14 Şubat 2013 Perşembe

KALBİMİZDE DAİMA ALLAH OLSUN

Kıyamette iman ve salih amelin nuru yol gösterecek
Dünyada iman edenlerle etmeyenlerin, salih amel yapanlarla yapmayanların, kıyamet gününde durumlarının ne şekilde olacağı hakkında, Allah-u Zülcelâl ayet-i kerime de şöyle haber veriyor:

“Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: ‘Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım’, diyeceği günde kendilerine: ‘Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın!’ Denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.” (Hadid; 13)
Onlara, münafık olanlara “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın!” yani, iman edin deniliyor onlara…

Tabii onlar dönemiyorlar. Fakat Allah-u Zülcelâl, kıyamet gününde müminlere öyle bir nur verecek ki onlar onun aydınlığında, süratle Cennet-i Alâ’ya gidecekler.
Kıyamet günü çok karanlık olacaktır. İşte, o zaman, müminlerin yüzünden çok parlak bir nur yayılacak. Münafıklar, kâfirler, açıktan günah işleyen fasıklar, bu nuru gördüklerinde, o karanlıkta, müminlerin nurundan faydalanmak isteyecekler.

O karanlıkta, kıyamet gününde herkesin ameline, imanına göre Allah-u Zülcelâl nur verecek, aydınlık nasip edecek müminlere.

İşte münafıklar, o müminleri, dünyada fırsat varken amel-i salih yapmış olanları görünce diyecekler “Bekleyin, biz sizin yüzünüzden yayılan nurdan aydınlıktan istifade edelim” diyecekler, fakat melekler onlara engel olacaklar ve “Siz gidin, dünyaya iman edin gelin, ancak öyle nur alabilirsiniz” diyecekler. İş işten geçiyor çünkü…

O halde daha vakit varken, elimizde fırsat varken, bu dünyada imanımızın, tevbemizin, amel-i salihin kıymetini bilelim. Yüzde yüz, bir milim bile eksiklik olmadan, önümüze gelecek bunların faydaları… Göreceğiz orada. Nasıl şimdi birbirimizi görüyoruz, bunların da faydasını göreceğiz, karşımıza çıkacaktır. İster bin sene yaşa, isterse bir dakika yaşa. Fark etmez. Bu bize verilen zaman bitecek ve ne yaptıysak karşımıza çıkartılacak ve göreceğiz öylece.

Güzel ahlakı isteyelim

İslam ahlakının, iman ahlakının, salih amelin kıymetini bilmemiz lazımdır. Mümin kardeşlerimize İslam ahlakına göre davranırsak onlar bizden çok istifade edecekler, onlara menfaatli olacağız. Çünkü İslam ahlakında bir bereket vardır.

Allah azze vecelle, nebilerine bile bunu emretmiş. Bunu çok defa söylüyoruz… Allah-u Zülcelâl nebi Musa aleyhissalatu vesselama “Gidin firavuna, yumuşak bir dil ile nasihat edin.” Oysa Allah-u Zülcelâl her şeyi kuşatan sonsuz ilmi ile biliyordu ki firavun dünyadan imansız olarak ayrılacaktır. Fakat Allah-u Zülcelal’in yeryüzünde kullarına karşı muamelesi bu şekildedir. Ama kıyamette, yine merhameti gazabından daha geniştir, rahmeti gazabını geçmiştir fakat bu yalnızca müminleredir. Hak edenlere, gazabı da kahrı da şiddetlidir. Bunu da böylece bilelim.

Anamız Aişe radıyallahu teâlâ anhum anlatıyor… Hazreti Peygamber aleyhissalatu vesselam bir gün dedi;

- Ya Aişe, kime dünyada rıfktan, yumuşaklıktan güzel ahlaktan bir pay verilmişse ona dünya ve ahiret payı verilmiştir. Kime de -neuzû billâh- rıfktan bir pay verilmemişse dünya ve ahiretin hayrından mahrumdur.”

O’nun için elimizden geldiği kadar güzel ahlaklı olup yumuşak davranalım. Bizim mensubu olduğumuz tasavvuf yolu; muhabbet, ihlâs, güzel ahlak ve teslimiyet üzerine kurulmuştur. Bunlar, bu yolun temelidir.

Biz de daima arkadaşlarımıza nasihat etmek suretiyle, güzel ahlakla davranalım. Allah-u Zülcelâl ile murakabeli olmak, huzurlu olmak, daima Allah-u Zülcelal’in zikrini yapmak, emir ve yasaklarını yerine getirmek ve sünneti yaşamak suretiyle, bunu elde etmek için gayret gösterelim.

Eğer biz güzel ahlak sahibi olmak istiyorsak Allah-u Zülcelal’i zikretmek, Allah-u Zülcelal’in emirlerine teslim olmak suretiyle, Allah-u Zülcelâl ile beraber olalım. Çünkü bütün hazinelerin anahtarı, Allah-u Zülcelal’in katındadır. Güzel ahlakında, salih amellerde başarılı olabilmenin de, günahtan kaçınabilmenin de, aklınıza her ne getirirseniz getirin, ne derseniz deyin, bütün bu hazinelerin anahtarları Allah-u Zülcelal’e aittir. Allah-u Zülcelal’e teslim olursak, Allah-u Zülcelal’in zikrini yapar, itaatinde bulunursak, Allah’tan yardım istersek, bu şekilde Allah da bize verecektir inşaallahu teâlâ.

Allah ile beraber olmak, yani zahiri olarak, sanki Allah-u Zülcelal’i görüyormuşsun gibi… Yani, Allah-u Zülcelal’in her an seni gördüğünü bilerek hareket etmek, ihsan üzere olmak…

Manevi olarak da kalben daima Allah-u Zülcelal’in zikri ile meşgul olmak, Allah-u Zülcelâl ile huzurlu olmak demektir…

Bütün İslam ahlakı, Allah-u Zülcelal’in katında(n)dır, Allah onu nazil etmiştir, Allah-u Zülcelâl ile huzurlu olduğumuzda, bize verecektir inşaallahu teâlâ.

Eğer kişi gafilse ve daima şeytan ile beraber oluyorsa o zaman da ona şeytanın ahlakı nasip oluyor -neuzû billâh! Şeytanın ahlakı nedir? İnsanlara zulmetmektir, incitmektir, kırmaktır… Hırsızlık yapmak, içki içmektir. Her ne varsa İslam’ın yasakladığı; kötü, pislik, onu yapmaktır onun ahlakı.

İslam ahlakı ise tam tersi; güzeldir, başkalarına, kendisine ailesine, komşularına bütün Müslümanlara, insanlara menfaatli olmaktır. Bu, insanın önemsemesi gereken çok mühim bir şeydir. İşte, insan buna talip olup istediği zaman, Allah-u Zülcelal de ona bunu verecektir.
Murakabe bedir?

Murakabe, insanın daima kendisini kontrol etmesi, Allah-u Zülcelal’in kendisini her an gördüğünü bilmesi, gözettiğini unutmaması demektir. Yani, kulun “Allah-u Zülcelâl benimledir, her an beni görüyor, ben Allah-u Zülcelal’in huzurundayım” diye düşünmesi ve kendisini kontrol altında tutmasıdır.

Bu murakabe hali, o kadar kıymetlidir ki birkaç misal ile anlatalım inşaallah...

Bir padişahın çok hizmetçisi vardı. Padişah hepsini severdi ama bir tanesini daha çok severdi. Bu durum, hizmetinde olanlar arasında tefrikaya neden olmaya başlamış, “Padişah, falan kimseyi neden daha çok seviyor, onun ne fazlası vardır?” diye sürekli konuşmaya başlamışlardı. Bu sözler, padişahın kulağına kadar gitti.

Padişah, bunları topladı ve alıp hava almak bahanesiyle, kıra gezmeye götürdü. Orada dinlenirken, bir ara padişahın gözü, tepesinde kâr olan karşıdaki dağa ilişti. Uzun uzun o dağ baktı.

Padişahın bu halini gören, o daha çok sevilen hizmetlisi, hemen kalktı, atına bindi ve doğruca dağ giderek, bir miktar kar alıp getirip padişahın önüne koydu.

Ona sordular: “Niye getirdin, kim sana dedi?” O hizmetli: “Padişah uzun uzun o karlı dağa bakınca anladım ki padişahın canı kar istiyor, iştahı vardır bu kara. Onun için gittim alıp getirdim.” Cevabını verdi.

Bunu gören diğer hizmetlilerin hepsi itiraf ettiler, “Padişah onu bu halinden dolayı daha çok sevmektedir, bu kişinin daha fazla sevilmesi hakkıdır.” dediler.

Bizim halimizin de böyle olması lazımdır. Bütün kulları, Allah-u Zülcelal’in katında aynıdır. Yalnız samimiyete bakıyor Allah-u Zülcelâl… Kul ne kadar Allah-u Zülcelal’e karşı, emirlerine karşı samimidir, Allah-u Zülcelâl o derece o kulunu sevecektir. Samimi olanları Allah-u Zülcelâl seviyor.

Onun için biz de daima samimi olarak Allah-u Zülcelal’in rızasını kazandıran ecir ve sevapları tercih edelim. Nefsin istek ve arzularına karşı, daima Allah-u Zülcelal’in rızasını tercih edelim.

Bu dünya geçicidir, çok kısa zamanda bitecektir. Biz böyle yaptığımız zaman, bu dünya bittikten sonra, karşımıza bizi ziyadesiyle ferahlandıracak, çok sevindirecek mükâfatlar çıkacaktır, inşaallah.

Murakabe halinde olmak, insanı günahlardan muhafaza eder, sevapları da yaptırır. Gücümüz yettiği kadar Allah’tan gafil olmayalım.
Abdullah İbn-i Ömer radıyallahu anhum ile bir arkadaşı beraber giderken, köle olan bir çobana rastladır.

- Bize bir koyun ver, satın alalım onu senden, dediler. Çoban:
- Benim değildir bunlar, veremem, dedi. Onlar:
- Sahibine kurt yedi, dersin dediler. Çoban onlara derin derin baktı ve:
- Ben onu aldatabilirim ama Allah nerde, o beni görmüyor mu? Allah her halimden haberdar değil mi? Allah beni görürken, ben ne yaparsam bilirken, ben nasıl ona ihanet edebilirim, dedi.

Çobanın bu hali, Hazret-i Abdullah’ın çok hoşuna gitti ve köleyi sahibinden satın alıp azad etti. Hatta bazen arkadaşları ile sohbet ederken, bu olayı hatırlıyor ve çobanın o sözünü tekrar ediyordu: “Allah beni görmüyor mu? Allah her halimden haberdar değil mi? Allah beni görürken, ben ne yaparsam bilirken, ben nasıl ona ihanet edebilirim”

İnsan böyle Allah için murakabe halinde olursa çok sevapları da kazandırıyor ona, çok da günahlardan muhafaza ediyor onu.

Bu ay dersimiz murakabedir. Eğer başka bir şey varsa onunla beraber murakabe de vardır. Namaz kılarken murakabeli olacağız; “Allah beni görüyor” diye düşüneceğiz. Zikirde, hatmede yâda her hangi gibi bir hizmet yaptığımız zaman, “Allah beni görüyor! Senin için yapıyorum ya Rabbi!” diyeceğiz.

Bugünden, ta öbür aya kadar, dersimiz murakabedir. Sohbet meclislerimizde murakabe üzerinde duracağız. Murakabeden bahsedeceğiz.
Bir de dikkatimi çekti, virdlerimizde (zikir derslerimizde) biraz daha yanlışlık vardır. Usulüne uygun yapılmıyor. Bir iki ay önce çok rastlıyordum. Biraz düzelmiş fakat daha eksiklikler vardır. Virdlerimizi de usulüyle yapmak için onun da üzerinde duracağız inşaallah.

Murakabeli olanı Allah günahlardan korur

Kim, kalbinde Allah-u Zülcelal’i, murakabeli olarak daima düşünürse Allah da onun bütün azalarını, zahiri azalarını muhafaza edecektir inşaallah. Günahlardan muhafaza edecektir, bu çok mühimdir!

Bak, sen kalbini Allah’a teslim et, onun huzuruna koy. Ondan sonra, Allah senin bütün azalarını muhafaza edecek günahlardan. Gözlerini, ellerini dilini, bahusus; bunların hepsini hayırlarda kullandırtacak inşaallahu teâlâ. Yeter ki biz, kalbimizi, Allah-u Zülcelal’in emrettiği gibi muhafaza edelim, daima Allah-u Zülcelâl ile beraber olalım; Allah-u Zülcelal de bizi muhafaza edecektir inşaallahu teâlâ.

Allah’ın rızası, bütün dünyadaki eşyalardan daha kıymetli olmalıdır bizim nazarımızda. Hatta ruhumuzdan dahi!

Misal, “Şimdi göklerde olsak, Allah da bize emretse ki, ‘Sen kendini atarsan ben senden razı olacağım’ hiç düşünmeden, tereddüt göstermeden kendimizi atmalıyız. Kendine sor, hesaba çek: “Böyle olsa ben yapar mıydım, yapmaz mıydım?” diye, kendini kontrol et!

İnşaallah, hepimiz, tereddüt etmeden yapacağız değil mi? Allah-u Zülcelâl böyle emretmemiştir. Şayet böyle emretse diyorum, örnek veriyorum.

Zaten biz ne için gelmişiz (bu dünyaya)? Allah-u Zülcelal’i razı etmek için… Allah “Böyle yaparsan razı olacağım” diyor. “Bütün malından vazgeç, Ben, senden razı olacağım” dese...

“Şunu şöyle yap, Ben razı olacağım” dese…

Allah’ın rızası neyde ise; bir saniye, bir milim durmadan, Allah’a feda etmek lazımdır, mümin için yani...

Bizim ömrümüz, içinde olduğumuz şu vakit kadardır. Şu dakikalar var ya… Dünyamız budur. Bu kadardır. Geçmiş zaten geçmiştir, sanki hiç görmedik gibi... Gelecek için de endişe içindeyiz, “Acaba yetişecek miyiz yetişemeyecek miyiz?”

Demek dünya hayatımız ne oldu? Şu anda içinde olduğumuz dakikamızdır. Dünya hayatımız budur. Eğer mümkün oluyorsa içinde olduğumuz dakikaları ne hayır varsa onunla değerlendirmek ve Allah-u Zülcelal’i razı etmek için gayret göstermemiz lazımdır.

Bazı evliyalar demişler: “Zaman bir kılıçtır, sen onu kesmezsen o seni keser!” Kim vaktini değerlendirirse o daima hayırları yapacaktır. Elimizden geldiği kadar zamanımızı yakalayalım. Eğer zamanımızı yakalamazsak kaçacaktır.

Bir mesel vardır, şöyle derler: “Hırsız seni tutmadan önce, sen onu tut!” O seni gafil yakalarsa her şeyini alıp gidecek. Ama sen onu tutarsan, yakalarsan esir edeceksin onu. Zaman da aynen böyledir. Biz onu yakalamazsak o bizi yakalayacak; bitecek, ölüm gelecek!

Bitiyor zaman…

Hz. Ömer radıyallahu anhu şöyle anlatmıştır: “Resulullah sallallahu aleyhi veselleme bir grup esir getirilmişti. İçlerinde bir kadın vardı, göğüsleri sütle dolu idi. Bu kadın (sağa sola) koşuyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu zaman onu yakalayıp kucaklıyor, göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. (Dikkatleri çeken bu manzara karşısında), Resulullah sallallahu aleyhi vesellem:

- Bu kadının, çocuğunu ateşe atacağına kanaatiniz olur mu? Dedi. Bizler:

- Hayır! Diye cevap verince, şöyle buyurdu:

- (Bilin ki), Allah’ın kullarına olan rahmeti, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır. (Buhari, Müslim)

Allah’ın rahmeti, şefkati, bize karşı böyleyken, O’na kurban olmak, O’na âşık olmak hak değil midir? Haktır… Ama maalesef o hakkı yerine getirmiyoruz.

Allah Azze ve Celle böyledir bize karşı…

İnşaallahu teâlâ biz de elimizi vicdanımıza koyalım: “Allah’a âşık olmak, sevmek, benim üzerimde de bir haktır, ben de bu hakkı yerine getireceğim yarabbi! Bundan sonra, ölünceye kadar gayret göstereceğim” diye karar vermeliyiz.

Bakın, bu yine bizim içindir. Biz Allah-u Zülcelal’e bir fayda veremeyiz. Kâr da bizedir, zarar da bizedir. “Kim iyi iş yaparsa faydası kendinedir, kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Câsiye; 15) buyuruyor Allah Azze ve Celle.

Dikkat edin Şeytan sizi saptırmasın!

Buna da dikkat edelim. Bazı tasavvuf ehli kişiler “Bizde maneviyat vardır” diyorlar, Kur’an'a ve Sünnet’e uymayan şeylerden bahsediyorlar. Şöyle konuşuyorlar, böyle konuşuyorlar. Buna çok dikkat etmek lazımdır.

Şeyh Abdulkadir-i Geylani hazretleri, o kadar büyük bir zat olduğu halde, şeytan-ı lâin bir gün onu aldatmak istedi. Güya nurdan bir bulut suretinde ona göründü ve: “Ya Şeyh Abdulkadir! Ben senden razı oldum. Ben namazı, ibadeti senin üzerinden kaldırdım. Daha ibadet yapmaya ihtiyacın yoktur!” diye ona seslendi. Şeyh Abdulkadir-i Geylani:

- Ya lâin, sen ne yapmaya çalışıyorsun? Dedi. Lâin şeytan:

- Eyvah, sen beni nasıl tanıdın! Dedi.

- Birincisi, sesin tek cihetten geliyordu. (Allah-u Tela’nın hitabı cihetsiz, yönsüzdür.) İkincisi de Peygamber aleyhissalatu vesselam en yüksek makamdadır, Allah’a en yakın olan kimsedir, buna rağmen Allah-u Zülcelâl, emir ve yasaklarını onun üzerinden kaldırmadı. Ben kimim ki Allah benim üzerimden emirlerini kaldıracak? Dedi. Bunun üzerine lâin:

- Ben, senin gibi 70 evliyayı küfre düşürdüm. Sen ilmin için şükret, dedi.

Bazı cahil sofiler, bir şeyler konuşuyorlar. Şeytan onları yoldan çıkarıyor. Böylece onları küfre de götürür (Allah muhafaza!). Her şeyi de yaptırır, onun haberi bile olmaz. Şeyh Abdulkadir-i Geylani gibi bir pehlivanı nerede bulacaksın! İlimle kendini muhafaza edecek, şeytana cephe alacak…

Onun için sofiler, ilim öğrenmeli, kendi mürşidinin verdiklerini yapmalı, başka virdler, dersler yapmamalıdır.

Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı amel-i salihler nasip etsin. Bizi kendi nefsimize teslim etmesin. O, nefsimizi hayırlarda kullansın inşaallah.

10 Şubat 2013 Pazar

Sonsuzluğa İlk Adım: Ölüm

Şu fezanın boşluğunda nereye akıp gidiyoruz? Ve hangi iş için burada varız?
Doğarken bu gezegende kimse sormadı bize doğmak ister misin, istemez misin diye… Dünya hayatımızın son sayfasına ölüm yazılırken de bu karardan habersizdik.
Öyleyse bize bahşedilen bu hayat aslında bize ait değildir. Emanet olarak bize sunulan bu ömür sayfalarını kirletmeden, ak bir şekilde sahibine teslim etmeliyiz. Yol üstünde bir handa konaklayan, yada gar’ın bekleme salonunda trenin kalkmasını bekleyen bir yolcu gibiyiz. Sahibimizin bir görev için bizi göndermiş olduğu yere geldik ve şimdi görevimizin mes’uliyetinin ağırlığıyla tekrar onun huzuruna rapor vermek üzere gidiyoruz.
“Her nefis ölümü tadıcıdır. Sonra Bize döndürüleceksiniz.”(Ankebut-57)
Ölüm son değildir. Belki yolculuğumuzun bir durağıdır ölüm. Mevlana hazretleri ölümü tarif ederken bir başka âlem için yeni bir başlangıç olduğunu şöyle ifade eder:
“Bil ki ölüm, ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancısıdır. Yani bu fani âlem için adı ölümdür, ama bakî ve ebedi olan âlem için adı doğumdur.”
Yolculuk, cennet ya da cehenneme kadar devam etmekte…
Böyle bir yolculuk olmasaydı iyilik ve kötülük neden var olurdu ki? Ölüm sonrası hayat olmasaydı iyilik adına bir şey olur muydu? İyiliğin anlamı kalır mıydı? Kim, neden iyilik yapardı? Zalimin zulmü yanına kâr kalırsa, mazlumun âhı ne olacaktı?
Dinsizler ölüm sonrası hayata inanmadıkları için iyilik yapmayı gereksiz görürler. İyilikte saklı olan hayata kördürler. Kendisi darlığa düştüğünde iyilik bulamadığı zaman da kin kusar tüm insanlığa…
Zaten inançsızların zihniyeti kan ve kin üzere doğmuştur. Onlara göre büyük balık yaşamak için küçük balığı yemeliydi. Oysa bilmezler ki insanlarda büyük ya da küçük diye bir şey yoktur.
Herkes insandır ve herkes aynı haklara sahiptir. Mutluluk ve sıkıntı her insanın ruhunda belirir. Küçük gördüğü insanlar da aynı onun gibi acıkır, doyar, sevinir ve üzülürler. Onlar da duygu sahibidir, güler ve ağlar. Sahi, diğerleri (zalimler) ağlar mı?!
Zalimler ağlayamasalar da mazlumlar ağlarlar ve onlar ağlayınca, Allah’ın ğazabının korkusundan Arş-ı Âlâ titrer.
Nefis sadece kendi rahatını düşündüğü için başkasına yaşama hakkı tanımaz. İşte nefis böyle bir düşünceyi beslediğinden dünyayı kavga ve zulüm mekânı haline getirir. Kimseye huzur hakkı tanımadığı gibi kendisi de huzurlu olamaz.
Bir ayeti kerimede Allah azze ve celle şöyle buyurur:
“Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine kurtulamazsınız.”(Nisa-78)
Ecel ne zaman gelip çatar bilinmez. Şu satırları okurken bir gün, bir saat, bir dakika hatta bir saniye daha yaşayacağımızın garantisi yoktur. Zamanı ve mekânı malumatımızın dışında gerçekleşecek olan ölüme her zaman hazırlıklı olmamız için imtihana tabi tutuluyoruz.
Ölüm vaktinin bilinmemesi lütfudur Allah’ın.
Bilinseydi ecelin vakti, kalmazdı anlamı imtihanın.
Hem azaptır mahkûma idamını beklemesi
Sonsuzluğa ilk adımdır insanın son nefesi.
Ve hadiste de buyrulduğu gibi “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olunursunuz.”
Ölüm ve sonrası hayatımızın şekli ve hakikati, şu dünya tarlasında ne ektiğimize bağlı olacak. Bu dünyada ne ekersek ahiret boyutunda da ektiğimizin dışında bir şey biçemeyiz. Hiç acı biber eken tatlı bir meyve elde edebilir mi?! Buğday ekersen buğday biçersin. Ne ekersen onu biçersin.
İşte bunun gibi bu dünyada imtihanını başarıyla geçenler, salih ameller ekenler öbür âlemde salih amellerin filizlenmiş hali, meyvasını vermiş olarak cenneti ve Allahın rızasını biçecektir.
Kötü amel tohumu ekenlerse öbür âlemde o tohumun büyümüş hali olan cehennemi biçecektir.(hafizenallahu ve iyyakum)
Ayeti kerimede şöyle buyrulur:
“Ölüm anında Allah ruhları alır. Diri olanları da uykularında bir çeşit ölüme mazhar eder; sonra ölümleri takdir edilmiş olanların ruhunu tutar, diğerlerini ise takdir edilmiş ecellerine kadar bedenlerine geri gönderir.
Şüphesiz ki bunda düşünen bir topluluk için öldükten sonra dirilişe dair deliller vardır.” (Zümer-42)
Resul-i Kibriya sallallahu aleyhi vesellemin “Uyku ölümün kardeşidir” buyurmaları buna işaret etmektedir.
Hz. Mevlana’nın ifadesiyle:
Hadiste gelmiştir ki kıyamet günü, her bedene “kalk” diye emir gelir. Surun üfürülmesi, Allah’ın ey zerreler yerden baş kaldırın diye emretmesidir.
Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyorsa herkesin de canı tıpkı öyle kendi bedenine girer.
Kıyamet günü can, kendi bedenini tanır. Her ruh kendi bedenine girer. Kuyumcunun canı nasıl olurda terzinin bedenine girer? Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin bedenine girer, zulmedenin canı zulmedenin bedenine.
Sabah çağı kuzu anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa, Allah bilgisi de bedenleri tanıma hususunda ruhlara böyle bir bilgi vermiştir.
Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken a güzelim can kendi bedenini nasıl tanımaz?
Ey Allah’a sığınan! Sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeri de var ondan kıyas et.