2 Temmuz 2010 Cuma

Hz. Peygamber Eğitimle İnsanı Özgürleştiriyordu

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:::Hz. Peygamber (s.a.s.)’in neler yaptığını iyi kavramak için, nasıl bir topluma elçi olarak gönderildiğine, ilahî mesajı iletmekle yükümlü olduğu toplumu nereden nereye ve ne kadar sürede taşıdığına bakmak gerekir. Bu yüzden, Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemi, o dönemde içinde büyüdüğü toplumu, bu toplum içinde geçirdiği hayatını ve ahirete göçerken bıraktığı o toplumu bir bütün olarak kendi sosyo-kültürel-tarihsel bağlamı içinde iyi analiz ederek anlam(landırm)adan, onu ve peygamber olarak gerçekleştirdiklerini anlamak mümkün değildir.


Burada böyle bir tarihsel tahlile girişecek değiliz. Ancak, M. Akif’in bir şair duyarlılığıyla yaptığı uzunca tasvirden çok kısa bir alıntı ile yetineceğiz. Bu kısa alıntının bile çok şeye işaret ettiği söylenebilir:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

…..

Bir nefhada insanlığı kurtardı o mâsum,

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!



Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi.

Medyundur o mâsuma bütün bir beşeriyyet...

Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.

Hz. Peygamber’in çok kısa sürede gerçekleştirdiği inkılabı, insanlık anlamakta zorlanmaktadır. Bu başarıyı anlamak için onu çok yönlü incelemek ve arka planını tanımak gerekmektedir. Peygamber Efendimiz’in başarısını besleyen temel özelliklerinden, dolayısıyla yaptıklarından biri, insanların özgürleşmesini kılavuzlamasıdır. Peygamberlik görevini yerine getiriş süreci, sonuçta insanların özgürleşmesini sağladı.

Hz. Peygamber’in görevi: Tebliğ/eğitim

Hz. Peygamber’in görevi, sadece tebliğ idi. Allah’tan aldığı mesajın, aynen insanlara ulaştırılmasıyla yükümlüydü: “Rasul’ün görevi sadece tebliğ etmektir.” (Maide, 99; Nahl, 35; Nur, 54; Ankebut, 18; Teğabun, 12) “Senin görevin, yalnız tebliğ etmektir.” (Al-i İmran, 20; Ra’d, 40; Nahl, 82) Tebliğ ise, sıradan bir ulaştırma, mesajı salt bir duyurma demek değildir. Tebliğin gerçekleşmesi için, kaynak kişinin zihnindeki anlamın/mesajın, aynen alıcının zihninde de yerini alması gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek, iletişimi gerçekleştirmek demektir. İletişim süreci ise, eğitim-öğretim süreciyle benzerlik arz etmektedir. Peygamber Efendimiz’in yapıp ettiklerini incelediğimizde tebliğ görevini tamamen bir eğitim-öğretim sürecini yürüterek gerçekleştirdiğini görmekteyiz. Bizzat kendisi, zaten “muallim olarak gönderildiğini” (İbn Mace, Mukaddime, 17, No: 229. Ayrıca bk. Müslim, Talak 4) belirttiği gibi, Kur’an da onu tanıtırken bir eğitimcinin niteliklerinden söz etmektedir:

“Nitekim kendi içinizden size ayetleri okuyan, sizi arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti öğreten, size bilmediklerinizi öğreten bir Rasul gönderdik. (Bakara, 151; Ayrıca bk. Cumua, 2; Bakara, 129; Âl-i İmran, 164) “İnsanlara gönderilenleri kendilerine açıklayasın diye sana Kur'an’ı indirdik.” (Nahl, 44)

Birçok ayette de O, “Doğru yolu gösteren rehber.” (Şûra, 52), “Allah’a, Allah yoluna davet eden, aydınlatıcı bir lamba, uyarıcı, müjdeleyici” (Ahzab, 45-46), “hatırlatıcı” (Gaşiye, 21; Zariyat, 55) gibi, bir eğitimcide bulunması gereken niteliklerinden söz edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), insanları eğiterek kafalarını, kalplerini aydınlatmaya, düşünme, anlama, kavrama, seçme, karar verme… yeteneklerini geliştirmek için çalıştı. Onların fıtratlarını koruyup geliştirmelerine, kültürel anlamda insanlaşma, insani yetkinlik düzeylerini yükseltme çabalarına rehberlik etti. Bu rehberliğiyle o, insanları bütün olumsuz ve gereksiz yüklerden, kendilerini esir alan prangalardan kurtarıp özgürleştirdi. Nitekim Kur’an onu, insanların prangalarını söküp atan niteliğinden de söz etmektedir:

“O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Sırtlarındaki ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki prangaları/zincirleri/ bağları söküp atar. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âraf, 157)

Özgürleştiren peygamber

Eğitici niteliklerini dile getiren ayetlerle birlikte bu ayet, Hz. Peygamber’i, pranga kıran ve pranga kırmanın yollarını gösteren bir 'özgürlük peygamberi' olarak öne çıkarmaktadır. O, insanların kendilerini esir alan iç ve dış tutsaklık zincirleri tanıma ve onlardan kurtulma konusunda bilinçlenmeleri için didindi. Onun sonuçta gerçekleştirmek istediği şey, insanların her tür tutsaklık zincirinden kurtulup özgürleşmeleriydi.

Hz. Peygamber’in bireyi özgürleştirme çabasının iki boyutundan söz edebiliriz:

1- Bireyin iç dünyasındaki prangalardan özgürleş(tiril)mesi. Bu özgürleşme, içsel özgürlüktür. Bireyin kalbinin ve kafasının, bütün yanlış düşünce ve inançlardan arın(dırıl)ması ile bu özgürlük gerçekleşir. İslam literatüründe, “Allah’a kul olmak suretiyle O’ndan başka her şeyden özgür olma” şeklinde dile getirilen husus, işte budur. Bu noktada birey, kıskançlık, kin, nefret intikam, şehvete düşkünlük, servet ve şöhret hırsı gibi doğal/fıtrı tutkuların tutsaklığından kurtulma imkânını kazanır. Artık, dünyalık hiçbir imkân, hiçbir makam/masiva tutkusu onu abluka altına alamaz.

İşte özgürlük peygamberi, insanın yüreğindeki ve zihnindeki putları kırarak tutkularından, görünür görünmez zincirlerinden, saplantılarından, ideolojik ve şeytani taassuplarından arınarak kula/yaratıklara/dünyalıklara kulluktan Allah’a kulluğa yükselmesinin yolunu gösterdi, bu süreçte onun elinden tuttu. Bireyin, özgürlük gibi bir değeri elde etmek için birçok şeye birden baş kaldırmasını öğretti. Bu çerçevede, bireyin gelenekçi bir tutumla tarihin akışına teslim olmak yerine, tarihin akışını değiştirme sorumluluğunu üslenmeyi tercih etmesine rehberlik etti. Çünkü o günkü toplumsal gerçekliklere bakıldığında, tarihin akışına teslim olmanın gerçek kölelik, tarihin akışını değiştirecek bir irade ve eylem ortaya koymanın ise gerçek özgürlük olduğu açıkça görülecektir.

Akıl, bilgi ve irade özgürlüğü potansiyeline sahip olmanın bir bedeli vardır. O bedel, insan hayatının bir varoluş gerilimi içinde geçmesidir. Bu gerilim, benliği sarsan ve dağıtan güçlerle insanı olgunluğa ve birliğe-bütünlüğe kavuşturan güçlerin mücadelesinin ürünüdür. İnsanın dünyasında, kötülük/fücur eğilimleriyle iyilik/takva eğilimleri yaratılıştan yerlerini almışlardır. Bu iki karşıt güç, insanın iç dünyasında mücadele etmektedir. Kişinin kurtuluşu/özgürleşmesi, bu iki karşıt güçün birincisinden arınıp ikincisini galip kılmasına bağlıdır. (Şems, 8-9) Hz. Peygamber, işte bu galibiyetin iksirini insanların kazanmasına yardımcı oldu.

Böyle bir özgürleşme sürecinin başlatılması ve sürdürülmesi, elbette inanan bireyin bizzat kendisinin gönüllü tercihi ve çabasıyla mümkündür. Böyle bir içsel özgürlük, zorla, başkalarının baskısıyla, dayatmasıyla gerçekleştirilemez. Bu yüzden, böyle bir dönüşümün dinamiğinin/manivelasının bireyin iç dünyasında kurulup işler hale gelmesini sağlayacak kılavuzluğu yapmak, dışardan ilgililerin yapabilecekleri biricik ve en önemli görevdir. Bu görev, tamamıyla bir eğitim işidir. Bireyin girdiği uygun bir eğitim süreci, onda böyle bir arzuyu uyandırarak gönüllü değişimini, değişerek gelişimini, kendini gerçekleştirmesini besleyecektir. Bu bir kendi varlığını inşa etme, varoluş düzeyini bizzat yükseltme sürecidir. Hz. Peygamber, böyle bir süreçten insanların geçmesini sağladı.

Ahlaksal özgürlük

Kalbi ve kafası bütün yanlış inanç ve düşüncelerden arınmış birey, gerçekte ahlaksal özgürlük düzeyine yükselme imkânını elde etmektedir. Çünkü böyle bir içsel arınmayı sağlayacak kadar düşünme/anlamlandırma yeteneği gelişmiş birey, kendi değerlerini oluşturarak onlara göre kendini yönetme, denetleme, hayatını düzenleme düzeyine yükselebilmektedir. Böyle bir gelişmişlik düzeyine sahip biri, bütün tutum ve davranışlarını, tamamen kendisinin oluşturup içselleştirdiği bu öz değerlerine göre belirleyebilmektedir. Bu durumda birey, dışa bağımlılıktan kurtulup bütün dış kayıtlardan/bağlardan özgürleşmektedir.

Bu düzeye erişen birey, bütün tutum ve davranışlarını dıştan gelecek ödül/fayda ve cezalara/mahrumiyetlere göre değil de, tamamıyla bu inanıp özümsediği değerlerine göre belirlemekle gerçek içsel özgürlüğün ürünlerini elde etmiş olmaktadır. Böyle birinin hayatında tam bir tutarlılık vardır; çelişkilere kolay kolay düşmez. Onun nerede nasıl davranacağı, nelere nasıl tepki göstereceği bellidir. Onun kendisini tanıyan bir çevrede olması ile, hiç tanımadığı bir çevrede bulunması, onun tutum ve davranışlarında çelişme/yabancılaşma doğurmaz. Çünkü çevre değişse de, onun tutum ve davranışlarını belirleyen öz değerleri asla kendisinden ayrılmamaktadır; nereye gitse çevrenin etkisiyle değil de o değerlerine göre davranmak durumundadır. O, artık çevrenin güdümünde değil de kendi değerlerinin ışığında yürüyen özgür, bağımsız soylu bir insandır. İşte bu içsel özgürlük, nihayetinde ahlaksal özgürlüğün ta kendisi oluvermektedir.

“Ben ancak, ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Husnu’l-Huluk) diyen Hz. Peygamber (s.a.s.), işte bu, ahlakça özgürleşmeyi kılavuzlama rolüne işaret etmektedir. O, insanların çevrenin esiri olmaktan kurtulup ahlaksal özgürlük düzeyine yükselmeleri için çalıştı. Kendisini örnek aldığını iddia edenlerin, ahlakça özgürleşme düzeyleri oranında onu örnek edinmiş olacaklarına işaret etti.

Üstelik bütün bunları, hiçbir baskıya baş vurmadan, hiç kimseyi zorlamadan, korkutmadan yaptı. Kendi ifadesiyle o, tam bir muallim olarak tebliğ görevini yerine getirmek suretiyle insanların özgürleşmesine kılavuzluk etti. Bugün din eğitimi faaliyeti yapan anne-baba ve diğer eğitimcilerin, Hz. Peygamber’in eğitim(ciliğ)inin felsefesini, arka planını, özünü doğru anlayıp güncellemeye çalışırken bu boyuta özellikle dikkat etmeleri gerekmektedir.

2- Dışsal özgürlük. Bireyin kendini gerçekleştirmesini engelleyen dış zincirlerden kurtulması, bireysel özgürlüğün bütünlüğü açısından gerekmektedir. Onun için bir taraftan “sadece Allah’a kul olarak” içsel özgürlüğe kavuşmaya çalışan bireyin, çevreden gelecek baskılardan, dayatmalardan, zorbalıklardan da azade kılınması, kendini olgunlaştırması açısından önemlidir. İçsel özgürlük bireysel bir sorun iken, dışsal özgürlük sosyal/siyasal bir sorundur. Bu ikisi arasında etkileşim söz konusudur, birbirlerini beslerler. İçsel özgürlüğün hem oluşturulması hem de onun gereği olarak oluş(turul)an tutum ve davranışların dışa yansıması, konusunda dışsal özgürlüğün önemli rolü vardır. Ortada toplumsal özgürlük olmadan insanların diledikleri gibi Müslüman olabilmesi (tabi başkalarının da diledikleri nitelikte olmaları) nasıl mümkün olabilir? Önce “din özgürlüğü” olmalı ki, dindarlık (veya dinsizlik) yaşanabilsin.

Hz. Peygamber (s.a.s.), içsel özgürlük kadar dışsal özgürlüğü de önemsemiş ve dışsal özgürlüğün de temel ilkelerini ortaya koymuştur. “Dinde hiçbir zorlama yoktur.” (Bakara, 256), “Sen sadece bir hatırlatıcısın, insanlara zor kullanacak değilsin.” (Ğaşiye, 22) ve benzeri ayetlerden hareketle bu dışsal özgürlüğün çerçevesini çizmiştir. Tam bir din ve vicdan özgürlüğünün gerekliliğini teorik düzlemde ortaya koymakla yetinmemiş, aynı zamanda onu pratize edip somutlaştırmıştır da.

İnsanları özgürleştirmek adına yola çıkıp da onları kalıplayarak esir alanların, Hz. Peygamber’den alacakları çok dersler var!

Kur’an’ın Gölgesinde Hayat

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Elif Lâm Râ. Bu (Kur’an), sonsuz hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, bütün yönleri ile ayetleri mükemmel hale getirilmiş, sonra da ayrıntılı bir şekilde açıklanmış bir kitaptır. (Hud, 1)


Kur’an’ın gölgesinde insan, fikirde, duyguda derinleşmeyi, büyük düşünmeyi ve ilkeli yaşamayı öğrenir. Hayat, ele geçirilen en büyük fırsat olarak görülür. Çünkü sonsuz mutluluk ve güzelliğin yolu buradan geçer. İnsanda, tevhide dayalı yeni bir perspektif ve bakış açısı gelişir. Eşya ve insanlar arası ilişkilere ait değerler köklü bir değişime uğrar.

Kur’an’ın gölgesinde, kâr, zarar kelimeleri, yeni anlamlar kazanır. Böylece kazanma ve zarar etmenin ölçüleri değişir. Dünyada kazanmak, her zaman bir kazanç; dünyada kaybetmek de her zaman bir zarar olarak görülmez. Bazen dünyevi planda kazanıyor gözükenler kaybettiklerini; kaybediyor gözükenler de kazandıklarını fark ederler. Asıl kazancın burada değil, ahirette olduğu anlaşılır. Mümin, dünyevi planda kaybetse bile, her daim kazanma şansına sahip olur. Bu anlamda dünya hayatı, özel hayattan aile hayatına, çalışma hayatından toplumsal hayata, bütün yönleri ile manevi bir ticaret haneye dönüşür. Yine Kur’an’la insan hem bu dünyada hem de ahirette kazanır. Dünyasını kazanırken ahiretini kaybetmez veya ahiretini kazanırken dünyasını kaybetmez. Oysa bugünkü medeniyet, belki dünyada kazandırıyor, ancak öte tarafta kaybettirdiği kesin. Çünkü madde ve mana dengesini sağlayamamıştır.

Kur’an’ın gölgesinde, insan, sadece maddi bir varlık olarak yaşamıyor. Madde ile mana beraber, iç içe yaşıyor. Çünkü manevi değerlerin insanın hayatında belirleyici olması hedefleniyor. Asıl olanın mana olduğunu insana öğretiyor. Maddi olanın geçici, arızi; manevi olanın ise kalıcı olduğunu gösteriyor. Böylece insan, kendisini cezbeden, hayatın zorluklarına katlanmasını sağlayan ilahî iltifat ve müjdelerle yüz yüze geliyor. Ve bunlar karşısında dünyevi imkân ve nimetlerin değersizliğini ve geçiciliğini yakından görüyor.

Kur’an’ın gölgesinde, okuduğumuz her bir ayet, gönül dünyamızda yeni bir anlam kazanıyor, manevi bir iklimi teneffüs etmemize sebep oluyor. Bir gün, ilahî sıfatlardan birinin kuşatıcılığı ve sonsuzluğunu yaşıyoruz. İdrakimize rengini veriyor, onu hissederek zamanımız geçiyor. Bir başka gün, Allah yolunda fedakârlıkta bulunmanın anlamını yeniden keşfediyoruz. Hatta bu uğurda insanın kendini feda edip şehitlik mertebesine ermesinin yüceliğini kavrıyoruz. Bir gün, barış ve esenlik yurdu cennetin güzelliği hayalimizi süslerken, bir başka gün hesap sahneleri kalbimizi ürpertiyor, hafızamızda silinmez izler bırakıyor. Bir gün hayatın inişli çıkışlı yollarında sabırlı ve kararlı olmanın gereğini anlarken, bir başka gün, salih ameller konusunda çok daha fazla gayret etmenin önemini idrak ediyoruz. Kısaca Kur’an’ın gölgesinde, düşen insan kalkmasını beceriyor, ayakta duran insan da yürümesini hatta koşmasını öğreniyor.

Hayat anlamını kaybettiğinde, yaşanmaz hale geldiğinde, imdadımıza yetişen, elimizden tutan yine Kur’an’dır. Bizi teselli eder ve yeniden hayata bağlar. Duygu ve düşüncelerimiz gölgelendiğinde, zihnimize şekil verir, hedeflerimizi yeniden tayin eder. İlhamları önümüzü aydınlatır, huzuru gönlümüzü kuşatır. Rehavete düştüğümüzde, hayatın şaşası iç dünyamızı kapladığında, vahyin diriltici soluğu ile kendimize geliriz. İnsan, varlık, hayat, ölüm ötesi yeniden anlam kazanır, yerli yerine oturur. Yeni bir gözle hayata bakar, ruhumuzun zindeleştiğini hissederiz.

Kur’an’ın gölgesinde, insanın zihni ve gönlü dağınıklıktan kurtulur. Kendi istikametini bularak hedefine yönelir. Enerjisini toplayarak tevhitle amacına ulaşır. Kendi iç dünyasında bir keşmekeşliğe, bölünme ve parçalanmaya maruz kalmaktan kendini kurtarır. İnsan, hep fıtratıyla, tabiatıyla uyuşan şeylere çağrıldığını görür. Vicdanının sesine kulak verir, iç dünyası ile bütünleşir. Kendisi ile barışık hale gelir. Yabancılaşma, sevgisizlik ve merhametsizlikten uzaklaşır. Kin, husumet ve kıskançlığın insan için bir yük ve huzursuzluk kaynağı olduğunu görür. Hem cinslerine ırk, renk, bölge, güçlü-zayıf, varlıklı-fakir, güzel-çirkin ayrımı yapmadan bakar. Kategorize ederek insanlarla ilişki kurmanın doğru olmadığına inanır. Kısaca insana insan olarak bakmayı öğrenir.

Kur’an’ın gölgesinde insan, sonucun ve takdirin insanın elinde olmadığı, her şeyin Allah’ın mutlak irade ve kudretine bağlı bulunduğunu görür. Allah dilemedikçe hiç kimsenin bir şey dileyemeyeceğine inanır. O, rahmet kapısını açmadıkça, kimsenin bunu aralamaya gücü yetmez. Yine O, rahmetini dilediğine vermek isteyince, kimsenin buna mani olması mümkün değildir. Bu manada insan, sebeplerin gerekliliğine inanır. Fakat onların esas belirleyici olmadığını da kabul eder. Bazen sebepler sonuç vermez. Bazen de sebepsiz sonuçlar oluşur. Çünkü sebeplerin de sonuçların da yaratıcısı O’dur. Böylece insan, izzet ve şerefin nerede olduğunu anlar. Yüceliğin ve yüksekliğin sonsuz kaynağını keşfeder. Beşerî arzu ve heveslerin aldatıcılığına, dünyevî değerlerin çekiciliğine kapılmaktan kurtulur. Onurlu ve haysiyetli bir hayat yaşar.

Kur’an’ın gölgesinde insan, nefsinin hile ve yönlendirmelerini, şeytanın tuzak ve saptırmalarını aşmanın daha da kolaylaştığını görür. Şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olmaktan kendini kurtarır. Böylece hayata şeytani vesveseler ile değil, rahmani bir gözle bakmayı öğrenir. İnsanın iç dünyasında, kendisini olumsuzluklardan alıkoyan fakat hayırlı amellere çeken bir irade oluşur. Gittikçe güçlenen bir iç denetim meydana gelir. Kararlılık ve disiplin temel ilke haline gelir. Böylece Allah rızasını kazanma uğruna adımlarının daha bir sıklaştığını fark eder. Herkese hoşgörüyle yaklaşmanın, ülfet edip kaynaşmanın gerekliliğini anlar. İnsanın terbiye ve olgunlaşmasının nasıl bir ivme kazandığını görür. Eğitim kurumlarının halletmeye çalıştığı ahlaki zaafları ve insani problemleri, bu ilahî kelâmın uyarı ve müjdeleri ile kısa zamanda nasıl çözüme kavuşturduğunu tecrübe eder.

Kur’an’ın gölgesinde insan, hayatı ve ölüm sonrasını tanır, varlığın sahibinin kendine olan lütuf ve ihsanının ne kadar cömertçe olduğunu görür. Bütün bunlar karşısında, Allah’ın önüne koyduğu eşsiz fırsatları, insanın nasıl değerlendirmediğine hayıflanır. İnsan, geçici dünya metaına talip olur da, kendisini bekleyen sonsuz güzelliklere sırtını nasıl çevirir. Elinin tersiyle nihayetsiz mutluluk ve esenlikleri geri teper de; geçici, basit değerlere nasıl talip olur. Allah’ın sayısız lütuf ve ihsanı karşısında, insan nasıl olur da bu kadar nankörleşir. Nimete boğulduğunda, nimetlerin sahibine yaklaşacağı yerde nasıl da O’ndan böyle uzaklaşır.

Evet, son asırlarda insan gururlandı, kibirlendi. Kur’an’a iftira ve bühtanda bulundu. Onun artık eskidiği ve demode olduğu iddiasını ileri sürdü. Hâlbuki o, on dört asır boyunca olduğu gibi bu gün de isteyene dileyene hayat veriyor. Bir kandil gibi önünü aydınlatıyor. Karanlık ve kararsızlıklardan aydınlığa, itminana kavuşturuyor. Kendine inananlara ümit vererek onların heyecanını diri tutuyor. Hayatlarına anlam katarak sıradanlaşmaktan onları kurtarıyor

Varlığı Diri Tutan Yakarış: Dua

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com::Kelime olarak, çağırmak, davet etmek, istemek ve yardım talep etmek anlamlarına gelen dua terimi dinî literatürde; Allah’ın yüceliği karşısında kulun/insanın aczini ve zafiyetini itiraf etmesi, sevgi ve saygı ile O’nun lütuf ve yardımını, dünya ve ahirette nimet ve iyilikler ihsan etmesini, günah ve kusurların bağışlanmasını dilemek şeklinde tanımlanmaktadır.

Dua; hangi açıdan bakılırsa bakılsın özü itibarıyla bir kutsala yakarıştır, teslimiyettir. Bu yakarış, sadece insana özgü olmayıp “cüz”den “kül”e, zerreden kürreye Yüce Allah’ın yarattığı varlıkların lisanı haliyle dile geldiği ortak niteliktir. Nitekim, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Saff, 1) ayeti canlı-cansız hemen her yaratılanın bir şekilde Kadir-i Mutlak’ı tespih ettiğini ifade etmektedir. Dua, tespihi de içeren bir yakarıştır şüphesiz.

Beden ve ruhtan müteşekkil insan duyu ve duygularıyla, düşünce ve hedefleriyle Allah’ın yarattığı muciz bir varlıktır. Evrendeki diğer yaratılanlara nispetle sahip olduğu birikim ve yeteneklerle insan, her ne kadar güçlü bir varlık gibi gözükse de çoğu zaman acziyetini telafi edebileceği, karşılaştığı sorunlarda kendisinden yardım isteyebileceği, açmazlarda kendisine sığınabileceği güçlü, müşfik, kadir bir varlığa gereksinim duymaktadır. Onun yaratılış kodlarındaki/özündeki bu güçlü olana bağlanma ve yakarış duygusu, aslında insanı daha da güçlü ve diri kılabilmektedir. İnsanın bu yakarış öyküsü ve gereksinimi sadece bu gün değil geçmişten ânımıza kadar süregelen bir nitelik veya davranış biçimi olarak varlığını devam ettirmiştir. Öyle ki bu özden yakarış ihtiyacı ve öyküsü, atamız Âdem ve eşi ile başlamış ve insanoğlu var olduğu sürece de devam edecektir. Kur’an, insanoğlu ile yaşıt bu tarihî yakarışa, “Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 23) ayetiyle tanıklık etmektedir. Ne kadar anlamlı bir yakarış değil mi? İnsan sadece başkalarına zulmetmez. Belki de insanın en büyük zulmü kendisinedir. İlahî bağlamda mükerrem oluşun/saygınlığın zayi edilmesi, ilahî zeminden saparak var oluşun hikmetini kaybetmek en büyük zulüm değil midir? Şüphesiz diğer zulümler de bu düşüşle bağlantılıdır. Diğer taraftan Rahman ve Rahim olan Yüce kudretin af ve merhametinden uzak kalış, hamulesi acziyet ile yoğrulmuş insan için ne büyük bir hüsrandır. Evet, O’nu kaybeden varlık adına neyi bulmuştur ki… Biçimsel olarak sergilenen ritüel ve hareketler, amaç ve hedefler bir tarafa dua ile aciz/bitap/bikes kimse daha da güç kazanmaktadır. Varlığını, acziyetten uzak kudret sahibi, her daim var olana bağlamak, şüphesiz beraberinde bir güveni getirmektedir. Mümin özelinde duayı değerlendirdiğimizde; sahipsiz olduğumuz bir anda sahibimizin olduğunu bilmek, sesimizi kimsenin duymadığı, bizi kimsenin göremediği bir ortamda/yerde duyan ve gören birisinin oluşu, gönül ve zihin dünyamızın perdelediği, iç âlemimizin derinliklerine gömdüğümüz ızdırap ve gözyaşlarımıza şahit/habîr ve kâfî/şâfî birinin olduğu inancı elbette anlatılamayacak derecede önemli bir güvendir. Bu itibarla duanın, Allah ile kul arasında güven sağlayan kuvvetli bir bağ olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz’in, duayı ibadetin/kulluğun özü olarak nitelendirmesini bu paralelde değerlendirmek daha bir anlamlı olacaktır. (Tirmizi, Deavat 1)

Yaratılış hikmet ve amacından sapmış, nefisleri işledikleri gayrimeşru her eylemi kendilerine süsleyen kimileri duadaki yakarışın insan onur ve saygınlığı ile özdeşleşmediği kanaatindedir. Bu kanaat, duanın/yakarışın yöneldiği varlık/kudrete göre isabetli veya isabetsiz olarak değerlendirilebilir. Nitekim kendisi gibi aciz, muhtaç bir varlık ya da yaratığa âdeta yerlerde sürünürcesine çok basit ihtiyaçları için yalvarıp yakaran kimse bağlamında düşünüldüğünde bu kanaatin doğru olduğu söylenebilir. Zira böylesi bir tutum ve davranışta insanlık onurunun zedelendiği aşikârdır. Oysa insanlık adına ilk örnek yakarış, bir ve tek olan Allah’a idi. Ne var ki tarihsel süreçte doğru ve makbul eksene oturmuş bu anlamlı yakarış, mükerrem varlığa yakışmayacak farklı zeminlere kaymıştır. Buna karşılık ilk günkü gibi (Âdem ve eşinin yakarışı) her türlü nakisadan münezzeh ve hiçbir varlığa ihtiyaç duymayan müstağni bir ilaha/Allah’a yakarışın böyle bir kanaate mesnet teşkil etmesi isabetli olmayacağı gibi böylesi bir varlığa yakarıştan uzak kalmak da yaratılış ve varlık amacı açısından ayrı bir mahrumiyet olacaktır. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “Ey Muhammed! De ki: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” (Furkan, 7) ayetiyle, insanın Yaratıcı Kudret nazarındaki değerinin kulluğu/ibadeti/duası ile ilintili olduğu gayet açık bir şekilde vurgulanıyor. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Kim Allah’a dua etmezse, Allah ona gazap eder.” (İbn Mace, Dua, 1) buyurmak suretiyle dua ile Rabbine yönelen mümin kimselerin Allah’ın gazabından korunacaklarına işaret etmiştir. Bu itibarla dua, ibadetin önemli bir aşamasıdır. Şüphesiz buradaki duadan kastımız, dua normlarına sıkıştırılmış metinlerin içkinlikten uzak bilinçsizce tekerrürü ya da okunması değil, genel olarak öz, eylem ve söz bütünselliği içerisinde samimiyetle Allah’a yöneliştir. Rabbimiz, ihlas ve samimiyetle kendisine yönelen hiçbir gönlü/eli boş çevirmeyeceğini taahhüt etmektedir. “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara, 186), “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…” (Mümin, 60) ayetleri, Rabbimizin kendisine samimiyetle yönelen “öz”lere, göz ve gönüllerin idrak edemeyeceği şekilde karşılık vereceğini dile getirmektedir.

Dualarımıza cevap/karşılık verilmesini, bizim çoğu zaman dönemsel isteklerimizin aynıyla yerine getirilmesi şeklinde anlamak ve algılamak, dinimizin dua emir ve tavsiyelerinin amacına uygun değildir. Zira bazen, sadece bugünü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın gereğini düşünerek kendi talep çerçevemizi daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti olan daha başka şeyleri gözden kaçırmış olabiliriz. Alîm olan Allah ise, hem bugünümüzü hem de uzak-yakın yarınlarımızı iç içe görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları açar, genişletir; merhamet ve hikmetinin derinliğine göre belki de bizim farkında olmadığımız çok yönlü karşılıklarda/cevaplarda bulunur. Söz gelimi, hasta sadece şikâyetini dile getirir; şikâyete bağlı olarak hangi ilacın iyi geleceği hekimin takdir ve hikmetine bırakılır. Bazen hasta istemediği halde, ağrısının hemen dinmesini beklerken canı yanabilir, tatlı bir ilaç umarken, acı bir ilacı içmek zorunda kalabilir. Bu durumda hastanın “hekim beni dinlemedi” sözü gerçeği yansıtmamaktadır. Hekim hastayı dinlemiş, ona tababetin gerekleri doğrultusunda icabet etmiştir. Diğer taraftan Allah, hâlihazırdaki durumumuzu aydınlatırken yarınlarımızı karartmaz, bugünün ışıklarını yarınların zulmeti haline getirmez ve bize iltifatlarda, teveccühlerde bulunurken başkalarına kesinlikle mahrumiyet yaşatmaz. Bu itibarla duanın tezahürlerinde ya da sonuçlarında aceleci davranılarak ümitsizliğe düşülmemelidir. Duaya konu olan mevzuda fiili her türlü gayretimizi gösterdikten sonra hayrı talep ederek sadakatle ona teslim olmak, müminlere yaraşan en güzel tutumdur. Zira “Allah, hayâ sahibidir, çok kerimdir. Bir insan iki elini kaldırıp dua ettiği zaman, O, kalkan iki eli boş çevirmekten hayâ eder.” (Tirmizi, Deavat, 118) hadisi, kendisine gönül ve el açıp samimiyetle yöneldiğimiz Rabbimizin böylesi bir durumda bizleri boş çevirmeyeceğini ifade etmesi açısından calibi dikkattir.

Şu kadar var ki, duanın kabul veya reddinde kişinin dinî hüküm ve değerlere karşı olan hassasiyet ve sadakati de önemli bir yer tutmaktadır. Söz gelimi helal-haram duyarlılığı duanın kabulünde çok etkindir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Allah Teala temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah, peygamberlerine neyi emrettiyse müminlere de onu emretmiştir. Cenab–ı Hak peygamberlere: ‘Ey peygamberler! Temiz ve helal olan şeylerden yiyin, iyi ve faydalı işler yapın!’ buyurmuştur. Müminlere de: ‘Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.’ buyurmuştur.” Rasul–i Ekrem daha sonra şunları ifade etti: “Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak: Ya Rabbi! Ya Rabbi! Diye dua eder. Halbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdası haramdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65) buyurarak, kişinin helal-haram duyarlılığının duasının kabulünde ne derece etkin olduğunu dile getirmiştir. Tasavvuf kültüründeki “Halkın duası söz, zahitlerinki davranış, ariflerinki hal iledir.” kabul ve söylemi, bakış açısına göre farklı algılama ve yorumlara mesnet teşkil etse de duadaki içkinliği/özdenliği yansıtması açısından zikre değerdir.

Dua, aynı zamanda zikirdir. Zikir ise, her şeyden önce farkındalıktır, huzur ve teskindir. Nitekim “…Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28) ayeti, zikrin bu yönüne dikkat çekmektedir. Aslında duada zikrin bir nevi olarak beklentilerimizin, korkularımızın, ümitlerimizin, günümüzün, yarınımızın farkına vararak tek melceimiz olan Allah’a gönül huzuruyla yöneliştir, sığınmadır, teslimiyettir. Bu itibarla dua, varlığımızı, gönlümüzü diri tutan bir yakarıştır. Evrende bulunan hemen her varlık bu yakarışa/tespihe/zikre lisanı haliyle ortaktır. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, onu hamd ederek tespih etmesin. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir, çok bağışlayandır.” (İsra, 44) ayeti, bu gerçeği dile getirmektedir.

Dua, saygı, sevgi, tevazu ve ümitle Rabbimize en güzel biçimde yakarıştır. Bu yakarışın sadece sözel bir yakarma olarak algılanmaması gerekir. Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de bizlere duanın adabından hangi formlarda yapılacağına kadar çok güzel örnekler sunulmaktadır. (Örnek olarak bkz. Al-i İmran, 147; Araf, 23; Hud, 47; Nuh, 28) Sözlü duanın yanında amacımızı gerçekleştirmeye yönelik fiili duamızı da ihmal etmememiz hedefe ulaşabilmemiz için zorunluluk arz etmektedir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 39) buyurulmak suretiyle bu hakikate dikkat çekilmiştir.

Geleneğimizde duanın ayrı bir yeri olduğu bilinen gerçektir. Öyle ki edebiyatımıza, dinî literatürümüze hep konu olmuştur dua. Kitaplarımız, dua ile başlamış, kalemlerimiz, dua ile yazmış, külliyatımız, dua ile okunmuş, tezekkür ve tefekkür edilmiş... Eşler, anneler, babalar, çocuklarını; dostlar, ahbaplarını, dua ile uğurlamış her dem... Evimizin kapısı dua ile açılmış, dua ile kapanmış… İşyerlerimiz aynı şekilde… Istırap ve hasretlerimiz, dua ile dindirilmiş… Gün, dua ile başlamış, dua ile bitmiş… Hayata dua ile göz açmış, dua ile göz kapamışız… Dahası mebde ve mead bütünselliği içinde vuslat ve firkat her dem dua ile buluşmuş… Sonunda duası olmayan dil, duası olmayan din ve medeniyet olamaz denilmiş… Bu söz gerçekten anlamlı ve çok derinlikli… Bu yapılanma birey ve toplum olarak bizlere huzur, kanaat, teslimiyet, sadakat ve samimiyet gibi insani ve ahlaki değerleri bahşetmiş… Belki bu gelenekten biraz uzaklaştık. Dinî hayatımızın, ibadetimizin, duamızın içkinlikten ziyade formel normlara uygunluğunun yeterli görülmesi bizleri mekanikleştirerek yüzeyselliğe mahkum etti. Bir başka ifadeyle kabuk özü perdeledi. Çağımızda birey ve toplumların, insanlığın çektiği sancıların, acı ve ızdırapların oturduğu ana zemin bu değerlerden mahrumiyet değil midir? Elbette söz konusu değerlerden yoksunluğun karşılaşılan huzursuzluk tablolarındaki payı inkâr edilemeyecek kadar açıktır.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, dua varlığı diri tutan, sözlü ve fiili gayreti içeren, sevgi, saygı, sadakat, teslimiyet, edep ve tevazu yüklü bir yakarıştır. Bu itibarla şov ve gösteriş kokan ya da yaldızlı sözlerle hemen her ortam ve ekranlarda ilgili ilgisiz dua örnekleri sunma gayretleri ya da çılgınlığı, dinî açıdan tasvip edilecek gibi değildir. Ayrıca Allah katında bu tür amaçlara yönelik duaların makes bulmayacağı da açıktır.