11 Kasım 2009 Çarşamba

Emsâlsiz Örnek Şahsiyet

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Peygamberler tarihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünya âleminde zuhûruyla da nihâyet bulmuştur. Yani bu yüce nûr, en temiz ve en asîl soylardan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh’a kadar gelmiş, Âmine Hâtun’un hâmileliğiyle birlikte Hazret-i Abdullâh’ın alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.

Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrundan husûle gelmiştir. Onun içindir ki kâinâttaki binbir türlü nakış ve ilâhî kudret akışları, O’nun nûrundan bir tedâî ve bir tebessümdür. Âdem -aleyhisselâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasîb konduğu için, Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesine icâbet olundu. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allâh Teâlâ:

«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm-:

«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.”2

İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar oldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.
Görüldüğü üzere peygamberler dahî O’nun hakkı için ilâhî rahmetten istifâde etmişlerdir. Hattâ O’na tâbî olmanın bereketine erebilmek için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır:

Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Yâ Rabbî! Bana verdiğin levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”

Allâh Teâlâ:

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Rabbim! Levhalarda dünyaya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Hazret-i Mûsâ:

“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla, tek gözlü ve yalancı deccal ile savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa ona bir hasene yazılmakta, yaptığı takdirde ise 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allâh Teâlâ:

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:

“–Allâh’ım! Beni de Ahmed’in ümmetinden eyle!” diye yalvardı.3

Hâsılı bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunun âdeta bir ikbâl müjdecisiydi…

Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.

O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve Gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu. Bu bereket, bütün kâinâtı yani bütün zaman ve mekânları kuşattı.

Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyayı teşrîf etmeseydi, insanlık, kıyâmete kadar zulüm ve vahşet içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esîri olurdu. Muvâzene şer lehine bozulurdu. Dünya, zâlimlere ve güçlülere âid olurdu. Şâir bu hâli ne güzel ifâdelendirmiştir:

Yâ Rasûlallâh, eğer Sen gelmeseydin âleme,

Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhûl esmâ Âdem’e

Varlığın mânâsı kalmaz garkolurdu mâteme!..

Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh- da, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek zulmü bertaraf eden ve putları kıran Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar minnet duymamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:

“Ey bugün müslüman olan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

,

Medeniyetten uzak ve câhil bir toplum içinden çıkan bu ümmî insan, ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla devrin insanlarını âciz bıraktığı gibi, ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak bir mûcize deryâsıyla gelmiştir. Bu şununla da sâbittir ki, Kur’ân-ı Kerîm, geçmişteki târihî hâdiselerden gelecekte zuhûr edecek hâllere kadar birçok ilmî ve fennî mes’eleye temâs ettiği hâlde, 1400 yıldan beri hiçbir keşif O’nu tekzîb edememiştir. Hâlbuki, bugün bile dünyanın en meşhûr ansiklopedileri, her yıl bir ek cilt çıkararak, kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalırlar.

O yetîm ve ümmî Peygamber, insanlardan ders görmedi; lâkin bütün beşeriyete kurtarıcı, gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak geldi.

Hazret-i Mûsâ birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvûd, Allâh’a duâ ve münâcaatları ile mümtâz olmuştu. Hazret-i Îsâ, insanlara mekârim-i ahlâkı ve zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, bunların cümlesini getirdi: Ahkâm vaz’ etti. Nefsi tezkiye edip berrak bir kalb ile Allâh’a duâyı öğretti. En güzel ahlâkı bildirdi ve yaşayışı ile nümûne oldu. Dünyanın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini kendisinde cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti, hep O’nda toplanmıştı.

Kırk yıl câhil bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı mükemmelliklerin çoğu, halkının henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı, bir vâiz, bir hatîb olarak bilinmiyordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek şöyle dursun, sıradan bir asker olarak dahî mârûf değildi.

Fakat hiç şüphesiz O’nun kırkıncı yaşı, insanlık için en büyük dönüm noktası oldu.

O’nun daha önce, geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayatın, yüksek bir ahlâkın içinde idi. Lâkin ilâhî bir vazife ile Hirâ Mağarası’ndan döndüğünde, tamâmen değişmişti.

Teblîğe başlayınca, bütün Arabistan korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgati ve hitâbeti, onları teshîr etti (âdeta büyüledi). Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir şâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu. Böylece asırlardan beri gelen bir an’ane tarihe karıştı. O derecede ki meşhûr şâir İmriü’l-Kays’ın şiirden çok iyi anlayan kız kardeşi:


وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

“(Nihayet) «Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: «O zalimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.” (Hûd, 44) âyet-i celîlesini işitince:

“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî meydân-ı iftiharda duramaz!..” diyerek vardı İmriü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.4

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa, kendisinin yeryüzünde Hakk’ın Rasûlü olduğu gerçeğini fiilen tâlim etti.

En güzîde ilim adamlarının bile ancak ömür boyu süren araştırmalarından, insan ve eşyâ üzerindeki geniş tecrübelerinden sonra gerçek hikmetini idrâk edebilecekleri sosyal, kültürel, iktisâdî hayat, kitle idâresi, milletlerarası ilişkiler… gibi her alandaki en mükemmel kâideleri koydu. Muhakkak ki insanlık, teorik bilgi ve pratik tecrübe açısından geliştikçe, Hakîkat-i Muhammediye’yi daha iyi kavrayacaktır.

Daha önce eline kılıç almamış, askerî tâlim görmemiş, ancak bir defâ seyirci olarak savaşa katılmış olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihâta eden engin merhametine rağmen tevhîd mücâdelesi ve içtimâî sulh uğruna zarûreten en çetin savaşlardan bile geri kalmayan cesur ve şecaatli bir asker, dirâyetli bir kumandan oldu.

Kapı kapı dolaşıp Allâh’ın dînini insanlara teblîğ etti. Fakat nasîbi olmayanlar, kendilerine gelen hidâyet güneşine pervâsızca kapılarını kapatıp ilelebed karanlıklar içinde kalmayı tercih ettiler. Hatta bazen kalblerinde bulunan katılıktan dolayı kendisine kaba davrandılar. Ancak O, şahsına yapılan bu kaba hareketler sebebiyle değil de, onların gaflet ve cehâletinden dolayı müteessir oldu.

Bu gibi insanlara:

“Bu (tebliğime) mukâbil sizden bir ücret istemiyorum!” (Sâd, 86) buyurarak, sırf Allâh rızâsını hedef aldıklarını dâimâ ifâde ettiler.

Dokuz yıl içinde çoğu zaman düşmanın üçte biri kadarlık askerî gücü ile bütün Arabistan’ı fethetti. Hem de iki taraftan da yok denecek kadar az bir can kaybıyla… Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı rûhânî güç ve verdiği askerî eğitim ile fütûhâtta mûcizevî bir başarı elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers imparatorluklarını hezîmete uğrattılar.

Böylece insanlık tarihinin -bütün menfî şartlara rağmen- en büyük inkılâbına vücûd vermiş olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâlimleri sindirdi, mazlûmların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun tesellî ışıkları ile gönüller gamdan kurtuldu.

Mehmed Âkif, bu manzarayı ne güzel ifâdelendirir:
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada insanlığı kurtardı o Mâsûm,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.

Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..
,

Peygamberlerin serveri Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîretleri ise oraya dökülen nehirler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -bir rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının daha ötesine sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış îtibârıyla kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyettir. Bu sebeple bütün insanlığa Âhirzaman Nebîsi olarak gönderilmiştir.

Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk,