkat edilmeli. Gerekiyorsa bir doktor kontrolünden geçip gerekli tedavi ve vitamin takviyesi ile koruyucu aşılar yaptırmalıyım. Tıpkı uzun yola çıkmadan aracımızın yağını, suyunu, frenini, lastiklerini vs. kontrol ettiğimiz gibi. Ayrıca, her gün spor yapıp kondisyon tutmak lazım. Spor deyince sporcular gibi profesyonel kondisyon tutmayı kastetmiyorum. Düzenli yürüyüşler bile yeterli olabilir. Maalesef spor yapma alışkanlığım yok. Ama hac zamanına kadar biraz zamanım var. Bu süre içinde her gün düzenli yürüyüş yapar ve bu yürüyüşün mesafesini düzenli artırırsam hac için gerekli kondisyonu kazanabilirim. Böylece hacda daha kolay ve daha çok tavaf ve say yapabilirim. Hac için yapacağım bedenî hazırlıklar hem hac ibadetime, hem de yaşam kaliteme çok şey katacaktır.

Gelelim manevi, ruhi hazırlıklara. Hac toplu halde zamana bağlı olarak yapılan bir ibadettir. Namazı tek başına kılabilirsin, orucu da tutarken bireysel hareket edebilirsin. Ama hac öyle değil. Hacca gidişten dönüşe kadar hep birileriyle birlikte olmak, hac ibadeti sürecinde bulunduğun mekânını binlerce kişiyle paylaşmak zorundasın. Hacda “ben” duygusunu mümkün olduğunca köreltmen gereklidir. Hac sabırdır. Hem biliyoruz ki “Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146.) İbadet ederken, yemek, asansör, otobüs vs. sırasında beklerken sabır gerekir. Beş dakika önce yiyeceğiz, otobüste iyi yerde oturacağız, asansöre önce bineceğiz, Kâbe’yi en iyi gören yerde namaz kılacağız, Hacerü’l-Esved’e dokunacağız, Hicr’de namaz kılacağız vs. diye din kardeşlerimizi tartaklamak, incitmek ne üzücü şeydir. Hacılar o yıl Müslümanların seçilmiş davetlileri, Allah’ın misafirleridir. Mümin kardeşine gülümsemek bile sadaka hükmündeyken, hiç misafir olunan o mübarek beldede kaba saba davranıp kul hakkına girilir mi? Allah’ın rızasını kazanacağız diye gittiğimiz o kutlu mekânda kul hakkına tecavüz edilir mi? Biliyoruz ki, Allah şehitlerin bile günahlarını affederken kul hakkını hariç tutuyor. (Müslim, Sahih, İmare, 119.) Hacca gitmeden sabretme ve kul hakkına özen gösterme konularında nefsimizi terbiye etmemiz gereklidir.

Şeytan, daha çok Allah yolunda, doğru yol üzerinde olanlara musallat olurmuş. Galiba bunda doğruluk payı var. Zira bazı kişilerin hacca dost-arkadaş olarak gidip küs ve dargın olarak döndüğüne şahit oluyor ya da duyuyoruz. Şeytan taşlamanın sembolik bazı anlamları vardır. Şeytanlaşan ve bizi yanlış davranmaya iten nefsimize prim vermemeli, onu da orada taşlamaya kendimizi hazırlamalıyız.

Hacda yemede, içmede, uykuda, sağlıkta, hediye getirmekte gösterilen özen, haccın ruhunu anlamada da gösterilmelidir. Haccın menasiklerini (ibadet ederken gerekli olan usul, yol ve tarz) yerine getirirken gösterilen dikkat ve özen kadar haccın içeriği ve manasını da idrak etmeye özen göstermek gerekli, bunun için hazırlanmalıdır. Bu da hacca gitmeden, hac konusunda bilgilenmekle olur. Hacca gitmeden önce, Hacca götüren kurumun sunduğu tüm bilgi kaynaklarını kullanmalı, çeşitli kaynaklardan hacla ilgili bilgi ve idrakimizi geliştirmeliyiz.

Hacca gitmeden önce Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hacer annemizi iyi öğrenmeliyim. Onları iyi öğrenen haccın ruhunu anlar. Hz İsmail’in canını, Hz. İbrahim’in cananını Allah’a fedaya hazır ruhları, Hz. Hacer’in susuz, bitkisiz bir vadide Allah’a teslimiyet ve tevekkülünü hikâye gibi okuyup dinledim. Şimdi iyi öğrenmeliyim ki onları, hacda hissedebileyim. Tavaf, say vs. yapıp, kurban kesecek yani Hz. İbrahim, İsmail ve Hacer’in sembolik temsilcileri olacağız, onların teslim, tevekkül ve sabır ruhlarını iyi kavramalı, ona göre davranmalıyım. Ne mutlu Hz. İbrahim, İsmail ve Hacer’i en iyi temsil etme hazırlığında olanlara ve temsil etmeye gayret gösterenlere. “Rabbim beni de onlardan eyle.”

Son duasını biraz sesli etmişti galiba. “Amin” diyen görevlinin sesiyle kendine geldi. “Yapacak çok işim var” diyerek uçarcasına çıktı kura salonundan.

29 Ekim 2011 Cumartesi

BAYRAMI NASIL DEĞERLENDİRMELİ?

İlk gününü, 6 Kasım Pazar günü idrak edeceğimiz mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder; tüm mümin kardeşlerimiz ve İslam âlemi için hayırlı ve bereketli olmasını Allah-u Zülcelal’den niyaz ederiz..


Kurban niçin kesilir?

Elbette Allah-u Zülcelal’in her emrinin hikmetleri ve insanlar için sonsuz fayda ve faziletleri vardır. Lakin Kurban ne bu hikmetlerine mazhar olmak ne faziletlerinden faydalanmak ne de faydalarından istifade etmek için değil sadece ve sadece Allah ve Resûlü emrettiği için ve sırf Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla kesilir. Kurbanın etinden, derisinden istifade edilebilir; ancak bunlar maksat değildir. Müslüman, bütün ibadetlerini, sadece Allah-u Zülcelal’e manen yaklaşmak ve rızasını kazanmak için yapar.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, riyadan, gösterişten ve dünyevî herhangi bir maksattan uzak bir şekilde, kurban ibadetini yerine getirmektir.

Zamanımızda birçok kimse, kurban kesmeyi, maalesef, her sene düzenli bir şekilde yerine getirilen bir adet ve gelenek olarak görmektedir. Başkalarının kınamasından korunmak için veya et için kurban kesmek, Allah-u Zülcelal’in rızasına uygun değildir.

Şu ayet-i kerime bu hususa açıkça işaret etmektedir: “Onların ne etleri, ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz; fakat ona sizin takvanız ulaşır. Size olan hidayetinden dolayı, Allah’ı büyük tanıyasınız diye, böylece onları sizin hizmetinize verdi. Muhsinleri (iyilik edenleri) müjdele.” (el-Hac, 22/37)

Dolayısıyla kurban, ne adet yerini bulsun diye, ne de insanlar görsün diye değil, sadece ibadet kastıyla, Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak için kesilir.

Bayramı nasıl geçirmeli nasıl değerlendirmeliyiz?

Bayramı en iyi değerlendirmek, bayram algısını değiştirmekten geçer. Bunun için de bayramları şahsî tatil ve eğlence fırsatı olarak görmemeli, ümmet olarak yaşanılması gerektiği bilincini taşımalıyız. Çünkü insan tek başına bayram yapamaz. Yani, tek başına bir bayram namazı, tek başına bir bayramlaşma düşünülemeyeceği gibi, sırf kendi şahsının veya kendi ailesinin mutluluğuna hasredilmiş bir bayram da düşünülemez.

Bayramlar toplu sevinçlerin yaşandığı ve paylaşıldığı zamanlardır. Gönül kazanma seferberliğidir. Akraba ziyaretinde bulunmak, dargınları barıştırmak, yoksulları sevindirmek, hastaları ziyaret etmek, hayır duası almak ve hayırlara mazhar olmak, kısacası mümin kardeşliğinin gereklerini yerine getirmeye vesile olan mübarek günlerdir. Eğer bunları yaparsak, Bayramımız gerçekten bayram olur. Dini açıdan her zaman yapmamız gereken sosyal sorumluluklarımız için her bayram yeni bir adım yeni bir başlangıç olur ve o zaman, işte, bayramın sevincini ve huzurunu kalbinizde hissedersiniz. Aksi halde, bayramımızı sadece geçici bir tatil günü olarak geçiririz ki ahiret merkezli düşünence bu çok büyük bir kayıptır.

Şeytan ve Dostlarına Dikkat

Vehb b. Münebbih buyuruyor ki; “Şeytan her bayram günü öfkesinden inler. Etrafına toplanan yardakçıları (yarenleri):
- Seni öfkelendiren nedir, efendimiz? Diye sorarlar. Şeytan da onlara şu cevabı verir:
- Bu gün Allah Muhammed’in (sav) ümmetinin günahlarını affetti. Onları mutlaka nefsî arzulara ve hazlara daldırarak oyalamalısınız.”

Hal böyle iken mümin, bayramlarda diğer günlerden daha hassas olmalı, şeytan ve dostlarının saptırıcılığına, hile ve desiselerine karşı daha fazla teyakkuzda olmalıdır.

Bayramda ağız tadınızın bozulmaması için birkaç önerimiz olacak; şeytan, eski kırgınlıkları hatırlatacak, dargınların barışmamaları için her türlü oyun ve hilesini devreye sokacaktır. Geçmişte yapılanları hatırlatarak nefsi tahrik etmek suretiyle kırgınlıkları arttırmaya çalışacaktır. Ona fırsat vermemek için nefsimizin üzerine basalım. Hangi cihetten vesvese verirse versin, kulak asmayalım.

Tarafınıza yapılacak hiçbir hakarete, sözlü saldırıya cevap vermeyelim ve susun. “Bayramlarda böyle bir şey olur mu canım!” diyenleriniz olacaktır. Maalesef bayramlarda böyle şeyler oluyor. Bütün sene pusuya yatmış olan şeytan, insanlar bir araya gelince özellikle ortalığı karıştırıyor.

Bayramı bayram gibi geçirmek için şeytanın duygularınızı kullanarak sizi üzmesine de fırsat vermeyin. Çünkü bazı duygusal kimseler, aranmamaktan, ziyaret edilmemekten ve sevdikleriyle birlikte bayramı geçirememekten mahzun olurlar. Sanki dünya yıkılmış da altında kalmışlar gibi. Sanki dünyanın en yalnız insanı onlarmış gibi bir hale girebilirler.

Tamam, bayramlar birlik olunan, toplu sevinçlerin yaşandığı günlerdir. Ama sadece bundan ibaret değildirler de. Bayram gecelerini ihya etmek, Allah’ın biz müminlere bir ikramı olan bayram gecelerini ibadetle değerlendirmek çok önemlidir. Bunun kıymetini anlatmak için Ebu Ümame (ra)'den rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Kim Ramazan ve kurban bayramı gecelerini, sadece Allah'tan sevap almayı umarak ibadet ve taatle geçirirse kalplerin öleceği gün onun kalbi ölmez.” (İbn Mace)
Böyle önemliyken, bayram günlerini yalnızlık duygusuyla ağlayarak değil de ibadetle, zikirle ve Kur’an okuyarak geçirin.

“Bayram Eğlencesi” adı altında yapılan programlardan uzak duralım. Bize, adeta “Eğlence işte böyle olur” diye, en hayâsız günahların işlendiği onca rezaleti yutturuveriyorlar. Biz de “Eğleniyoruz, iyi vakit geçiriyoruz” diye düşünüyoruz. Oysa baktığımız haram, duyduğumuz haram…

Kıyamet günü işlenecek günah, ne kadar acayip hayret verici ve büyük ise Bayram günü işlenen günah da öyledir. Bunun için elimizden geldiği kadar günahlardan kaçınmamız lazımdır.

27 Ekim 2011 Perşembe

Mefkûre Muhacirleri ve Onlara Sahip Çıkan Civanmert Gönüller

Hazreti Lut’tan sonra peygamberlerin güçlü aileler arasından gönderilmesi esprisine bağlı olarak, bütün sermayeleri ihlâs ve samimiyetten ibaret bulunan günümüzün hicret kahramanları için, hizmetin şahs-ı mânevîsi bir rükn-i şedid sayılır mı? İzah eder misiniz?

Hz. İbrahim’in yeğeni olan Hz. Lut (aleyhisselâm), bugünkü Lut Gölü havzasında yer alan ve içlerinde Sodom ve Gomore’nin de bulunduğu muhite peygamber olarak gönderilmişti. Çağımızda bazı ülkelerde tecviz edilen hatta insan haklarını korumanın bir gereği gibi algılanarak hakkında kanunlar vaz’ edilen bir fiil-i müstehcen o muhitte çok yaygınca irtikâp ediliyordu. Kur’ân-ı Kerim siyak ve sibak esprisine bağlı olarak değişik âyet-i kerimelerde farklı versiyonlarıyla bu hususu anlatmıştır. Cenâb-ı Hak, onların helak edilmesinden önce bir mucize olarak Hz. Lut’a (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) melekleri göndermiştir. Melekler de bütün görkem ve çalımlarıyla gökçek yüzlü birer insan şeklinde son bir imtihan unsuru olmak üzere Hz. Lut’un yanına gelmiştir. Bu duruma şahit olan Lut’un kavmi, onlara karşı da saldırganlık tavrına girince artık söz ve nasihat bitmiş, o azgın topluluk bütün bütün imtihanı kaybetmiş ve yerin dibine batırılmışlardır. Cenâb-ı Hak gök taşlarıyla veya gökten gelen meteorlarla recm ederek onları cezalandırmıştır.

İşte bu kavim içindeki o tefessüh etmiş fertler, Hz. Lut’un yanına gelen melekleri görünce, o müstehcen fiili işlemek için ağızlarında salya, harıl harıl koşarak geldiklerinde Hz. Lut (aleyhisselâm) bu manzara karşısında şöyle demiştir:

لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ اٰوِۤي إِلٰى رُكْنٍ شَدِيدٍ

“Ah keşke size karşı yetecek bir gücüm olsaydı veya sağlam bir rükne dayansaydım.” (Hûd sûresi, 11/80) Her halde o büyük peygamberin yerinde kim olsa böyle söylerdi. Fakat hiç kimse bir peygamber gibi bu meseleyi bu ölçüde gayet mevzun bir şekilde vaz edemezdi. Bu münasebetle Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Lut’un orada mütecavizlere karşı acz u fakrının bir dua gibi kabul edildiğini ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:

فَمَا بَعَثَ اللّٰهُ تَعَالَى مِنْ بَعْدِهِ نَبِيًّا اِلَّا فِي ثَرْوَةٍ مِنْ قَوْمِهِ

“Allah ondan sonra her peygamberi kavminden kalabalık bir cemaat içinde gönderdi.” (Tirmizî, Tefsir 13) Yani Cenâb-ı Hak, Hz. Lut’tan (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) sonraki peygamberleri bir kabile ve aşiret içinde göndererek, kavmi kendisine hücum ve saldırıda bulunduğu zaman, mütecaviz ve saldırganların hemen ona ulaşmasına imkân vermemiş, kabile ve aşiretiyle o peygamberi koruma altına almıştır.

Esbabın Perdedarlığı ve İnayet-i İlâhî

Meselâ İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) Mekke’de çok güçlü olan Benî Haşim’dendi. Dedesi, Abdülmuttalib, Mekke’de müşarun bi’l-benan yani parmakla gösterilen bir insandı. Abdülmuttalib’in vefatından sonra onun yerine Resûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Ebu Talib geçmişti. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) çocukluk ve gençliğini onun vesâyetinde geçirmişti. Dolayısıyla Efendimiz’e bir fiske vurma meselesi dahi bütün Benî Haşim’i ayaklandırmaya yeterdi. Bunun için Mekke müşrikleri, Peygamber Efendimiz’e (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) saldırmaktan korkuyorlardı. İşte Allah (celle celâluhu) sebepler âlemi içinde icraat-ı sübhaniyesine esbabı bu şekilde perde kılıyor ve böylece Habib-i Edib’ini himaye ve sıyanet buyuruyordu.

Yasin Sure-i Celilesi’nin ikinci sayfasında anlatılan hadiseyi de bu mevzu ile ilgili düşünebiliriz. Burada Cenab-ı Hak, tefsirlerin çoğuna göre Antakya olduğu ifade edilen şehre iki elçi gönderdiğini ancak belde halkının bu elçileri yalanladıklarını ifade ettikten sonra şöyle buyuruyor:

فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ

“(Onları) bir üçüncü ile destekledik.” (Yasin Suresi, 36/13) Cenab-ı Hak üçüncü bir elçi göndermekle, onların kuvve-i maneviyelerini takviye ediyor ve onlara yalnız olmadıklarını göstermiş oluyor. Zira ikiye üçüncünün eklenmesi, gerektiğinde bir dördüncüsünün de gelebileceğini gösterir. Böylece onlar bu taziz sayesinde tebliğ vazifelerini daha rahat yapma imkânına kavuşmuş olurlar ki, bu da onlar için bir rükn-ü şedid sayılır. Peygamberler tarihine bakıldığında söylediğimiz bu hususa delil olabilecek daha başka misaller de zikredilebilir. Biz bu misalleri o sahanın mütehassıslarına havale edip sorunun ikinci kısmına geçmek istiyoruz.

Evet, günümüzün karasevdalıları, adanmış ruhlar da yüreklerinde insanlık aşk u muhabbetiyle dünyanın dört bir yanına seferler tertip ediyorlar. Bazen oluyor ki, bir ülkeye birkaç kişi hatta bazen tek başına bir insan gidiyor. Bunlar gittikleri ülkelerde çok farklı kültürlerin çocuklarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Muhatapları farklı ortamlarda yetişmiş ve farklı değerleri olan insanlar. Farklı dili konuşuyor, farklı dinlere inanıyor, farklı değerleri öne çıkarıyorlar. Dolayısıyla bu insanlar farklı ortam ve farklı coğrafyalarda değişik zorluk, sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalabilirler. İşte bu noktada soruda dikkat çekildiği üzere hizmetin şahs-ı mânevîsi onlar için bir rükn-i şedid yani yıkılmaz, sağlam bir dayanak, güvenilir bir liman olabilir. Zaten bu harekete destek veren Anadolu insanı, hatta siyasî inisiyatifi elinde bulunduran bir kısım devlet ricali gittikleri her yerde hizmet etmeye çalışan bu arkadaşlara sahip çıkmışlardır. Aynı şekilde yatırım için oralara giden, oralarda iş yapan insanlar da bu arkadaşların yalnız olmadıklarını gösterecek ölçüde onlara destek olmuştur. Böylece bu arkadaşlar, bize sahip çıkılıyor duygu ve düşüncesi içerisinde, gittikleri yerlerde kendilerini yalnız hissetmemiş, bu durum da muhatap oldukları insanlar üzerinde çok olumlu tesirler meydana getirmiştir.

Gönüllere İnşirah Salan Dil Olimpiyatları

Bu açıdan bakıldığında her yıl ülkemizde tertip edilen dil olimpiyatları da dünyanın dört bir yanında hizmet eden hizmet erleri için bir rükn-i şedid sayılabilir. Çünkü çok farklı ülkelerden gelen öğrenciler Türkçe konuşuyor, konuştukları bu dille sevgi, barış ve hoşgörü adına insanlığın özlediği ve beklediği bir manzara ortaya koyuyorlar. Halkı ve devlet ricaliyle ülkemizin insanı da bu öğrencilere ve onlara vesile olanlara yürekten sahip çıkıyorlar. Her sene daha da genişleyen bir daire içinde icra edilen bu aktivitelere eskiden sadece İstanbul ve Ankara ev sahipliği yaparken, şimdilerde Bursa, Balıkesir, Edirne, Kayseri, Konya, Van, Sivas, Denizli, Trabzon, Adana, Erzurum, İzmir, Kırklareli, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Karaman, Afyon, Samsun, Mersin, Antalya, Sakarya ve daha başka iller de bu olimpiyatlara sahip çıkıyorlar. Önümüzdeki yıllarda kim bilir daha kaç vilayet bu aktivitelere kucak açacak ve böylece dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler, gelecek adına ümit vaad eden şiir, türkü ve şarkılarıyla içlere inşirah salmaya devam edecek. İşte içlerinde idarecilerin de bulunduğu bütün bir milletin bu işin arkasında durup ona alkış tutması dünyanın değişik yerlerinde hizmet veren arkadaşların kuvve-i mâneviyesini takviye edecek ve onlar için bir moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mevzu ile alâkalı ayrı bir husus olarak şunu da ifade etmek istiyorum: Seyyidina Hz. Lut’un

لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ اٰوِۤي إِلٰى رُكْنٍ شَدِيدٍ

sözünden hareketle şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Allah yolunda mücahede ve mücadelede bulunan herkes mutlaka arkasını sağlam bir dayanağa dayamalıdır. Zira kuvve-i mâneviyenin takviye edilmesi ve muhatapların güveninin kazanılması adına bu güveni verebilecek bir kuvvet kaynağının, bir dinamonun bulunması çok önemlidir. Meselâ dünyanın dört bir yanında hizmet veren eğitim müesseselerini Türkiye’deki idarecilerin samimi ve gönülden ziyaret ve destekleri, bu fedakâr insanların her zaman arkalarında olduklarını ifade etmeleri, aktivitelerine iştirak etmeleri şimdilerde zılliyet planında bir dünya hâdisesi hâline gelmiş bu hareket için çok önemli bir takviyedir. Hiç şüphesiz bir mü’min için en büyük dayanak Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvveti, kudret ve inayeti, riayet ve kilaetidir. Fakat unutulmaması gerekir ki, esbab dairesi içinde bulunuyoruz ve sebeplere riayetle mükellefiz. Dolayısıyla esbabı görmezlikten gelemeyiz.

Bu arada şunu ifade edeyim ki, her ne olursa olsun, biz kendi duygu ve düşüncemizi, ruhumuzun ilhamlarını başka gönüllere duyurmaya çalışırken kesinlikle iddiadan içtinap etmeli, dayatma arzu ve temayülünden mutlaka kaçınmalı ve hatta dayatma gibi algılanabilecek tavır ve davranışlardan uzak durmalıyız. Fevkalâde yumuşak bir üslûpla, duygu ve düşüncelerimizi muhataplar tarafından hüsnükabul görecek tarzda sunmaya dikkat etmeliyiz. Hatta bizim onlara vereceğimiz güzel ve faydalı şeyler yanında onlardan da alacağımız, istifade edeceğimiz bir kısım güzel ve faydalı şeylerin olduğunu/olacağını unutmamalıyız. Zira günümüzde küreselleşen dünyada değişik coğrafyalarda çok önemli şeyler inkişaf etmiş ve gelişmiş olabilir. Başkalarından alacağımız farklı fikir ve değerlendirmeler, duygu ve düşünce dünyamızda bizi yeni terkiplere götürebilir. O hâlde bize düşen insanlığa faydalı olabilecek her türlü güzelliği alıp onlardan istifade etmeye çalışmak olmalıdır.

Gül Alınıp Gül Satılan Pazar Yerleri

Kendi güzelliklerimizi gönüllere duyurma meselesine gelince, bu güzellikleri hâlimizle, eğitim sistemimizle, kültür lokallerimizle ve varsa yayın organlarımızla arz edip ortaya koymaya çalışırız. Güzellik teatisinde bulunurken bu durumu âdeta herkesin elindekini teşhir edebileceği bir pazar yeri hâline getirme gayreti içinde oluruz. Böylece müşterisini bulan kıymet ve değerler, talebe bağlı olarak insanlara ulaşmış olur. Yoksa geçmişten tevarüs edilen değerler mecmuasını başkalarına dayatma, dayatıp tepeden bakma mülâhazasıyla meseleleri sunma kat’iyen doğru değildir. Hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir ki, sizin değerleriniz muhataplarınızın çok ciddi ihtiyaç duyduğu bir keyfiyette olsa da, üslûp hatası yapıldığı takdirde, dıştan gelen her türlü güzelliğe karşı insanlar tepki verir, tepki gösterir. İşte böyle bir tepkiye sebebiyet vermemek için karşılıklı alışverişte bulunuyor gibi, bir taraftan başkalarından alacağımız güzel ve faydalı şeyler olduğunu unutmamalı, diğer taraftan da teşhir edeceğimiz güzellikleri muhatabın hoşnutluk ve kabulüne bağlı sunmalıyız.

Aslında küreselleşen bir dünyanın böyle bir etkileşime çok ciddi ihtiyacı vardır. Zira neticesi gidip kavgaya dönüşebilecek anlaşmazlık ve uzlaşmazlıkları ancak karşılıklı kültür alışverişinde bulunmak suretiyle engelleyebilir; engelleyip insanlık çapında bir sulh atmosferi oluşturabiliriz. Farklı kültür ve medeniyetler arasında bu türlü diyalog köprüleri ve sıcak bir ortam oluşturulmadığı takdirde, farklılık ve uyuşmazlıklar insanlığı, telafisi mümkün olmayan kavga ve savaşlara sürükleyebilir. Günümüzde ortaya çıkacak böyle bir kavga ve vuruşma ise, ne birinci ne de ikinci cihan harbine benzer. Hiç şüphesiz böyle bir savaş, çok daha öldürücü ve tahrip edici olur. Zira atom bombası veya hidrojen bombasıyla yapılan bir harbin galibi olmaz. Böyle bir savaş bütün bir insanlığın sonu demektir.

İşte böyle bir tehlikeye karşı insanlığı korumak için; farklı anlayış ve kültürler arasında barış köprüleri oluşturmak, bazı şeyleri onlara ulaştırmanın yanında onlardan da bazı şeyleri almak ve böylece farklı toplum ve kültürlerin birbirine karşı yabancı ve vahşi olmadıklarını göstermek gerekir. Bu yapılabildiği takdirde farklı kültür ve anlayışlar arasında kavgaya götürücü ve ciddi anlaşmazlıklara sebebiyet verici farklılıkların bulunmadığı ortaya konmuş, yumuşama ve uzlaşmaya çok ciddi ihtiyaç duyulduğu bir dönemde insanlık adına çok önemli ve hayatî bir hizmet gerçekleştirilmiş olacaktır.

22 Ekim 2011 Cumartesi

PEYGAMBERİMİZİN SÜT ANNELERİ

Kâinatın biricik efendisine süt annelik yapan üç muhterem kadın vardır. Bunları sırası ile ifade edelim:

1- Süveybe: Ebû Leheb'in cariyesi bulunan Süveybe, oğlu Mesruh ile birlikte Peygamber (s.a.v.)'i emzirmiştir Daha önce, Resûl-i Ekrem'in amcası bulunan Hz. Hamza’ya (r.a.) da süt annelik yapan Süveybe, daha sonra Ebû Seleme (r.a.)'i de emzirmiş bulunmaktadır. Bu emzirme, Halime-i Sa'diye'den önceki günlerde olmuştur.

Resûlullah (s.a.v) Mekke'de bulunduğu sırada Süveybe'yi ziyaret eder, hatırını sorar ve kendisine yardımda bulunurdu. Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra da bu ilgisini devam ettirmiş ve ona giyecek elbiseler göndermiştir. Resûlüllah’ın (s.a.v.) Hayber savaşından döndüğü günlerde ömrünü tamamlayan Süveybe vefat etmişti. Oğlu Mesruh ise annesinden önce vefat etmiştir.

2- Halime-i Sâdiye: Halime binti Ebi Züeyb (r.a), Sa'd kabilesine mensuptur. Kocası Hâris bin Abdiluzzâ’dır. Oğlu Abdullah ile birlikte Peygamber (s.a.v.)'i emzirmiş bulunmaktadır. Halime binti Ebi Züeyb'in Cüdâme (Şeyma) ve Üneyse isminde iki kızı da vardır. Onlar yaşça, Abdullah'tan daha büyük olduğu için Peygamber (s.a.v.)'in bakımı ile ilgilenirlerdi.

Peygamber (s.a.v), Halime-i Sâdiye'nin yurdunda dört yaşına kadar kaldı. Hz. Hatice ile izdivacından sonra bu muhterem kadın, Allah Resûlü'nün ziyaretine gelmişti. Yurtlarındaki kuraklık ve sıkıntıdan söz açan Halime'ye Hz. Hatice kırk koyun ve bir deve hediye ederek yurduna gönderdi. Bu muhterem sütanne, Medine-i Münevvere'nin Baki kabristanında medfundur.

Fahr-i kâinat (s.a.v), ondan bahsederken, "Anamdan sonra anam (kadar sevdiğim kadın)dır" buyurmuşlardır. Bir gün, "Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen ile evlensin" buyurunca Zeyd bin Hârise (r.a.) onunla evlenmiştir.

3- Ümmü Eymen: Adı Bereket olan bu muhterem hanım, Resûl-i Ekrem'e sütannelik yapmıştır. Ümmü Eymen, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in babasından miras olarak kendisine intikal etmişti. Hz. Hatice ile evlendiği sırada onu âzat etmiştir. Fahr-i kâinat (s.a.v), ondan bahsederken, "Anamdan sonra anam (kadar sevdiğim kadın)dır" buyurmuşlardır. Bir gün, "Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen ile evlensin" buyurunca Zeyd bin Hârise (r.a.) onunla evlenmiştir. Bu mutlu izdivaçtan Üsâme bin Zeyd dünyaya gelmiştir.

1.PEYGAMBERİMİZİN SÜT KARDEŞLERİ
Peygamberimizin süt kardeşlerinin isimleri:

Hz. Hamza, Ebû Seleme b. Abdi’l-Esed el-Mahzûmî, Abdullah b. Cahş, Mesruh, Ebû Süfyan, Şeyma binti Hâris, Abdullah b. Hâris, Üneyse binti Hâris

1.Hamza: Hz. Peygamber’in amcası olup Efendimiz’den önce Süveybe’den süt emmiştir.
2.Ebû Seleme b. Abdi’l-Esed el-Mahzûmî: Süveybe’den süt emmiştir. İslam’a giren ilk kimseler arasında bulunmaktadır.
3.Abdullah b. Cahş: Süveybe’den süt emmiştir.
4.Mesruh: Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe’nin oğlu olup Peygamber (s.a.v.) ile birlikte süt emmiştir.
5.Ebû Süfyan: Mevzubahis Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in evlendiği Ümmü Habibe’nin babası Ebû Süfyan değil de Hz. Peygamber’in bir amca oğlu olan Abdulmuttalib’in oğlu el-Haris’in oğlu Ebû Süfyan’dır. Yani Haris b. Abdi’l-Muttalib’in oğlu olan bir diğer Ebû Süfyan ki kendisi Rasulullah’ın yeğeni durumundaki bir başka akrabasıdır. Tam adı ise Ebû Süfyan İbni’-Hâris İbni’l-Muttalib’tir.
6.Şeyma binti Hâris: O, Mekke civarında oturan Hevâzin kabilesinin Benî Sa’d bin Bekir koluna mensuptur. Asıl adı Huzâfe’dir. Şeyma lakabıdır. “Benli” manasına gelen Şeyma adı ile meşhur olmuştur. Babasının adı Hâris bin Abdiluzzâ’dır. Annesi de sevgili peygamberimize süt anne olma şerefine eren bahtiyar hanım Halime es-Sa’diye hatundur.
Şeyma yaş itibariyle Efendimiz’den büyüktü. Çocukluk yıllarında birlikte bulunurken süt kardeşi Muhammed’e çok hizmet etmiştir. Alemlerin Fahri Ebedîsi olacak bu çocuğa yemek yedirir, sevgi ve şefkatle onu kucaklar, birlikte elinden tutar gezdirirdi.

Hz. Peygamber Huneyn Gazvesine çıkmıştı. Bu gazve Hevazin kabilesi ile müslümanlar arasında geçti. Çetin çarpışmalar oldu ve birçok mal, eşya ganimet olarak alındı. Çok sayıda insan esir olarak getirildi. Efendimizin süt kardeşi Şeyma’da bu esirler arasındaydı.

Şeyma esirler arasında götürülürken kendisine sert davrananlara: “Biliniz ki, vallahi ben sizin efendinizin süt kardeşiyim.” diyerek havayı yumuşatmak istiyordu. Fakat etrafındakileri inandıramamıştı. Zira aradan çok uzun yıllar geçmişti. Onu esirler arasından ayırıp Efendimize götürdüler. O, İki Cihan Güneşi Efendimizin huzuruna vardığında:

- “Yâ Rasûlallah! Ben senin süt kardeşinim.” dedi. Efendimiz ona:

- “Buna alâmet ve işâret nedir?”dedi. Şeyma kolunu açtı ve:

- “Yâ Rasûlallah! Sen küçük iken beni ısırmıştın! İşte izi.” dedi. Şeyma o günün hâtıralarını bir bir anlatmaya başladı:

- “Sirer vâdisinde, âilemizin koyunlarını otlatıyorduk. O zaman benim babam senin de süt babandı. Annem de süt annendi. Seni memeden ben ayırmıştım. Hatırladın mı şimdi yâ Rasûlallah!” dedi.

Sevgili Peygamberimiz ısırık izini görünce hatırladı. Şeyma kardeşini tanıdı ve ridâsını yere serip üzerine oturttu. Ona sevgi ve şefkatini gösterdi. Aradan uzun yıllar geçmişti. Çocukluk hatıraları gözünün önüne geldi. Bu manzara karşısında duygulandı ve gözleri doldu. Şeyma kardeşine hürmet etti. Hemen süt anne ve süt babasını sordu. Onların daha önce öldüğünü söyleyince Efendimiz hüzünlendi. Şefkat ve Rahmet Peygamberi Efendimiz onu memnun edebilmek için elinden gelen gayreti gösterdi. Süt kardeşi Şeyma’ya:

“İstersen itibarlı ve sevilen birisi olarak burada kal, her türlü hizmetini göreyim. Eğer kabîlene dönmek istersen seni göndereyim.”dedi. Şeyma kabîlesine dönmek arzusunu belirtti. Peşinden İslâm dinini kabul edip, kelime-i şehadet getirerek müslümanlığını ilân etti.

“Ey Rabbimiz, Muhammed’i bize bırak ki, onun delikanlılığını göreyim. / Sonra onu itaat edilen bir efendi göreyim. / Düşmanlarının ve hasetçilerinin yüzüstü geldiklerini göreyim. / Ona, ebediyen devam eden bir şeref ve izzet ver.”



Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz süt kardeşi Şeyma’ya bir erkek bir kadın köle verdi. Birçok eşya ile birlikte deve ve davar cinsinden hayvanlar hediye ederek kabilesine gönderdi.


--------------------------------------------------------------------------------

Şeyma (r.anha) da, Resulullah’ın küçüklüğünde ona oynatırken söylediği şiiri hatırlatıp okudu:

“Ey Rabbimiz, Muhammed’i bize bırak ki, onun delikanlılığını göreyim.

Sonra onu itaat edilen bir efendi göreyim.

Düşmanlarının ve hasetçilerinin yüzüstü geldiklerini göreyim.

Ona, ebediyen devam eden bir şeref ve izzet ver.”

Köyüne gitmek üzere ayrılırken de, Hz.Muhammed'i (s.a.) şu sözlerle takdir etti: "Sen, küçük bir çocukken de, büyük bir adamken de ne iyi kefil (bakan) ve ne iyi bakılansın."

1.Abdullah b. Hâris: Babasının adı Hâris bin Abdiluzzâ’dır. Annesi de peygamberimize süt anne olan Halime es-Sa’diye’dir. Hz. Peygamber ile birlikte Halime es-Sa’diye’den süt içen kardeştir.
2.Üneyse binti Hâris: Babasının adı Hâris bin Abdiluzzâ’dır. Annesi de sevgili peygamberimizin süt annesi Halime es-Sa’diye’dir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Şeytanın Aldatması

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)Rivayet edildiğine göre, kıyamet gününde şeytan için cehennemde ateşten bir mimber kurulur. O mimberin üzerine çıkar. Kafirler ve dünyada kendisine uyan kimseler şeytana şöyle derler:
- Ey Mel’un! Bizi doğru yoldan sen saptırdın! Şeytan da onlara şöyle cevap verir:
- Şüphesiz Allah, size gerçek bir vaadde bulunmuştu. Ben de size vaadde bulunmuştum. Fakat vaadimi bozdum. Benim sizin üzerinizde bir nüfuzum yoktur. Fakat sizi sapıklığa çağırdım. Siz de bana uydunuz. O halde beni kınamayın, nefsinizi, kendinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Bundan da önce, beni Allah’a ortak koşmanızı reddediyorum. Elbette zalimlere can yakıcı bir azap vardır. (İbrahim; 22)

Dersler ve İbretler
Buradan da anlaşıldığına göre, bizleri Allah-u Zülcelal’e isyan etmeye çağıran, daha sonra da insanı yarı yolda bırakan şeytanın peşinden gitmenin ne kadar yanlış olduğu apaçık ortadadır.
Şimdi bütün bunlara bakarak, bizleri cehenneme müstahak edecek hatalardan uzak durmalı ve cennete müstahak edecek salih amellere sımsıkı sarılmalıyız. Kıyamet gününde, bizleri cehennem ateşinden kurtaracak yegane şey budur. Bu kısacık dünya hayatında, nefis ve şeytana uymak, çok büyük bir hatadır.
İnsan düşmanını tanımayıp ondan gafil kaldığı zaman, karşıdaki düşmanın ne yapacağı hepimizce malumdur. Kişinin, düşmanına karşı uyanık olması lazımdır

13 Ekim 2011 Perşembe

Necip Fazıl'ın Kaleminden Hz. Peygamber

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)

Necip Fazıl'ın çok ses getireceğini umduğu bu eseri ne yazık ki şairin beklediği ilgiyi görmemiş ve Necip Fazıl külliyatı arasında en az basılan kitaplardan biri olarak kalmıştır. Hatta şair vefatından kısa bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide bu ilgisizliğe şu cümlelerle feryad etmiştir;

"Benim bir eserim var, Esselâm diye. 63 parçadan ibaret. Rasûlullah'ı anlatıyor. Zaten hayatı da 63 sene. Nerde bu Müslüman nesiller, tahassüsü seven nesiller..."

Esselâm'ın yaşadığı bu talihsizliğe karşın Necip Fazıl'ın Peygamber'in hayatını konu edinen diğer bir kitabı "Çöle İnen Nur" ise ciddi bir okur ilgisine mazhar olmuş ve edebiyatımızda bu konuda yazılan eserler içinde zamanla kendine önemli bir yer edinmiştir. Esselâm'ın aksine mensur olarak kaleme alınan Çöle İnen Nur'da da Allah Rasûlü'nün hayatı nûr-ı Muhammedî'nin yaratılışından Hz. Peygamber'in vefatına kadar bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılmıştır. Eserini bir sanat eseri olarak kurgulayıp kaynak göstermek, vaka atlamamak, kronolojiye tam riayet etmek gibi ilmî kaygılardan uzak bir biçimde yazan Necip Fazıl'ın yöneldiği okur kitlesi de "müminler veya iman istidadında olanlar"dır. Dolayısıyla eser, ispat veya ikna gayesi gütmemekte ve akılcı bir anlayışa hitap etmemektedir. Bu yaklaşımın Necip Fazıl'ın kalemine sanatsal bir serbestlik kazandırdığı ve eserin etki gücünü de arttırdığı görülmektedir.

Esselâm'ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur'un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm'ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl'ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır. Esselâm'da zaman zaman görülen anlatım kusurları, anlam kopuklukları, sınırlanmışlık ve zorlama kafiyeler gibi problemlere karşın Çöle İnen Nur'da ciddi bir anlatım zenginliği, eserin akışına uygun bir biçimde yol alan bir lirizm ve okuru tatmin edecek bir vaka yoğunluğu görülmektedir. Adeta Necip Fazıl, Esselâm'da anlatmak isteyip de şiirin kalıplarının sebep olduğu çeşitli tasarruflarla özetleyerek veya yoğunlaştırarak geçtiği şeyleri Çöle İnen Nur'da kendini sınırlamadan ifade etmiş gibidir.

Bu eserlerinin yanı sıra Hz. Peygamber'e hasredilmiş müstakil bir kitap olmasa da İhtilal adlı kitabının da 30 sayfalık bir bölümünde Hz. Peygamber'in inkılaplarını anlatan Necip Fazıl'ın ayrıca Nur Harmanı adlı bir de hadis derlemesi vardır. Bunlardan başka başta Dört Halife olmak üzere, Ezvâc- Tâhirât'tan Hz. Hatice ve Hz. Aişe, Peygamber'in kızı Hz. Fatıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le Aşere-i Mübeşşere'yi oluşturan diğer altı sahabi olmak üzere 80 kadar sahabinin hayatlarından karelerin yer aldığı Peygamber Halkası adlı eser ile Hz. Ali'ye hasredilmiş İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali adlı eser de dolaylı da olsa Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'le ilişkili eserleri arasında sayılabilir.

Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'i konu edindiği eserlerin dökümünü ve tanıtımını bu şekilde yaptıktan sonra şairin, bu eserlerinde takındığı dikkat çekici birkaç tavır üzerinde durmanın da onun Hz. Peygamber'e yaklaşımını veya O'nu anlatma tarzını açıklamada katkısının olması muhtemeldir. Öncelikle Necip Fazıl'ın, bu eserlerinde Peygamber'e asla adıyla hitap etmeyişi, yalnızca Allah Rasûlü'nün çevresinde bulunan diğer kişilerin ağızlarından aktardığı bazı monolog veya diyaloglarda ve O'nun doğumunu ele aldığı bahislerin isim verme kısmında "Muhammed" lafzını kullanışı dikkat çekicidir. Onun kaleminde Hz. Muhammed yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber'e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur'da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi "Muhammed" yerine "M........" şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır.

Necip Fazıl'ın Peygamber'i anlatma noktasında takındığı diğer bir tavır da O'nu "Müslümanların örnek alması gereken bir rehber veya prototip" olarak tasvir etme çabasıdır. Bu bağlamda Necip Fazıl'ı bu eserleri yazmaya iten sebebin yalnızca Peygamber sevgisi olmadığı, şairin Peygamber'e olan sevgisinin ve bağlılığının yanı sıra okurlarına bir rehber portresi çizme misyonunu da kendisine yükleyerek bu eserleri kaleme aldığı söylenebilir. Hatta bu durum yalnızca Peygamber'e dair anlatılarda değil, sahabilerin hayatlarından alınan karelerde de kendisini göstermektedir. Kısacası Necip Fazıl'ın, yüzyıllardır anlatılagelen vakaların yeni bir tekrarını yapmaktan ötede Peygamber'in yaşantısına dair önemli unsurları çağının insanına ulaştırmayı amaçlayarak bu eserleri kaleme aldığı görülmektedir.

Son olarak modern edebiyatımızda sayısı ve niteliği gittikçe azalan Hz. Peygamber konulu eserlerin içerisinde Necip Fazıl'ın eserlerinin ciddi bir önem arz ettiği ve Peygamber'in çağrısının ve bundan ziyade örnek şahsiyetinin 20. yüzyıl insanına ulaştırılması noktasında bu eserlerin -Necip Fazıl'ın kitleler üzerindeki etkileyici kişiliğinin de tesiriyle- önemli bir açığı kapattığı söylenebilir.

Çile'den

PEYGAMBER

Sen, fikir kadar güzel;

Ve tek, birden daha tek!

Itrını süzmüş ezel;

Bal sensin, varlık petek...


Sensin ölüme hisar;

Bâkisi hep inkisar..

Sar bizi, çepçevre sar,

Rahmet rüzgârı etek!..

(1958)

Esselâm'dan

NUR

Yok bile yokken O vardı;

O bir nur... Ki mutlak saffet.

Âdem, Allah'a yalvardı;

O nur için beni affet!


Âdem'in alnında bir nur;

Derken öbür Peygamberde.

Âyet ki, çıplak okunur;

Ne bir harf, ne zarf, ne perde.


Geçti bilmem kaç nesilden,

O nur, İlâhi daire...

İbrahim'den İsmail'den,

Vesaire vesaire...


O nur, o nur, elde sancak;

Aktarılır, nebî nebî.

Bir beklenen var ki, ancak,

Nurun ezelden sahibi...


Nur sırdır, ışık üstü sır;

Vurduğu eşya gölgesiz.

Onsuz insan kör ve sağır;

Ülkeler onsuz, ülkesiz.


Son Peygamber, son Peygamber!

İlk olunca sona geldi.

Nur, fezayı tutan çember,

Ondan gelip O'na geldi.



Kaynaklar

- Cemile Sümeyra, "Çöle İnen Nur: Önder ve Peygamber", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004

- M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, Şule Yayınları, Nisan 2000

- Mustafa Aydoğan, "Şiirin Ufku: Esselâm", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004

- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Aralık 1999

- Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2006

- Necip Fazıl Kısakürek, Esselâm, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2005

6 Ekim 2011 Perşembe

İmanın ikiz kardeşi

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)
Sohbet-i Cânan hesabına yeni bir döneme girdiğimiz düşüncesi ve bizim için rahmet vesilesi sohbetlerinizin hep devam etmesi recasıyla, ilk sorumuzu “mü’minin miracı” ile alâkalı olarak hazırladık. Bir makalede, namazı, “kurbet ve vuslat yolcusunun ötelere en yakın karargâhı, en son otağı, gaye ile hemhudut en büyük vesilelerden biri” olarak tarif ediyorsunuz. Namazın gaye ile hemhudut olması ne demektir, lütfeder misiniz? (05.55)

Namaz, bütün ibâdetlerin pîri ve dinin direğidir. Namaz, mü’minin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. Namaz, keyfiyetteki temel disiplinler açısından aynen, şekil ve kemmiyetteki bazı hususlarda da bir kısım farklılıklarla her peygambere ve ümmetine farz kılınmış olan umumî bir ibadettir. (06.35)
İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Kant da, Saf Aklın Kritiği’nde, Allah’ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Evet, başta namaz olmak üzere güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. (09.38)
Varlık arasında gaye ölçüsünde bir vesile Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’dir. O Muallim-i Ekmel ve Ekber’dir ki, varlığın çehresine çaldığı ışıkla kâinatı, okunan bir kitap; hayatı da, cennete doğru uzanan bir köprü haline getirmiştir. Böylece bizleri karanlıklar içinde ümitsiz dolaşmaktan kurtararak, Allah’a imanla itminana ulaştırmış ve rıza yoluna hidâyete vesile olmuştur. Fakat o, öyle büyük bir vesiledir ki, biz, o vesileyi çok defa gâyenin yanında zikreder ve O’nun, bizim için “gâye ölçüsünde bir vesile” olduğunu ikrarda bulunuruz. Zaten bizzat Cenâb-ı Hak da tevhid ifadesi olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasulullah” ifadesinde O’nun adını kendi adıyla yan yana zikredip ve bunu imanın esası sayarak böyle demeyenin kurtulamayacağını beyan buyurmuyor mu? İşte, ibadetler arasında da namaz iman ile hemhudut “gâye ölçüsünde bir vesile”dir. (11:40)
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) hakikat-i Ka’be ile tev’em (ikiz) yaratıldığı gibi, namaz da iman ile ikiz olarak vaz’ edilmiştir. (13:00)
Soru: 2) Namazın unvanlarından birinin de “ribât” olduğu ifade ediliyor? Bu manada ribât nedir; namazın ribât oluşunu nasıl anlamalıyız? (14:00)

“Ribât”, maddî-mânevî bereketin akıp akıp gelmesine denildiği gibi, her türlü belâ ve musibetin geleceği noktalara karşı uyanık olma ve dikkat kesilmeye.. ve kendini bir işe, bir şeye bağlama ve adamaya da denir. Zaten, tehlike noktalarını beklemek üzere kendini o işe adamış askere de “Murâbıt” denilmektedir. (14:09)
Âl-i İmran sûresinin 200. ayet-i kerimesinde olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’de de ribât nazara verilmektedir. Mezkur ayette bu husus, “râbitû” kelimesiyle ifade edilmektedir. “Ribât” tabiri, bir yönüyle, irtibat manasına gelmekte ve yine mü’minleri bir hey’et teşkil etmeye, kollektif şuuru işletmeye ve yakın alâka ile birbirine destek olmaya çağırmaktadır. Ayrıca, dinin ve milletin başına gelmesi muhtemel tehlikelere karşı hudut boylarında nöbet beklemenin ve hasım güçlerin toplum yapısında açtığı gedikleri tıkamak için gayret göstermenin adıdır ribât. (14:38)
Diğer taraftan, bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, kendini tamamen namaza veren, gönlünü camiye rabteden; sabah namazını kıldıktan sonra “Elhamdulillah bu vazifemi de eda ettim!” deyip hem onun sevincini yaşayan hem de “Öğle vakti gelse de Ruh-u Revân-ı Muhammedî minarelerden bir kere daha yükselse, ben de yine mescide koşup manevî duygularla dolsam!..” düşüncesiyle evinin yolunu tutan, kalbi mescide bağlı insanın bu tavır ve davranışıdır ribât. (15:09)
Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Ashab-ı kirama “Allah’ın, hatalarınızı silip temizlemeye ve sizi derece derece yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri söyleyeyim mi?” dedikten sonra şunları saymıştır: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, zahmetine rağmen eksiksiz abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak.. Peygamber Efendimiz, bunları saydıktan sonra da şu ilavede bulunmuştur: “Bakın size diyorum; şu şanı yüce iş var ya, işte (ribat) sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk’la irtibatlandırma budur.” (Müslim, Taharet 41) (15:45)
Soru: 3) Mevzu ile alâkalı makalelerde “namazdan beslenen insanların ona hiç doymayacakları” vurgulanıyor. “Namazdan beslenmek” nasıl mümkün olur? (16:40)

Namaza alışmış ve onunla beslenen insanlar, ona hiçbir zaman doymazlar. Doymak şöyle dursun, her namaz bitiminde “daha yok mu?” der, nafileden nafileye koşar; duhâ ile güneş gibi yükselir, evvâbinle gidip kurbet tokmağına dokunur, teheccüdle berzah karanlıklarına ışıklar gönderir ve ömrünü âdeta ibadet atkıları üzerinde bir dantela gibi örmeye çalışır ve kat’iyen içinde yaşadığı nurlardan, ruhunu saran mânâlardan ayrılmak istemez.. istemez ve hep ibadetin vaadettiği güzelliklere koşar. (16:50)
Kur’an-ı Kerim’in namazla ilgili irşâdatı ve âbidlerin rehberi Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, mü’minlerin gönüllerinde de “ibadetlerin özü”ne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır. Hak dostları “Namazı ikâme et!” emrine kayıtsız, şartsız inkıyat etmiş ve hemen her gece yüzlerce rek’at namaz kılmışlardır. Öyle ki, namaza karşı gösterdikleri teveccüh adeta bir keramete dönüşmüş; bast-ı zamana mazhar olmuş ve bir gecede birkaç yüz rek’at namazı ikâme edebilmişlerdir. Onlar arasında iki rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmeden insanların bile var olduğu rivayet edilmektedir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bunlardan biridir. Bast-ı zamana mazhar olmadan bir gecede ve iki rek’atlık namazda Kur’anın hatmedilemeyeceği âşikardır. (17:15)
Namazı tam duyabilmek, ubudiyet hususundaki konsantrasyona bağlıdır: Abdest suyuyla beraber günahlarının da döküldüğüne inanan mü’min, abdestle kazandığı metafizik gerilimi ezân-ı Muhammedî’yi dinlerken de devam ettirir, hatta daha da artırır.. ezanı müteakiben bir de sünnet namaz kılarak derinlik içre derinliğe ulaşır. Böyle dikkatli ve hassas bir kul için, namazı bekletme hiç söz konusu değildir, her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel abdestini alıp “Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an, nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin.” duygusuyla gerilmiş olarak “Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin” komutunu bekler; bekler ve bir dizi hazırlıktan sonra iyice heyecana gelmiş vicdanıyla adeta “Seccadem neredesin!” der. Zaten, abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da, farzdan önce kâmet getiren müezzin ve haşyetle tekbir getiren imam, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin mülâhazalarla “Allahü Ekber” deyip namaza durur. (19:00)
Namazdan beslenebilmek için, bütün esaslarına uyarak, rükünlerini eksiksiz yerine getirerek, murâd-ı ilâhîde mahiyeti ne ise işte o şekilde ortaya koyarak namazı tastamam eda etmek gerekir. Cenâb-ı Hak, neye namaz demiş ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz vasıtasıyla namazı ne şekilde talim etmişse, yani, ilm-i ilâhîde şekillenen namaz ne ise, onu o şekilde yapıp ortaya koymak icap eder. Haddizatında, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü’l-İ’caz’da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manâlarını gözetmektir.” Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. (23:55)
Namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanısıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya “ikâme” denmektedir. Evet, insanın, Cenâb-ı Hak ile münasebetinde asıl olan mânâdır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan da lâfızlardır, şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı, mutlaka o lâfızlara, kalıplara da dikkat edilmelidir. Esas alınan mânâyı, mazmunu o kalıpların taşıması lâzım. Dolayısıyla, kalıp ve şekillerin hiçbir mânâsı yok denilemez. Zâhirî ahkâm onlara bina edilir. Ne var ki, namaz vardır namazdan içeri, oruç vardır oruçtan içeri. Onun için buyurulur ki, “Mü’minler kurtuldu. O mü’minler ki, onlar her zaman namazlarında huşû içindedirler...” (Mü’minun, 23/1-2) (25:50)
Namazı en önemli tatmin unsuru sayanlar, dünyanın gâilelerinden bunaldıkları anlarda hemen ona koşanlar ve onu şartları, rükunları, iç-dış ta’dil-i erkânıyla ikâme edenler hem bu dünyada namazdan beslenmiş, gönül darlıklarını onunla gidermiş, başka arayışlardan kurtulmuş ve bir adı da “zikir” olan namazla huzura ermiş olurlar; hem de onu kabirde gökçek yüzlü bir arkadaş ve sıratta elden tutan bir yoldaş olarak yanlarında bulurlar. (30:14)

29 Eylül 2011 Perşembe

PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)'İN NESEBİ HAKKINDA

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)
O: "Muhammed bin Abdillah bin Abdilmuttalip bin Haşim bin Abdi Menaf bin Kusayy bin Kilab bin Mürre bin Ka'b bin Lüeyyi bin Galib bin Fihr bin Malik bin Nadr bin Kinane bin Huzeyme bin Müdrike bin İlyas bin Mudar bin Nizar bin Maddi bin Adnan" dır.
Yukarıdaki sıralama üzerinde ittifak vardır; ancak Adnan'dan Hz.Adem'e kadar olan soy sıralamasında ise epey bir ihtilaf vardır. (3)

Hz. Peygamber Efendimizin (S.A.V) annesi Amine bintu Vehb bin Abdimenaf bin Zühre bin Kilab bin Mürre bin Ka'b bin Lüeyyi'dir. (4)



(3) Bu neseb-i şerifin tamamı Buhari (Kitab-u Menakıb), Peygamber Efendimizin soyu bölümünde, Beyhaki'de (365/6), İbni Saad'da (55/1) ve benzeri gibi diğer kaynaklarda yer almakta olup buralarda yazılan açıklamaların dışında çeşitli ihtilaflar söz konusudur.

Allame Seyyid Ömer bin Alevi bin Ebi Bekr el-Kaf, Peygamber Efendimizin (S.A.V) nesebini telif yoluyla Hz.Adem'e kadar ulaştırmış ve bu zincirin halkalarına yer alanlardan her biri için açıklama yapmış, bu konuda en sıhhatli bilgilere yer vererek detaylandırmış ve bu kitabına "Peygamber Efendimizin (S.A.V) Ataları Hakkında Beyan ve Ebedi Övünç (Essarhül Mumerred ve'lfahrü'l müebbedi liabai Seyyidina Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem)" adını vermiştir. Bu kitap Beyrut'taki Dar'ül Havi (Havi Yayınevinin) yayınları arasında yer almaktadır.

(4) Bu durum Beyhaki tarafından "Delail"de (183/12), İbn-i Hişam (1156) ve diğer alimler tarafından zikredilmiştir.

25 Ağustos 2011 Perşembe

TÜM İSLAM ALEMİNİN KADİR GECESİNİ KUTLAR .HUZUR .BEREKET .SAGLIK .DİLEKLERİMLE...Kadir Gecesi (26/27 Ağustos 2011)

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) En nurlu ve feyizli geceyi Kadir Gecesinde idrak ederiz. Kur'ân'da adı geçen tek ay Ramazan ayıdır; tek gece de Kadir Gecesidir. Bu bereketli saatlerin şeref ve kıymetini Kâinatın Rabbi Sevgili Habibine haber vermektedir. Bu gecenin faziletine o kadar değer verilmektedir ki, o vakitlerde tecelli edecek rahmetin ve ruhanî hâdiselerin anlatılması için müstakil bir sûre inmiştir. Bu sûre Kadr Süresidir.

Yine Cenâb-ı Hak bu gecenin kudsiyetini bildirmek için beş âyetli bir sûrede üç defa "Leyletü'1-Kadr" ifadesini açıkça zikretmektedir:
"Şüphesiz, o Kur'ân'ı Kadir Gecesinde indirdik. Bilir misin, Kadir Gecesi nedir? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır."

Ulvî hâdiseler de sûrenin sonunda şöyle ifade buyurulur :
"O gecede melekler ve Cebrail Rablerinin izniyle her iş için arka arkaya iner. O gece, tan yerinin aydınlanmasına kadar bir selâmettir."

Kadir Gecesinin en önemli özelliği, cin ve insanlara iki cihan saadeti bahşeden, kâinat kitabının ezelî bir tercümesi olan yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerimin bu gecede ilk olarak dünya semasına indirilmesidir. Daha sonra ise ihtiyaca göre âyet âyet veya sûreler halinde vahyin mazharı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselama Cebrail (a.s.) vasıtasıyla takdim edilmiş olmasıdır.

Yine bu mübarek gecede insanlığın ebedî refahına sebep olacak, ona bereketli bir ömrü kazandıracak bir fırsat verilmektedir. Bu geceyi dua, zikir ve ibadetle geçiren kişi, ancak seksen sene gibi uzun bir ömürde kazanabileceği ecir ve sevabı bir gecede elde etme bahtiyarlığına ermiş olacaktır.

Bu gecedeki İlâhî ziyafete ve Kur'ânî sofraya başta Kur'ân-ı Mübini Resulullah Aleyhissalâtü Vesselama vahiy yoluyla getiren Cebrail olmak üzere melekler de inerek şenlendirirler. Kalb ve basîreti açık olan mü'minlere uhrevî âlemden manzaralar sergilenir. Meleklerin pey der pey inmesiyle yeryüzü manevî bir tazyike maruz kalır. Dünya adetâ onlara dar gelmeye başlar. Mü'minlerin etrafını kuşatarak onlara Rablerinin bağış ve rahmetini müjdelerler. Tan yeri ağarıncaya kadar devam eden bu ulvi tecelli, ümmet-i Muhammed'in gönüllerine engin bir huzur ve saadet dalgası estirir.
Kadir Gecesinde böyle nurlu hâdiselerin yıldönümlerini idrak ederiz. Onun kadrini bilmekle de feyiz ve bereketinden, dünyayı kuşatan nuranî havasından istifade etmiş oluruz.

Hadislerde Kadir Gecesi

- Ubâde b. Sâmit (r.a) şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem, Kadir Gecesi'ni haber vermek üzere Hâne-i Saâdetinden çıktı. Derken Müslümanlardan iki kişi kavga ettiler. Buyurdular ki: Ben, size Kadir Gecesi'ni haber vermek üzere çıkmıştım. Filân ile filân kavga ettiler de ona dâir olan bilgi kaldırıldı. İhtimâl ki hakkınızda bu daha hayırlıdır. Artık siz, Kadir Gecesi'ni yirmiden sonraki yedinci veya dokuzuncu veya beşinci gecelerde arayınız

- İbn-i Abbâs (r.a)’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Ashâb'ım! Siz leyle-i Kadr'i Ramazan'ın aşr-ı ahîrinde arayınız!. Leyle-i Kadir, ya Ramazan’ dan dokuz gece kala, yâhut yedi gece kala, yâhut da beş gece kaladır

- Âişe (r.a)’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ramazan'ın son on günü girince, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem ibâdet konusunda daha da ciddî bir sa'y ü içtihâd arz ederlerdi. Gecesini ihyâ eder, ehl ü âilesini de ibâdet için uyandırırdı.

- Ebû Hüreyre radiyallâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Her kim, imânından dolayı ve mükafatını yalnız Allâh'tan umarak Kadir Gecesi'ni ihya ederse, geçmiş günahları affedilir.

Bin aydan hayırlıdır denmesinin hikmeti nedir?
"Bin ay" seksen üç sene dört aylık bir süreye tekabül eder. Geçmişteki salih kimselerin bir ömür boyu kazandıkları manevi mertebeyi bir gece içinde elde etme fırsatıdır. Resulullah (a.s.m.) sahabilere İsrailoğullarından bir kimsenin Allah yolunda bin ay boyunca silâhlı olarak cihat ettiğini anlatmıştı. Sahabiler bunu duyunca şaşırdılar ve kendi amellerini az, gördüler. Bunun üzerine Kadir Suresi indirildi.

Başka bir rivayette Peygamberimiz Sahabilere İsrailoğullarından dört kişinin seksen sene boyunca hiç günah işlemeden ibadet ettiklerini anlattı. Sahabiler bunu hayretle karşıladı. Cebrail Aleyhisselâm geldi, "Yâ Muhammed, ümmetin o birkaç kişinin seksen sene ibadetinde hayrete düştüler. Allah sana ondan daha hayırlısını indirmiştir" diyerek Kadir Suresini okudu ve, "İşte bu senin ve ümmetinin hayran kalışından daha hayırlıdır" buyurdu.(1)

Diğer bir rivayette Resulullah’a bütün ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Kendi ümmetinin ömrünü kısa görünce, ömrü uzun olan ümmetlerin amellerini düşündü. Kendi ümmetinin bu kısa ömürlerinde yaptıkları amellerle onlara ulaşamayacakları endişesi içinde üzüldü. Yüce Allah da Habibine, bu üzüntüsüne mukabil Kadir Gecesini vererek diğer ümmetlerin bin yılından daha hayırlı kıldı. (2)

Kadir Suresi bu hadiseler üzerine nazil olmuştur.
Bu sure, Sahabilerin üzüntüsünü hafifleten bir suredir.

Kadir Gecesinin Bu Kadar Faydalı Olmasını Nasıl Açıklarsınız?
Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, Kur'an’ın bildirmesiyle bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra kat’i bir delildir. Evet nasılki bir padişah, saltanatında belki her senede, ya tahta geçme merasimi namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Halkını, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan onsekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal'i; o onsekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur'an-ı Hakîm'i Ramazan-ı Şerifte indirmiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, Cenab-ı Hakkın hikmetinin muktezasıdır. Madem Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, adî ve hayvanî meşguliyetten insanları çekmek için oruca emredilecek.

Sure neden Kadir Gecesinde indi?
Peygamber (a.s.m.) her şeyden önce bir uyarıcıdır. Bu ikaz görevini doğrulukla yapması için emri önce kendi nefsinde uygulaması lazımdı. Nefsine uygulamanın en uygun vakti de gece vaktidir.

Neden "Kadir" Gecesi?
Kadir Gecesi hüküm gecesi demektir. Duhan Suresinde açıklandığı üzere İlâhi takdirce belirtilen hükümler Kadir Gecesinde ayırd edilir. Bu anlamda Kadir Gecesine takdir gecesi diyenler de vardır. Aslında eşyanın, işlerin ve hükümlerin miktar ve zamanları ezelde takdir edildiği için burada söz konusu olan takdir, önceden tespit edilen kader programının yerine getirilmesiyle ilgili planların hazırlanmasıdır. (3)

"Kadr" kelimesinde "tazyik" manası da vardır. Buna göre o gece yeryüzüne o kadar çok melek iner ki, dünya onlara dar gelir.

Bir hadiste, "O gece yeryüzüne inen meleklerin sayısı çakıl taşlarının sayısından çok daha fazladır" buyurularak buna işaret edilir. (4)

Kadir Gecesinin Ramazan'ın hangi gecesine rastladığı hususunda pekçok rivayet olmakla birlikte, Ramazan'ın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bazı hadis-i şeriflerden de 27. gecesine denk geldiği bildirilmektedir. "Onu yirmi yedinci gecede arayınız" mealindeki hadis bu hususa işaret etmektedir. (5)

Bu rivayetlerin ışığında, İslâm âlimleri Kadir Gecesinin Ramazan'nın yirmi yedinci gecesi olarak kabul etmiş ve böylece Müslümanlar o geceyi Kadir Gecesi niyetiyle ihya edegelmişlerdir.
Bunun için mü'minler mümkün mertebe, vakit ve imkânları ölçüsünde Kadir Gecesini değerlendirmeye çalışırlar. Uyku ve istirahatla geçirmemeye gayret ederler. Çünkü bu gecede herbir Kur'ân harfine otuz bin sevap verilmektedir. Diğer ibadetlerin sevabı da o nisbette artış göstermektedir.
Kadir Gecesini değerlendirmek ve o vaktin feyiz ve bereketinden istifadeyi arttırmak için namaz kılınır, Kur'ân okunur, Kur'ân tefsirleri mütâlâa edilir. Zikredilir, salavat-ı şerife getirilir. Dualar edilir, Allah'a niyaz ve tazarruda bulunulur. Fakir ve kimsesizler doyurulur, bol bol sadaka verilir. Hâsılı her vesileyle vakit nurlandırılır. Kadir Gecesinin getireceği büyük kazanç hakkında rivayet edilen hadisler en güzel teşvik mahiyetini taşımaktadır.

"Kim inanarak, sevabını ancak Allah'tan bekleyerek Kadir Gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir." (6)

Bu gecede nasıl dua edelim?
Bunu da Hazret-i Âişe (r.a.) vasıtasıyla yine Peygamberimizden, öğrenelim:
"Dedim ki, 'Yâ Resulallah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?’
Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam "Allahümme inneke afüvvün tuhibbü'l-afve fa'fu annî (Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin' buyurdu"

Kaynaklar
1) Hak Dini Kur an Dili. 6:4592
2) Muvatta. İtikâf:6
3) Duhan Suresi, 3.
4) Hak Dîni Kur'ân Dili, 9:5970.
5) Müsned, 2:27.
6) Buhari, Siyam: 71, İbni Mâce, Dua

23 Ağustos 2011 Salı

Yeter ki İstemesini Bil

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Ashabdan Enes bin malik (r.d ) anlatıyor:

Hz peygamber’in (s.a.v) ashabı içinde Ebu Ma’lek diye birisi vardı. Bu zat, Şam ile Medine arasında tüccarlık yapardı.

Kendisi Allah Tealaya tevekkül ederek bir kafileye katılmaz kendisi , yalnız gidip gelirdi. Bir defasında Şam’dan Medineye doğru gelirken önüne at üzerinde bir hırsız çıktı.

Dur dur! ” diye bağırdı. Tüccar durdu ve hırsıza,

“İşte malım , al senin olsun; beni bırak dedi. Hırsız,

“Ben malı istemiyorum, seni öldürmek istiyorum” dedi.

Tüccar,

Beni öldürüp eline ne geçecek? İşte malım , senin işine yarar, al da beni bırak!” dedi. Hırsız aynı sözleri tekrar etti, onu öldüreceğini söyledi. Tüccar,

“Öyleyse bana biraz müsade et de bir abdest alıp namaz kılayım, yüce Rabbime dua edeyim” dedi Hırsız,
“İstediğini yap ” dedi.

Ebu Ma’lek, abdest aldı, sonra namaz kıldı; namazdan sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti:

“Ya Vecud… Ya Vedut…
Ya Zel-Arşi’l-Mecid
Ya Mubdiü Ya Müid
Ya Fe’alün Lima yürid
Es-elüke bi nuri vechikellezi melee erkane arşik
Ve es-elüke bi kudretikelleti kaderte biha ala halkık,
Ve bi rahmetikelleti vesiat külle şey’in
La ilahe illa ente
Ya Müğis, eğisni.”

Manası:

“Ey yüce dost, ey yüce arşın sahibi!
Ey yoktan var eden, var ettiğini yok eden rabbim!
Ey her istediğini yapan Allahım!
Arşın her yanını dolduran Zatının nuru hürmetine,
Bütün mahlukata hükmettiğin kudretinin azametine,
Her şeyi kuşatan rahmetinin bereketine,
Senden istiyorum.
Senden başka ilah yoktur.
Ey çaresizlerin yardımına yetişen Allah’ım, bana yardım et”.

Bu duayı üç kez tekrarladı.

Duasını bitirir bitirmez boz renkli, yeşil elbiseli bir atlı belirdi. Elinde nurdan bir mızrak vardı.Hırsız kendisine yaklaşınca atlı ona hücüm edip mızrağı öyle bir vurdu ki, hırsız atından yuvarlandı. Sonra tüccara dönerek,

“kalk onu öldür” dedi. Tüccar,

” Sen kimsin? Ben bu zamana kadar hiç kimseyi öldürmedim. Onu öldürmek hoşuma gitmez” dedi.O zaman atlı gidip hırsızı öldürdü, sonra tüccarın yanına geldi ve ona şöyle dedi:

“Ben üçüncü kat gökte bulunan bir meleğim. Sen ilk dua ettiğin zaman göğün kapılarının gıcırdayıp ses verdiğini işittik ve, “Yeni bir olay oluyor !” dedik. Sen ikinci kez dua yapınca göğün kapıları açıldı.Sonra üçüncü kez dua edince, Cebrail gelerek,

” Şu anda darda kalmış kula kim yardım eder? dedi. Ben yüce Allah’dan o hırsızı öldürme işini bana vermesini istedim, izin verildi ve sana yardıma geldim.

Ey Allah’ın kulu, Şunu Bil, “KİM BAŞINA GELEN HER TÜRLÜ SIKINTI VE MUSİBETTE SENİN YAPTIĞIN DUA” ile dua yaparsa, Allah Teala onun sıkıntısını giderir,kendisine yardım eder!”.

Bu tüccar sağ-sağlim Medine’ye döndü, Hz peygamber (s.a.v.) yanına geldi, başından geçenleri ve yaptığı dua’yı kendisine anlattı. Hz peygamber(s.a.v) ona,

“Allah Teala sana kendisiyle dua edinince kabul ettiği, bir şey istenirse verdiği güzel isimlerini öğretmiş” buyurdu…

Yetiş Ya Resulallah – peygamber sohbetleri – peygamber hikayeleri

http://sabrikontek.azbuz.com : (:) Ebû Abdullah Merrakûşî hazretleri, Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâdan bir şey istemek, Resûlullah efendimizin yardım ve şefâatlerine kavuşmak husûsunda bir eser yazdığı esnâda başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletti:


“1239 senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemâatle berâber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden biri vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi. Durup su aramaya çıktık. Ben de bu arada ihtiyâcımı görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum. Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kâfileden hiçbir iz yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telâşla daha süratli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık hayâtımdan ümîdimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını hissetmeye başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında:

“Yâ Resûlallah! Yetiş! Senden Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum!” diye inledim.

Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamâna kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. Elele bir müddet yürüdük. Hayâtımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini aşınca, berâber yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim bindiğim hayvan en arkada onları tâkib ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden tutup bineğime bindirdi.

Sonra da;

“Bizden bir şey isteyeni ve yardım talebinde bulunanı boş çevirmeyiz.” diyerek geri dönüp gitti. O zaman onun Resûlullah efendimiz olduğunu anladım. O, geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi;

“Nasıl olup da ben, Resûlullah efendimizin elini ayağını öpmedim.” diye çırpındım. Ama iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştı

18 Ağustos 2011 Perşembe

Ramazan ve Komşuluk medeniyeti

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Yüce dinimiz İslam’ın medeniyet mefkûresi insan ilişkileri üzerine bina edilmiştir. Bizim Yaratıcımızla ilişkimizden hemen sonra o ilişkiyi en çok belirleyen, insanlarla, tabiatla varlıkla ve kâinatla olan ilişkilerimizdir. İnsanın çevresi ile olan ilişkilerinde aile, aile içerisinde anne-baba, eş ve çocuklar önceliklidir. İlişkiler açısından bakıldığında aile halkasından sonraki halkada yakın akrabalar, daha sonra yetimler, muhtaçlar, uzak ve yakın komşularımız, dost arkadaş, yolcu ve en nihayet sevgili Peygamberimizin (s.a.s.); “Hepiniz Âdem’densiniz Âdem ise topraktan yaratılmıştır.” ifadesiyle yaratılışta kardeş olan ve bütün insanlığı içine alan bir ilişkiler ağı önerilmektedir. İşte İslamiyet’in medeniyet mefkûresi bütün bu ilişkiler ağını içine alan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Dinimiz İslam, bu ilişkiler ağını ilmek ilmek dokumuş, gergef gergef örmüştür.

Kerim Kitabımız’da “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 36.) buyurulmak suretiyle insan ilişkileriyle ilgili çok önemli esaslar ortaya konulmuştur. Toplumun huzur ve mutluluğu ancak bu ilişkilerde rahmet, sevgi, saygı, meveddet, şefkat vb. ilkelerin hâkim kılınmasıyla mümkündür.

İslam literatüründe komşuluk ilişkileri, hem inanç hem hukuk hem de ahlakla ilişkilendirilmiştir. Pek çok hadiste gerçek mümin olmanın yolunun, komşularımızla ilişkilerimizi düzgün tutmaktan geçtiği belirtilir. Nitekim Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Yanı başındaki komşusu açken tok yatan kimse (gerçek) iman etmiş olamaz.” (İbn Ebî Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6.) “Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun; Allah’a ve âhiret gününe iman eden komşusunu rahatsız etmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.” (Buhârî, Rikâk, 23.) Cebrail (a.s.) tıpkı namazı öğretmek için Hz. Peygamber’e geldiği gibi, komşuluk ilişkilerini anlatmak için de ona gelmiştir. Sevgili Peygamberimiz; “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı kılacak sandım.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 28.) buyurur ki, bütün bu hadisler komşuluk ilişkisinin inanç, hukuk ve ahlak boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aynı çatı altında güne başlayıp, aynı duvara yaslanarak günü sonlandırdığımız komşularımız, hayat telaşı içinde unutulmayacak kadar değerlidir.

Çağımızda, farklı yaşam biçimleri, hızlı kentleşme, göçler, nüfus yoğunluğunun artması gibi unsurlarla, ölçüsüz maddileşme eğilimleri, dünyevileşme, bireysellik, bencillik, insanların tutkularına esir olması, nemelazımcılık gibi olumsuzluklar, insan ilişkilerinin bütün boyutlarını olumsuz yönde etkilediği gibi, komşuluk ilişkilerinde de derin sarsıntılara yol açmıştır. Öyle ki artık aynı evin içersinde yaşayan insanlar dahi farklı odalara kapanarak birbirlerine komşu olmaya başladılar.

Günümüzde teknolojik imkânlar mesafeleri ortadan kaldırdığı için uzak komşularımız bize yakın olmuş, yine büyük kentlerde yatay komşuluk dikey komşuluğa dönüşmüş ve komşuluk kavramını değiştirmiştir. Buna bağlı olarak da bize yeni sorumluluklar yüklemiştir. Bu nedenle modern zamanların yeni bir komşuluk konseptine ihtiyacı var. Dolayısıyla da çağa, modern metropollere, megapollere yeni bir komşuluk aşısı gerekmektedir.

İşte onbir ayın sultanı olarak nitelendirilen Ramazan ayı, bu aşının yapılmasında, özümüzde var olan iyilik, kardeşlik ve dayanışma duygularımızı yeniden canlandırarak komşuluk ilişkilerimizin yeniden inşasında önemli fırsatlar sunmaktadır. Bu mübarek ay, aslında müminler arasında pek çok alanda beraberlikler ortaya çıkarmaktadır. Her şeyden önce hangi ırk ve renkten olursa olsun fakiriyle zenginiyle oruç tutarak açlığı ve susuzluğu birlikte yaşıyor, iftar sevincini/coşkusunu beraber tadıyor, sahura kalkarak bereketli zamanları birlikte paylaşıyoruz. Bu sebeple, Ramazanın bize kazandırdığı manevi iklimi taçlandırmak için, komşuluk ilişkilerimizi yeniden canlandırarak hep birlikte yeni bir fiilî seferberlik başlatmamız gerekir.

Komşuluk ilişkilerinin yeniden canlanmasında milletimizin manevi hayatına hizmet eden din görevlilerimize de çok önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu nedenle din gönüllüleri olarak, öncelikle kendi aramızdaki ilişkileri gözden geçirmeliyiz. Bu çerçevede her bir din görevlimiz, önce kendi komşusuyla ve din görevlisi arkadaşıyla komşuluk ilişkilerine bir göz atmalı, yaşayarak bunu insanlara anlatmalıdır. Her bir din görevlimizin, Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri, literatürümüzü ve kültürel mirasımızı dikkate alarak komşulukla ilgili başlatmış olduğumuz bu uygulamalı seferberliğe öncülük yaparak büyük katkılar sağlamasını bekliyorum. İnanıyorum ki, bu husustaki çabalarımız, örselenen komşuluk ilişkilerimizin tamir edilmesinde ve yeniden canlandırılmasında çok hayırlı kapılar açacak ve toplumumuzda bir farkındalık oluşturacaktır.

Ramazan ve Komşuluk medeniyeti

http://sabrikontek.azbuz.com : (:)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Yüce dinimiz İslam’ın medeniyet mefkûresi insan ilişkileri üzerine bina edilmiştir. Bizim Yaratıcımızla ilişkimizden hemen sonra o ilişkiyi en çok belirleyen, insanlarla, tabiatla varlıkla ve kâinatla olan ilişkilerimizdir. İnsanın çevresi ile olan ilişkilerinde aile, aile içerisinde anne-baba, eş ve çocuklar önceliklidir. İlişkiler açısından bakıldığında aile halkasından sonraki halkada yakın akrabalar, daha sonra yetimler, muhtaçlar, uzak ve yakın komşularımız, dost arkadaş, yolcu ve en nihayet sevgili Peygamberimizin (s.a.s.); “Hepiniz Âdem’densiniz Âdem ise topraktan yaratılmıştır.” ifadesiyle yaratılışta kardeş olan ve bütün insanlığı içine alan bir ilişkiler ağı önerilmektedir. İşte İslamiyet’in medeniyet mefkûresi bütün bu ilişkiler ağını içine alan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Dinimiz İslam, bu ilişkiler ağını ilmek ilmek dokumuş, gergef gergef örmüştür.

Kerim Kitabımız’da “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 36.) buyurulmak suretiyle insan ilişkileriyle ilgili çok önemli esaslar ortaya konulmuştur. Toplumun huzur ve mutluluğu ancak bu ilişkilerde rahmet, sevgi, saygı, meveddet, şefkat vb. ilkelerin hâkim kılınmasıyla mümkündür.

İslam literatüründe komşuluk ilişkileri, hem inanç hem hukuk hem de ahlakla ilişkilendirilmiştir. Pek çok hadiste gerçek mümin olmanın yolunun, komşularımızla ilişkilerimizi düzgün tutmaktan geçtiği belirtilir. Nitekim Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Yanı başındaki komşusu açken tok yatan kimse (gerçek) iman etmiş olamaz.” (İbn Ebî Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6.) “Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun; Allah’a ve âhiret gününe iman eden komşusunu rahatsız etmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.” (Buhârî, Rikâk, 23.) Cebrail (a.s.) tıpkı namazı öğretmek için Hz. Peygamber’e geldiği gibi, komşuluk ilişkilerini anlatmak için de ona gelmiştir. Sevgili Peygamberimiz; “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı kılacak sandım.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 28.) buyurur ki, bütün bu hadisler komşuluk ilişkisinin inanç, hukuk ve ahlak boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aynı çatı altında güne başlayıp, aynı duvara yaslanarak günü sonlandırdığımız komşularımız, hayat telaşı içinde unutulmayacak kadar değerlidir.

Çağımızda, farklı yaşam biçimleri, hızlı kentleşme, göçler, nüfus yoğunluğunun artması gibi unsurlarla, ölçüsüz maddileşme eğilimleri, dünyevileşme, bireysellik, bencillik, insanların tutkularına esir olması, nemelazımcılık gibi olumsuzluklar, insan ilişkilerinin bütün boyutlarını olumsuz yönde etkilediği gibi, komşuluk ilişkilerinde de derin sarsıntılara yol açmıştır. Öyle ki artık aynı evin içersinde yaşayan insanlar dahi farklı odalara kapanarak birbirlerine komşu olmaya başladılar.

Günümüzde teknolojik imkânlar mesafeleri ortadan kaldırdığı için uzak komşularımız bize yakın olmuş, yine büyük kentlerde yatay komşuluk dikey komşuluğa dönüşmüş ve komşuluk kavramını değiştirmiştir. Buna bağlı olarak da bize yeni sorumluluklar yüklemiştir. Bu nedenle modern zamanların yeni bir komşuluk konseptine ihtiyacı var. Dolayısıyla da çağa, modern metropollere, megapollere yeni bir komşuluk aşısı gerekmektedir.

İşte onbir ayın sultanı olarak nitelendirilen Ramazan ayı, bu aşının yapılmasında, özümüzde var olan iyilik, kardeşlik ve dayanışma duygularımızı yeniden canlandırarak komşuluk ilişkilerimizin yeniden inşasında önemli fırsatlar sunmaktadır. Bu mübarek ay, aslında müminler arasında pek çok alanda beraberlikler ortaya çıkarmaktadır. Her şeyden önce hangi ırk ve renkten olursa olsun fakiriyle zenginiyle oruç tutarak açlığı ve susuzluğu birlikte yaşıyor, iftar sevincini/coşkusunu beraber tadıyor, sahura kalkarak bereketli zamanları birlikte paylaşıyoruz. Bu sebeple, Ramazanın bize kazandırdığı manevi iklimi taçlandırmak için, komşuluk ilişkilerimizi yeniden canlandırarak hep birlikte yeni bir fiilî seferberlik başlatmamız gerekir.

Komşuluk ilişkilerinin yeniden canlanmasında milletimizin manevi hayatına hizmet eden din görevlilerimize de çok önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu nedenle din gönüllüleri olarak, öncelikle kendi aramızdaki ilişkileri gözden geçirmeliyiz. Bu çerçevede her bir din görevlimiz, önce kendi komşusuyla ve din görevlisi arkadaşıyla komşuluk ilişkilerine bir göz atmalı, yaşayarak bunu insanlara anlatmalıdır. Her bir din görevlimizin, Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri, literatürümüzü ve kültürel mirasımızı dikkate alarak komşulukla ilgili başlatmış olduğumuz bu uygulamalı seferberliğe öncülük yaparak büyük katkılar sağlamasını bekliyorum. İnanıyorum ki, bu husustaki çabalarımız, örselenen komşuluk ilişkilerimizin tamir edilmesinde ve yeniden canlandırılmasında çok hayırlı kapılar açacak ve toplumumuzda bir farkındalık oluşturacaktır.