1 Mayıs 2016 Pazar

“Size Emredildiği Gibi”

“Emroğlunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 112, eş-Şûrâ, 15) Dosdoğru olmak, hiç yalpalamamak... Zikzak çizmemek. Sıcakta erimemek, soğukta donmamak!.. Kolay değil. Hattâ; “İnsanlar günah işlerler, günahkârların en hayırlısı tevbe edenlerdir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30) hadîs-i şerîfinin işaret ettiği hakikat ile düşünürsek, tam mânâsıyla istikamet sadece Peygamberlere mahsus. Onlardan dahî Cenâb-ı Hak zelleler sâdır olmasına müsaade buyurmuş, çeşitli hikmetlerle. Bu âyetin istikamet vurgusu, “Rabbim Allah’tır deyip sonra istikamet üzere olanlar...” (Fussılet, 30; Ahkāf, 13) ve benzeri âyet-i kerîmelerde de var. Kemâliyle istikametle yaşamak, gerçek kerâmet olarak isimlendirilmiş. Hak katında gerçek meziyet, bu. Üzerinde durulması gereken; bir de “emrolunduğun” kısmı var. Çünkü çoğu insanın ortalama bir istikamet duygusu vardır. Yani doğru yaptığını düşünme. Doğru bildiği yoldan gitme. Âyet-i kerîmede şöyle ifade edilir bu his: “De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre davranır. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (İsrâ, 84) Mizaca, tabiata, yaradılışa uygun değil, “emre uygun istikamet.” Meşrebe, yetiştirilme tarzına, toplum anlayışına uygun değil, “emre uygun istikamet.” İlâhî talimatlara göre yaşamak. Nebevî emir ve yasaklarla hayatı tanzim. İslâm, teslimiyetten geliyor. Emir dinlemek, teslîmiyetin en güzel tariflerinden biri. “İşittik ve İtaat Ettik.” Müslüman şiarı: “Semi’nâ ve ata’nâ” “İşittik ve itaat ettik.” “İşittik ve şimdi itaat etmek için hikmetini öğrenmeyi bekliyoruz!” değil. “İşittik ama kat’î delille gelen bir farz yahut haram mıdır, yoksa sünnet veya mekruh cinsinden hafif (!) bir hüküm müdür, araştırmaktayız.” değil. “İşittik ve itaat edeceğiz.” de değil. Fiiller arası zaman farkı da olmayacak. Çünkü; “İşittik ama gençlik geçtikten / hacca gidip geldikten sonra uyacağız.” gibi emre itaat çeşitleri de müslümana yakışır cinsten değil. İstikamet hiç değil. Emre itaat, Allâh’a ve Rasûlü’ne... Bir de kardeşlere... Mü’min, hayırhâh, iyi niyetli kardeşlerin emirlerine! Emr-i bi’l-mâruf... Dînimizin mühim bir hakikati. “İyiliği emretmek.” “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker”i emreden Allah, diğer yandan da her muhataba; “Sana emredildiğinde, emrolunduğun gibi istikamette ol!” fermanında bulunmuş oluyor. Bir mânâda, “Sana ‘Şunu yap, şunu yapma!’ diyen kişi, benim emrimle emrediyor. Benim elçim. Rasûlümün ümmeti. Elçimin elçisi... Ona itaat et. Bu emirler ağırına gitmesin!” demiş oluyor. “Nebilerin varisleri olan alimler”e (Tirmizî, İlim 19) itaat etmek, Allah'a ve Resulüne itaatin bir gereği olarak ortaya çıkıyor. Emir ve yasak kelimeleri bugünün anlayışında itici kelimeler gibi geliyor. Elbette Kuran-ı Kerim emr i maruf vazifesini yüklenenlere de kavl-i leyyin yani “Yumuşak söz ve üslup kullanmak,” “Hikmetli sözlerle, mevizelerle nasihat etmek,” tavsiye ediliyor. Yine ikaz ederken hatalı kişiyi insanlar içinde mahcup etmemek için münasip bir fırsatı kollamak prensipleri zaten tebliğ ve ikazın usul şartlarındandır. Ama ikaz eden ne kadar dikkat etse de netice de emir ve yasak ham nefse zor gelir. Hakikaten; emre itaat, gururun en çok incindiği şeylerdendir. “Sana ne?” “Sana mı kaldı?” “Biliyoruz!” “Yapmadığımı ne biliyorsun?” Bu tür enâniyet kokan itirazlar yığılıverebilir, iyiliği emrettiğinizde, kötülüğü yasakladığınızda... Belki de sırf bu sebeple, Lokman Hakîm, oğluna öğütleri arasında; “İyiliği emret, kötülüğü yasakla!” buyurduktan sonra; “Başına gelene sabret!” (Lokmân, 17) ifadesini eklemişti. Tebliğ etmenin bir bedelinin olması da işin bir başka tarafı. Bazen havâsta bile bu “Emre karşı cidal” problemi yaşanmıştır. Hazret-i Ali radıyallâhu anh kendisi anlatıyor: “Bir gece Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem evimize gelip beni ve kızı Fâtıma’yı kaldırıp; “Haydi namaz (teheccüd) kılmıyor musunuz?!.” buyurdu. Ben de; “Ey Allâh’ın Rasûlü, canlarımız Allâh’ın elindedir. Eğer bizim kalkmamızı dilerse kaldırır!” dedim. Ben böyle söyleyince dönüp gitti ve bana hiçbir karşılık vermedi. Sonra onun giderken dizlerini döverek ve âyeti okuyarak; “İnsan tartışmaya ne kadar da düşkün böyle!” (Kehf, 54) dediğini duydum.” (Buharî, Teheccüd, 5; Müslim, Müsafirîn, 206) Demek ki, hayrı tavsiyeyi hazmetmek, kolay değil. Mümin emirden hoşlanmasa da münafık gibi davranmaz. Münafığın, yani kalbindeki duygulara Allâh’ı şahit tutarak (yalan yere yemin ederek) insanları tesiri altına almaya çalışan, aslında din düşmanı olup, eline geçen ilk fırsatta neslin ve malın fesadı ve helâki için uğraşan tipin bir vasfı da şudur: “Ona; ‘Allah’tan kork!’ denildiğinde, onu gurur sarar ve onu günah işlemeye sevk eder.” Düşünün; “Allah’tan kork!” emri, gururu kabartıyor, o kibir de günahı körüklüyor! Böylelerinin âkıbeti kötüdür: “Ona cehennem yeter! O ne kötü döşektir!”(Bakara, 205-206) Zaten dinimiz, ahlâkı îmân ve ibadetten sonraya koymuş gibi görünse de, aslında ahlâk hepsinin derununda yatar. Siyer-i Nebî’yi okuyalım: Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem ile muâsır olmalarına rağmen; kibir, haset ve cimrilik gibi kötü huylar, birçok bedbahtın inkârda veya nifakta ısrarına yol açmıştır. Bu sebeple, dînin ahlâkî eğitimle meşgul ve lüks gibi görünen Tasavvuf fakültesi, aslında en köklü işi yapmaktadır. Ama mütevâzıâne şekilde, son sırada imiş gibi durur. Tasavvufta sohbet usulünün kullanılmasının bir sebebi de, diğer birçok hikmet ve fâidelerinin yanında, insanı “emir dinleme”ye de alıştırması olabilir mi? Ak sakallı amcalar, ak yaşmaklı teyzeler sık sık toplanıp huşû içinde; “Namaz kılın, dünyaya kapılmayın, Allâh’ı zikredin...” ve benzeri emirleri dinlerler. Söylenenleri bilirler, çoğunu yapıyorlardır da. Ama; “Hatırlat! Hatırlatmak mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât, 55) buyurulmuş. Tasavvufta “emir” mühimdir. “Emir, edepten üstündür.” Mürid, mürşidi tarafından tasavvufî edep açısından, edeben yapmaması gereken bir şey emredince derhâl yerine getirir. Çünkü böyle bir durumda emre, karşı; “Ama edebe mugayir bir şey emrettiniz?” demek, edepsizliğin ta kendisidir. “Emir demiri keser.” “Mürid mürşidinin irşâdı hususunda; gassal (ölü yıkayıcı) elinde meyyit (ölü) gibi olur.” gibi günümüzün tasavvuftan habersiz insanını yadırgatan ifadeler, insan nefsinin emre itiraz etme huyunu törpüleme ve itaatini güçlendirme istikametindeki tembihlerdir. Bu hakikatleri, kötü misallerle çürütmeye çalışmak mânâsızdır. “Sû-i misal, emsâl olmaz.” Yani; “Kötü örnek, misal diye verilmez.” Güzel misaller, teslîmiyetin insana neler kazandırdığını ispatlamaya yeter. Siz insanların cehaletini giderin, onlar nâ-ehil kişilerin emrine girmesinler. Yoksa birileri istismar edecek diye, adı dahî teslimiyetten gelen İslâm’ın bir esası değiştirilecek değildir. Bizim medeniyetimiz itaat ve teslîmiyetle yükselmiştir. “Emir” şeklinde yazdığımız bir kelime de “Emîr”dir. Âmir kelimesi gibi, kendisine yönetme “iş”i, yani “emr” verilmiş kişidir. İdare salâhiyetini eline almış kişidir. Ya “Emîru’l-mü’minîn” dir; yahut; “Dünyanın ücrâ köşesinde bile olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emîr tayin etmeden yaşamaları doğru olmaz.” (Ahmed, II, 177) hadîs-i şerîfindeki gibi, üç-beş kişinin başkanıdır. Fakat onun da hakkı, emirlerine itaat edilmesidir. Tabiî, İslâm’a uygun, meşrû emirlerine: “Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülu’l-emre (idarecilere) de itaat edin.” (Nisâ, 59) Günümüzde itaat, teslîmiyet, sadâkat, biat kültürü gibi bizim kavramlarımız; hep “körü körüne” sıfatıyla karalanıp, kötülenir. Hâlbuki emre itaat; birlik-beraberliğin, kenetlenmiş bir sur gibi cihad edebilmenin, gerçek tevâzu ve mahviyetin temel şartıdır. Tabiî itaate memur olanlar kadar, emîr ve âmir tarafına da söylenecek bir söz var: Emr iş demektir aynı zamanda. Emîr, emredeceği emri, yani işi, bizzat yaşamalıdır. Onun kalbinden, yaşayışından, hâlinden o emredeceği “iş” âdeta taşmalıdır. O zaman, inşallah, muhataptaki, memur taraftaki yadırgama ve itiraz da azalır. Kendisi daima infâk hâlinde olan kişinin, “İnfâk edin!” emri kimseye batmaz. Emr-i bi’l-mâruf’taki emir, nasıl bir emirdir, bunu İlm-i Belâgat’ta buldum. Bizim bugünkü Türkçemizde emir kelimesi anlam daralmasına uğrayarak; “Yukarıdan aşağıya bir işin yapılmasını istemek,” demek. Bir âmirin memuruna, bir babanın oğluna, bir patronun işçisine söylediği gibi. Fakat aralarında böyle bir emir-kumanda zinciri olmayan, aynı seviyede, akran olan kişiler, yani ahbab, arkadaşlar arasında samimiyete binaen emir kalıbı kullanılırsa, bu “İltimas” diye adlandırılır. Bu kelime de günümüz Türkçesinde menfi bir anlamda kullanılıyor. Aslı, “rica, talep” demektir. Bir delikanlı okuduğu ve çok beğendiği kitabı arkadaşına, “Okur musun, okuyabilir misin?” gibi nezâket kalıplarıyla tavsiye etmez. “Oğlum, bu kitabı oku! Müthiş bir kitap, çok beğeneceksin!” der. Yine akran iki amcadan biri diğerinin hastalığını duyunca, “Şu ilâcı iç, şıp diye keser!” der. Türkçemizde bu tür emirlerin sonuna, “Gelsene, yapsana, yesene...” gibi bir ilâveler de yaparız. Kalıp olarak emirdir, fakat rencide etmez. İşte eşitler arasında; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker de böyle bir dostluk, böyle bir samimiyet gerekir. Kendi okumayan, “Oku!” diyemez, kendi tecrübe etmeyen, “İç bu ilâcı dostum!” diyemez. İşte emr i maruf da böyle olursa muhatabı rahatsız etmez. Son söz âyetten mülhem bir kıta olsun: Hak ne emreder, işit: “Fe’stekım kemâ ümirt...” “Emrolunduğun gibi; İstikāmet üzre git!..” Mustafa Asım Küçükaşçı

28 Ocak 2016 Perşembe

Kul Borcu Yüzünden Allah'a Kulluğu Unutmak

Ölçülü olmak, mü’minin vasıflarındandır: Doyunca bırakmak, hatta daha tam doymadan bırakmak... Eskitmeden atmamak... Gerekmedikçe almamak... Alınca görünüp övülecek kadar değil, bir kısmı atılıp çürütülecek kadar değil, iş göreceği kadar almak, açığı kapatacak kadar almak... İslam’ın bize öğüdü budur. Allah-u Zülcelâl, israfı kınamış, tutumlu olmayı övmüştür. “Onlar ki, (Rahman’ın o has kulları) harcadıkları zaman ne israf ederler ne de kısarlar. Bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan, 67) Oysa şeytan ve dostları israfı tavsiye eder. “Gereksiz yere de saçıp savurma; zira böylesine saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir.” (İsra, 27) Tıka basa yemek... Bir kısmını çöpe atmak için almak... Daha eskime belirtileri görünmeden atmak... Her şeyini tüketinceye kadar tüketmek... Borçlanabildiği kadar tüketmek... Borç hanelerini de tüketince kendini tüketmek... Tüketme imkânı kalmayınca iç âlemini tüketmek... Gecelerini zikirle doldurup günlerine “Bismillah”, akşamlarını “Elhamdülillah” ile kapatan bir Ahî pazarı değil, birkaç yıl öncesine kadar bir Anadolu kasabasında zikir ehli birinin mütevazı dükkânından bir ayakkabı almaya çalışsanız belki size dönüp “Evladım, daha ayağındaki eskimedi ki, sen bunu eskit de öyle gel!” derdi. Ya bugünün dev AVM’lerinde, neredeyse dün aldığımızı üzerine biraz koydurup bugün değiştirmeye kalkışacaklar... “Tüket!” diyorlar bize. Tüketebildiğin ne varsa tüket! Tüketecek paran kalmayınca borçlan diyorlar, ne kadar borçlanabiliyorsan o kadar borçlan... Sonra tefeci karakteriyle “kredi” imkânları tanıyorlar. Ya sonrası? Amerikalı yazar Talane Miedaner, “Yaşam Koçluğu” adlı eserinde bakın neler diyor? “Bütün borçlar sıkıntı yaratır ve enerjinizi çalar; kendinizi iyi hissetmenizi, istediğiniz insanları ve fırsatları kendinize çekmenizi zorlaştırır. Borçsuz olduğunuzda tasasız ve hafif olmanız doğaldır. Borç yükünün ağırlığı altındayken rahatlamak hiç de kolay değildir. Bir bankanın başkan yardımcısı olan ve mali durumu da çok iyi olan bir danışanım birkaç bin dolarlık kredi borcuyla dolaşıyordu; benim seminerime katılıncaya kadar da bu konuyu düşünmemişti. Ancak daha sonra, sandığından daha fazla bir bedel ödediğini fark etti. Hemen tasarruf hesabından parayı çekip bütün borcunu ödedi. Sonra beni arayıp hayatındaki farklılık için teşekkür etti. Kendisini çok daha hafiflemiş ve özgür hissediyordu.” Tüketmek ya da Kula Kul Olmak... “Borç” kavramının Arapça karşılığı “deyn”dir. “Deyn” sadece ticari borç değildir. Kişinin îfâ etmediği namaz, oruç, hac gibi ibadetler de deyn kapsamı içindedir. Nitekim hadis-i şerifte, tutulmayan oruç borcu için “deyn” kelimesi kullanılmıştır. Oruç borcu, ticari borca benzetilmiştir: “Allah’a olan borç, ödenmeye en lâyık olandır.” (Buhari, sıyam, 42; Müslim, Sıyâm, 154-155) İbnu Abbas radıyallahu anhüma (Allah-u Zülcelâl ondan ve onun babasından razı olsun) anlatıyor: "Bir kadın Resulullah aleyhissalatu vesselam'a gelerek: ‘Annem vefat etti, üzerinde de nezir orucu borcu var, kendisine bedel oruç tutabilir miyim?’ dedi. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Annen üzerinde borç olsaydı da sen ödeyiverseydin, bu borç onun yerine ödenmiş olur muydu?’ diye sordu. Kadın: ‘Evet!’ deyince, Aleyhissalatu vesselam: ‘Öyleyse annene bedel oruç tut!’ buyurdu.” (Buhari, Savm 42; Muslim, Savm 156) İnsan, ölçülü tüketince kendine hizmet eder; tüketimde israfa gidince nefsine hizmet eder; yaşamına yatırım yaptığını düşündükçe kendi hizmetkârı olur, kendi kendisinin hamalı olur ve gün gelir bunun önünü almayıp ödemeyeceği kadar borçlanınca başkasının kölesi olur. Kul, borçlu psikolojisi içinde öylesine dalar ki dünyaya, önce kendini unutur, kendini ihmal eder, sonra Rabbini anmayı unutur, kulların borcunu ödemek için çırpınırken Allah-u Zülcelâl’e karşı olan borcunu unutur. Allah-u Zülcelâl’i anacağı yerde borcunu anar. Allah-u Zülcelâl’e ibadet edeceği yer ve zamanda borçlarını kapatmak için çırpınır. Ve artık borç, onun hayatına yön verir. Allah-u Zülcelâl’e kulluğu azalır, adeta kullara kul/köle olur. Yoksa bugün yaşam, pek çok kişi için böyle değil mi? “Kredi” kartı ile borçlanmak ve sonra o borcu kapatmak için bir başka “kredi” almak, o “kredi”yi kapatmak için bir başka “kredi” almak... Nihayetinde bütün anlarını o borçları için kapatmak... Bu çırpınış içinde Allah-u Zülcelâl’e olan borcu unutmak... Namazı ve diğer ibadetleri ihmal etmek... “Efendim, borçlarımı ödemek için çalışıyorum, kılmaya vakit bulamıyorum, namazımı kazaya bıraksam caiz olur mu?” demeye başlamak... Kullara borcunu ödemek için Allah-u Zülcelâl’in borcundan taviz vermek... Buna Batılı hayat tarzına eleştirel yaklaşan Batılı düşünürler bile “Efendisiz kölelik!” diyorlar. Çok tüketmek insanı öyle bir duruma getirdi ki her ne kadar bugünün dünyasında “kölelik” yok ise de bir tür “efendisiz kölelik” oluştu, diyorlar. Bu “modern kölelik”te insan, ister kendi kölesi olsun, ister başkasının... Nihayetinde kula hizmetkârdır, Allah-u Zülcelâl muhafaza buyursun, en aşırı hâli bulduğunda kula kuldur. Bu yanlış bir benzetme mi olur acaba? Hani insan, nefsine yenilip çok yer, önce o aşırı yemeğin verdiği rahatsızlığı gidermek için kendisiyle uğraşır, ibadetini hakkıyla yapamaz. Sonra aşırı kilo alır, kilolarını azaltmak için para ve zaman harcar. Derken kendine hamal olur, kendine hizmetkâr olur, o ağırlık içinde kimi zaman ibadetlerini aksatır. İsrafa kaçıp borçlanarak yaşamak biraz böyle değil mi? Bu, tam anlamıyla bir gaflet hâlidir ki israf, Arapça bir kelime olup, sözlükte, “haddi aşma, hata, cehalet, gaflet” anlamına gelen “se-ri-fe” fiil kökünden gelir. Burada “had” ölçüdür. İsrafta; ölçüyü kaçırmak vardır; çoğu zaman önce hata ve cehalet, sonra gaflet vardır. İnsan, o gaflet içinde yiyip içtikten epey sonra sıkıntı hissetmeye başladığında “Eyvah!” der. Ama kimileri için artık çok geç kalınmıştır. Tükeninceye Kadar Tüketmek 1. Kredi Kartı Borcu İntihara Sürükledi 54 Yaşındaki dört çocuk babası işçi Y.D. bahçede ağaca asılmış halde bulundu. (Yakınları), Kaman Belediyesi’nde şoför olarak çalışan Y.D’nin (45) Bankadan 10 bin TL. kredi alıp ödeyemediği için sıkıntı yaşadığını belirttiler. Kefil olan arkadaşıyla tartıştığını, borçları yüzünden ailesiyle sorun yaşadığını, bu nedenle ruhi bunalıma girip kendini astığını belirttiler.” 2. Borcu İçin Banka Soydu Kredi kartı borcu için bankayı soymaya çalışan Murat K. (25) kaçarken sivil polis tarafından kıskıvrak yakalandı. Amasya’nın Merzifon ilçesinde gerçekleşen olayda söz konusu kişinin, bankaya kuru sıkıyla gelip 50 bin TL. alarak kaçarken sivil polis tarafından yakalanmasıyla son buldu. 3. Kredi Kartı Mağduru Engellinin Tepkisi Kredi kartı borcundan dolayı maaşına haciz konulan engelli C.A. , protez bacağını Sakarya Barosu’nun genel kurulunun yapıldığı Sakarya Adliyesi’ne bıraktı. 4. Kredi Kartı Borcu Yüzünden Böbreğini Satışa Çıkardı Ankara Batıkent’te oturan emekli öğretmen G.B. (50), artan kredi kartı borçları yüzünden tefeciden borç aldı ve faizlerini ödeyemeyince böbreğini satışa çıkardı. G.B. “35 bin TL veren herkese böbreğimi verebilirim,” dedi. Bu bilgiler Tüketiciler Birliği’nin 2009’da yayınladığı “Tüketiciler Birliği Kredi Kartları İntihar Raporu”ndan alındı. Bunun adı “tüketirken tükenmek” değil de nedir? İşte şeytan ve dostlarının insanı sürüklediği gaflet budur. İnsan, onlara uydukça Rabbini unutur, kendini doyurma derdine düşerken Rabbine kulluktan uzaklaşır, gaflet ve dalalet içinde önce kendi dışındaki manevi/maddi bütün varlığını; sonra, bizzat kendini tüketir. İslam, buna tam zıt olanı emreder. İslam’ca yaşamak, İslamî bir hayat yaşamak ne güzeldir! Müslüman Borçlanamaz mı? Müslüman borçlanır ama onun borçlanması da Müslümancadır. Resul-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, buyurdular ki: “Allah-u Teâlâ nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde ölmesidir.” (Ebû Davud, Büyu’ 9) Müslüman, borçlanırken bu hadis-i şerifi dikkate alır ve telef etmek için değil, ödemek için borç alır: “Kim, ödemek arzusu ile insanların malını alır ise, Allah (onun borcunu) ona bedel eda eder. Kim de telef etmek niyetiyle halkın malını alırsa Allah onu telef eder.” (Buhâri, İstikrâz 2) “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’de bir adamın (parası ödenmemiş) bir devesi vardı. Adam, borcunu istemeye geldi. Bu sırada kaba sözler sarf etti, hatta Ashabdan bazıları haddini bildirmek istediler. Ancak Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, buna meydan vermeyip: ‘Bırakın onu! Hak sahibinin konuşma hakkı vardır.’ buyurdu, sonra da: ‘Devesini verin!’ diye emretti, (ilgililer) devesini aradılarsa da bulamadılar. Fakat onunkinden daha değerli bir deve buldular. Aleyhissaltu vesselam Efendimiz: ‘Bunu verin’ dedi. Adam: ‘Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin’ dedi. Aleyhissalatu vesselam: ‘En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir!’ buyurdu.” (Buhâri, İstikrâz, 4; Müslim, Musâkât 118-122,) Hadis-i Şerifin son kısmını, “ödeme şuuru” ya da “ödeme farkındalığı” ile ifade edebiliriz. Kişi, bedelini ödeyeceğinin farkında olursa az tüketir, az borçlanır. Çağın en önemli problemlerinden biri, oluşturulan tüketme ortamı ile insanın ödeme şuurunu, ödeme farkındalığını kaybetmesidir, gaflete düşüp israfa teslim olmasıdır. Bu çok ince bir planlamadır. Önce reklam üzerinden ağır bir teşvik yapılır, kişi reklamı yapılan eşyaya kavuşma isteğine hâkim olmakta güçlük çeker, sonra eline “kredi” kartı tutuşturularak ona ödeme şuuru kaybettirilir. Kişi “kredi” kartını (ki gerçekte “borçlanma kartı” demek gerekir) eline alınca hiç ödemeyecekmiş gibi alımda bulunur. Bunun sonu kendi iç barışını ve aile barışını yitirmektir. Bundan şeytandan sakınır gibi sakınmak gerekir. Gelin Rabbimizin buyruğuna kulak verelim: “Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 208)