18 Eylül 2014 Perşembe

İNSANA HİZMET HAKKA HİZMETTİR

İnsana hizmet Şair Baki şöyle der: ‘Şu gök kubbe altında baki kalan, hoş bir seda imiş.” Kâinatın sahibine kulluk ve mahlûkatın sıkıntı ve meşakkatlerine ortak olmaktır hayata mana katan. Bir başkasının selamet bulabilmesi için kendi elindeki kibrit ile onun yolunu aydınlatmaktır. Elinde olan ışık huzmesi çok bir aydınlık vermiyorsa, yüzünde sırlı nur ve elinde kandil mumu olanın, mum altlığı olmaktır. Başka bir ifadeyle, hizmete gücü yetmiyorsa hizmet edene hizmet etmektir. Hz. Peygamberin omuzlarından yükselen İslam-ı Mübin, kendisine hizmet edeni kurtuluşa erdirmiş, ona dünya ve ahiret mutluluğun sunmuştur. Nasıl ki bir işçi kendisine verilen bir ücret karşılığında canla başla çalışıp patronunun takdirini ve güvenini kazanıyorsa, Allah’ın dini için her hangi bir dünyevi karşılık beklemeden hizmet eden kişiye de mülkün sahibi olan Allah’ın ikramı elbet kesintisiz ve sürekli olacaktır. Bu Allah’ın adaletindendir. Yeryüzünü bizler için bir imtihan yeri kılan Yüce Allah, yeryüzüne gönderdiği her bir kulunu da kendisine halife kılmıştır. Kul dünyada yaptığı ameller ile o halifelik vazifesinin niteliklerine bürünür; ameli, ihlâsı, samimiyeti, ölçüsünde de müminin kalbi Yüce Allah’ın yeryüzündeki sıfatlarının bir tecelligah yeri haline gelir. Çünkü kul amel ettikçe Allah’ın sıfatları kulda tecelli eder. Böyle bir durumda, kim Allah’ın kullarına dünya sahnesinde yardımda bulunur, onun kolu kanadı olur, hatta: “Bu mümin kardeşim de yeryüzünde Allah’ın bir halifesidir, bu yüzden ben bu kula hizmet etmeliyim, varsa sıkıntıları, gidermeliyim” derse o vakit, o kulun indinde Allah’a hizmet etmiş olur. Kula hizmet eden kişi de tıpkı Allah’a hizmet etmiştir. Allah’a hizmetkâr olana da kâinattaki canlı cansız tüm varlıklar hizmetkâr olur. Bari hizmet edebe hizmet edelim Yaratıcının dinine hadim olan kul, bir toprağa bastığında, Seyda Muhammed Konyevî Efendinin ifadesi ile, o toprak kendi lisanı ile yüce Allah’a: “Ya Rabbi sana hamd olsun ki, senin dinine hizmet eden, rızanı alan bir kul, benim üzerimden geçti.” der. Peygamber Efendimizin, “Kişi arkadaşının dini (ahlakı) üzeredir.” hadis-i şerifi ve sair ayetlerdeki “Sadıklarla beraber olun” ifadeleri de bir cihetle, insanın diğer bir insan üzerindeki etkisine işaret etmektedir. İnsan, yaratılışındaki bir hikmetin neticesindendir ki, iletişim kurduğu bir başka mahlûkata tesiri dokunur. Yaratıcımız da bizlerin yaratılış nüvemize kodladığı bu tesir etme kabiliyetini, asıl itibari ile dinin emir ve yasaklarını bir diğer mümin kardeşimize anlatıp onlarda bir etki uyandıralım diye vermiştir. İşte, böyle bir tesir oluşturma kabiliyetine sahip insanoğlu, yapacağı emri bil maruf nehy-i an-il münker ile bir başka âdemoğluna Allah adına hizmet etmiş olur. Şu dünya misafirhanesinde, Allah’ın bir diğer misafiri olan yaratığına iyilik eden kişi, böylelikle Hak Teala’nın misafirine ev sahipliği yaparak, ona Ensar (yardımcı) olmuş olur. Allah’ın misafirini ağırlamak onun hizmetinde olmak, hem o misafirin Allah katındaki kıymetini artırır hem de gerçek ev sahibi olan Allah’ın yüceliği takdis edilmiş olur. Bundandır ki, biz müminlerin en büyük düşmanı olan şeytan aleyhillane, bitkinin, havanın, tahribatı için değil, bizzat tüm bunlara muktedir olabilecek olan insanın bozulmasına kast ediyor; insanoğlunun asıl gönderiliş vazifesini, yine insanın kendisine unutturmaya çalışıyor. Bu yüzden, insanoğlunun kendisini yoktan var eden Allah’a karşı kulluk yapmasını istememek sureti ile insanı, insana hizmetkâr değil; bir rekabetçi, bir düşman olarak gösteriyor. Bundaki gayesi ise insanlar arasında nifak tohumu ekip kendi gibi Allah’a asi mahlûkatın sayısını arttırmaktır. Çünkü şeytan ve onun ehli de biliyor ki, şu yeryüzünün misafiri olan bizler, birbirimize düşüp ayrılık çıkarır isek, bu gök kubbenin altı niteliksiz, davasız nereden gelip nereye gideceğini bilemeyen insanlarla dolacaktır. Oysa bizi bir kan pıhtısından yaratan yaratıcımız, her çağda ve her mekânda, dostlarını bu dünya toprağından eksik bırakmamıştır. Kimi şarkta kimi garpta, kimi Yemen’de, kimi şimalde, hepsi kendilerini Allah’ın sonsuzluk vaadine teslim etmiş şekilde, hayatlarını, Rahmanın biz kullarına adamışlardır. Hiç unutulmayan iki insan Yeryüzü kurulalı beri iki sınıf insan vardır ki hiç unutulmamışlardır. Örneğin, Hz. Âdem ve Hz. Havva annemiz yeryüzüne indiklerinden beridir hiç unutulmamışlardır. Sürekli nesilden nesile aktarıla gelmişlerdir. Bu birinci sınıf insanlar ki Allah’ın kendilerine verdiği maldan ilimden infak edip kendilerini Allah’ın dinine hasretmişlerdir. Diğer bir ifade ile insanlığın kurtuluşu için kendilerini Allah’ın kullarına hizmete adamışlardır. Binaenaleyh; bu grup insanlara Yüce Allah sahip çıkmış, diğer inananları da bu kullarına yardımcı kılmıştır. Hatta sonraki gelen nesiller, geçmişteki güzel insanları daimi surette hayırla yâd edip onlara her devirde ve her çağda rahmet okumuşlardır. Mesela, bir Abdulkadir-i Geylani, ömrünü Allah’ın kullarına hizmetle geçirmiştir. Allah da kendi misafirleri kabul ettiği kullarına olan hizmetlerinden ötürü, Abdulkadir-i Geylani gibi zatları, kıyamete kadar diğer müslümanlar tarafından hayır ile andırmış, andırmaktadır. Diğer bir sınıf insanlar da vardır ki, Allah’a ve onun misafiri olan kullara eziyetleri sebebi ile her zaman ve her çağda lanet ile anılmışlar ve anılmaktadırlar. Kim ki Allah’a hakkı ile kul oldu, kâinat ona hizmetkâr oldu. Kim ki şeytana rabt oldu, cehennem ona yoldaş oldu. İnsanoğlu yeryüzünün şehzadesidir. Lakin şehzadeler de bazı zaman yolunu kaybeder, gayya kuyularına düşerler, ıztırar dolu şehirlerin telaşı onları da sürükler; ta ki gelip pis bir dere yatağında duraklarlar. Yolunu kaybeden Allah’ın halifesi olan eşref-i mahlûkat için kendi imtihan serüveni, daha güzel yolu tercih edebilmek, nimetin kıymetine, farkına varabilmek için bereketli yol kazalarıdır. Yani, insan melek de değildir ki günah işlemesin; Allah kuluna, kul olmak zafiyeti içerisinde, bu ahvali ile kıymet verip, onu yüceltmiş; bazılarını da peygamber seçmiştir. Evliyalar halk etmiş, peygamberleri önümüze örnek, şühedaları bize iman fedaileri, âlimleri ise bizlere yol gösterici olarak seçmiştir. Dünya işlerinin bir desisesi ya da birkaç hilesi varken, Allah yolunun binler desisesi, binler şeytani tuzakları vardır… Hizmeti asıl kıymetlendiren de çekilen bu çilelerdir. Bu çile insanı hamlıktan kurtarır; insanı insan-ı kâmil eder. Kişi Allah’ın dinine hizmet ederse Allah da o kuldan razıdır demiştik. Peki, ne vakit? Âlim, edindiği ilmi üstülük kurma aracı görmediğinde; zengin, malı sebebi ile toplum içerisinde söz sahibi olmak niyetinden müstağni olduğunda; idareci, idaresi altında bulunanları, evladı veya babası olarak gördüğünde; tüccar, yaptığı her akdi Allah ile yapıyormuş gibi kabul ettiğinde, o zaman Allah da o kullarından razı olacaktır.

15 Eylül 2014 Pazartesi

ALLAH SENİNLEYKEN, SEN KİMİNLEYDİN?

Allah’ın Gazabı Kıyamet ve mahşer günü hesap sorma günüdür. İnsanları yaratan ve onları dünya hayatında imtihana tabi tutan Allah-u Zülcelal, o gün onlardan hesap sorar. Nitekim Allah-u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun, biz kendilerine Peygamber gönderdiğimiz milletlerden de, onlara gönderdiğimiz Peygamberlerden de hesap soracağız. Biz bunların yaptıklarını tam bir bilgi ile onlara anlatacağız. Çünkü biz onlardan uzak değildik. O gün amelleri tartmak gerçektir. Kimin iyi amelleri ağır gelirse o iflah olur. Kimin iyi amelleri hafif gelirse, ayetlerimize karşı işledikleri zulümden dolayı nefislerini hüsrana bırakmıştır." (A'raf; 6-7) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Siz, Rabb'inizin huzuruna vardığınızda, tercüman olmaksızın size soru soracak, siz de O'na cevap vereceksiniz." (Tirmizi) Kıyamet gününde, ister hayır ister şer, bütün amellerimizden hesaba çekileceğiz. O günde, ameli kötü olanlar için ayet-i kerimede buyrulduğu gibi: "Yazıklar olsun o kullara..." (Yasin; 30) denilecektir. Kalpler çarpmaya, vücutlar titremeye başlayacak İnsanın başına nasıl bir dert bir musibet geldiğinde: "Ah! Çok kederliyim!" dediği gibi, kıyamet gününde de kafir ve münafıklar, hasret ve keder içinde böyle diyeceklerdir. Evet, o gün öyle bir gündür ki, nice büyük Peygamberler bile, hayret içinde olduğu için kendi nefislerinin kurtuluşu için "Nefsi, nefsi" (Ben ne yapacağım!) diyecektir. Melekler halka dönecek, teker teker bütün insanları çağırararak; "Ey falan oğlu falan, hesaba gel!" diyecekler. İşte, o anda kalpler çarpmaya ve vücutlar titremeye başlayacak, akıllar yerinden oynayacak, hatta bazıları hesaba çekilmeden cehenneme girmeyi tercih edecekler. ‘Keşke bu çirkin amellerimizle Allah-u Zülcelal'in huzuruna çıkmadan ve rezil olmadan, doğrudan cehenneme gitsek’ diyeceklerdir. İşte, bu dehşetli gün gelmeden evvel, hazırlanmamız lazımdır. İnsan, sonbaharda toprağa buğday atarsa, baharda orada ne biter? Buğday biter. Çiçek ekerse, çiçek çıkar. Toprağa diken tohumu atarsa, ondan diken çıkar. İnsan dünyada ne tohum ekerse, kıyamet gününde onu biçecektir. Bu dünyada insanın kalbindeki, içindeki, ruhundaki şey görülmez, tam hakikatiyle meydana çıkmasa da zahiri âzâlar üzerinde belli olur. Fakat kıyamet gününde, tam hakikatiyle ortaya çıkacaktır. İnsan son baharda ne tohum atarsa, baharda onu elde eder. Tohum atmayan kimseler, herkes harman zamanı buğdayını kaldırırken, tohum atmadığı için eli boş kalacaktır. Dünyada ibadet, zikir yapmayan, Allah-u Zülcelal'e taatte bulunmayan kimseler de sonbaharda tohum atmamış gibi olurlar. Dünyada sonbaharda tohum atmayanlar, arkadaşları buğdayını pirincini kaldırıp sevinirken, nasıl pişman olup 'keşke ben de tohum atsaydım, tembellik yapmasaydım' diyorlarsa; bunun gibi bu dünyada hayır, taat ve zikir tohumu atmazsak, kıyamet gününde pişman oluruz. Yazın buğday toplamayan kışın aç kalır Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bazen şu hikayeyi anlatırdı: "Eski insanlar, buğdayını biçtiği zaman, geride bazı taneler kalırdı. Fakir kadınlar ve erkekler de onu toplardı. O zamanlar, dul bir kadın ve yetişmiş bir de kızı vardı. Buğdaylar biçildikten sonra o kadına: "Gidin geride kalan taneleri toplayın. Şimdi tam zamanıdır. Eğer toplamazsanız kış mevsiminde perişan olursunuz. Kızın da sana yardım etsin." dediler. Bu sözler karşısında, kadın: "Biz toplayıp ne yapacağız? Zaten ben ihtiyarım yakında öleceğim. Kızım da yetişkin olduğu için onu evlendireceğim. Dolayısıyla o tanelere ihtiyacımız yoktur." dedi. Kış geldiğinde ne ihtiyar kadın öldü, ne de nasibi olmadığı için kızı evlenebildi. Kış mevsimi geldi, hava soğudu, evde bir şeyleri olmadığı için perişan oldular. Kadın sokağa çıkıp; "Buğday toplama yeri neresidir? Bana gösterin ki biraz buğday toplayayım!" deyince, ona: "Bu zaman buğday toplama zamanı değildir, her tarafı kar kaplamıştır. Onun vakti yaz mevsimindeydi." dediler. Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: "İşte, bu dünyada daha vücudumuzda hayat varken, şimdi buğday toplama zamanı iken, hazırlığımızı yapalım. Kış mevsimi geldiği, kar diz boyu olduğu zaman, yani ölüpte kabre girdikten sonra pişman olacağız. Bana bir yol gösterin diyeceğiz. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak ve amel yapma vakti bulunmayacaktır." Şimdi amel yapma zamanı iken, elimizden geldiğince bunu değerlendirelim. Şimdi elimizde fırsat vardır. Yoksa, fırsat kaçtıktan sonra, o ihtiyar kadın gibi perişan oluruz. Allah-u Zülcelal kullarına karşı çok merhamet ve şefkat sahibidir. Fakat biz O'nun bu sabrına, keremine güvenip aldanıyoruz. Allah seninleyken, sen kiminleydin? Bir gün Şeyh Ebu Hasan (r.aleyh), camide vaaz veriyordu. Evliyaullahtan Şibl-i Numani de caminin önünden geçerken onun vaaz ettiğini gördü. O diyordu ki: "Kıyamet günü Allah-u Zülcelal insana şöyle soracaktır: "Sana ömür verdim, bu ömrü nerede sarf ettin? Bu gençliği, kuvveti sana verdim, nerede sarf ettin? Günah işleyerek mi, sevap isleyerek mi yoksa boş gezerek mi geçirdin? Sana mal verdim, bu malı nereden kazanıp nereye harcadın, ölümü duydun buna ne hazırlık yaptın?" Şeyh Ebu Hasan'ın bu şekilde vaaz verdiğini duyan Şibli, ona şöyle dedi: "Ya Hasan! Allah'ın kullarını o kadar korkutma!" O: "Peki, ne diyeyim ya Şibli?" deyince, dedi ki: "Sen onlara, Allah seninle beraberken, sen kiminle beraberdin diye sor!" Bakınız, ne büyük bir sorudur. Allah devamlı olarak seninle beraberken, sen kiminle beraberdin? Buna nasıl cevap vereceğiz? Ben dünyayla, kötü insanlarla, keyf ve sefayla beraberdim mi diyeceğiz? Allah, kendi kudret ve azametiyle bizimle beraber olup bizden hiç ayrılmıyorken, bizim başkalarıyla beraber olmamız, ne kadar büyük bir haksızlıktır. Oysa cevabımızın ne olması gerekirdi? "Ya Rabbi! Senin bu zayıf yaramaz kulun, senin kuvvetinle, seninle beraberdir." dememiz lazımdı. O bizimle beraberken, bizim dünyayla, günahla, kötü insanlarla beraber olmamız çok ayıptır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadid; 4) Onun için kendimizi hesap gününe hazırlayalım. Allah-u Zülcelal'in merhameti, keremi, bize sabretmesi, bizi mağrur ediyor. (Kendimizi güven içinde görüyoruz.) Yoksa eğer cenneti, cehennemi, haşir meydanını, sırat köprüsü veya mizanı, bir an bize gösterseydi, aklımız hemen başımıza gelecekti. Ama bu bir imtihandır. Allah-u Zülcelal imtihanın bitmemesi için göstermiyor. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Sen Rabbinin kerim olmasıyla mı mağrur oluyorsun?" (İnfitar; 6) Nasıl Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ile beraber olmaya muhtaç idiler. O, dinlerini muhafaza etmek için onlara bir delil idiyse, bunun gibi zamanımıza gelinceye kadar da Sadat-ı Kiram da bizim için delildirler. Mevlana Halid-i Bağdadi kuddise sırruhu bir nasihatlerinde şöyle buyurmuştur: "En mühim vasiyetim şudur ki; ölümü, ahiret hallerini ve nimetlerin hakiki sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar Peygamberlerin Efendisinin sallallahu aleyhi vesellem sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Zikir yapmamak; harpten kaçmak gibidir Biz Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ümmetindeniz. Elimizden geldiği kadar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme mutabaat edip, aynı şekilde hareket etmeliyiz. Sahabe-i Kiram, açlık ve susuzluk içinde, bir hurma ile yetinerek harp yapıyorlardı. Peki, biz niçin: "Zikrimi yapamıyorum, nefsim şöyle etmiyor, böyle etmiyor!" diyoruz. Bu son derece yanlış bir şeydir. Kaldı ki zamanımızda kılıçla harp da yoktur. Namaz kılmak, namaz kılmak için cemaate gitmek, imsaktan önce teheccüde kalmak, işte bunların hepsi (manevi) harptir. Bunları yapmadığımız zaman, benim kanaatimce, harpten kaçıyoruz demektir. Bunları yapmayan kimse, harp olduğu zaman da kaçacak demektir. Allah-u Zülcelal bir insana muhabbet veriyor. Fakat insan, muhabbetin neden dolayı geldiğini, niçin verildiğini düşünmüyor. Halbuki kendisini Allah'a verdiği için, Allah da ona muhabbet vermiştir. Bundan başka, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme uymuş, mutabaat etmiş idi. Bundan dolayı da muhabbet verilmişti. Fakat o mutabaat azaldığı zaman, insanın muhabbeti de azalıyor. Çünkü muhabbet, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin mutabaatına bağlanmıştır. Bu dünyada bir şeyimiz kaybolduğu zaman, hemen onu aramaya koyuluyoruz. Peki, dünyada geçici olan, adi bir şeyimizi arıyoruz da, neden kaybolan muhabbetimizi aramıyoruz?!.. Halbuki insan, o muhabbetle Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanarak, cennete girip cehennemden muhafaza olacaktır. Haklı olarak, insan nasıl ki, kaybolan dünyalık bir şeyini arıyorsa, Allah-u Zülcelal'in muhabbetini daha ziyade araması lazımdır. O muhabbetin tekrar bulunması da, yine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme mutabaat etmekle mümkündür. İnsan, Hz. Peygamber'e mutabaat ettiğinde, yine eski muhabbetini bulacaktır. Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)