25 Aralık 2014 Perşembe

İman Cennetin Anahtarıdır

Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde insanların halinin ne olacağını ve onlara ne lazım olacağını bildirip, cüz-i ihtiyarıyla o güzel halleri kazanması ve kötü hallerden muhafaza olması için bir ayeti kerimede şöyle buyuruyor: “Senin Rabbin(in heybeti) geldiği, melekler saf saf dizildiği ve Cehennem getirildiği zaman, işte o gün insan hatırlar, anlar. Ama bu hatırlamanın ona ne faydası var? Der ki; Ah, n’olurdu ben daha önce dünyadayken hayattım için (salih ameller sunmuş, önden göndermiş) olsa idim” (Fecr 22- 24) Yani o kıyamet günü Rabbin öyle tecelli ediyor ki, öyle heybetli oluyor ki… Saf saf meleklerle beraber… Nasıl biz namaz kılarken ellerimizi bağlıyoruz, melekler de öyle saf bağlıyorlar. Allah ne şekilde onlara emrediyor ise o şekilde arka arkaya saf tutuyorlar. Daha korkunç olan “ve o zaman cehennem getirilecektir.” Öyle bir heybetli ses çıkarıyor ki, sanki hararetten patlayacak. Sanki bir bomba patlayınca nasıl bir hararet oluyor, nasıl bir korkunç ses oluyor, öyle bir ses geliyor ondan. İşte insan o zaman günahlarını, hatalarını hatırlayacak. “Eyvah” diyecek, “Bu vardı, günahlara karşı böyle ceza vardı değil mi? Şimdi ben cehennem ateşinde azap göreceğim” diye hatırlayacak. Ama artık hatırlamak ne menfaat verir ki? Ne diyor? “Keşke bu hayatım için bir şeyler takdim etseydim. Keşke buraya gelmeden önce, salih amellerin her çeşidinden yapmış, önceden göndermiş olsaydım. Allah’ın rahmetini kazanmak için salih ameller yapsaydım” diye temenni edecektir. Keşke diyecek ama keşke demekte bir menfaat yok ki… Şimdi, dünyadayken bunu düşünmenin menfaati var… Allah’ın Mahlûkatına Merhamet Edelim! Allah-u Zülcelal’in merhametini kazanmak için bu dünyada, onun mahlûkatına karşı merhametli olmamız lazımdır. İlk önce kendimize merhametli olmamız lazım, nefsimize merhamet etmemiz lazımdır. Ama bizim düşündüğümüz gibi merhamet değil… Nefsime uyku ile merhamet edeceğim, sokaklarda, denizlerde gezdireceğim değil. Çünkü bu geçici hayattır, bitecek. Ebed’ül ebed olan hayat için ona merhamet etmek lazımdır. Sonra mümin kardeşlerimize merhamet edelim. Yeryüzünde ne varsa bütün mahlûkata karşı, hatta bir böceğe bile merhametli olalım. Çünkü onları da Allah yarattı, tıpkı bizim gibi… Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler.” (Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16) Kuran’dan sonra en sahih kitaplarımız, Buharî ve Müslim Hadis kitaplarında şöyle anlatılıyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Bir adam yolda yürürken susadı, derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yalamakta olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: “Bu köpek de benim gibi susamış” deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.” Sahabe sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Yani bize hayvanlara yaptığımız iyilikler için de ücret mi var?” dediler. Aleyhissalatu vesselam: “Evet! Her “yaş ciğer” sahibi için bir ücret vardır” buyurdu. (Buhari, Şirb 9; Müslim, Selam 153) Yine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi eve hapsetmiş, yiyecek vermemişti. Yeryüzünün haşeratından yemeye de salıvermemişti.” (Buhari, Bed’ü’l-Halk 17, Şirb 9; Müslim, Birr 151) Allah-u Zülcelâl günahları affetmek için günah işledikten sonra müracaat edeceğimiz bazı sebepler yaratmıştır. İlkönce tevbeyi, istiğfarı sebep olarak yaratmıştır. Günahtan sonra onu silecek bir salih amel yapmayı sebep kılmıştır. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şefaatini, evliyaların şefaatini sebep kılmıştır. Ama bu sebeplere başvurmak lazımdır. Eğer bu kadar sebep varken biz bunlara başvurmazsak artık sadece kendimizi kınayalım. Çünkü Allah-u Zülcelâl kıyamet günü diyecek ki: “Ey Kullarım! Bunlar sizin beraberinizde getirdiğiniz günah defterleridir. Hiç fazla bir şey yazılmamıştır. Hepsini hesap ettim, şimdi size veriyorum. Kim onda bir salih amel görüyorsa Allah’a hamd etsin.” Çünkü o hayırları yapmak için ona Allah kuvvet verdi, nasip etti. Evet, doğrudur, buraya gelmenizde en büyük sebep, Allah’ın bize kuvvet vermesi, Allah’ın bizim kalbimize ilham etmesidir. Bunun için Allah’a hamd etmek lazım. “Kim de amel defterinde günah görüyorsa kimseye itab etmesin kendi nefsine itab etsin.” Cennete Tertemiz Girilir Allah-u Zülcelâl bize iman nasip etmiştir, bu cennetin anahtarıdır. Bu sende varsa cennetin kapısı açılacak önünde… Ama anahtarın kapıyı açması için de tam kilide uygun olması lazımdır. Anahtarın dişleri vardır, işte o dişler amel-i salihtir. Namazdır, zekâttır, hacdır, yaptığımız hizmetlerdir. Anahtarın kapıyı açması için bu amel-i salihlerin de olması lazımdır ki, kilide tam uysun. Bu da ancak Allah’ın yardımıyla olur. Bir anahtarın bir dişi eksik olursa, kilidi açamaz. Elimizden geldiği kadar namazlarımızı, zekâtlarımızı yerine getirmemiz, Allah’ın sevmediği günahlardan çekinmemiz lazımdır. Çünkü o günahlar, hatalar cennete girmeye manidir. Kişinin cennete tertemiz girmesi lazımdır. Bir kişi diyor ki “Ben bir gün caminin kapısına gittim. Elbisem temiz değildi. Bir kişi dedi ki, ‘Sen nasıl bu pis elbiseyle camiye gireceksin?’ O zaman kendi kendime düşündüm: ‘Sübhanallah! Bu kalbimi Allah’a karşı temizlemeden Allah’ın huzuruna nasıl gireceğim?’ Ondan sonra daima kalbimi temizlemek için gayret gösterdim. “Allah’ın dünyadaki evine, camiye kirli elbiseyle giremezsem, cennetine nasıl gireceğim?” Diye düşündüm. Devamlı kalbimi temizlemeye gayret gösterdim.” Akıllı, hayrı ve şerri bilen değil ki… Tamam, bildin ama devamlı şerri yapıyorsun, hayrı yapmıyorsun, ne faydası var? Akıllı, hayrı bildiği zaman yapan, şerri bildiği zaman yapmayandır. Çünkü hayrın akıbeti Allah’ın rızası ve ahirette hazırladığı nimetleridir. Şerri de tam tersidir. Onun için akıllılık bildiğini yapmaktır. Hasan Basri diyor: “Hiçbir kimse yoktur ki, kabre girdiği zaman bir melaike onunla birlikte olmasın. O der ki ‘Amelini yaz!’ İsterse dünyada yazı bilmesin, orada bilecek… Eğer o kişi dünyadayken salih amel yapıyorsa, ilk önce ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazıyor ve kabir azabından emin oluyor.” Besmele, çok kıymetli bir zikirdir, bilmiyoruz onu kıymetini. Bilâ teşbih, senin bir memlekette nüfus cüzdanın olduğu zaman rahat olursun. Nüfus cüzdanın olmadığı zaman orada soracaklar, burada soracaklar, rahat olamazsın. İşte besmele de öyledir. Hz. Ebubekir hicret ederken Sevr mağarasına geldiler. Kâfirler onların tam önünden geçiyorlardı, mağaranın tepesinde de çatlak yerler vardı, eğer eğilip baksalar göreceklerdi, onları. Hz. Ebubekir dedi ki “Ya Rasulallah, ayaklarının dibine baksalar bizi görecekler!” Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Üzülme, Allah bizimledir.” Allah’ın sizinle beraber olması ne kadar güzel bir şeydir! Bütün kâinat onun elindedir! Yeter ki o bizimle beraber olsun, bize hiçbir zarar dokunmaz! Çünkü hiçbir şey O’nun izni olmadan sana veremez. Öyleyse sadece “Allah’ın rızasını kazandım mı?” diye mahzun olalım. Ne kadar uğraşsak, pişman olmayacağız, bunu bilin. Eğer Allah’ın rızası için “Daha güzel amel yapmalıyım” diye nefsinle mücadele ediyorsan, böyle bir derdin varsa demek ki senin kalbin hayydır, diridir, sağlamdır. Eğer kalbde böyle bir dert yoksa o kalp, sahipsiz ev gibi, haraptır. Allah’a kendimizi teslim edelim, ihlâsla amel yapalım. O zaman Allah salih amel nasip edecektir. Niyet halis olması lazımdır. Allah-u Zülcelâl Davud aleyhisselama buyurdu: “Ya Davud! Sen de bir şey istiyorsun ben de istiyorum. Ama benim istediğim olacaktır! Eğer bana teslim olursan, ben senin istediğini de vereceğim.” Yani “Bana teslim olursan, ben Allah’a havale ettim, o verse de, vermese de, ben ona razıyım dersen, senin istediğini de veririm. Ama teslim olmazsan, o zaman seni faydasız işlerle meşgul ederim.” İlla ki Allah’ın dediği olacak! O zaman kulun görevi, Allah’ın azametine karşı teveccüh etmektir. Çünkü o zaman Allah’a halis bir kul olmuş oluyor. Kalbimizi daima Allah-u Zülcelâl’in nuruna çevirelim. Onun huzurunda hata yapmayalım çünkü kalp günahların zulümâtından hastalanıyor. Bunu salih amel yapmak isteyip de yapamadığımız zaman anlayabiliriz. Bazı sofiler diyor ki, “Virdime oturamıyorum.” Benim yanımda oturuyor ama başka zaman oturamıyor. Yemek için oturabiliyor, çay içmeye oturabiliyor ama virdine oturamıyor. Manevi hastalıktan başka bir şey yok. Eğer diyorsan ki, “Zoruma gidiyor” doğrudur. Ama nasıl ki doktora gidiyorsun sana acı şurup veriyor, iyileşmek için içiyorsun. İğne veriyor sana, canını acıtmıyor mu? Onun gibi nefsini biraz zorlamak lazım. “Hoşuna gitmese de oturacağım!”diyeceğiz, virdimizi çekeceğiz. Tedavi oluyorsun o zaman. O manevi hastalık gidecektir inşaallah. Her Geçen Gün Amelimize Şahittir Dünyayı biz böyle sakin görüyoruz hâlbuki her şey bizi çağırıyor, kabir bizi çağırıyor, o topraklar… Hatta içinde bulunduğumuz gün bizi çağırıyor. Sabah gün doğduğu zaman: “Ey Adem oğlu! Ben Allah’ın yeni bir mahlukuyum! Ben yeni bir günüm, senin ameline de şahidim!” Sübhanallah! Üzerimizden ne kadar gün geçmişse hepsi: “Filan kul bende şunu yaptı, şunu yapmadı…” diye şahitlik yapacaktır. O günün saatleri bittikten sonra, bize diyor ki: “Ben gidiyorum, kıyamete kadar dönmem!” Onlar böyle sesleniyorlar ama biz onlardan gafiliz! Allah-u Zülcelâl bir Kudsî hadiste buyuruyor ki: “Ben yeryüzü halkına azap etmeyi murat ettiğimde, mescitleri inşa ve tamir edenleri, benim rızam için birbirlerini sevenleri ve seher vakitlerinde istiğfar edenleri görünce, onlara azap etmekten vazgeçerim.” Bakmayın, biz Allah’ın dostlarının hürmetine dünyada yaşıyoruz. Bakmayın öyle denizlerde, sokaklarda dolaşıyorlar, Allah-u Zülcelâl evliyaların hürmetine müsaade ediyor. Onlardan bir tanesi de, Allah için birbirini sevenler ve istiğfarda bulunanlar. Müjdeler olsun, siz bu hadisin haber verdiği kişiler arasına giriyorsunuz. Bunlar Allah’ın rızasını kazanan işlerdir. Bazı evliyalar Allah’a münacatta bulunuyorlardı: “Ya Rabbi eğer benimle senin aranda ateş denizi olsaydı ben yine sana gelirdim, o ateş bana mani olmazdı.” Yani nefsini feda ediyor. Kişi Allah’a dost olduğu zaman ne olursa olsun ona… Bakın depremler oluyor, ne olursa olsun, kârdasın. İstersen parça parça olsan da sana bir şey olmaz… Ama sen pamuklara sarılmış olsan, dünya senin olsa, Allah’a teveccüh etmiş değilsen sana bir faydası yok! Uzun emel bizi aldatıyor. Genç bir kadın Ramazan ayında yemek yiyor. Yaşlı bir kadın da ona diyor ki: “Allah’tan korkmuyor musun?” O da diyor ki: “Ben de senin gibi ihtiyar olunca tutacağım!” Bu sözünden sonra on gün geçiyor, bir gün pencereden bakarken düşüyor ve ölüyor. Hani ihtiyar olacaktı!? Evliyalar diyor ki; “Dünya ehli dünyadan ayrıldığı zaman ona sorsalar, ‘Dünyadan hatırladığın en güzel şey nedir?’ Der ki: ‘Allah’ı tanımaktır!’ Başka bir şey hatırına gelmeyecektir.”Allah’ı tanımak dünyadaki en değerli şeydir. Başka hiçbir şeyin değeri yoktur. Tarikatın üç merhalesi vardır, burada olmayanlara da anlatın. Başlangıcı muhabbettir. İkinci merhale, bir iki sene sonra olabilir, on sene sonra olabilir, bazen muhabbet olur bazen kabz (tutukluk)hali verilir. Gavs diyordu ki, bakın Gavs olduğu halde “Bazen öyle oluyordum ki sanki ben tarikatten çıktım, sadatların feyzi üzerimde kalmadı, böyle bir duruma geliyordum.”diyor. Bu şunun içindir, “Yani bak sende bir şey yoktur, her şey Allah’tandır. Muhabbeti veren de Allah’tır. Verirsem veriyorum vermezsem de vermiyorum. Zannetme ki ben iyiyim, ondan bana veriliyor.” İşte sofinin bunu bilmesi için bazen ondan muhabbet alınır. Bu kötülüğümüz için değildir, bizim için mühim olan istikamettir. O tutukluk zamanında da namazını, virdini, her şeyini yap, Allah’ın daha çok hoşuna gidiyor. İçinden şevk ve muhabbet gelmediği halde yapmanın mükâfatı daha büyüktür. Çünkü nefsin bundan bir zevki yok, nefse muhalefet sevabı var. Bazıları bu tutukluk zamanında tasavvuftan vazgeçiyor, arkadaşlarının yanından ayrılıyor, sohbetlere, hatmeye gelmiyor. Bu şeytanın hilesidir. Onun için hiç moralimizi bozmadan amelimize devam etmek lazım. Üçüncü merhale, ise ne kadar amel yaparsan yap, “Ben ne yaptım ki,” diyorsun, kendini Allah’a karşı yok gibi görüyorsun. Bu üç merhalenin hangisinde olursan ol hiç mahzun olmayın, Allah sizi tedavi ediyor.

18 Aralık 2014 Perşembe

NAMAZ KILINMASI MEKRUH VAKİTLER

Kerâhet Vakitleri Kısaca namazın ehemmiyeti Namaz kılmanın ne kadar önemli bir emr-i ilahi olduğu her Müslümanın bilgisi dahilindedir. Fakat namazın önemini tekrar hatırlatmak gerekirse şu birkaç hadis-i şerif dahi yeterli olacaktır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, “İman ile küfür arasındaki fark, namazı kılıp kılmamaktır.”(Tirmizi) buyurmuş olması namazın önemini ortaya koymaktadır. (Bu hadis-i şerifi izah eden ehlisünnet alimleri farziyetini inkâr etmediği müddetçe namaz kılmayan birisi kâfir olmaz, demişlerdir.) Bir hadis-i şerifte ise namazı, vaktinde şartlarını tam yerine getirerek kılmanın kurtuluşunun vesilesi olduğu, namaz hususunda gereken ihtimamı göstermemesinin ise hüsrana uğramasına sebep olduğunu beyan sadedinde şöyle buyurulmuştur; “Kıyamet günü kulun ilk hesap konusu ve ilk gözden geçirilecek amel hanesi namazdır. Bu konudaki hesaplaşma iyi geçerse kul kurtulur, bozuk geçtiği takdirde ise aldanmış ve hüsrana uğramış olur.” (Taberani) Namazın önemini ortaya koymak açısından bu iki hadis-i şerif yeterli olacaktır. Mümin namazına ihtimam gösterir. Mümkün mertebe tam vaktinde eda etmeye çalışır. Fakat bazen gaflete düştüğü için ya da günümüz ulaşım şartları, ağır işlerde çalışmasının yoğunluğu/yorgunluğu yada başka sebeplerle namazını tam vaktinde kılamayabilir. Namazını vaktinde kılmayı kaçırmışsa kaza ederek, geciktirmişse de bir sonraki vaktin girmesine yani ezanının okunmasına kadar olan sürede eda edip, kılabilir. Malumdur ki bir namazın vakti (Sabah namazı hariç) diğer namazın vaktinin girişine kadardır. Mesela, öğle namazının vakti, ikindi namazına kadardır. Fakat bazı vakitlerde namaz kılmak mekruhtur ve bu vakitlerde (ikindi namazı hariç) namaz kılınmaz, kılınırsa iadesi gerekir. Bu yazımızdaki konumuzda budur işte; “Bu vakitler kaç tanedir? Hangi vakitlerdir? O vakitlere muhatab kalan müminler nasıl hareket etmelidir?” gibi soruların cevaplarını inceleyeceğiz. Mekruh vakitler Beş vakit vardır ki, onlara "mekruh vakitler" denir: Birincisi: Güneşin doğmasından bir mızrak boyu (beş derece) ki, memleketimize göre kırk ile elli dakika arasında bir zamanla yükselişine kadar olan zamandır. İkincisi: Güneşin yükselip de tam tepeye geldiği zeval anının bulunduğu vakittir. Bu da öğle namazından önceki kırk dakikalık bir zamandır. Üçüncüsü: Güneşin sararmasından ve gözleri kamaştırmaz bir hale gelmesinden itibaren batışı zamanına kadar olan vakittir. Bu da güneşin batmasından yani akşam namazından kırk beş dk. öncedir. Buraya kadar saydığımız, üç kerahet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacip olan namazlar, ne de önceden hazırlanmış bir cenaze namazı kılınabilir, ne de evvelce okunmuş bir secde ayeti için tilavet secdesi yapılabilir. Bunlar yapılsa iadeleri gerekir. Daha açık yazmamız gerekirse kısaca güneş doğarken, tepedeyken ve batarken namaz kılınmaz. Kılınması tahrîmen (harama yakın) mekruhtur. Bu husustaki bir hadis-i şerif şu şekildedir: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, üç vakitte namaz kılmamızı ve cenazemizi defnetmemizi yasakladı. Bu vakitler: Güneş doğmaya başladığı andan yükselinceye kadar. Öğleyin güneş tepe noktasına gelince, batıya meyledinceye kadar. Güneş batmaya meylettiği andan batıncaya kadar. (1) Hadiste zikredilen üç vakit, gündüzün uzunluk ve kısalığına göre değişmekle birlikte, yaklaşık olarak kırk beşer dakikalık sürelerdir. Bu vakitlerde namaz kılınması, yer verdiğimiz hadis ve aynı anlamda olan daha başka hadisler dolayısıyla mekruh görülmüştür. Ölçü ve akılda tutulması gereken bir not olarak şunu da belirtmek isteriz; Bir kimsenin ikindi namazını kerahet vaktine bırakmaması esastır. Fakat her nasılsa kerahet vaktine kalmışsa, güneş batıncaya kadar ikindi namazını yine de mutlaka kılmalıdır. Çünkü namazı kerahet vaktine bırakmak mekruh, kazaya bırakmak ise haramdır. Dördüncüsü: Fecri Sadıkın doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar olan vakittir. Beşincisi: İkindi namazı kılındıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakittir. Ayrıca, zikredilen ilk üç vakitte nafile namazda kılınmaz. Ancak kılınacak olsa kerahetle caiz olur ve iadesi gerekmez. Çünkü bu kerahet nafile namazların sıhhatli olmasına engel değildir. Bununla beraber bu vakitlerden birine rastlayan bir nafile namazı kerahet vaktinden sonra onu kaza etmek daha faziletlidir. Bu üç vakit ateşe tapanların ibadet zamanıdır. Onlara benzemekten kaçınmak, İslam için saygının gereğidir. Kerâhet vaktinde kılınan farz namaz geçerli değildir. Nâfileler sahih olsa da, usûlen mekruh olur. Bu üç vakitte başlanan nâfileleri bozmalı, ancak başka bir zamanda kazâ etmelidir. Akşam kerâhat vaktinde ikindi namazının farzı hariç, bir farz namaz kılınsa dahi sahih (doğru) olmaz. Bu yüzden kerâhat vaktinde kılınan farz namazın, kerâhat vakti çıktıktan sonra o namazın tekrar kılınması daha doğru olur. Tilavet secdesi vaciptir ve kerahat vakti kılınmaz. Kılınsa dahi sahih değildir. Kısacası kerâhat vakti hiçbir şekilde namaz ve secde yapılmaz. Yalnızca o günün ikindi namazının farzına izin vardır. Bilinmesi gerekenler Diğer iki (dördüncü ve beşinci)kerahet vakitlerinde ise nafile namaz kılmak mekruhtur. Farz ve vacip namaz mekruh değildir. Cenaze namazı ve tilavet secdesi de mekruh değildir. Bu iki vakitten birinde başlanmış olan bir nafile namazı, kerahetten kurtulması için bozulmuş olursa, sonradan onu kaza etmek gerekir. Güneşin batışı halinde yalnız o günün ikindi namazı kılınabilir. Fakat diğer bir günün kazaya kalmış olan ikindi namazı kılınmaz. Çünkü kâmil bir vakitte vacip olan bir ibadet, nakıs olan (keraheti bulunan) bir vakitte kaza edilemez. Kerahet vakti ise ibadetlerin noksanlığına sebeptir. Güneşin doğuşuna rastlayan her hangi bir namaz ise bozulmuş olur. Bunun için bir kimse daha ikindi namazını kılmakta iken güneş batsa namazı bozulmaz. Fakat sabah namazını kılmakta iken güneş doğsa, namazı bozulur. Çünkü birinci halde, yeni bir namaz vakti girmiş olur. İkinci halde ise, namaz vakti çıkmış; fakat yeni bir namaz vakti girmemiş olur. Tam zeval anına rastlayan bir namaz farz veya vacip ise bozulur; eğer nafile ise mekruh olmuş olur. Yalnız İmam Ebu Yusuf’a göre Cuma günü zeval vaktinde nafile namaz kılınması caizdir ve keraheti yoktur. Zeval vakti son bulup da güneş batıya doğru yönelmeye başlayınca artık ittifakla kerahet vakti çıkmış olur. Kerahet vaktinde okunan bir secde ayetinden dolayı secde yapılabilir. Ancak kerahet vaktinden sonraya bırakmak daha faziletlidir. Yine kerahet vakitlerinden birinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı o vakitte kılınabilir. Öyle ki faziletli olan bu namazı geciktirmeyip hemen kılmaktır. Çünkü cenazelerde acele etmek menduptur. Güneşin batışından sonra, daha akşam namazının farzını kılmadan nafile namaz kılmak mekruhtur. Çünkü akşam namazı geciktirilmiş olur. Oysaki akşam namazında acele etmekte fazilet vardır. Cuma günü imam hutbeye çıktıktan sonra veya ikamet getirildikten sonra namaza başlamak mekruhtur. İki bayram namazından önce ve bayram hutbeleri arasında ve bu hutbelerden sonra bayram namazı kılınan yerde nafile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, güneş tutulması, yağmur duası ve hac hutbeleri arasında da mekruhtur. Bu hutbeleri dinlemek lazımdır. Mekruh olmayan bir vakitte başlanmış olan nafile bir namaz bozulmuş olsa, (bunu kaza etmek vacip olduğundan) ikindi namazından sonra güneşin batışına kadar ve fecrin doğuşundan sonra güneşin bir mızrak boyu yükselmesine kadar kaza edilmez, mekruhtur. Bununla beraber kaza edilse sahih olur. Diğer kerahet vakitleri de böyledir. Ancak başta sıralanan ilk üç kerahet vakti böyle değildir. Onların birinde kaza edilmesi sahih olmaz; yeniden kaza edilmesi gerekir. Bir namaz kılınırken diğer namazın vakti girse, bu namaz tamamlanır ve eda edilmiş sayılır. Ancak sabah namazı kılarken vakti çıkmışsa, bunu yeniden kılmak gerekir. NOT: 1. Müslim, Müsâfirîn 293; Ebû Dâvud, Cenâiz 55; Tirmizî, Cenâiz 41, Nesâî, Mevâkît 31. Konuyla ilgili diğer hadisler ve açıklamalar için bk. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, c.7, s. 427-446.

11 Aralık 2014 Perşembe

ALLAH-U ZÜLCELAL’DEN İHSANINI İSTEYELİM

İnsanın işi rast gider Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O'nun hayrını engelleyebilecek kimse yoktur. O, lütfunu dilediği kuluna nasip eder. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." (Yunus; 107) Allah-u Zülcelal, bu ayet-i kerimede kullarına, kendi kudret ve azametini beyan etmektedir. Bu ayet-i kerimeden bize düşen ders; her şeyin Allah-u Zülcelal'den olduğuna inanmaktır. İster hayır olsun, ister musibet olsun, her şeyi veren Allah-u Zülcelal’dir ve bu verdiğini insanın üzerinden kaldıracak olan da yine Allah’tır. Peygamberler, Evliyalar ve melekler; Allah-u Zülcelal'e, yine Allah-u Zülcelal izin verirse şefaatçi olabilirler. Yalnızca rica ederler. Onların elinde de başka bir şey yoktur. Allah-u Zülcelal'in şefkat ve merhameti ne kadar çok ise, azabı da o kadar çoktur. Allah-u Zülcelal'in azametini, mümin olan her insanın bilmesi lazımdır. Bu dünyanın, göklerin ne kadar büyük olduğunu hepimiz görüyoruz. Bunlar, Allah-u Zülcelal'in yarattığı Kürsî'nin yanında ufacık bir halka gibidirler. O çok büyük olan Kürsi de Arş-ı Âlâ'nın yanında küçük bir halkası gibidir. Allah-u Zülcelal bir şeye 'ol!' dediği zaman o şey oluverir. Allah-u Zülcelal böyle Azim'dir, kudret ve güç sahibidir. Allah Teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlûkatı da korumaktadır. Daima bizim üzerimize nâzırdır, bizi daima kontrol etmektedir. Onun için Allah-u Zülcelal'in bu kudret ve azametinin farkına varmamız ve kendimizi ayarlamamız lazımdır. Günahlardan ancak bunu idrak ederek kurtulabiliriz. Allah-u Zülcelal'in dostları, O'nun emir ve nehiylerini inceden inceye yerine getirirler. Buna rağmen, Fudayl bin İyaz şöyle demiştir: “Ben Peygamberlere ve mukarrebun olan meleklere; bunlar Allah'ın Peygamberleridirler, Allah'a kavuştular, Allah-u Zülcelal onlara istedikleri her şeyi verecek diye gıbta etmiyorum. Ben Allah'ın yaratmadığı herhangi bir mahlûkata gıbta ediyorum. Çünkü Peygamberler de, mukarrebun olan melekler de kıyamet gününü görecekler. Ama yaratılmamış olan mahlûk, kıyameti onun dehşetini görmeyecek. Keşke ben o yaratılmayan mahlûkun yerinde olsaydım.” İşte bakın! Fudayl bin İyaz Allah-u Zülcelal'in çok büyük bir dostu olmasına rağmen, Kıyamet gününün dehşetinden, Allah-u Zülcelal'in azametinden öyle çok korkuyordu ki böyle söylüyordu. Biz Allah-u Zülcelal'e imanımızda ne kadar samimi olursak, O'nun ibadetini, dininin hizmetini ne kadar yaparsak, O'da bizi o derece hem dünyada hem de ahirette bütün tehlikelerden muhafaza edecektir. Demek ki insan, Allah-u Zülcelal'e tam manası ile ve samimi bir kalp ile bağlansa, Allah-u Zülcelal insanın her işini kolay eder. “Ya Rabbi! Kendimi Sana teslim ettim” Şöyle rivayet edilmiştir: "Bir Evliyaya ömrünün son vaktinde Allah-u Zülcelal bir kız çocuğu verdi. Kızın annesi öldü. Ve bir süre sonra da bu Evliya olan zat sekarata düştü. Bir kişi onun yanına gelerek: - Kızını bana teslim et. Ben onu senin istediğin biçimde büyütürüm, dedi. Evliya: - Hayır, ben onu Rabbime teslim ediyorum. Eğer beni seviyorsan, benim kızımı Kabe'ye götür ve İsmail aleyhisselam'ın hücresine koy, dedi. Adam onun vasiyetini yerine getirerek, kızı Kâbe'ye götürdü. Mekke emirinin annesi o esnada tavaf yapıyordu. Kızı görünce, aldı ve çok güzel bir şekilde büyüttü ve vezirin oğluyla evlendirdi. İşte bakın! O zat, Allah-u Zülcelal'e nasıl tevekkül etti, Allah-u Zülcelal'de ona nasıl karşılık verdi? Fakat böyle davranabilmek için kuvvetli bir iman ve Allah'ın kudret ve azametini iyice idrak etmek lazımdır. İşte o Evliya da kızını Allah'a teslim etti. Bir kızı koruyup, gözetmek Allah-u Zülcelal için nedir ki? Hiçbir zorluğu yoktur. Bir kimse, bir yolculuğa çıktı. Onun hanımı hamileydi. Yola çıkarken: “Ya Rabbi! Ben hanımımın karnındaki çocuğu sana teslim ediyorum, dedi ve oradan ayrıldı. Evine döndüğü zaman hanımını bulamayınca: - Benim hanımım nerede? Diye sordu. Ona dediler ki: - Senin hanımın hamile olarak vefat etti ve onu o şekilde gömdük! Kabristana gelince, yukarıdan kabristanın içine bir nur indiğini gördü. Hanımının kabrinin başına geldiğinde baktı ki o nur, hanımının kabrine iniyor. Kabri açtı ve kadının çocuğun annesinin göğsünden süt emdiğini gördü. Ve şöyle bir ses işitti: “Sen o çocuğun annesini de bize teslim etseydin, şimdi ikisini de sağ salim görürdün. Ama yalnızca çocuğu teslim ettin, işte senin çocuğun.” Allah-u Zülcelal, öyle kudret ve azamet sahibidir ki bunun farkına varırsak, “Ya Rabbi! Beni hayırlarda kullan. Kendimi sana teslim ettim." diyerek, samimi bir şekilde ıslah olmak için O'na teslim olursak, Allah-u Zülcelal hayırlı amelleri yapmayı bize nasip edeceği gibi, günahlardan da bizi muhafaza edecektir. Fakat daha sabahleyin yatağımızdan kalkar kalkmaz, sanki dünyanın sahibi bizmişiz gibi kibirle, ucubla: “Ben şöyle yapacağım, böyle yapacağım” diyoruz. Neyiz ki, ne yapacağız? Biz hiçbir şeyi kendi başımıza yapamayız. Her şeyi kudret ve azamet sahibi olan Allah-u Zülcelal yapmaktadır. Bunun iyice idrakine varıp, kendimizi O'na teslim edersek ve bize hayırları nasip etmesi için yardım ister, yalvarırsak, Allah-u Zülcelal çok cömerttir. Dolu olan hazinelerinden bize de verecektir. Allah’tan ihsanını isteyelim Kıyamet günü geldiğinde insan, sanki dünyada hiç yaşamamış gibi olacaktır. Cüneyd-i Bağdadi'nin amelini insan kitaplarda gördüğü zaman, onun kulluk gayreti karşısında şaşırıyor, hayretlere düşüyor. Muhammed el-Haremi isminde bir zat şöyle anlatmıştır: “Ben Cüneyd-i Bağdadi'nin yanına gittim. Sekarat halindeydi. Baktım ki, ruhu vücudundan çıkmak üzere olduğu halde Kur'an okuyordu. Ona dedim ki: - Allah razı olsun! Nefsine biraz şefkat et, can veriyorsun yine de Kur'an okuyorsun. Bana dedi ki: - Ya Ebu Muhammed! Bilmiyor musun ki buna benim şu anda herkesten çok daha fazla ihtiyacım vardır. Çünkü diğer insanların önlerinde daha ömürleri var. Kur'an okuyabilirler, namaz kılabilirler ve daha pek çok ibadet yapabilirler. Ama benim amel defterim kapanıyor. Onun için şu anda benim herkesten çok daha fazla bu sevaba ihtiyacım vardır.” Hele bakın! Ne kadar da ince düşünüyorlar. Sekarat esnasında (ölüm anında) dahi Allah-u Zülcelal'in ibadetini yapmak için çaba gösteriyorlardı. Ama biz, biraz rahatsızlansak: “Ben bu gün çok rahatsızım. Başım ağrıyor, şöyle hastayım, böyle hastayım!” diyoruz. Hele bir onların haline bakın, bir de bizim halimize bakın. Allah-u Zülcelal bize merhamet etsin; bizim amelimizle değil, kendi fazl-ı keremi ile bize muamele etsin. Acaib bir haldir. Eğer insan bu zamanda kendi kusurlarına bakarsa: “Ben Allah'ın azabına müstahakım” diyerek ümitsizliğe düşüyor. Fakat diğer taraftan da Allah-u Zülcelal'in şefkat ve merhametini işittiği, öğrendiği zaman dili çözülüyor, ferahlanıyor ve Allah'tan istemek için iştiyak duyuyor. Onun için şu şekilde dua etmemiz lazımdır: “Ya Rabbi! Rahmet ve merhatinle, ihsan ve kereminle, şefkatinle bize muamele et. Bizim ehil olduğumuz şeyle, amelimize göre bize muamele etme!” Allah-u Zülcelal'in dostları bu şekilde dua ediyorlardı. Çünkü Allah-u Zülcelal şefkat ve merhamet sahibidir, cömerttir, lütuf sahibidir. Eğer Allah-u Zülcelal bize ihsan ve keremiyle muamele ederse, şefkat ve merhametiyle muamele edecektir. Ama bizim amelimizle bize muamele ederse azap ile muamele edilmeye müstehak olacağız. Çünkü bizim amel defterimiz hep hata ve günahlarla doludur. Niçin? Çünkü zaten bizim ibadetlerimiz bile Allah-u Zülcelal'e karşı hatadır. Onun için de sadatlar, her ibadetin arkasından yirmibeş sefer, “Estağfirullah” demeyi adaba koymuşlardır. İnsan her ibadetinden sonra 25 kere Estağfirullah dediği zaman: “Ya Rabbi! Benim okuduğum Kur'an, yaptığım zikir, kıldığım namaz senin Zatına layık değildir. Bu ibadetleri huzurlu olarak değil, gaflet içerisinde yaptım. Benim kalbim başka yerdeydi. Bu ibadet benim için sanki hata gibidir. Senden özür diliyorum” demiş oluyor. Sadatlar bize bunu tavsiye etmişlerdir. Bizim salih amellerimiz dahi Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametine karşı sanki hata gibidir. Salih amellerimizin durumu böyle iken, kim bilir günahlarımız nasıldır? Biz Allah-u Zülcelal'in ne kadar şefkat ve merhamet sahibi olduğunu unuttuğumuz için, bazı zamanlarda O'na karşı hata yapıyoruz. Yoksa bunu tam olarak idrak etmiş olsaydık, elimizi biraz vicdanımıza koyup, “Ben nasıl şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbime karşı hata yapabilirim” diyecek ve günahlardan vazgeçecektik! Tevbe eden günah işlememiş gibidir Abdullah ibn-i Mes'ud radıyallahu anhtan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Günahından tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir." (İbn Mace) Yani insan, anasından doğduğu zaman, nasıl günahsız ve tertemiz olarak dünyaya geliyorsa, günahından tevbe eden kimse de anasından yeni doğup, günahsız ve tertemiz dünyaya gelmiş gibi olur. Allah-u Zülcelal çok merhametlidir. Bizlere çok büyük bir nimet olarak tevbe kapısını açmıştır. Cüneyd-i Bağdadi şöyle anlatmıştır: “Bir gün rüya âleminde ya da hal esnasında gördüm ki, şeytan çıplak olarak insanlarla oynuyor. Ona dedim ki: - Ey Lain, sen o kadar hayâsızsın ki, insanlarla çıplak olarak oynuyorsun. Şeytan: - Bunlar insan mıdır? Bunlar insan değil ki, ben onlardan hayâ edeyim. Bunların Allah ile hiç bir alakası yoktur, diye karşılık verdi. Ona: - Peki, seni yakan insanlar kimdir? Diye sordum. Şeytan - Filan camiye git, orada bazı insanlar görürsün, işte onlar beni yakıp mahvettiler, diye cevap verdi. Şeytana: - Onlar seni ne ile yakıyorlar? diye sordum. Şeytan: - Ben onları aldatmak için yanlarına yaklaşıyorum; hemen “Allah” diyerek zikrediyorlar, Allah’tan yardım istiyorlar. Bu sebeple beni yakıyorlar, diye cevap verdi. Çünkü şeytan Allah-u Zülcelal’in adının anıldığı, zikredildiği yerde duramaz, hemen kaçar. Bu halden sonra uyandım baktım ki, gece yarısıdır. Hemen o camiye gittim. Oradakilere selam verdim ve birisi bana dönerek: “Sen o köpeğe inanma!” dedi. Anladım ki onlar Allah’ın izni ile benim bu halimden haberdardırlar. İşte onlar, daima Allah-u Zülcelal ile beraber bulunuyorlardı. İnsan Allah'la beraber olduğu zaman, Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametinin karşısında kimsenin duramayacağını anlar. Allah-u Zülcelal, insana çok büyük bir nimet olarak aklı bağışlamıştır. İnsan bu akılla, hem dünyasını hem de ahiretini kazanmalıdır. Akıl öyle nurani bir cevherdir ki onun nuru, kalbin üzerine gelerek, bütün vücudu hareket ettirir. Ulema, dünya hayatının fani, ahiret hayatının ise baki olduğuna, nakil ve akıl ile ittifak etmişlerdir. İnsan için dünyanın nimetleri ne kadar çok olursa olsun, fani oldukları için hiçbir şeye yaramaz. Dikkat edersek; kendimiz de bunu aklederek anlayabiliriz. Şeytan bizim düşmanımızdır Allah-u Zülcelal, yine bizlere, Kur'an-ı Kerim'de şöyle bir uyarıda bulunuyor: “Şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Bakara; 208) Şeytanın yeri, cehennemin dibidir. Şeytan, Allah'ın kullarıyla uğraşıp onların da kendisiyle birlikte cehenneme girmesini istiyor. Nitekim Allah-u Zülcelal, bu ayet-i kerimede şeytanın düşmanımız olduğunu bizlere beyan etmiştir. İşte bunun için insanın, daima düşmanıyla mücadele içerisinde olması gerekir. Şeytan, birinci olarak, insanın imansız olarak dünyadan ayrılmasına sebep olmak ister. Bunu yapamazsa, büyük günahları yaptırmak ister. Bunu da yaptıramazsa, küçük günahlara devam etmesini ister. Eğer bunu da yaptıramazsa, ibadetten geri bırakmak ve keyf-ü sefa yaptırmak ister. Sonsuza kadar cehennemde kalacağından, insanların da kendisiyle beraber yanması için çalışır. İnsan dünyada Müslüman olarak yaşasa dahi, yine şeytan son nefesinde onunla uğraşır. Fakat hakkı talep eden, Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olan mümin, bunun şuurunda olur. Müminin kalbinde bir melek bir de şeytan bulunur. Bunlar, daima savaş halindedir. Eğer bu savaşta melek galip gelirse, kalp Allah-u Zülcelal'e açılır. O zaman şeytan da insandan uzaklaşır ve o insan, artık hep hayrı talep eder, hayırla meşgul olur ve hayırlı işler yapar. İşte biz de aklımızla bu meleğe yardımcı olalım. Nefsimiz, daima Allah-u Zülcelal'in ibadetinde, zikrinde ve hizmetinde bulunduğu zaman melek, şeytana galip gelecektir. Böyle olduğu zaman, kalbimiz Allah-u Zülcelal'in ibadetine, zikrine, hizmetine ve rızasına yönelecek ve şeytan, meleğe esir olacaktır inşaallah. Diğer türlü davranıp günahlara yönelir de ibadet ve zikir yapmazsak o zaman şeytan, meleğe galip gelecek ve onu esir alacaktır. Böyle olunca, şeytan, boğazımıza bir ip takmış gibi bizleri günahlara sevk edecektir.

27 Kasım 2014 Perşembe

Dost Kim Düşman Kim?

Müslümanın hayatı temelde düşmana ve düşmanlığa göre kurulmuş bir hayat değildir. Daha iman cümlesi olan kelime-i şahadet, insanın hem içinde hem dışında varoluşsal bir barışa davet eder. İç ve dış alemimizde her türlü çatışmaların kaynağı olan yöneliş ve adanmışlıkları reddedip, Mutlak Yaratıcı’ya tabi ve teslim olmayı öngörür. Diğer taraftan yaşadığımız dünya dostluk düşmanlık, savaş ve barış dünyası. Hem kendi iç dünyamız hem de dış dünyamız böyle. Bugün pek çok yerde kardeşlerimiz düşmanlığın en insanlık dışı şekilleriyle saldırılara maruz kalırken, bir dost düşman muhasebesi yapmamız ve bir tavır belirlememiz gerekiyor. Son üç asır, İslâm beldelerinin birer birer işgal edilip müslümanların kendi vatanında sürgüne mahkûm kaldığı asırlar oldu. Avrupa içlerinden Hindistan’a, Afrika’dan Sibirya’ya kadar İslâm beldeleri yıkıma ve kıyıma maruz kaldı. Nihayet İslâm hilafetini uhdesinde bulundaran ve bütün müslümanların hamisi, sesi, sığınağı olan Osmanlı Devleti de çöktü. Ardında anne babasını yitirmiş çocuklar gibi yetim beldeler, topluluklar bırakarak… Devir değişti, talih güneşi küffarın üzerinde parıldarken, karanlık müslümanların üzerine düştü. Cemil Meriç’in “Kıtaları atlas ipek gibi kesip biçerdik, bir biz vardık bir de küffar!” dediği asırlar geride kaldı. Gerçi İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar pek çok mezalim gördü, farklı coğrafyalarda defalarca kez işgale ve kıyıma uğradı, sürgünler yaşadı. Fakat iki önemli unsur daima ayaktaydı: Birincisi müslümanlar başsız kalmadı; ikincisi İslâmî şuur, kültür, hayat tarzı diriliğini bu kadar yitirmedi. Yani müslümanlar hiç bu kadar gönlü ve aklı karışık olmadı. 13’üncü ve 14’üncü asırlarda yedi iklimi kasıp kavuran Moğol ve Haçlı istilalarının ardından bile ikinci baharı yaşatan bir ruh vardı. Toplumbilimin babası sayılan İbn Haldun, medeniyetlerin de insanlar gibi doğup geliştiğini, sonra da zeval bulduğunu ve el değiştirdiğini anlatır. Hiç kuşkusuz derin tarihî gözlemlere dayanan bu tespiti İslâm tarihine baktığımızda da doğrulamak mümkün. Fakat gözardı edilmemesi gereken bir husus var: İslâm Kur’an ve Sünnet başta olmak üzere ana kaynaklarıyla, çağlar içinde billurlaşmış prensip ve hükümleriyle dipdiri ayaktadır ve onu insanlığa bahşedenin koruması altındadır. Merhum Havva Mayetroviç’iç dediği gibi, bugün yeni hidayete ermiş ya da samimi bir kalple Rabbi’ne yönelmiş bir mümin, ilk müslümanların şevk, heyecan ve diriliği ile ortak bir öz taşır. Yani Din buradadır, içimizdedir, bütün çağlarda ve çağların üstündedir. O halde asıl mesele sahici bir dost-düşman muhasebesi yapmak, kendi yenilgilerimizi ve zaferlerimizi gözden geçirip, yeniden izzet ve üstünlüğü elde etmenin yolunu aramaktır. Bu arayışın temel zemini Hak ve Bâtıl kavramlarıdır. Temel ölçü: Hak ve Bâtıl Allah Tealâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Hak geldi, bâtıl zâil (iptal) oldu.” (İsra, 81) Peki “hak” nedir, “bâtıl” nedir? İslâm’ın en temel kavramlarından biri olan “hak”, “mutlak gerçek, sabit, tartışmasız doğru, varlığı kesin olan” anlamlarına gelir. Tam zıddı olan “bâtıl” ise “boş, faydasız, abes düşünce ve davranış, hata, zulüm, yokluk, hiçlik, temelsiz ve devamsız olmak, gerçek bilgiye dayanmayan sahte delil, hakkı örten perde” gibi anlamlara gelmektedir. Efendimiz s.a.v.’in şu duası hakkın sınırlarını da belirlemektedir: “Allahım! Hamdler sanadır. Sen yeri ve gökleri ayakta tutansın. Hamdler yalnızca senin içindir. Sen göklerin ve yerin nurusun; hamdler sana mahsustur. Sen Hak’sın, vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet haktır…” (Buharî) Hak, Allah ve Peygamberi ve onların bildirdikleri olduğuna göre, bâtıl da Cenab-ı Hakk’ın, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz vasıtasıyla bize ulaştırdığı hakikatlere aykırılık teşkil eden, onlarla çatışan her türlü inanç, söz, davranış, hüküm ve değer yargısıdır. Buna göre müminler ve inandıkları değerler hakkı, bunun dışındakiler ise bâtılı temsil eder. Ve bütün insanlık tarihi hak ve bâtıl mücadelesi olarak okunabilir. Bugün ise bu mücadele yeni ve geniş boyutlar kazanmış, hızlanmış ve şiddetlenmiştir. Barış medeniyeti Müslümanın hayatı temelde düşmana ve düşmanlığa göre kurulmuş bir hayat değildir. Daha iman cümlesi olan kelime-i şahadet, insanın hem içinde hem dışında varoluşsal bir barışa davet eder. İç ve dış alemimizde her türlü çatışmaların kaynağı olan yöneliş ve adanmışlıkları reddedip, Mutlak Yaratıcı’ya tabi ve teslim olmayı öngörür. Bu varoluşsal barışın ilginç yansımaları vardır. Mesela İslâm’da kişilere toplumlara yönelik mutlak ve daimi düşmanlık yoktur. Biraz önce canına kast etmiş bir düşman hidayet bulduğu anda kardeştir. En günahkâr kişi dahi ölmediği sürece cenneti hak edecek potansiyele sahip görülür. Renginden, etnik kimliğinden, milletinden ve kabilesinden dolayı hiç kimse değil düşman, “öteki” olarak dahi görülemez. Savaşta karşı tarafta olana dahi zulmedilemez, ancak hukukun gereği yapılır. Artık ne yazık ki içi boşalmış bir söz gibi görünse de İslâm hakikaten barış, huzur ve adalet dinidir. İslâm çatısı altında sadece müslümanlar değil, bütün insanlar huzur bulur. Cenab-ı Mevlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Size dokunmazlar, barış önererek sizinle savaşmazlarsa, bilin ki Allah size onlar aleyhinde olumsuz bir tavır alma hakkı vermemiştir.” (Nisâ, 90) Asr-ı Saadet, bu ilahî emrin vücut bulduğu örneklerle doludur. Hicretten hemen sonra Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in önderliğinde Medine’deki uygulamayı hatırlayalım. Hicretten önce kabileler arasında sürüp gelen düşmanlık sık sık çatışmaya dönüşüyordu. Ayrıca Yahudi topluluklar da vardı. Hicretten sonra “Medine Sözleşmesi” imzalandı. Bu sözleşmede barışın devamı için karşılıklı güven, kanunlara riayet ve düşmana karşı ortak mücadele vurgusu vardı. Böylece farklı kesimler arasında barış ve huzur ortamı oluşturuldu. Bu anlaşma yahudilerin müşriklerle gizlice anlaşarak müslümanlar aleyhinde faaliyet yürütmeleri dolayısıyla geçerliliğini yitirdi. Netice olarak da Medine’den çıkartıldılar. Hulefa-yı Raşidîn dönemi ve sonrasında da müslümanlar temel ilke olarak kendilerinden eman dileyen topluluklara dokunmamışlar, tam aksine onların güvenlik ve huzurlarını kendi sorumlulukları altında görmüşlerdir. Bunun sayısız örneklerinden en bilineni Osmanlı dönemidir. Kısaca, müslüman kendisine düşmanlık etmediği sürece kendinden olmayanı doğrudan düşman olarak tanımlamaz, belli hukuk çerçevesinde münasetlerini yürütür. Mutlak düşman ve diğerleri Bütün bu söylediklerimizden doğrudan doğruya düşman olarak tanımlamamız gereken hiç kimse olmadığı çıkarılmamalıdır. En başta doğrudan Cenab-ı Hakk’ın düşmanımız olarak tanıttığı İblis, yani Şeytan gelir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman belleyin!” (Fâtır, 6) “Ey Ademoğulları! Ben size şeytana tapmayın, o size apaçık düşman­dır, diye emretmedim mi?” (Yâsin, 60) Şeytanın düşman olması Hakk’a muhalif olmasından ve insanları bâtıla doğru sevk etmesindendir. İlahî irade onu insanın doğruyu ya da yanlışı seçme özgürlüğünün bir unsuru olarak var etmiş, kıyamete kadar kendisine tabi olanları ayartmak üzere mühlet vermiştir. Diğer taraftan şeytanın hile ve tuzakları açıklanmış; Hakk’a tabi olan, Allah’a sığınan kimselere bu hile ve tuzakların işlemeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca zaaflarına kanıp şeytanın ayartmalarına kalıpanlar için tövbe kapısı açık tutulmuştur. Atamız Adem Aleyhisselam’ın cennetten çıkarılışı ve sonra tövbesinin kabul edilişi bunun temel örneğidir. Aynı şekilde müslümanların Allah’ın mesajını yayma mücadelelerine, İslâm’ı tebliğ faaliyetlerine karşı çıkanlar da Hakk’a düşmalık etmektedir. Bu muannit Hak düşmanlarını Asr-ı Saadet’te Ebu Cehil, Ebu Leheb ve benzeri örneklerde görüyoruz. Fakat kendileri iman etmedikleri halde hidayet yoluna engel olmayan ehl-i küfür, bâtıl tarafta yer alsa da düşman olarak kodlanmaz. Tekrar hatırlatalım, tarih boyunca belli ahitleşmeler çerçevesinde müslümanlarla münasebetlerini yürütenler hakkında barış hükümleri uygulanmış, adaletle muamele edilmiştir. İslâm’ın yaşanmasına ve tebliğine engel olan, müslümanların haklarına ve vatanlarına tacizde bulunan kişiler, gruplar, ideolojiler düşmandır ve bunlarla mücadele edilir. Bu mücadele sadece savaşarak yapılmaz. Basın yayın başta olmak üzere her türlü kültürel, politik, ekonomik araç, İslâmî ilkeler doğrultusunda kullanılır. Ayrıca muhtemel taciz ve tehlikeler hesap edilerek karşı önlem alınmalıdır. Bu hususta müminlerin itimadına mazhar olmuş kişi ve kurumlar teyakkuz halinde olmalıdır. Böyle kişi ve kurumlar yoksa müminler bunları oluşturmalıdır. İdarenin müslümanların maslahatı için tedbirli olmasına bir örnek olarak, Hz. Ömer r.a.’ın Şam’ın fethinden sonraki uygulaması dikkat çekicidir. Fetihten sonra müslümanların, sayıca az oldukları için Şam’da gayri müslimlerle karışık yaşamalarına izin vermemiştir. Böylece müslüman nüfusun zayıflayıp çözülmesini, asimile olmasını engellemiştir. Mutlak manada düşman sınıfında olmasalar da, neticeleri dolayısıyla halkın huzur ve menfaatine aykırı tavır aldıkları için isyancılar, bozguncular, fitne çıkartanlar da düşman sınıfına dahil edilmiştir. Bu noktada, uğradıkları zulme karşı baş kaldıranları ayrı tutmak lazımdır. Bâğîler yani asiler huzuru bozup zulme sebebiyet verirken, zulme karşı çıkanlarda ise durum tam tersinedir. Zulme karşı çıkıyoruz diye yola çıkıp zulüm işleyenler de bâğîler gibidir. Dost ve düşman profilleri Allah ve Rasulü’ne dost olanlar bütün müslümanların dostları, düşman olanlar da bütün müslümanların düşmanıdır. Öncelikle Allah Rasulü s.a.v.’in dostları ilk müslümanlardır. Yani Muhacirlerdir. Daha sonra da onlara kucak açan Ensar ve diğer sahabe-i kiram efendilerimizdir. Efendimiz s.a.v., hayatının son yıllarında her vesile ile bu dostlarını hatırlamış, onları hayırla yad etmiştir. Bunlardan biri, en zor günlerinde O’nu yalnız bırakmayan Hz. Hatice r.anha validemizdir. Bir diğeri Kur’an-ı Kerim’de “ikinin ikincisi” olarak tarif edilen Hz. Ebu Bekir’dir. Öldürmek için gidip sonra en yakın dostlarından olan Hz. Ömer’dir. Aynı zamanda damadı olan Hz. Osman’dır. Hicret esnasında canı pahasına Allah Rasulü s.a.v.’in yatağına yatan Hz. Ali’dir. Allah onların cümlesinden razı olsun. Allah Rasulü s.a.v.’e önce düşmanlık eden kimselerin birçoğu daha sonra müslüman olmuşlardır. Bunlar da müslümanların dostudur. Böylece sahabi sıfatını almış bulunan o altın neslin tamamı, sonra onların izinden giden Tabiîn nesli, onlara da tabi olan ve Selef-i Salihîn olarak adlandırılan zatlar, ümmetin ilim önderleri, müçtehitleri, alimleri, zahid ve sûfileri dostumuzdur. Nihayet bütün müminler birbirinin dostudur. Cenab-ı Hak ölçüyü böyle koymuştur. Dolayısıyla müslümanlar birbirini dost olarak görmeli, aralarında buna göre münasebetler kurmak için uğraşmalıdır. İçlerinden kabalık, cahillik ve hatta düşmanlık yapanların ıslahı için dua etmekle beraber hukuk çerçevesinde davranmaya özen göstermeli, asla zulme tevessül etmemelidir. Allah Rasulü’ne son nefesine kadar düşmanlık yapmış kimselerin düşmanlığı ise geçmiş zamanlarda kalmış tarihî bir durum değildir. İsimleri müminlerin ortak hafızasına kazınmış olan bu kişiler, kıyamete kadar Hak ve hakikate düşmanlığın sembol isimlerine dönüşmüşlerdir. Şair Arif Nihat’ın meşhur Na’t-ı Şerif’inde dediği gibi “Ebu Leheb ölmedi, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor.” Efendimiz s.a.v.’in öz amcası olan Ebu Leheb, canıyla malıyla, eşi ve evlatlarıyla, bütün mevki ve otoritesiyle Allah Rasulü’ne düşmanlık yapıyor, her yerde O’nun karşısına çıkıyordu. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, bu düşmanlığın kendi nefsimizdeki ve dış dünyamızdaki tezahürlerini daima akılda tutalım, akıbetini de bilelim diye Tebbet suresinde açık bir şekilde ifade etmiştir: “Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da… Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak karısı da… Ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde.” (Tebbet, 1-5) Diğer taraftan Ebu Cehil başka bir düşman tipidir. Hem Ebu Leheb gibi bizatihi düşmanlık yapmış hem de insanları Allah Rasulü s.a.v.’in aleyhine kışkırtmıştır. Etkili konuşabiliyor, insanları tesiri altına alabiliyordu. Asıl adı Amr bin Hişam’dı ama ebediyyen Ebu Cehil olarak kaldı. Yani zulmün, karanlığın ağababası… Aynı şekilde asıl adı Abdüluzza bin Muttalip olan Ebu Leheb’in bizzat Canab-ı Hak tarafından “alevli cehennem ateşinin babası” manasına gelen Ebu Leheb isminin verilmesi manidardır. Buradan, düşmana karşı mücadelede karşı propagandanın, kavramsallaştırmanın yani dilin tesirine önem vermemiz gerektiğini çıkartmamız mümkündür. Nitekim Medine yıllarında İslâm düşmanlarına karşı şiir de kullanılmıştır. Cahiliye Araplarına karşı en etkili silah Kur’an-ı Kerim’in tesirli üslubu olmuştur. Bir diğer düşman tipi ise İbn Übeyy’dir. O da yöntemi dolayısıyla diğer düşmanlardan ayrılmaktadır. Zahiren müslüman gibi görünse de aslında inkârcı olan bu kişi her fırsatta ortalığı karıştırmıştır. Başka münafıklar da onun peşinden gitmişlerdir. Mesela Uhud’a savaşmaya giden orduya katılıp daha sonra geri gönen üç yüz kişi bunlardandır. Münafıklar açıkça düşmanlık yapanlardan daha tehlikelidirler. Günümüzde de en etkili biçimde kullanılan düşmanlık bu yöntemdir. Pek çok kişi ve çevre, müslümanlardan yana görünerek ümmeti birbirine kırdırmayı hedefleyen, müslümanı İslâm’dan soğutan ya da İslâm’ın prestijini düşürmeyi amaçlayan faaliyetler yürütmektedir. Bâtılın temsilcisi Batı İslâm’ın ilk asırlarında müslümanları çöl insanlarından ibaret gören, o asrın süper güçleri olan hıristiyan ve mecusiler, yani Pers ve Roma İmparatorlukları doğrudan İslâm’la savaşmadı. Kendi gücünün sarhoşluğu ile müslümanları küçümsedi, tebliği ve anlaşma şartlarını reddetti. Neticede Pers saltanatı tamamen ortadan kaldırılırken, Roma İmparatorluğu Şam, Filistin ve Mısır’dan çekilmek zorunda kaldı. İlerleyen yüzyıllarda batıdan Endülüs’ün (bugünkü İspanya) ve doğudan ise Anadolu’nun İslâmlaşması, hıristiyan devletleri iki taraftan sıkıştırmış oldu. Kendi içlerinde birbirine düşmüş Avrupalı hristiyan devletler müslümanlara karşı birleşmiş ve Haçlı Seferleri denilen seferler düzenlenmiştir. Birliği sağlayabilmek için Kudüs’ü müslümanlardan geri alma söylemiyle yapılan bu seferler, aslında İslâm hakimiyetine son vermek için yapılmıştır. Hiçbir zaman nihaî hedefe ulaşamayan Haçlı projesi, bir hedef ve ülkü olarak varlığını daima korumuştur.Bugün de İslâm’a ve İslâm dünyasına yönelik kültürel, siyasî ve askerî saldırılar Haçlı ruhundan beslenir; saldırganlar tarafından dile getirilmekte bir sakınca da görülmez. Tekrar tarihe dönersek, topyekûn saldırı olarak en son 13. yüzyılda düzenlenen Haçlı seferleri, daha sonraki asırlarda Osmanlı’nın caydırıcı siyasî ve askerî gücü tarafından engellenmiştir. Fakat düşmanlık asla bitmemiş, propaganda olarak devam ettirilmiştir. Özellikle Vatikan’ın desteklediği kişiler tarafında “Turcica” adı altında müslümanları kötüleyen ve İslâm’ın Avrupa’da halk arasında yayılmasını engellemek için yazılan birçok eser kaleme alınmıştır. Bu ve benzeri yayınlarda yayınlarda müslümanlar son derece gaddar, kan dökücü ve ilkel topluluklar olarak tanıtılır. Mesela Avusturya Kralı Ferdinand tarafından Osmanlı sarayına elçi olarak gönderilen Busbecq şöyle yazar: “Bütün akıl ve dikkatlerini verdikleri askeriye haricinde ne kadar gaddarlar, ne kadar insanlıktan uzaklar ve ne kadar barbar ve cahiller!” Günümüzde son derece etkin ve ne yazık ki müslümanları da etkileyecek biçimde süregelen tarih yazıcılığı, medya ve sinema sektöründe İslâm karşıtlığı, Orta ve Yeniçağ Avrupasının bu ruh kökünden beslenir. Diğer taraftan İran, Türkistan, Hindistan ve Uzak Doğu gibi coğrafyalar, müslümanlarla karşılaştıklarında büyük kitleler halinde İslâm’ı kabul etmişlerdir. Hatta miladi on beşinci yüzyıldan sonra kitleler halinde İslâm’la tanışan Endonezya ve Malezya bugün birer müslüman devlettir. Avrupa’nın aksine Uzak Doğu’da kitleler İslâm’ı yakından tanıdıkça müslüman olmaktadırlar. Avrupa’nın İslâm düşmanlığı Batı’da on asırdan fazla devam eden mutlak İslâm düşmanlığı, Osmanlı’nın yıkılmasıyla daha farklı bir boyut kazanmış ve Batılı güçleri daha cüretkâr ve acımasız hale getirmiştir. Nihayet çeşitli sebep ve şekillerde müslüman ve hristiyan toplulukların karışmasıyla bugün İslâm karşıtlığı farklı bir kılığa bürünmüştür. İslâm korkusu olarak özetleyebileceğimiz “İslamofobi”, eğitim sisteminden medyaya, sokaktan devlet organlarına kadar her yerde kendisini göstermekte, müslümanları mağdur etmektedir. İslâm korkusunun müslümanlara yansıması genellikle kamu kuruluşlarında görev alamama, saygı görmeme, şüpheli gibi görülme, komşuluk ilişkilerinin dışında tutulma, basın yayın yoluyla hakarete uğrama, istediği şekilde eğitim alamama, serbest dolaşım hakkından mahrum bırakılma, sözlü ve fiziksel saldırıya uğrama, bazı bölgelerde baskı ve şiddet, sosyal hayattan dışlanma, sınırlı da olsa cinayete maruz kalma şeklinde gerçekleşmektedir. Bütün bu saydıklarımız Batılı kaynakların raporları tarafından da doğrulanmaktadır. Demokrasiyi, çoğulculuğu, kültürel çeşitliliği, her türlü ayrımcılığın reddini temel değerler olarak kabul ettiğini her fırsatta tekrarlayan Batı’nın, İslâm’ı yeniden “mutlak düşman” olarak tanımlamasının bir sebebi daha var: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra “tek kutuplu” hale gelen dünyada Batı’nın yeni bir “ötekiye” yani düşmana ihtiyacı doğdu. Böylece hem kendi kültürel kimliğini belirgin kılabilsin hem bünyesindeki farklı unsurları ortak bir hedef etrafında toparlayabilsin, hem de sömürü faaliyetlerine meşruiyet kazandırabilsin… İşte İslâm’ın ve müslümanların düşman olarak belirlenmesinin onlar açısından böyle faydaları var. İslâmofobi bu açıdan onlara son derece kullanışlı geliyor ve destekleniyor. Kendi tarihini ve insanlığa karşı suçlarını halinın altına süpüren Batı, müslümanlar arasında çıkardığı fitne ve çatışmalarla İslâm’ın prestijini düşürmeye çalışıyor. Ne yazık müslümanların içinden bu kirli emellere kolayca alet olan toplulukları da kolayca bulabiliyor. Bu insanlık dışı “imaj çalışmasına” göre güya herkes bilecek ki İslâm çatışmacı bir dindir, müslümanlar ise birbirinin boğazını kesen barbar bir topluluktur! Düşmanlığın modern kılıfları ve gaflet Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’dan kalan o boşlukta müslüman toplumu uluslar halinde parçalayan ve haritaları her türlü fitneye gebe bir şekilde çizen Batılı devletler, hayli zamandır bu zekâlarının meyvelerini devşiriyorlar. Bugün İslâm dünyası kan gölü. Diğer taraftan üstün propaganda gücüyle kendilerini barış, adalet, insan hakları ve daha nice kulağa hoş gelen kavramların yegane havarisi olarak takdim ediyorlar. Oluşturdukları Birleşmiş Milletler ve benzeri kuruluşlar ancak kendi çıkarlarına hizmet ediyor. Birleşmiş Milletler’e neredeyse bütün devletler üye olsa da beş daimî üyenin onayı olmadan hiçbir kararın çıkmasına imkan yok. Dolayısıyla bu kurumda bugüne kadar müslümanların lehine bir tek dişe dokunur karar alınmadı. Kendi menfaatleri söz konusu uygun olduğunda en kısa sürede toplanıp karar alan bu yapı, söz konusu müslümanlar olduğunda sadece oyalayıcıdır. Küresel çapta tepki oluşturan müslümanlara yönelik katliamlar bile sadece kınanarak geçiştirilmektedir. Böyle olmaya da devam edecektir. Çünkü temelinde on asırlık düşmanlık ve öteki algısı vardır. Avrupa Birliği de müslüman karşıtı bir ittifak olarak faaliyetine devam etmektedir. Kuruluş amacı Sovyetler’e karşı birlik olan ve ülkemizin de üyesi olduğu NATO, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla kendisine yeni düşman olarak İslâm’ı seçmiştir. Belki bu noktada Türkiye’nin üyeliği NATO’yu bu konuda faaliyetten engellemekteyse de, hakim bakış aksi yöndedir. Yani resmi söylemde dost olarak tanımlanan yapılar, kurumlar, kuruluşlar bizim için tutunacak dal değil. Öğrencilik yıllarından birçoğumuz hatırlayacaktır. Tarih ve vatandaşlık derslerinde ülkemiz “dört bir yanı düşmanlarla çevrili yalnız bir ülke” olarak öğretilmiştir. İman, tarih ve kültür bağlarımız saklanmış, hatta karanlık devirler olarak ele alınmıştır. Eğitim sistemimiz düşmana düşman diyemediği gibi dostlarımızı da unutturdu. Fakat ne İngiliz’i ne Amerikalı’sı ne de Alman’ı böyle yapıyor. Kendi kimliğini dost ve müttefikleri ile tanımladığı gibi, düşman algısı üzerinden de inşa ediyor. Artık bizim de şuurlu ve donanımlı nesiller yetiştirmeye odaklanmamız gerekiyor. Çocuklarımızı mümin kimliğine yaraşır sarsılmaz bir itikat, ilmihal ve tarih bilinciyle yetiştirmeliyiz. İyi ile kötüyü ayırt edebilen, iman kardeşliği ruhuna sahip, her türlü tehlikeye karşı inandığı değerleri sabırla savunabilecek nesiller gerekiyor. Elbette kin ve nefretle yetişmiş nesillerden söz etmiyoruz. Tam aksine Allah Rasulü s.a.v.’in tavsiye ettiği ve örnekleyerek gösterdiği üzere affetmeyi, yardım etmeyi temel ahlâkî derler olarak benimsemiş, zulmü aklının ucundan bile geçirmeyen nesiller… Fakat yine Efendimiz s.a.v.’in emir ve tavsiye buyurduğu tarzda feraset sahibi, yaklaşan tehlikeyi gören ve önlem alan, uyanık nesiller… Kara haber de gelmese… Bir süredir müslüman coğrafyaları maalesef zulüm ve katliam haberlerinden öğreniyoruz. İsrail vahşeti Filistin’le tarihî bağlarımızı ve oradaki kardeşlerimizi hatırlamamıza vesile oluyor. Doksanlı yıllardaki Bosna ve Kosova katilamı, Somali’deki açlık, Arakan’daki sürgün, Afganistan’ın işgali, Irak halklarının kıyıma uğrayışı ve habersiz yaşadığımız sınır kardeşlerimiz Suriyelileri iç savaşla tanıyoruz. Şerrin içinde saklı bir hayır olarak bu süreçler kardeşliğimizi hatırlamamıza, uzak coğrafyalara yardım eli uzatmamıza, en önemlisi de insanlığın büyük yürüyüşü içindeki yerimizi anlamaya vesile oluyor. Başımızı kaldırıp kan revan içinde de olsa yeniden ufuklara bakmamız, kimliğimizi tekrar kuşanmamız için bir umut doğuyor. İslâm’ın izzeti için Düşmandan ve maruz kaldığımız düşmanlıklardan söz ederken tablo iç karartıcı görünüyor. Kendi yağımızla kavrulsak, etliye sütlüye karışmasak denilebilir. Fakat buna imkan yok. Koca imparatorluğun ardından bir avuç kalmış bu ülkeyi bile çok görenler olduğunu biliyoruz. Siyonistin vaat edilmiş toprakları, Yunan’ın Megalo İdea’sı, yüz yılı aşkın süredir uygulanan fitne politikaları neticesinde içimizde ayrıştırılmışların muhayyel sınırları buralardan geçiyor. Enerji yolları, Boğazlar, jeo-stratejik imkanlar burada. En önemlisi de tarih boyunca Hakk’ın kılıcı olmuşuz, müslümanız. Hakkımızda tarihî kinler birikmiş. Başarılarımız, birliğimiz, dirliğimiz bâtılın uykularını kaçırıyor. Söylemek istediğimiz şu ki, müslümanlar olarak dostumuzu düşmanımızı anlamalı, tehlikenin farkında olmalı ve bu tehlikeye karşı tek silahın, birlik olup ekonomik, siyasî, askerî alanlarda caydırıcı bir güç haline gelmekten geçtiğini idrak etmeliyiz. Bugün ilahî kader böyle bir fırsatı önümüze koymuş görünüyor. Düne kadar önünde titrediklerimiz bugün bizden korkuyorlar. Saldırganlıkları, vahşileşmeleri bundan. Belli ki tarihin dönüm noktalarından birini yaşıyoruz. Bir taraftan şeytan ve nefs başta olmak üzere kendi enfüsî düşmanlarımızla mücadele ederken, diğer taraftan dinimizin, kimliğimizin, tarih ve medeniyetimizin zahirî düşmanlarını tanımak zorundayız. Bu düşmanlarla mücadelede Allah’ı, Rasulü’nü, onların yolunda giden salih zatları ve nihayet birbirimizi dost olarak seçmek, zâhir ve bâtındaki zaferlerimiz için en temel unsurdur. *** ASIRLAR BOYU AYNI DÜŞMANA KARŞI SAVAŞTIK Müslümanlar olarak günümüzde farklı bayraklar altında, yabancı ellerin çizdiği sınırlarla biribirinden uzaklaşmış olarak yaşasak da, dedelerimiz asırlar boyu aynı düşmana karşı mücadele etmişti. Müslümanlar kardeştir şiarıyla dünyevî hiçbir menfaat peşine düşmeden kardeşlerinin yardımına koşmuş, hep birlikte imanlarını ve vatanlarını müdafaadan geri kalmamışlardı. Bu kardeşliğin günümüzde de yansımaları devam ediyor. Ne zaman bir Cezayirli, Tunuslu ile karşılaşsanız, biraz muhabbet etseniz kahraman ecdadından ve kendisinin de Osmanlı olduğundan bahsedecektir. Kahire sokaklarında hâlâ ecdadımızın kelimeleri dolaşmaktadır. Filistin, ecdadın bıraktığı yerden direnişe devam etmektedir. Mazlum Gazze’nin bugün harabeye dönmüş Şücaiyye (Kahramanlar) mahallesinin ismi İngilizlerle çarpışan kahraman ordumuzdan hatıradır. Şam-ı Şerif’i bırakıp geldik diye kardeşlerimiz peşimizden geliyor. Irak bizi geri çağırıyor. Arakan bir selamımızı gözyaşlarıyla karşılıyor. Bosna, Kosova kendini bizden, bizi kendinden biliyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. O halde, kendi iman ufuklarına gözünü kapatarak, ümmet olduğunu unutup gündelik oyalanmalara gömülmek gaflet değil de nedir? *** OSMANLI’YI AYAKTA TUTAN RUH Osmanlı’yı kuran kitap olarak da tanımlayabileceğimiz Garipname’de, Âşık Paşa on dosttan bahseder. Bu on dost, kişinin manevi ve maddi hayatını mamur eden rehberlerdir. Bunlar sırayla Allah Tealâ, Peygamber Efendimiz s.a.v., dört mezhep imamı, veliler, alimler, mürşid, arkadaş, anne baba, usta ve devlet başkanıdır. Âşık Paşa, her bir dostu ayrıntısıyla açıklar ve her birinin niçin gerekli olduğunu anlatır. Kısaca özetleyelim: • Allah Tealâ ve Peygamber Efendimiz s.a.v. imanımızın ve dinimizin esası olan dostlardır. • İstikamet üzere dinimizi derleyip bir araya getirenler, koruyanlar da dört mezhep imamımızdır. • Veliler ve alimler de istikametimizi güçlendiren, her daim besleyen kandillerdir. • Mürşid, anne baba ve usta da kişinin yaşadığı dönemdeki öğreticileri, rehberleridir. • Devlet yöneticisi de birliği ve dirliği temsil eder.

20 Kasım 2014 Perşembe

İhlâslı Amel Ömrün Bereketidir

Allah-u Zülcelâl kullarına karşı çok şefkatli olduğu için bize selametli, güzel yolu gösteriyor. Nasıl ki baba ve anne, kendi çocuklarına karşı şefkatli olduğu için ona menfaatli ve doğru yolu gösteriyorsa Allah-u Zülcelâl de bize dünya ve ahirette selamete kavuşmamız için doğru ve güzel yolu gösteriyor. Kim selametli yolu istemez, kim kendini tehlikeli yollardan muhafaza etmiyor? Şimdi deseler ki Ankara yolu üzerinde yol kesiciler var, tehlike vardır, kimse gitmez. İnsanlar böyle dese gitmiyoruz, hâlbuki Allah’ın dediği insanların dediği gibi değildir; Allah’ın dediği yüzde yüz doğrudur. Allah-u Zülcelâl bize bir yolu kesin olarak selametli, bir yolu da tehlikeli ve sıkıntılı olarak gösteriyor. Allah Azze ve Celle bir ayet-i kerimede iyi yolu seçenleri şöyle methediyor ve Allah’ın yanında onlar için ne vardır, bunu şöyle haber veriyor: “Onlar ki, sözü dinler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği, doğru yolu gösterdiği kimselerdir, işte aklı erenler onlardır.” (Zümer, 18) Allah-u Zülcelâl diyor ki, “onlar akıllı kimselerdir.” Tabi bir insana “oraya gitme, orada ateş var” denirse, o dinlemez gider kendini ateşe atarsa ne diyeceğiz ona? “Herhalde psikolojisi bozuktur, delidir,” diyoruz, değil mi? Artık onun hakkında her şey söylenir. Çünkü açık açık kendini tehlikeye atıyor, azaba atıyor. Öbür tarafta ise, “Allah-u Zülcelâl’in cenneti şu tarafta” deyince o yola gidenler hakkında da “Bunlar ne kadar akıllı” derler ona değil mi? Bunlar aynı dünyada da böyledir. Allah-u Zülcelâl’in dediğine uyanlar, tabi olanlar, Allah onları hidayet etmiş ve onlar akıllı kimselerdir. İnsanın aklı daima iyiliği seçiyor. Bazen insan kötülüğe gidiyor ya, işte o zaman oraya nefis gidiyor, akıl istemiyor onu. Hatta içki içen, kumar oynayan, günah işleyen insanlara da sorsanız itiraf ederler, “Bu yaptığım iyi bir şey değildir, akıllı işi değildir” diye. Akıl iyiyi kötüyü ayırt edebiliyor. Allah aklı böyle makbul kılmış, bize akıl gibi hidayeti anlayıp uyan bir cevher nasip etmiştir, onunla doğru yolu anlayabiliyoruz. Ama o yaramaz nefis insanı yoldan çıkarıyor. Şeytan neyle şeytan oldu? Nefisle, kibirle, kendini beğenmekle… Allah bütün meleklere emretti, “Âdem’e secde edin” diye, o karşı geldi, “Ben ona secde etmem, ben ondan daha iyiyim” dedi. Nefsine uydu orada mahvoldu gitti. Allah hepimizi nefsin belasından, hatasından, kibrinden muhafaza etsin. Ben kendime ve size tavsiyede bulunuyorum; hiç kimse nefsine uymasın. Nefsin oyununa gelmesin. Nefsi Beğenmek Bütün Kötülüklerin Başı Bakın Yusuf Peygamber aleyhisselam, Allah’ın Habîbi, onun babası Allah’ın Habibi, bütün sülalesi Peygamber, o diyor ki “Ben nefsimi temize çıkarmam, (aklamam, hata yapmam diye savunmaya geçmem.) Çünkü nefis kötülüğü çok emredicidir.” (Yusuf, 53) O dahi kendi nefsinden razı değildir bak. Çünkü kişi biraz zeki olduğu için, biraz ibadet ve hizmet yaptığı için, nefis başka arkadaşlara karşı üstünlük iddiasıyla gelebilir ona… Dikkatimi çekiyor, hem İslam tarihine bakıyorum hem zamanımızdaki insanlara bakıyorum, nefsine uyan şahıs, önce iyiyken sonra kötü oluyor. Nefsi beğenmemek lazım; nefsi beğenmek bütün günahların başıdır; nefsinden razı olmamak da bütün hayrın başıdır. İnsana kibir gelmesi ne kadar haksızdır, senin ilmin varsa, senin güzelliğin varsa neyin olursa olsun hepsi senin değil Allah’ındır. Allah istese bir saniye içinde aklını alır, deli olursun, sağlığını alır, hasta olursun. Hepsi Allah’ın malıdır. Böyleyken kibirlenmek, kendini beğenmek ne kadar haksızdır.Ben eski sofiyim, bu sofiler acemidir diye kibirlenmek ne kadar yanlıştır… Bir gün nebi İsa aleyhisselam, havarileriyle beraber bir yolda gidiyorlar. Onları gören fasık, zahiri günahlar işlemiş bir kişi; “Bunlar mübarek kişilerdir. Biri Allah’ın nebisi diğerleri de onun ashabı… ben onların yanına yaklaşayım, gölgeleri üzerime gelsin, belki Allah bana merhamet eder, affeder,” diye, alçak gönüllülükle, kendini Allah’a karşı mahkum görerek gitmiş onların arkasında yürümeye başlamış. Onu gören, İsa aleyhisselamın maiyetindekilerden bir kişi, “ Biz nerede bu fasık kişi nerede,” diye kalbinden geçirip kibirlenmiş. Allah-u Zülcelâl o sırada İsa aleyhisselama vahyetti; “O, alçak gönüllü fasık, o kibirli âbidin yerine geçti, o da öbürünün yerine geçti. Yani o kibirlenmekle fasık oldu, o da Hz. İsa aleyhisselama ashab oldu.” O yüzden dikkat edelim hiçbir zaman kendimizi kimsenin üstünde görmeyelim. Sadâtlardan bir zat kendi mürşidine bir mektup gönderiyor, diyor ki: “Efendim, ben şöyle bir rüya gördüm” Mürşidi ona cevaben diyor ki: “Senin rüyanda bir alamet vardır, sen insanlara çok menfaatli olacaksın, insanlar senden çok istifade edecek, yalnız kendini Moskof kâfirlerden iyi görme!” Niçin, çünkü belki o Müslüman olabilir, sen ise kendi akıbetini bilmediğin için kendini onlardan üstün görme. İşte insanın Allah-u Zülcelâl’e karşı durumu böyledir. Nefis seni hayra götürürken bile kendine bir pay çıkarmak ister. Zamanında bir zat nafile hacca gitmek için yol masrafını hazırlamıştı. Nefsine sordu, “Hacca mı gideyim yoksa bu parayı gizlice fakirlere mi dağıtayım?” Nefsi dedi ki: “Hacca git! Orada seni herkes görecek, hacı diyecek” Hemen o zat o parayı fakirlere dağıttı. Çünkü gördü ki nefsi riya yapmak istiyor. İşte nefis böyle hain bir ortaktır, onunla daima hesaplaşalım. Kendi Kusurunla Meşgul Ol Nefsin oyunları çoktur. Mesela kendi nefsinin hatalarını görmemen için seni daima başkalarının hatalarını araştırmaya sevk eder. Mümin kardeşlerinin hatalarıyla meşgul olup kendi hatalarının görmemek, Allah’ın en çok gazaplandığı, en tehlikeli haldir. Çünkü sen kendinle meşgul olmuyorsun daima başkalarıyla meşgul oluyorsun. İbrahim bin Edhem bir arkadaşıyla yolculuk yapmıştı. Yolun sonunda arkadaşı ona dedi ki: “Sen büyük bir evliyasın Allah dostusun. Bu yolculukta bende ne hata gördüysen bana söyle ki, ben de onları terk edeyim.” İbrahim bin Edhem diyor ki: “Kusura bakma, ben hiç senin kusurlarını görmedim, çünkü ben hep kendimle meşgul oldum.” Bakın işte onlar böyle evliya oluyorlardı. Kendi kusurlarını görmekten başkasını görmeye vakitleri yoktur. Rivayet edilen bir haberde gelmiştir ki, bazı ömürler fazla olur, yani kişinin yaptığı iyilikler sebebiyle, anne babasına yaptığı iyiliklerle ömrü ziyadeleşir. Ya o kişinin ömrü kırk seneyse elli sene olur yahut bereketlenir. Birbirimize söylediğimiz meşhur dua vardır ya, “Allah senin ömrüne bereket versin” diyoruz. İşte bereket şudur: kısa bir zamanda öyle ihlâslı kulluk yapıyorsun, öyle İslam ahlakı üzerinde devam ediyorsun ki, ömrü uzun olduğu halde böyle güzel amel yapmamış insanları geçiyorsun. Çünkü sırf Allah için amel yaptığın, güzel ahlak sahibi olduğun için Allah sana böyle amel yapmamış olanlardan daha yüksek makam veriyor, cennet-i ala nasip ediyor. Ömrü uzun olduğu halde böyle ihlâslı amel yapmayan kişinin ömrü boşa geçmişken senin ömrün kısa olduğu halde ihlaslı amelle bereketli oluyor. İmam Ali radıyallahu anhu diyor ki “Asıl bayram, kişinin hiçbir günah işlemeden geçirdiği gündür.” Niçin? Çünkü insanlar nasıl ki bayramda ferahlanıyorsa, günah işlemediği gün için de mümin kişi ahiret gününde öyle ferahlanacak. Günah işlemek, Allah atkında öyle gazap sebebidir ve kâinattaki her şey günahkâra karşı öyle lanet eder ki, toprak, kendisi üstünde günah işleyen kişi hakkında Allah’tan izin istiyor: “Ya Rabbi izin ver onu yutayım!” Üstündeki gök onun hakkında Allah’tan izin istiyor: “ Ya Rabbi bana izin ver onun üzerine yıkılayım!” Ama Allah-u Zülcelâl öyle merhametli ki; “Bırakın onu, siz onu yaratmadınız, onu Ben yarattım. Eğer onu yaratan siz olsaydınız belki ona siz de merhamet ederdiniz. Ben ona merhamet edeceğim, mühlet vereceğim. Eğer tevbe ederse affederim, etmezse cehennemi yaratmışım, ona dolduracağım!” diyor. Müminleri Sevmek En Kolay İbadet Allah-u Zülcelâl günah işleyenleri görünce gazab ediyor, ama sonra bakıyor camileri yaptıran müminleri, birbirini seven müminleri azap etmekten vazgeçiyor. Kudsî hadiste buyuruyor ki: “Ben yeryüzü halkına azap etmeyi murat ettiğimde, mescitleri inşa ve tamir edenleri, benim rızam için birbirlerini sevenleri ve seher vakitlerinde istiğfar edenleri görünce, onlara azap etmekten vazgeçerim.” Demek ki, aramızda akrabalık bağı olmadığı halde birbirimizi sevmemiz, Allah’ın camilerini yapmamız Allah’ın gazabını söndürüyor. Öyleyse Allah için birbirimizi sevelim, kin gütmeyelim. Herkesin hatası olabilir, birbirimizi affedelim. Biz bütün amellerimizi Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyoruz, öyle değil mi? Namaz kılıyoruz, zekât veriyoruz, hacca gidiyoruz. Bir de “Bu mümin kardeşimi seveyim, ne güzel bir kul” dediğimiz zaman kolayca Allah’ın rızasını kazanıyoruz. Öyleyse kalbimizdeki yaramazlıkları kaldıralım, Allah’a karşı tertemiz edelim inşaallah. O zaman az bir ibadetle bile Allah bizi kurtaracaktır. Selef âlimleri demişler ki; “Allah-u Zülcelâl bize iki emanet bırakmış ki biz onlarla Allah’ın azabından emin oluruz, onlardan biri gitti, biri kaldı.” Bunun hakkında ayette buyruluyor ki: “(Ey Resulüm,) Sen onların aralarında bulundukça, Allah onları azab etmez. Bir de istiğfar ettikleri sürece Allah onları azaba çarptırmaz.” (Enfal, 33) Bunlardan biri gitti, yani Allah’ın Resulü ahirete göçtü, artık bizim aramızda değil, bize tevbe istiğfar kaldı. Tevbe etmek, bize Allah’ın azab etmemesi için bir emniyettir, muhafazadır. Öyleyse tevbenin kıymetini bilelim. Hem kendimiz için kıymetini bilelim hem de mümin arkadaşlarımız için… Buraya gelen herkes bir kişinin tevbe etmesine, namaza başlamasına vesile olmaya gayret etsin. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Allah’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete eriştirmesi, senin en kıymetli dünya malı olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhari, Fezailu’l-Ashab, 9) Eğer derin düşünürsek ahiret için ne kadar gevşek olduğumuzu görebiliyoruz. Birisi dünya işi için çağırsa ve yüksek bir ücret vaad etse, hasta olanlar bile kalkıp gider çalışmaya, mükafat çok diye… Öyleyse Allah yoluna niye çalışmayalım? Elhamdulillah, ne mutlu bize, Peygamberin ümmetinden bizi yaratmış, Allah’ın evine gelmişiz. Bu manzara bize Allah’ın nimetidir. Biz burada Allah’ın misafiriyiz. Bir kişinin evine misafir olduğumuz zaman bize “Hoş geldiniz” diyor, yemek, çay ikram ediyor. Allah, herhangi bir kişi gibi midir? Allah-u Zülcelâl, evine misafir gelen kuluna, rahmetini mağfiretini ikram ediyor. Bunun için Allah’ın evine ziyaretimizi çoğaltalım, başka insanların da gelmesine vesile olalım. Allah-u Zülcelâl Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme buyuruyor ki: “Allah sana öyle verecek ki sen razı olacaksın.” (Duha, 5) Yani Allah sana istediğini verecek, sen razı oluncaya kadar. Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Benim ümmetimden bir kişi cehennemde kalsa ben razı olmam.” Bakın herhangi bir insanın vaad ettiğini söylemiyorum size, Allah-u Zülcelâl’in vaadini haber veriyorum. Allah Herkesten Daha Merhametlidir Allah buyuruyor ki; “De ki: Ey kendilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah elbette bütün günahları bağışlar ve gerçekten O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer, 53) Tevbe etmekle “Ya Rabbi senin kulluğunu yerine getiremedim” demiş oluyorsun. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor: “Allah’ın kadrini gereği gibi takdir edemediler, Allah, yegâne kaviy, yegâne azîzdir.” (Hacc, 74) Allah’ın azametine layık kulluğu yerine tam getirmiyoruz. Getirmediğimiz zaman bu nedir, hatadır. Öyleyse bu hatadan, gafletten tevbe edelim. Geçmiş zamanlarımızdaki gafletten özür dilersek, “Ya Rabbi keşke benim bütün zamanım senin huzurunda murakabe ile geçseydi” dersek Allah bizi affedecektir. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle tövbe edin. Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider. “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü senin her şeye hakkıyla gücün yeter” derler.” (Tahrim, 8) Bakın Allah buyuruyor ki, “O gün Allah Peygamberi ve ona iman edenleri utandırmaz, hakir eylemez.” Allah öyle merhametlidir ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme Allah dedi ki, “Ya Muhammed, ister misin, senin ümmetinin hesabını görmeyi sana nasip edeyim.” Peygamberimiz buyuruyor: “Hayır Ya Rabbi! Çünkü sen onlara karşı benden daha merhametlisin. Belki ben onları günahını görünce ‘azaba müstahaktır’ diyebilirim ama sen Erhamü’r Rahiminsin, merhametlilerin en merhametlisisin. Onları ancak Sen bağışlarsın” Süfyan-ı Sevri diyor ki, “Eğer kıyamet gününde deseler ki, ‘Senin hesabını annenle baban mı görsün yoksa Rabbin mi görsün,’ ben Allah’ın hesabını seçerim. Çünkü o bana anne babamdan daha merhametlidir.” Öyle merhametlidir Allah azze ve celle. Ama siz de biliyorsunuz mesela senin beş altı çocuğun vardır. İçlerinden biri kendisini devamlı kucağına atıyor, “Baba bana şöyle al, böyle yap” diyor, diğerleri kendi halinde duruyor. Siz ona karşı daha merhametli olursunuz. Allah’ın kulları da böyledir. Biz de böyle Allah’a karşı yalvaralım. “Allahım senin şanına göre bana muamele et, benim durumuma göre bana muamele etme ya Rabbi” diyelim. Allah-u Zülcelal kendi nefsimize teslim etmesin, bizi hayırlarda kullansın inşallah.

13 Kasım 2014 Perşembe

Namazı terk etmenin fıkhi hükmü

Namaz kılmamanın fıkhî hükmünü nakletmeden önce şunu tekrar hatırlatmak isteriz ki: “Amacımız korkutmak değil, sevdirmektir; uzaklaştırmak değil, yakınlaştırmaktır; zorlaştırmak değil, kolaylaştırmaktır.” Ancak bizlerin sevdirme, yakınlaştırma ve kolaylaştırma niyeti, bir hakikati gizlemeye ve saklamaya sebep olmamalıdır. Yoksa Allah katında mesul oluruz ve “bildiklerini saklayanlar” zümresine dâhil oluruz ki, bizler bu zümreye dâhil olmaktan Allah’a sığınırız. Belki de gizlenen ve saklanan bu fıkhi hükümler insanlara tebliğ edilseydi, namaz kılmayanlar işledikleri günahın ne kadar büyük bir günah olduğunu öğrenirler ve namazı terk etme günahına tövbe ederlerdi. Bizler bu büyük günahın fıkhî hükmünü naklederek uhrevi mesuliyetten kurtulmak istiyoruz. Bu sayede ahirette bizden davacı olunamayacak ve bizler Rabbimize karşı bir mazeret sunabileceğiz. Bu kısa beyandan sonra şimdi geldik namaz kılmamanın fıkhi hükmüne: Namazı küçümsediği ve namaza ehemmiyet vermediği için kılmayan kimse ittifakla İslam dininden çıkmış ve küfre girmiş olur. Namazı küçümsediği için kılmayan kimsenin kâfir olacağı hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. Bu arada “küfre girme”nin ne demek olduğunu da beyan edelim: Küfre girmek demek, İslam dininden çıkmak ve Müslüman olma sıfatını kaybetmek demektir. Yani artık o kişi bir Müslüman ile evlenemez, kestiği yenilemez, öldüğünde yıkanmaz ve kendisine cenaze namazı kılınmaz, ebedi cehenneme girer ve asla cennete giremez. Yani o kişi şeriat nazarında artık kâfirdir. “Ben de Müslümanım.” demesi ona hiçbir fayda vermez. Demek, namazı küçümsediği için kılmayan kişi kâfirdir. Bu kişinin tekrar İslam’a girebilmesi için günahına tövbe etmesi ve tekrar kelime-i şehadet getirmesi gerekir. Nefsi emmarenin damarına dokunan bu fetvayı ve fıkhî hükmü naklediyoruz ki, namazı küçümsediği ve ehemmiyet vermediği için kılmayan kişinin aklı başına gelsin ve hemen günahına tövbe ederek iman dairesine girsin!.. Namazı küçümsediği ve namaza ehemmiyet vermediği için kılmamanın hükmünü böylece öğrendik. Şimdi, namazı tembellikten dolayı kılmamanın fıkhî hükmüne bakalım: Namazı, kıymetine ve önemine inandığı halde tembellikten dolayı kılmama hususunda iki farklı görüş mevcuttur. Birinci görüş Hanefilerin, Malikilerin ve Şafilerin görüşüdür ki, bu üç mezhebe göre, namaz kılmayan kişi, çok büyük bir günah işlemekle birlikte yine de Müslümandır. Namazı terk etmesi onu dinden çıkarmamaktadır. Bu kişi, günahkâr bir Müslüman olmakta ve namazı terk etmesi sebebiyle küfre girmemektedir. Hanbelî mezhebine göre ise namaz kılmayan kişi kâfirdir. Hanbelî mezhebine göre, mazereti olmaksızın tek bir vakit namazını kılmayan kişi kâfir olur. Bu kişiye, dinden dönenlere tatbik edilen hükümler tatbik edilir. Ölünce yıkanmaz, kefenlenmez ve cenaze namazı kılınmaz. Bir çukur kazılarak cenazesi içine bırakılır ve üzeri toprakla örtülür. Hanbelî mezhebinin görüşü olan, namaz kılmayanın dinden çıkması ve küfre düşmesi, aynı zamanda birçok sahabenin de görüşüdür. Hz. Ömer, Abdurrahman bin. Avf, Muaz bin. Cebel, Ebu Hüreyre, İbn-i Mes’ud, İbni Abbas, Cabir İbni Abdullah, Ebu’d Derda gibi sahabelerin büyükleri; ayrıca İshak b. Râhuye, Abdullah bin. El-Mübarek, İbrahim en-Nehai, Hakem bin. Uteybe gibi adlarını saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok İslam âlimi de, Ahmed İbni Hanbel gibi, namaz kılmayanın dinden çıkıp kâfir olduğuna hükmetmişlerdir. Demek namazı terk etmenin hükmü şöyledir: Namazı küçümseyerek ve ehemmiyet vermeyerek terk eden ittifakla kâfir olur. Ebedi olarak cehennemde kalır ve cennet kendisine haram olur. Küçümseme olmaksızın, tembellik gibi bir sebeple namazı terk edenler hakkında ise ihtilaf vardır. Üç mezhebe göre, iman dairesinden çıkmamakla beraber büyük bir günah işlemektedir. Hanbelî Mezhebine göre ise, bu kişi dinden çıkmakta ve kafir olmaktadır ki, isimlerini saydığımız birçok sahabe ve âlim de Ahmed İbn-i Hanbel hazretlerinin görüşündedir. Şimdi ey namazını kılmayan kişi! Bütün bunları duyduktan sonra hala namaz kılmamaya devam mı edeceksin? Yoksa hemen tövbe edip namaza mı başlayacaksın? Gel, ikinci yolu seç ve Allah’a tövbe ederek namaza başla. Yoksa ölüm gelip çattığında pişmanlığın öyle büyük olur ki, akıl ve hayal tasavvurundan aciz kalırlar. Hem sakın deme: “Ben de herkes gibiyim. Namaz kılmayan tek ben değilim ki. Eğer ceza varsa hepimize var.” Sakın böyle deme, çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Hiçbiri kabirde yardımına gelemez. Hem herkesle musibette beraber olmakla oluşan teselli, kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Yani sana kabirde veya cehennemde azap edilirken, kendisine azap edilen başkalarına bakarak teselli bulamazsın. Hem kendini sakın başıboş zannetme. Zira şu dünya misafirhanesine, hikmet nazarıyla baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin; sen nasıl nizamsız ve gayesiz olabilirsin?

6 Kasım 2014 Perşembe

KURTULUŞ İÇİN ZİKİR ŞART

Kalb onunla tedavi oluyor… Zikir şart, tefekkür lazım… Allah-u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Eğer (Yunus aleyhisselam) çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun (balığın) karnında kalırdı.” (Saffat; 143-144) Burada, insanlar için ne kadar da açık bir işaret vardır. Allah-u Zülcelal'in ibadeti, zikri, insan için çok büyük bir kurtarıcıdır, dertlere, kederlere, sıkıntılara çaredir. Demek ki Yunus aleyhisselamın ihlasla zikri, ibadeti ve samimiyeti hürmetine, Allah-u Zülcelal onu kırk gün sonra balığın karnından kurtarmıştır. İnsan, bu ayet-i kerimenin ve daha başka ayet-i kerimelerin üzerinde biraz derin olarak düşünecek olursa, tek çarenin Allah-u Zülcelal'in zikri ve ibadeti olduğunu açıkça görebilir. İnsana hem dünyada hem de ahirette yarayacak olan Allah-u Zülcelal'in zikri, ibadeti, Allah-u Zülcelal için gösterilen samimiyet, ihlas ve takvadır. Ama bu adi olan nefis, Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini, hizmetini yapmak istemiyor. Allah-u Zülcelal onu da öyle yaratmıştır. Yapmış olduğumuz zikir, ibadet ve hizmetler Allah-u Zülcelal’in rızası için olursa, herhangi bir musibetle karşı karşıya kaldığımız zaman, bu salih ameller, bizim selamete çıkmamıza vesile olacaktır. Eğer insan, günde birkaç dakika veya bir saat kadar oturup Allah-u Zülcelal'in cenneti, cehennemi ve ahireti niçin yarattığını tefekkür etse; dünyayı, altını, gümüşü ve bunların sonunun ne olacağını iyice bir düşünse, Allah’ın zikrinden gafil olarak ve ahiret için çalışmayarak ne büyük bir yanlışın içinde olduğunu açık bir şekilde anlayacaktır. Nasıl gözlerimizi kapattığımız zaman dünyayı göremiyorsak, düşünmediğimiz zaman da kendimize faydalı ve zararlı olan şeyi göremeyiz. Kör gibi olup bunları birbirinden ayıramayız. Allah'tan korkan, Allah-u Zülcelal'in daima kendileriyle beraber olduğunu bilen kimseler şeytan kendileriyle uğraşmak istediği zaman, Allah'ın azametini, büyüklüğünü, kıyamet gününü, cennet ve cehennemi hatırlarlar da bu sayede, iman nuru kalplerinin üzerine inerek; nasıl gözümüzü açtığımız zaman dünyayı görüyorsak, onlar da bu şekilde hakikati görürler, hakiki bir insan olurlar. İnsan daima, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak suretiyle düşündüğü zaman, kalbinde iman nuru parlayacak ve imanın feyziyle kalp, ruh ve nefis tedavi olacaktır. O kişiye günahlardan muhafaza olmak için bir istek, daima ibadet etmek için bir gayret ve Allah'ın muhabbeti gelecektir. Yani o kişi İslam'ın, insandan istediği bütün davranışlar içinde olacaktır. Bunun için daima iman nuru sayesinde, kalbin üzerine iman, feyiz ve rahmet gelmesi çalışması lazımdır. Bunun tersine de insan kendisini bıraktığı, aklıyla düşünmediği zaman, nefis kalbi daima kötü yola sevk edecek, hatta gitgide küfre kadar da götürecektir. İnsan hakiki olarak tefekkür ettiğinde, Allah'ı çok sevmesi gerektiğini anlar. Ölecek ve hesaba çekileceğiz Bu dünyada insanın, ahireti ve Allah-u Zülcelal’in rızası için mahzun olması lazımdır. “Ben dünyada niye zengin olamıyorum, niye benim dünyalığım yok?” diye değil, ahiret için mahzun olmalıdır. Kabristanların sessizliğine bakıp aldanmayalım. Orada büyük şeyler oluyor. Sanki kendimizi hiç ölmeyecekmiş gibi görüyoruz. Oysa hepimiz öleceğiz. Şimdi ne soru vardır, ne de cevap vardır. Fakat öldüğümüz zaman bize soracaklar, bizi hesaba çekecekler. Dünyada sanki ebedi kalacakmışız gibi aldanmayalım. Bizim, o sorulara cevap vermek için hazırlık yapmamız lazımdır. Her ne kadar biz duymuyorsak da kabirlerde sorgu ve sual melekleri ölüleri sorguya çekiyorlar. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: “Ölü kabre konulur. Salih kişi, kabrinde korkusuz ve endişesiz oturtulur. Sonra kendisine: “Hangi dinde idin?” denilir. “İslâm dinindeydim” der. “Şu adam nedir?” denilir. “O, Allah'ın Resulü Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)dir, bize Allah indinden açık deliller getirdi, biz de onu tasdik ettik” der. Ona: “Allah'ı gördün mü?” denilir. O: “Allah'ı görmek hiç kimseye mümkün ve muvafık değildir” der. Bu safhadan sonra cehenneme doğru bir delik açılır. Oraya bakar, ateş alevlerinin birbirini kırıp yok etmeye çalıştığını görür. Kendisine: “Allah'ın seni koruduğu ateşe bak!” denilir. Sonra ona cennet cihetinden bir delik açılır ve onun güzelliklerine ve içinde bulunan (nimet)lere bakar. Kendisine: “İşte senin makamın!” denilir ve yine ona: “Sen bunlar hususunda yakîn (kesin iman) sahibi idin. Bu iman üzere öldün, bu iman üzere yeniden diriltileceksin inşaallah!” denilir. Kötü adam da kabrinde korku ve endişe ile oturtulur. Kendisine: “Hangi dinde idin?” diye sorulur. “Bilmiyorum” diye cevap verir. Kendisine: “Bu adam kimdir?” denilir. Halkı dinledim, bir şeyler söylüyorlardı, onu ben de söyledim” der. Ona cennet cihetinden bir delik açılır. Cennetin güzelliklerine, içinde bulunan nimetlerine bakar. Ona: “Allah'ın senden uzaklaştırdığı şu cennete bak!” denilir. Sonra ona cehenneme doğru bir delik açılır. Oraya bakar. Alevlerin birbirini yiyip yok etmekte olduğunu görür. Ona: “İşte makamın burasıdır. Sen cehennemin varlığı hususunda şekk (şüphe ve inkâr) içerisinde idin, bu şekk üzere öldün ve bu şekk üzere diriltileceksin inşaallah!” denilir.” (Kütüb-i Sitte; Hadis No:7277) İşte bu hadis-i şerifte anlatılanlarla hiç şüphe yoktur, aynen karşılaşacağız. Birbirimizi gördüğümüz gibi sorgu ve sual meleklerini göreceğiz ve onlar bizi sorguya çekecekler. O yüzden daha elimizde fırsat varken, geç olmadan tevbe ile Allah-u Zülcelal’e yönelelim ve bize sorulacak olan kabirdeki o sorulara cevap hazırlayalım. Bahusus zikir, hep Allah’ın zikriyle meşgul olalım ve gafletten kaçınalım. Kurtuluşumuz için seherlerde Allah’a yalvaralım Sırrı-i Sakati bir gün baktı ki Sadil Mecnun, avucunun içine 'Allah' kelimesini yazmış. “Ya Sadil bu nedir? Allah kelimesini niçin avucunun içine yazdın?” dedi. Dedi ki: “Ya Sırrı! Ben kalbimin üzerine Allah'ın adını yazdım. Oraya Allah'ın zikrinden, Allah-u Zülcelal’in muhabbetinden başkasını koymuyorum. Dilimin üzerine de Allah'ın adını yazdım. Ondan başkasını zikretmiyorum. Avcumun içine de yazdım ki daima Rabbimin ismine bakayım.” Mecnun Arapça deli demektir. Bakınız, ona Deli Sadil diye isim takmışlardı. Hâlbuki o akıllıdır, biz deliyiz. Çünkü o muhabbet ve aşkla, saadet-i ebediyyesini, baki hayatını temin ediyordu. Biz ise daha önce de denildiği gibi birkaç günlük keyf-u sefa için ebedi hayatımızı tehlikeye atıyoruz. Bu durumda biz mi deliyiz, yoksa o mu delidir? Bu ahirzamanda insanın çaresi, daima Allah'a yalvarmaktır. Seher vakti duaların makbul olduğu bir zamandır. İmsâktan yarım saat, bir saat önce, Allah-u Zülcelal'e yalvarmalı; günahlarımızı affetmesi, bizi doğru yola iletmesi, bizi günahlardan muhafaza etmesi, bize ibadetini nasip etmesi; nihayet rahmetiyle, keremiyle, fazlıyla bizi rızasına müstahak etmesi için yalvarmalıyız. Böyle yaptığımız zaman, kalbimiz tedavi olacaktır. Zikir ve ihlasla dua yapmak hali insanın kalbini tedavi eder. İnsanın, Allah-u Zülcelal'in emirlerine ne kadar merakı varsa, Allah-u Zülcelal onu, yeryüzünde o kadar aziz kılar. Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Üstünlük (izzet, şeref), ancak Allah'a, O'nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun; 8) Kalp zikirle tedavi oluyor Zikrin manası, kalben Allah'la beraber olmaktır. Kalbimizle Allah’a yönelmek suretiyle huzurlu olduğumuz zaman, Rahmet-i ilahi kalbimize doğru gelecek ve günahlardan dolayı kararan kalbimiz tedavi olacaktır. Saadat-ı kiram şöyle demiştir: “Bir saniye huzur ile Allah'ı zikretmek, bin sene gafletle ibadet yapmaktan daha hayırlıdır.” Yine saadat-ı kiramdan bir zat şöyle demiştir: “Ben zaten gaflet içinde zikrediyorum. Böyle zikir yapacağıma hiç yapmayayım' diye, şeytan kişiye vesvese vererek onun kalbiyle oynayabilir. Bu düşünce çok yanlıştır. İnsan, gafletle zikir yapa yapa, huzurlu bir şekilde zikir yapmayı öğrenecektir ve o gaflet halinden kurtulacaktır.” Tabi ki, insan ilk defa zikrettiğinde, gafletle olabilir yahut da zamanla 'Ben hala gafletteyim, benim kalbim çalışmıyor' diye düşünebilir. Bunlara aldırmamak, devam etmek lazımdır. Bir gün, iki gün, üç gün, dört ay, bir sene, onu aramak ve yapmak lazımdır. Bir gün bulacaktır, inşaallah. İnsan, manevi hastalıklarını tedavi edip kâmil olmazsa; Allah-u Zülcelal'in ibadetinden, zikrinden gafil olursa, kendisine yapılan eziyetlere dayanamayacağı gibi, şeytan ve nefse mağlup olup karşısındakilere zararda verir kendisi de buguz ettiği ve kin duyduğu zarar görür. İnsanın vücudunun herhangi bir yerinde bir çıban çıktığı zaman, çıbanın içindeki cerahat çıkarılmadığı sürece, yarası iyileşmez. Çıbanın içindeki pisliği çıkarıp, üzerine merhem sürülürse bir kaç gün içinde nasıl iyileşirse insanın kalbi de zikrullah ile tedavi olur ve kin, kibir, riya, ucb, hased, salih amellerde gevşeklik göstermek gibi manevi hastalıklarından kurtulur. İnsanın kalbinde bu hastalıklar olduğu zaman insan, kendisinde ne ibadet yapmaya güç bulabilir, ne yaptığı ibadetlerden lezzet alabilir ne de akl-ı selim ile düşünebilir. Kalbimizdeki bu habis hastalıkları zikrullah ile temizlediğimiz zaman, yaptığımız ibadetlerin lezzeti, çok başka olur. Bunu, herkes üzerimizde göreceği gibi kendimiz de hissederiz. Dünya hayatının faniliği İnsanın, daha bu dünyadan ayrılmadan önce dünya sevgisini kalbinden çıkartması lazımdır ki ölürken pişman olmasın. Dünya sevgisini, muhabbetini, kalbimizden çıkartmak içinse eşyanın özüne ve hakikatine bakmalı, fani ve geçici olduklarını kalbimizle ve ruhumuzla temaşa etmeliyiz. Onların fani olduğunu, geçici bir süre sonra hiçbir kıymetlerinin kalmayacağını anlayıp bildiğimiz zaman, dünyanın nasıl olduğunu görerek kalbimize, sadece Allah-u Zülcelal'in ve ahiret gününün muhabbetini yerleştiririz. Fabrikadan yeni çıkan bir otomobile bakın mesela! Sahibi onu aldığı zaman gözü gibi bakıp, bakımını aksatmadan yapar. Herhangi bir yerine bir şey olmaması için azami gayret sarfeder. Ancak, bazen de hurdalıklarda her tarafı çürümüş, kullanılamayacak duruma gelmiş arabalar görürüz. Hâlbuki o araba da bir zamanlar yeniydi. Sahibi onu seviyor, ona itina gösteriyordu. Arabanın muhabbetiyle kalbi doluydu. Peki, ne oldu? O yepyeni araba, yavaş yavaş eskidi, çürüdü ve topraktan bir farkı kalmadı. Böyle olduğu için de sahibinin ona duyduğu sevgi de kayboldu. Bir kişi yeni bir elbise aldığında itina ile giyer. Ama bir süre giydikten sonra, eskidiği için kaldırıp çöpe atar. Hani sahibi o elbiseyi aldığında, yeniyken özen gösteriyordu. Ne oldu ona? Eskidi ve sahibinin ona olan beğenisi, sevgisi de zail oldu, geçti gitti. Hepimiz, yediğimiz yemeğin ne olduğunu biliyoruz. İşte, eşyanın aslı, hakikati böyledir. Dünya da sevgisi de böyledir. İnsan bunlara meylederse Allah-u Zülcelal'den, ebedi olan ahiret gününden gafil kalır. Fakat dünyanın ne olacağını tefekkür ettiği zaman, kendisini ibadetten, zikirden alıkoyan şeyler, bütün cazibesini kaybeder. Hakikaten de şuurlu bir şekilde düşünecek olursak; padişah olsak biz şimdi, bütün dünya da bizim olsa ve bütün insanlar da bize hizmet etseler, hiç bir kıymeti yoktur, hepsi; o padişahlık makamı da sahip olduğumuz saltanatta, hizmet eden insanlarda zail olacaklardır. Çünkü faniyiz ve bir gün mutlak herkes gibi ölüp toprağa karışacağız. Onun için kendime ve sizlere daima şunu tavsiye ediyorum; gaflete daldığımız zaman, kendimizi hemen uyandıralım. Çaremiz, Allah-u Zülcelal'i zikretmektir. Zira bu ahirzamanın gafletinden, günahların zilletinden Allah’ın zikri ile korunabiliriz. Ölü kalpler, bir de diri olan kalpler vardır. İnsanın vücudundaki kalp, gafil olursa, ölür. Onun içinde insan namaz kılamaz, oruç tutamaz, zikir yapamaz ve günahlardan korunamaz hale gelir. Ama diri olan, gafletten uzak olan kalpte, Allah-u Zülcelal'in feyzi, rahmeti ve affı vardır. Zaten insan kalbiyle, “Allah, Allah” derse, Allah-u Zülcelal'in rahmetine, affına talip olmuş, Allah-u Zülcelal'i zikrederek, Allah’tan yardım talebinde bulunmuş demektir. Allah-u Zülcelal'in yardımı olmazsa insanın hali ne olur? İşte onun için çaremiz, Allah-u Zülcelal'in zikridir. Kendimizi bundan mahrum edersek, Allah muhafaza kalbimiz ölü bir kalp haline gelir. İslam dininde, manevi olarak zikir yapmak, Allah-u Zülcelal’e karşı olan durumu düzeltmek kadar kıymetli bir şey yoktur. İşte henüz geç kalmamışken, elimizdeki fırsatlar kaçmamışken, ancak kıyamet gününde ferahlanacağımız şeylerle şimdi ferahlanmamız lazımdır. Bu dünyada önümüze gelen fani olan güzel şeylerle ferahlanmak ve dünya zevkleri geçicidir. Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

30 Ekim 2014 Perşembe

ANA-BABA HAKKI

Cennet annelerin ayakları altındadır Anne, çocuğu aylarca karnında taşıyan, sonrada dünyaya getiren ve her türlü fedakârlığı göze alarak çocuğu maddİ ve manevi açıdan yetiştiren kadındır. İslam Dini, ananın çocuk üzerindeki hakkının daha büyük olması nedeniyle özellikle analara daha sonra da babalara çok iyilik yapılmasını emretmiştir. Ananın emeğini hiçbir teşekkür karşılayamaz. Bu emeğin karşılığı hiç bir mükâfatla takdir edilemez. Babanın da hakkı büyüktür. Anne, hamile kaldığı andan, itibaren evlad sebebiyle meşakkatler çekmeye başlar. Doğum kolay bir hadise değildir. Hayati tehlikeleri beraberinde getirir. Doğum sırasında ölen, şifasız dertlere giriftar olan anneler çoktur. Doğum normal cereyan etse bile, doğum sonu ve acılar başlı başına ciddi ve tahammülü zor fevkalade bir imtihandır. Annenin esas hizmeti doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi, tedavisi gibi ardı arkası kesilmeyen vasati on beş yıl sürecek hasbi bir hizmet dönemi doğumla başlar. Eğer çocuk özürlü ise belki ölünceye kadar o çocuğuna en güzel şekilde bakmaya devam eder bıkmadan, usanmadan. Cenab-ı Hakk'ın annelere koyduğu şefkat duygusu, -sefihleşerek fıtratını bozmamış- anneleri istirahatını, sıhhatini, yeme içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevk eder. Evladın bu hizmeti maddi bir karşılıkla ödemesi mümkün değildir? Yapabilecek tek şey annenin kendine sunduğu anneliğin idrakinde olması, minnettarlığının şuurundan olduğuna annesine hissettirmesidir. Anneye daha çok iyilik etmek gerektiğini şu hadisi şerif bize haber vermektedir: “Adamın biri Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme gelip sordu: - Ey Allah'ın Resulü, insanlar içinde iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en ziyade kim hak sabidir? Diye sordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: - Annen" diye cevap verdi. Adam: - Sonra kim? Dedi. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, yine: - Annen, diye cevap verdi. Adam tekrar: - Sonra kim? Diye sordu. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem yine: - Annen, diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: - Sonra kim? Resulullah sallallahu aleyhi vesellem bu dördüncüyü: - Baban! Diye cevapladı.” (Buhari, Müslim) İslam Dini evladın annesine ve babasına karşı olan saygı ve hizmet borcu hususunda ısrar eder, annenin evlat üzerindeki hukukunun babanınkine nisbetle en az üç misli olduğunu söyler. Âlimler annenin babaya rağmen üç misli zahmet çektiğine Kur'an-ı Kerimin şu ayette işaret buyurduğunu söylemişlerdir: (Mealen) “Biz insana, anne babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi, onu karnında, zorluğa uğrayarak taşımış onu güçlükle doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” (Ahkâf; 15) Âlimler der ki; “Hadiste anneye tanınan üç misli hak, ayette zikredilen üç şeye karşılıktır; hamilelik zahmeti, doğurma meşakkati ve emzirme sıkıntısı.” Anne ve babalara kim bakacak? Ana ve babanın çocukları üzerinde bir takım dini ve hukuki hak ve yetkileri sahip kabul edilmiştir. Analık ve babalık ilişkisine dair bazı özel hükümler konulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de gerekse hadislerde çoğunlukla Allah'a kulluk görevinin hemen ardından ana babaya karşı saygılı olma ve iyi davranmanın bir görev olduğuna dikkat çekilir. Nitekim Bakara suresinin 83. ayetinde İsrailoğullarına yüklenen ve uyacaklarına dair söz (misak) alınan sekiz konudaki görevler sıralanırken en başta yalnızca Allah'a kulluk, ikinci olarak da ana babaya iyilik etme vazifesi gösterilmiştir. Mesela şu ayetler anne ve babaya iyiliğe emretmektedir: “Allah'a kulluk edin. O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik edin.” (Nisa; 36) “Rabbin, ancak kendisine kulluk etmenizi ve anne babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa sakın onlara öf bile deme, onları azarlama; her zaman onlara güzel değerli sözler söyle, acıyarak onlara daima kucak aç ve yumuşak davran ve Ya Rab beni küçükken bakıp büyüttükleri gibi sen de şimdi onlara acı, diyerek dua et!” (İsrâ; 24) Bu ayetlerde anne-baba hakkının, Allah'a kulluktan sonra gelmesi, tüm diğer insani haller karşısında önceliği olduğunun açık kanıtıdır. Mikdad b. Ma'kerib 'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah size analarınıza iyi davranmanızı tavsiye ediyor. (Bu cümleyi üç kez tekrarladı). Allah size babalarınıza iyi davranmanızı emrediyor. Allah size en yakın akrabanıza ve sonra yakınlık derecesine göre diğer akrabalarınıza iyi davranmanızı ve haklarını gözetmenizi tavsiye ediyor.” (Ahmet Bin Hanbel, İbni Mace) Hatta bu Kütüb-i Sitte (17/471) de bu hadisin bir rivayette de şöyle bir ilave vardır. Hatta anne ve babası kendisine eza vermiş olsa bile iyilik yapılmasını Peygamberimiz tavsiye etmektedir.

21 Ekim 2014 Salı

ALLAH’A DOST OLMA YOLU

Şimdi de neden mümkün olmasın ki? “Allah dostu olmak” deyince birçoğumuzun aklına; menkıbelerini duyduğumuz, fevkalade haller gösteren, keramet sahibi yüksek şahsiyetler gelir. Genellikle “Eskiden öyle insanlar gelmiş geçmiş, ama şimdi nerede…” gibi bir düşünceye kapılırız. Sanki Allah dostu olmak ancak belli asırlarda yaşayan insanları alakadar eden bir durumdur, bu çağda onlar gibi olmak pek mümkün görünmemektedir... Bu düşünceler sebebiyle de birçoğumuz kendimize özel manada Allah dostu olmak gibi bir gayeyi kendimize yakıştıramayız. Peki, bu düşünceler doğru mudur? Neden, Allah-u Zülcelâl sadece belli çağlarda yarattığı kullardan dostlar seçsin ki? Allah indinde zamanların ne farkı var ki? Her zamanın kendine göre imtihanları olduğu bir gerçek. Ahir zamanın fitnelerinin bizi her yandan kuşattığını da görüyoruz. Velayet makamı kesbîdir! Öte yandan biliyoruz ki, zaten büyük hedeflere ancak büyük imtihanları aşarak ulaşılır. Öyleyse bu çağın insanının kulluk yolunda önüne çıkan engeller Allah dostu olmaya neden engel olsun ki? Belki de tam aksine, bu çeldirici şartlara rağmen içtenlikle kulluk yapma çabası göstermek, bize Allah'ın rızasını çok daha kolay kazandırabilir. Mesela, dünyayı bir cennet gibi gösteren bu maddi gelişmişlik içinde dünyevilikten vazgeçmek, nefsanîliğin olabildiğince serbest olduğu şu halde kendini tutmak, Allah'ın rızasına giden en kısa yol olabilir. Dünyevi bütün eğlencelerin parmağımızın ucuna kadar gelmiş olduğu bu çağda, bütün oyalayıcı meşgalelerin ayağına serildiği bir zamanda, onlardan yüz çevirip Allah'a ibadet eden bir kul, kendi payına düşen imtihandan yüz akıyla çıkmış olabilir. Bizi çoğu zaman yanıltan şu olmaktadır; “Allah'ın evliyası olmak, sadece bazı üstün kabiliyetlere sahip seçilmiş kullara mahsustur. Biz ise beşeri zaaflar içindeki sıradan kişileriz. Öyle yüksek makamlara ermek bizim gibi acizlere mi kaldı? Onlar öyle bambaşka kişilermiş… Biz kim, onlar kim?” Hâlbuki bu düşünce doğru değildir! Allah'ın evliyası olmak, Peygamberlik gibi vehbi değil, kesbidir; yani her kul için çalışıp, gayret etmekle erişilmesi mümkün bir makamdır. Peygamberlik vehbidir, yani Allah vergisidir. Peygamberler belli bir görev için seçilmiş kullardır; herhangi bir kul çalışıp çabalamakla Peygamber olamaz. Zaten artık Allah-u Zülcelâl, başka Peygamber göndermeyeceğini bildirmiştir, Peygamber efendimiz Hatem’ül Enbiya’dır, Peygamberlik müessesesi onunla tamamlanmıştır. Evliyalık ise böyle değildir; her kul için evliya olmanın yolu açıktır. Bir kul Rabbine ihsan makamında kulluk yapmak için çalışıp çabalasa Allah onun emeğini zayi etmez. Bir hadis-i kudside mecaz yoluyla bildirildiği gibi: “Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira' yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr, 2) Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, kulun Allah'ın rızasını kazanmak, onun sevdiklerinden olmak, ona yaklaşmak için gösterdiği samimi çaba asla reddedilmez, yeter ki bunun gereğini yerine getirsin. Bunun gereği de açıkça bildirilmiştir: “Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir.”(Al-i İmran, 31) Neden evliya olamıyoruz? Kulluk, bir insanın kendi aklına göre yapacağı bir iş değildir. Dünyadaki hiçbir ciddi iş, kimsenin keyfine veya zannına bırakılamaz. Hele hele Âlemlerin Rabbine kul olmak işlerin en büyüğü olduğuna göre elbette kuralları, usulü, incelikleri olacaktır. Kişi gerçekten, samimiyetle Rabbinin evliyası olmayı istiyorsa onun gereğini yapmak için bu kurallara, usule uymak da zoruna gitmeyecektir. Peki, Allah'ın evliyası olmak için yol yöntem belli ise, neden herkes bu gayeye erişemiyor? Madem yol belli, hem önümüzde de bir rehberimiz var; onu takip etmek yeterli; öyleyse neden bu yolda ilerleyemiyoruz? Neden evliya olmak şöyle dursun, salih bir mümin bile olamıyoruz? İnsanoğlu gözünü bu dünya hayatına açtığı andan itibaren hep bir gelişme, ilerleme, olgunlaşma yoluna davet ediliyor. Aklen gelişme, kalben gelişme, zevk duygusu bakımından gelişme… Mesela bir çocuk önce konuşmayı öğreniyor, sonra okuma yazmayı öğreniyor, sonra temel bilgileri, ardından ileri seviye bilgileri öğreniyor. İsterse bu yolda ilerleye ilerleye akademik kariyer yapabiliyor, hatta ordinaryüs profesör bile olabiliyor. İstemezse, ortaokulda, lisede tahsili yarım bırakıyor; hayatını kazanmak için tahsil gerektirmeyen işlere yöneliyor. Sebebini sorarsan, “Zor geldi,” diyor. Dikkat ederseniz bazen zekâ seviyesi, birbirine oldukça yakın olan iki çocuktan biri okuyor, diğeri okumuyor. Sebebini incelerseniz çoğu zaman arkasından şu sebep çıkıyor: Birincisi tahsil yapmayı kendine gaye ve görev sayıyor, bu sebeple kendini zorluyor, sıkıntılara sabrediyor; diğeri ise bunu gaye olarak görmediği için en ufak bir zorlukla karşılaşınca vazgeçiveriyor. Çünkü onun için okumak sadece ekmek parası kazanmanın bir aracı. Eğer bu hedefine okumaktan daha kolay bir yolla ulaşabilecekse onu tercih ediveriyor. Mesela “Kaç sene okumakla zaman harcayacağıma babamın dükkânının başına geçerim” diyor. Bu kişi için, ilim öğrenmek ve bu şekilde yüksek hedeflere varmak diye bir gaye söz konusu değil; kendine böyle bir makamı yakıştırmış da değil, buna talip de değil… İşte Allah'ın evliyası olmak hususunda da kulların durumu bu misale benziyor. Kulların birçoğu, “Ben farzları yapar, haramlardan kaçar, canımı cehennemden kurtarırsam bana yeter” diyor. Çünkü bu kulların kulluğu hesabi bir kulluk; hasbi bir kulluk değil… Azap tehdidinden kurtulacak kadar kulluk etsin, yeter. Sufîlerin kulluk anlayışı Sufiler ise, bu sebeple kulluğu ikiye ayırmışlar ve demişler ki: “İnsanların ekseriyeti Allah'a, kendilerini cehennemden azad etsin, kurtarsın, cennete koysun, diye kulluk ediyorlar. Kulluk borcunu ödeyip kurtulmaya bakıyorlar. Hâlbuki biz, Allah'a o kulluğa layık olduğu için kulluk etmek istiyoruz. Biz azad edilmek için borcunu ödeyen köleler gibi değil, efendisinin kapısından asla ayrılmak istemeyen, azad kabul etmeyen köleler gibi içtenlikle kulluk etmek istiyoruz.” Aslında sufilerin sözünü ettiği kulluk anlayışı, ilk kez onların icad ettiği bir anlayış değil; aksine Peygamber Efendimizin kulluğudur. Peygamberimizin ayakları şişinceye kadar ayakta durup namaz kıldığı gecenin sabahında, “Ya Rasullallah, Rabbin seni bağışlayacağını vaad etmedi mi? Neden böyle kendini yoruyorsun?” sorusuna verdiği cevap meşhurdur: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” Aynı ruh halini, aynı kulluk edebini, başta aşere-i mübeşşere olmak üzere ashabının seçkinlerinde de görürüz. Onlar Allah Resulünün diliyle cennetle müjdelenmişlerdir ama bu onların kulluk gayretinde en ufak bir gevşekliğe yol açmaz. Zaten yol açacak olsaydı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem böyle bir müjde vermezdi. Onlar kulluğu, hayatın bizatihi gayesi ve değeri olarak gördükleri için, güzel bir kul olmaktan başka bir sıfata ihtiyaç duymadıkları, başka hiçbir şeyi arzu etmedikleri için ifa eder hale gelmişlerdir. Onlar bizim gibi, “Beş vakit namazı kıldıktan sonra zamanın geri kalanı benimdir; istediğimi yaparım” diye düşünmezler. “Zekâtını verdikten sonra malın geri kalanı benimdir istediğim gibi harcarım” diye düşünmezler. Onlar her nefesin, her kuruşun, kendilerine ihsan edilmiş her şeyin emanet ve imtihan olduğu şuuruyla, hepsini kulluk yolunda harcamaktan başkasının yakışık almayacağı edebiyle hareket etmişlerdir. İşte kulluğunu böyle bir içtenlik, incelik ve yüce gönüllükle yapanlar Allah dostu haline gelmişlerdir. Tasavvuf ehlinin sistemleştirmeye çalıştığı yol, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin etrafında halelenerek bir sevgi yumağı halinde Allah'ın dostluğuna erişmeye uğraşan sahabenin yoludur. Ehlullaha düşmanlık nereye uzanıyor? Malumdur ki, insan sevgi ve dostluk yolunda çelişkili bir halde bulunamaz; yani bir kişiyi seven onun sevdiğini de sever, sevmediğini sevmez. Bir kişiyle dost olan artık dostunun dostuna düşmanlık etmez veya düşmanıyla dostluk yapamaz. Öyleyse Allah dostu olmak isteyenler de Allah'ın dostlarına düşman olamaz, Allah'ın düşmanlarına dostluk besleyemez. İşte tasavvuf yolu da bu temel esasa dayanır. Rabbimiz bize dostlarını ve düşmanlarını kitabında tanıtmıştır. Allah'ın dostları, başta Rasulü olmak üzere, imanda kemale ve takvaya ermiş salih müminlerdir: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus; 62-63) Müminlere düşen de böyle Allah yoluna çağıranların davetine uymak, müminlerle cemaat haline gelmek, onlarla dostluk kurmaktır. Ayet-i kerime de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe; 119) “Kim Allah’ı Rasulunu ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.” (Maide; 56) Allah-u Zülcelâl düşmanlarını da tanıtmış ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır: “Allaha ve kıyamet gününe iman edenler; babaları, kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah'ın ve Resulünün düşmanlarını sevmez.” (Mücadele; 22) Allah'ın düşmanları, başta Resulü olmak üzere onun yoluna davet eden kâmil mürşitlere düşmanlık besleyenlerdir. İşte Allah-u Zülcelâl bu düşmanlığı, kendi zatına karşı düşmanlıkla eş tutmuştur: “Kim benim veli kullarımdan birine düşmanlık beslerse, ben o kişiye harb açarım Kulum bana kendisinin üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle yaklaşmaz Kulum, nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder. Neticede ben o kulumu severim Onu sevince de. kendisinin işiten kulağı, gören gözü tutan eli, yürüyen ayağı olurum, Kulum benden bir şey isterse, ona mutlaka veririm, Kulum bana sığınırsa onu mutlaka korurum!” (Buharî, Rikak, 38) Elbette her nefeste Allah'a muhtaç olan bir kulun doğrudan Allah-u Zülcelâl’in zatına düşmanlık etmesi mümkün değildir. Onlar ancak Allah'a kulluk yoluna davet edenlere düşmanlık ederler. Çünkü onların çağırdığı yolu, nefislerinin arzularına uygun görmezler. Nefislerine karşı düşkünlükleri adeta onun hevâ ve arzularını ilah ittihaz edecek hale geldiği için, Allah'a kulluk yolunda nefisle mücadeleye çağıranlardan nefret ederler. Peygamberimize düşmanlık edenlerin çoğunun durumu da böyleydi. Allah-u Zülcelâl onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Hevasını ilah edinen ve Allah'ın, durumunu bilerek kendisini sapıklıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi görmüyor musun? Allah kendisini terkettikten sonra kim onu doğru yo/a eriştirir? Hiç düşünmez misiniz?" (Casiye; 23) Nefis, insanı Allah'a karşı böyle bir cüretkârlığa kadar sürükleyebileceği için Allah'ın en büyük düşmanıdır. İşte sufiler, insanı nefis konusunda bilinçlendirmek suretiyle en büyük tehlikeden korumaya çalışmışlardır. Tasavvuf yolunun amacı Kısacası, tasavvuf yolu, Allah'ın dostu olmak için, onun dostlarına dost olmak, başta şeytan, nefis ve onlara uyanlara düşman olmak yoludur. Bu yol kıyamete kadar açıktır, hepimiz de bu yola davet edilmekteyiz. Allah'a dost olmak yoluna koyulanlar, velev ki Allah dostlarının her haliyle hallenemeseler de, her amelini işleyemeseler de, onların yüksek derecelerine erişemeseler de muhabbetleri sayesinde onlarla bir ve beraber sayılırlar. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme bir bedevi gelip: “Ey Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)! İnsan bir cemaati seviyor, fakat kendisi henüz onlara (nasib olan seviyeye) ulaşamamış bulunuyor (ise ne olacak)?” diye sorunca Efendimiz: “Kişi sevdikleriyle beraberdir” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 50) Elbette sevginin ispatı, uyabildiği kadar uymak, yapabildiği kadar aynı amelleri yapmak, olabildiği kadar sevdiği gibi olmaya, ona benzemeye çalışmaktır. İspat edilmeden kuru iddianın bir geçerliliği olmaz.