25 Mart 2008 Salı

Çeşitli Konular Üzerine Fetvalar (1)

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com ::
Bahis tutuşmak: Tek taraftan belirli bir şeyle müsabaka yapmak caizdir. Şöyle ki; Eğer sen beni geçersen, sana şu var. Şayet ben seni geçersem, bana senin bir şey vermen gerekmez” derse bu müsabaka caiz olur. (Fetevayi Hindiyye)

Baldız ile oturmak: Karısının kız kardeşi ve süt kız kardeşi ile başbaşa kalamaz. (Ehli Sünnet İtikadı-Gümüşhanevi)

Banka faizleri: Darul harbde, harb emirine beyat etmekle kendileri için faizin helal olacağını iddia edenler, bir büyük bir hata içindedirler. İslam coğrafyasında kurulu bulunan bankalar kâr amacıyla mı kurulmuş yoksa zarar amacıyla mı? Hiçbir banka müslümanlar kar etsin diye kurulmamıştır. Biz paramızı bankaya yatırdığımız zaman banka bizden kâr ediyor, biz bankadan kâr etmiyoruz. Dolayısıyla bu faiz işleminde fazlalık banka tarafına geçiyor. Bu durumda bankaya para yatıran inkılapçı bir müslüman kendi malını harbinin elinde kendisine karşı kullanılan bir silah haline getirmiş oluyor. Dolayısıyla bugünkü bankalardan müslüman faiz alma yoluna gidemez. (Darul Harb Fıkhı-Mustafa Çelik)

Başka mezhep imamının ardında namaz: Şafi mezhebinde olanların Hanefilerin ardında, Hanefilerin de Şafilerin ardında namaz kılabileceklerine dair ilk devirlerde ulema ittifak etmişlerdir. Asıl itidal bizim fakihlerimizin; dört mezhebin hangisine mensup olurlarsa olsunlar, arkasında namaz kıldığı kimsenin kendi namazını geçersiz kılıcı bir halinden kesin olarak haberdar olmadıkları sürece bir müslümanın, diğer herhangi bir müslümanın ardında namaz kılabileceğine dair söylediği sözlerdir. (Mezhepsizlik Bidattır-Said Ramazan el-Buti)

Başkasının ilahına sövmek: Ebu Nüheyk ile Abdullah b. Hanzele ra’den “Bir adam Meryem suresini okudu, bir başkası da Meryem ile oğluna küfretti. Biz de adamı kan içinde bırakıncaya kadar dövdük. Adam, Selman ra’e gidip bizi şikayet etti. Olay anlatılınca “Onun yanında niçin okuyorsunuz? Allahu Zül Celalin “Allah’tan başkasını ilah diye çağıranlara sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah’a sövmesinler” (Enam:108) diye buyurduğunu işitmediniz mi? Dedi (Hılye) (Hayatüs Sahabe-4)

Başkasının okumasıyla hatim: Zeyd, Kuranı Azimüşşanı Fatiha’dan sure-i Fil’e kadar yahut sure-i ihlasa varıncaya kadar kıraat edip, diğer sureleri kıraat etmeyip Amr’e, “Sen kıraat et” demekle, Amr’de onun yerine Zeyd’in kıraat etmediği sureleri kıraat etse, Zeyd Kuranı hatmetmiş olur mu? Cevap: Olmaz. Bu surette Amr o sureleri okuduğunda hazır olup dinleyen kimseler, Kuran hatminde bulunmuş sayılıp, Kuran hatminde bulunanlara verilecek sevaba nail olurlar mı? Cevap: Olmazlar. (Fetavai Behçe) (İslama Sokulan Bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Başlık parası: Kız damat tarafına teslim edilirken, kızın ağabeyi veya onun gibi birisi, güvey tarafından bir şey almadan teslim etmek istemezse, damat verdiği şeyi geri alabilir. Keza babası kızı başlık vermeden nikahlamaya razı olmazsa, verilen şey mevcut olsun olmasın damat onu geri alabilir. Çünkü rüşvettir. (Bezzaziye) (İbni Abidin-5)

Damad veya damadın babası istek ve arzuyla kızın babasına bir hediye verseler dinen bir sakınca yoktur. Hatta sünnettir. Ama kızın babası paranın veya başka bir şeyin verilmesini şart koşuyorsa verilmediği takdirde kızı vermeyecekse alınan mal haramdır. Yani damad veya onun babası verdikleri şeyden ötürü mesul olmayacaklar ama kızın babası günahkar olur. (Fetavayi Haliliye) (Fetvalar 2-Halil Gönenç)

Başörtüsü ve okul: İslama hizmet gayesiyle okuduğunu söyleyen bir bayanın başını açması konusundan; Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helaki veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir. (Suyuti-El-Eşbah) Buna göre islama hizmet gayesiyle de olsa İslama taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür. Yasak emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder. (İbnü Nüceym) Demek oluyor ki haramı işlememek için farz bile terkedilir. (Delilleriyle Kadın İlmihali-Mustafa Kasadar-Sadık Akkiraz)

Başlık parası: Damad veya damadın babası istek ve arzuyla kızın babasına bir hediye verseler dinen bir sakınca yoktur. Hatta sünnettir. Ama kızın babası paranın veya başka bir şeyin verilmesini şart koşarsa verilmediği takdirde kızı vermeyecekse alınan mal haramdır. Yani damad veya onun babası verdikleri şeyden ötürü mesul olmayacaklar ama kızın babası günahkar olur. (Haliliyeden)(Halil Gönenç)

Kız damad tarafına teslim edilirken, kızın ağabeyi veya onun gibi birisi güveyi tarafından birşey almadan kızı teslim etmek istemezse, damad verdiği şeyi geri alabilir. Çünkü rüşvettir. (Bezzaziyye) (İbni Abidin-5)

Başörtüsü nasıl olmalı?: Sömürünün bir başka şekli gibi görünen moda, müslüman kadını yavaş yavaş hem takva kimliğinden uzaklaştırmış, hem de iyi bir tüketici yapmıştır. “Süslerinizi gizleyiniz” emrine inat dış kıyafetler, allanmış pullanmış ve ancak bir müslüman kadının eşine süslenme aracı olabilecek halde iken dış kıyafet olarak piyasaya sürülmüştür. (A. Türkkol Ribat Dergisi Sayı 161)

Bazı batıl işler: Davul çalmak, güzel sesle şarkı okumak, kadınlarla delikanlıların bir arayatoplanması, zikir ve Kuran okumak için ücret almak vb gibi şu zamanlarda görülen nice münkirat daha vardır. Bunların haram ve vasiyet edilmelerinin batıl olduğunda şüphe yoktur. (İbni Abidin-3)

Besmele: Bazıları her rekatta Fatiha’nın başında Besmele çekmenin vacip olduğunu ileri sürmüşlerse de esah olan sünnettir. Tütün içmek gibi pis kokulu bir şey kullanıldığı zaman besmele çekmenin mekruh olduğunu söyleyenler vardır. Haram bir iş yapılırken besmele çekmek haramdır. Bezzaziye sahibine göre kesin haram olanlara besmele çeken kafir olur. (İbni Abidin-1)

Bıyıklar: Ebu Zerr’in rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah sav şöyle buyurdular: “Kıyamet gününde Allah üç tip insanla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için şiddetli azab vardır.” Ravi, Rasulullah sav’in bunu üç kez tekrarladığını söyleyip, hüsrana ve ziyana uğrayan bu kişilerin kimler olduğunu sorduğunda Rasulullah sav şöyle buyurdu: Bunlar bıyık uçları uzun olan, yaptığı iyiliği başa kakan ve malını yalan yeminle satan” (Müslim-İman, İbni Hibban, Hakim) (Tevhid-14)

Bidatler: Gelin ve cenaze önünde aşikare zikir yapmak, kabir üzerine bina yapmak, nafile namazları cemaatle kılmak (Regaib, Kadir, Beraat, Tesbih namazları gibi), türkü dinlemek, hutbe okunurken salatü selam getirmek, radiyallahu anh demek, amin demek, mescidde dilenmek, kadınların yabancı bir evde taziye veya tebrik için toplanmaları, açıktan tevhid getirmeleri.. (Ehli Sünnet İtikadı-Gümüşhanevi)

Bidat Çıkaranların durumu: İbni Abbas ra rivayet eder: “..Benim ümmetimden bir takım kimseler getirilip sol tarafa ayrılacaktır. Ben “Ey Rabbim, bunlar benim ashabımdırlar, derim. Cenabı Allah bana: “Bunların senden sonra neler yaptıklarını sen bilmezsin” der. Ben de Allah’ın salih kulu İsa as’ın dediği gibi “Aralarında bulunduğum müddetçe onları gözetliyordum. Sen benim canımı alınca onları gözetleyen sen oldun. Her şeyin gözetleyicisi sensin. Onlar senin kullarındır. İstersen azab edersin, istersen bağışlarsın. Zira izzet ve hikmet sahibi sensin. (Maide:117)derim. Cenabı Hak “Sen aralarından ayrıldığın gün, onlar gerisin geri döndüler” buyurur” Bir rivayette “Benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar, derim ziyadesi vardır. (Tergib, Buhari, Müslim)

Bidatçı ve zorba imamın ardında namaz: Kötü inancına rağmen, zorba biri namaz kıldırırsa ona uyularak namaz kılınır. Namaza bir değişiklik, bidat, uydurma bir şey getirmişse ona uyulmaz. (Ahkamus Sultaniyye-İmam Maverdi)

Bilardo: Oyun sonunda oyun malzemesinin kirasını veya içilen çayların parasını yenilen tarafın ödemesi gibi, küçük de olsa, bir menfaat karşılığında oynanan her türlü oyun kumardır. Menfaat sağlamak söz konusu olmasa da sadece vakit geçirmek amacıyla oynanan tavla, kağıt ve tombala gibi oyunlar, insanın vaktini boşa harcaması ve kumara vesile olmaları itibarıyla mekruh görülmüştür. İbadeti veya çalışmayı engellemeden ve yenilen tarafın yenen tarafa bir menfaat temin etmeden oynanan bilardo ve benzeri sportif oyunların oynanmasında ise beis yoktur. (Fetvalar-Diyanet Vakfı)

Bilinmeyen beş husus: “Kıyametin ilmi muhakkak ki Allah’ın katındadır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiçbir kimsede hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir. Her şeyden haberdardır. (Lokman suresinin son ayeti) Ayette yağmurun ne zaman yağacağı ve anne karnındaki çocuğun cinsiyetinin bilinemeyeceğine dair bir ifade mevcut değildir.

İmam Maturidi çoğu müfessirin aksine “Ayette geçen beş şeyin gayb olan yönleri olabilir ama bu beş şey hakkında hiçbir bilgi edinemeyeceğimiz manasına gelmez” demektedir. Ona göre bilinemeyecek olan bu beş şeyin hakikatidir. Bir şeyin hakikati, onu, o şey yapan şeydir. (Seyyid Şerif-Tahrifat) mesela düşünen canlı olmak insanın hakikatı ve mahiyetidir. Ama gülen canlı olmak insanın hakikati değildir. İnsan gülmese ya da gülme özelliğinden mahrum olsa yine insandır. Ama düşünme özelliği olmayan bir canlıya insan diyemeyiz. Maturidi ayeti tefsir ederken, bu beş hususun bir kısmında hesap yoluyla bilgi sahibi olunabileceğini ifade eden telmihlerde bulunmaktadır. Müneccimlerin hesap yoluyla bildikleri şeyler bu kabildendir, demektedir. (Te’vilat) Onun bu ifadesine bugünkü meteorolojik tahminler örnek gösterilebilir. Anne karnındaki çocuğun cinsiyetinin bilinip bilinmeyeceği konusunda Maturidi, çoğu müfessirin benimsediği görüşe zıd bir görüş beyan etmektedir.

Ayetteki “rahimlerdekini bilir” ifadesini pek çok müfessir “erkek mi dişi mi olduğunu ancak Allah bilir” şeklinde yorumlamaktadır. Bu tefsire göre cenin doğmadıkça cinsiyetini tespit etmek mümkün olmayacaktır on bir asır önce yaşayan İmam Maturidi’nin yorumu, cenin cinsiyetinin tespit edilebileceği şeklindedir. Bu konudaki ifadeleri aynen şöyledir: “Rahimlerdekini bilirden maksad, ceninin sırasıyla nutfe, alaka, muğda safhalarına intikalini, bir halden diğer hale geçişini ve her an cenin üzerinde meydana gelen değişiklikleri (gerçek mahiyette) bilir demektir. Bunu Allah’tan başka kimse bilemez. Anne karnındaki çocuğun erkek mi dişi mi olduğunun bilinmesine gelince bunun Allah’tan başkasının bilmesi de mümkündür. (Tevilat) (Hadis Araştırmaları-Selahaddin Polat)

Biriken paranın zekatı: Ev edinmek için biriktirilen paralarda tabii olarak çoğalma ve artma özelliği vardır. Binaanaleyh bu maksatla biriktirilen paralar borçtan ve temel ihtiyaçlardan sonra nisap miktarına ulaşmış ise o paradan zekat vermek gerekir. (Diyanetten Günümüz Meselelerine Fetvalar)

Boğa güreşi: İbni Abbas’ın naklettiğine göre; Resulullah efendimiz sav hayvanları birbirine kışkırtmayı yasaklamıştır” (Ebu Davud-Cihad, Tirmizi-Cihad) Sebep, hiçbir fayda söz konusu değilken bir canlının canını acıtmak ve abesle iştigal etmektir. Horoz, deve, boğa, köpek, koç vb hayvanları dövüştürme hep bu yasak içerisinde yer alır. Böle şeylerle meşgul olmak, hafif akılılıktan, basitlikten ve karakter bozukluğundan kaynaklanır. (Ceziri-Mezahibul Erbaa) ( Fetvalarla Çağdaş Hayat- Faruk Beşer)

Boks oynamak: Boksta vuruşmak ve rakibe eziyet etmek kasdı vardır. İki insanı karşı karşıya getirerek eziyet ettirmek haramdır. (Envarül Ebrar) onu oynamak haram olduğu gibi seyretmek de haramdır. (Halil Gönenç-Fetvalar)

Borçluya zekat: Eğer meşru olmayan bir iş için baorçlanmışlarsa, kendilerine zekat verilmez. Ancak tevbe edip de tevbelerinin hakiki olduğuna kanaat getirilirse, verilebilir. (Büyük Şafi İlmihali)

Borsa: İslam Fıkıh Akademisinin girişimiyle 1988 yılında Rabat’ta toplanan Borsa Semineri’nin sonuç bildirisinde ve adı geçen akademinin 1992 yılında Cidde’de yapılan VII. Dönem Toplantısından hisse senetlerinin kâr ve zarara iştirak etmesi sebebiyle kural olarak helal olduğu, fakat şeri hükmünün bunu çıkaran şirketin ticari işlem ve amaçlarının meşrû oluşuyla yakından ilgili bulunduğu belirtilmiştir. Şirketin faiz, içki imali ve ticareti, karaborsacılık, hile, yalan ve aldatma gibi dinen haram vasıtalarla kazanç sağlaması halinde hisse senetlerini alıp satmanın ve bundan gelir elde etmenin haram ve masiyete iştirak etmek olduğundan caiz olmayacağı bildirilmiş, esasen faaliyet alanı haram işlemler yapma, dinen yasak hizmet ve mal üretiminde bulunma olmamakla beraber, bazı haram işlemlere taraf olması sebebiyle şirketin kârına haram kazanç karışmış olması hallerinde ise, pay sahiplerinin bu miktarı yaklaşık olarak hesaplayıp kendisinin hayır ve hasenat niyeti olmaksızın ve toplum hakkı olduğu inancı ile hayır yolunda harcaması tavsiye edilmiştir. (Diyanet İslam İlmihali-2)

Ait olduğu iktisadi değerden bağımsız olarak değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini, eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışlarını gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak. Borsadaki alış verişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsada oynamak! Tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor, gerçek değerinin üstünde ve dışında kağıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor, ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada oynamayı makbul bir ticaret olarak görmüyorum. Ancak mevcut düzende ve şartlarda oynama olmadan borsanın da olmayacağı, halbuki parayı faizle nemalandırmaya karşı borsanın bir meşru seçenek olduğu gerçeğini de görmezlikten gelemiyorum. (Helaller ve Haramlar-Hayrettin Karaman)

Hadislere baktığımızda ise: “Yanında olmayan bir şeyin satışı helal değildir” “satın alınan bir şeyin, alındığı yerde satılması memnu’dur”, “serbest piyasanın oluşabilmesi için kırsal kesimden mal getirenlerin yolda karşılanması menhidir”, spekülasyon yasaktır” ifadeleriyle karşılaşırız. Bütün bunların özünde haksız kazancın, aldatmanın, ğararın, meçhuliyetin önlenme esprisi vardır. Hisse senedi satışı bunlardan bütün bütün uzak değildir. (Fetvalarla Çağdaş Hayat-Faruk Beşer)

Sonuç olarak anonim şirketlerinin bugünki yapısı ve borsanın işleyişi karşı­sında hisse senetlerinin Menkul Kıymetler Borsasından alım-satımını caiz gör­mek mümkün değildir. Çünkü bu, insanların mallarının haksız^ yere yenmesine göz yummak olur. Allahü Teâlâ, ekonomik ilişkilerin bel kemiği sayılan bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:“Mümin­ler, mallarınızı aranızda hak­sız yol­larla ye­meyin, ama karşılıklı rıza ile yapılan bir alım satımla yiyebilirsiniz" (Nisa 4/29) (Abdülaziz Bayındır-Faiz ve Ticaret) hakikaten çok güzel ve ayrıntılı bilgiler var. Merak edenler mutlaka okumalı)

Boşamak: Boşamak veya talak kelimesini kullanmadan “defol, git, babanın evine git” gibi sözlerle boşamanın vaki olabilmesi için boşamaya niyet etmiş olmak, bu niyetle söylemiş bulunmak gerekir. Aksi halde bunlarla eş boşanmış olmaz. Öfkeli olarak, kişinin söylediği sözlerle “söz nasıl olursa olsun” boşanma yapılmış olmaz. İki hayız içinde eş ancak bir kere boşanır, birden fazla boşamanın hükmü ve tesiri yoktur. Hayız halinde veya temizlik başlayınca cinsi birleşme yapıldıktan sonra yapılan boşamalar da muteber değildir. (Helaller ve Haramlar-Hayrettin Karaman)

Boşanan kadının kalacağı yer: Talak ve ölüm iddeti bekleyen kadınlar iddetin vacip olduğu evde iddet beklerler, ondan çıkarılmazlar. (Metin) Cevhere’de şöyle denilmiştir: “Bu talakı ric’i olduğuna göredir. Bain olursa mutlaka bir perde lazım gelir. Ancak erkek fasık ise o zaman kadın çıkar.” Bu ifadeden anlaşılır ki, ric’i talakla boşanan kadın kocası fasık bile olsa evinden çıkamaz, perde çekmesi de vacip değildir. Çünkü aralarında evlilik devam etmektedir. (İbni Abidin-7)

Boynuzu kırık hayvan ve kurban: Boynuzu olmayan veya boynuzu kırık olan hayvan kurban olur. Kafi’de de böyledir. (Fetevayi Hindiyye)

Buluntunun hükmü: Lukata (buluntu) yı bulan kimse kendisi muhtaç ise onu, ilan ve tarif ettikten sonra kendi nefsine sarf edebilir. Muhit’te de böyledir. (Fetevayi Hindiyye)

Eğer bulan kimse, onu kaldırmadığı takdirde zayi olacağından kaygı duyarsa o zaman ona kaldırmak vacip olur. (Hidaye Tercümesi) Buluntu eğer on dirhem veya fazla olursa bir yıl ilan etmek gerekir. Eğer buluntu kalıcı olan şeylerden değilse bulan kimse onu bozulacağından endişe duymaya başlayıncaya kadar ilan eder ve ondan sonra fakirlere verir. Sonra buluntu nerede bulunmuşsa orada ilan etmek gerekir. Eğer buluntu gerekli olan süre ilan edildikten sonra sahibi çıkmazsa, sadaka olarak fakirlere verilir. Buluntuyu bulan kimsenin kendisi fakir olduğu zaman ondan yararlanmasında sakınca yoktur. (Hidaye Tercümesi)

Bulunan para ile kitap alıp hediye etmek caizdir. Ayrıca sahibinin namına dini kitaplar dağıttığınız için sevap işlemiş olursunuz. (Fetvalar-Nevzat Akaltun)

Bulunmayan bir malın satışı: Bulunmayan bir şeyi bedelinden yüksek bir fiyata satmakta bir beis yoktur. (Fetevayi Hindiyye)

Büyüklerin gelişi için kurban kesmek: Zeyd, ekabirden Amr’in gelişi için bir koyun kesip üzerine Allah’ın ismini söylese dahi yenmesi helal olur mu? Cevap: Olmaz. (İbni Nüceym, Mülteka Tercümesi) (İslama Sokulan Bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Kaynakları ile Fıkıh
http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com : Çeşitli Konular Üzerine Fetvalar (C) :: Cahiliyye selamı: Umeyr, peygamberimize yaklaştı ve cahiliyyet devrindeki usule göre –Sabahı hayr, sabahın hayırlı olsun dedi. Peygamber efendimiz de: “Ya Umeyr, cenabı Hak senin bu selamından daha güzel bir selam, cennet halkının selamını ihsan buyurmuştur, dedi. (Hayatüs Sahabe-1)

Camide ikinci cemaat oluşturmak: Camide imamla namaz kılındıktan sonra tekrar cemaat halinde ezan ve kamet ile namaz kılınması mekruhtur. Fakat ezan ve kametsiz mihrabın başka bir tarafında mahdut kimselerin tekrar cemaatle namaz kılmaları mekruh değildir. (Büyük İslam İlmihali) (İkaz-Mehmet Güleç)

Camide konuşmak: Camide yapılan konuşma din ile ilgili ise ibadet olduğundan makbuldür. Fakat dünyevi olup da bir kimsenin gıybet ve dedikodusu yapılmıyorsa mubahtır. (Hindiyyeden) (Fetvalar-Halil Gönenç)

Mescitlerde tartışmak, ses yükseltmek, kayıp ilanı, alışveriş, icare vb akitler mekruhtur. Ancak fıkıh öğrenen kimselerin seslerini yükseltmesi bunun dışındadır. Bunlara göre mübah olmayan sözlerle konuşmak da mekruhtur. Şayet mübah olan sözler ile konuşulursa namaz kılanlarda şaşırmıyor ise mekruh değildir. Hanefilere göre mescitte dilencilik etmek haramdır. Dilenciye mescit içerisinde birşeyler vermek mekruhtur. Fesaddan emin olmak kaydıyla kadınların mescitte namaz kılmasına müsaade edilir. Genç kadının mescide gitmek maksadıyla evinden çıkması mekruhtur. Mescidlerde mübah sözler ve dünyevi ve buna benzer işlere dair mübah şeylerden söz etmek caizdir. İsterse bu tür konuşmalar esnasında gülme husule gelmiş olsun; yeter ki, konuşmalar mübah özelliğini muhafaza etsin. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi-Vehbe Zühayli)

Camide Kuran okumak: Ebu Said el-Hudri ra rivayet edip demiştir: Rasuli Ekrem sav mescidde itikafta idi. Mescidde Kuranı sesli olarak okuyanları işitti. Hemen Rasulü Ekrem sav, itikafa girdiği yerin perdesini açtı ve dedi: “Kulak veriniz ve dikkat ediniz! Şüphesiz hepiniz Rabbisine niyaz edip yalvarmaktadır. Binaanaleyh bazınız diğer bazınıza eziyet etmesin ve bazınız diğer bazınız üzerine Kuranı Kerim okumada sesini yükseltmesin.” (Ebu Davud) İmam Malik Muvatta da: “Rasulullah sav insanların yanına çıktı. Halbuki insanlarda namaz kılıyorlardı ve onların Kuranı Kerimi sesli olarak okuyuşlarına da muttali oldu.

Bunun üzerine Rasuli Ekrem dedi ki: “Muhakkak namaz kılan kimse Rabbisine münacaat eder. Binaanaleyh her ferd Rabbisine münacaat edip ibadet yapanın haline baksın ve bazınız diğer bazınız üzerine Kuranı sesli olarak okumasın.” (El-İbda) Rasuli Ekrem (sav ) Hz. Ali’ye şöyle buyurmuştur: “Ey Ali! İnsanların namaz kıldığı yerde, Kuranı Kerim okumanı ve dua etmeni sesli olarak yapma! Zira senin Kuranı sesli okuyup duayı sesli yapman, insanların namazını ifsad eder.” (El-İbda, El-Medhal) Bu hadisi şerifler gereğince, Ebu Hanife merhum, namazdan sonra okunan Ayetel Kürsi’yi ve duayı sesli olarak okumayı kerih görmektedir. İşte bu hadisi şerif gibi pek çok hüküm ve beyanlar, camide ve hatta evlerde ibadet ve namazla meşgul olanların yanlarında, sesli olarak Kuranı Kerim okumak, zikri ilahi, tesbih, tehlil ve duaları sesli olarak yapmak haramdır. Dürril Muhtar’da da aynı hüküm mezkurdur. (İslama Sokulan Bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Camide musafaha yapmak: Namazlardan sonra, namazın bir tetimmesi (tamamlayıcısı) olarak, herkesin herkesle musafaha etmesi bidattır. Musfaha aslında sevgi doğurucu bir sünnet olmakla beraber, namazlardan sonra, namazın bir parçası ve bütünleyicisi gibi icra edilmesi, ibadete bir katma anlamı taşıdığından bidat olmuş olur. (Çağdaş Meselelere Fetvalar-Faruk Beşer)

Beş vakit namazdan, Cuma namazından ve Bayram namazlarından sonra (cami ve mescitlerin içerisinde) musafaha yapanlar görülüyor. Bu zamanlarda musafaha yapmak bidat ve kerahattır. Müslim şerhinde İmam Nevevi merhum ise şöyle zikrediyor: İkindi ve sabah namazından sonra musafaha yapmak aslı olmayan şeylerdendir. (İslama Sokulan Bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Camiyi süslemek: Fazla israfa kaçmak, mihrap ve kubbesini akıl ve hayale gelmeyecek nakışlarla nakışlayıp süslemek ve milletten toplanan parayı lüzumsuz yere harcamanın bir manası yoktur. Bu paralara yazık olur. Peygamber (sav); “camileri çok yükseltmekle emrolunmadım. Siz zaman gelecek yahudi ve hristiyanlar gibi camilerinizi süsleyeceksiniz”(Ebu Davud) “Halkın camileri yükseltip süslemekle böbürlenmeleri kıyamet alametlerindendir.”(Ebu Davud) (Halil Gönenç)

“Herhangi bir ümmet amel yönünden bozulunca mutlaka camileri süslemeye yönelir.” (İbni Mace Mescidler:2)

Ebu Husayn şöyle rivayet eder: “bir ümmetin ameli kötüleştiği vakit mescitlerini süslerler.” (İmam Malik) (Asrı Saadette İslam-1)

Hanefiler, helal olan mal ile mescitlerin süslenmesi caizdir; mihrabı bundan müstesnadır. Onun bu şekilde süslenmesi mekruhtur, çünkü namaz kılanı oyalar, demişlerdir. Ebu Hanife’den bu konuda ruhsat verdiği rivayet edildiği gibi, Ebu Talib el-Mekki’nin de: “Mihrabın süslenmesinde kerahet yoktur” dediği rivayet edilmektedir. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi-Vehbe Zühayli)

Camileri yağlı boya vb şeylerle süslemek mekruhtur. Cami duvarlarına yazı yazmak Hanefilerce doğru değildir. Şafilere göre mekruhtur. (Din Görevlisinin El Kitabı-Mevlüt Özcan)

Resulullah sav’in mescidi sade olduğu gibi, tâ Selçukluların sonuna kadar tüm islam dünyasındaki mescidler de genellikle sade idiler. “Ben muhteşem mescitler yapmakla emrolunmadım.” (Ebu Davud-Salat) hadisini şerheden Münavi der ki: İbadethaneleri süslemek ehli kitabın işidir. Müslümanların bu konudaki tavrı itidal olmalıdır. Hz. Ömer onca maddi devlet gücüne rağmen mescidi değiştirmemiştir. İslamda ilk mescid süsleyen Velid b. Abdülmelik’tir. Selefimizin çoğu insanlar fitne korkusundan ona bir şey diyememişlerdir. (Münavi-Feyzül Kadir) bu hadisle ilgili olarak Ebu Davud’un nakline göre İbni Abbas: “Ama siz yine de Yahudi ve Hıristiyanlar gibi mescidleri övünme vesilesi yapacaksınız” demiştir. Hatta Ebu Davud’un müteakip hadisi de bunu destekler: “İnsanlar mescidler konusunda birbirleriyle övünmedikçe Kıyamet kopmaz.” (Ebu Davud-Salat) Süslenebilecek kısımların badana ya da altın suyu ile bezenmesi mekruh değilse de bu camiye vakfedilen (cami yapılması için verilen) paralardan yapılamaz. Kişiler bunu ancak kendi hesaplarına yaptırabilirler. (Fetevayi Hindiyye) (Fetvalarla Çağdaş Hayat-Faruk Beşer)

Caminin üstüne ev vb yapmak: Mescidlerin üstü sonsuza kadar mescid sayılacağı için, artık mescidin üzerine ev yapılamaz. Mescidin üzerinde hela ve cinsellik ihtiyacı gibi ihtiyaçlar giderilemez. (Çağdaş Meselelere Fetvalar-Faruk Beşer)

Camideki yazılar: Şafii, Hanefi ve Hanbelilere göre mescidlerin duvarlarına, tavanlarına yazı yazmak mekruhtur, diğer taraflarda mekruh değildir. Çünkü yazı, namaz kılanın kalbini meşgul eder; hatta namazını bırakıp yazılanları okumakla dahi uğraşabilir. Nitekim mescidin boyanması ve namaz kılanı namazdan alıkoyup uğraştıracak her bir şey de mekruhtur. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi-Vehbe Zühayli)

Fethül Kadir’de: “Paraların, mihrapların, duvarların üzerine Kuran ve Allah’ın isimlerini yazmak mekruhtur." (İbni Abidin-1)

Vakıf malı ile nakış caiz değildir, çünkü haramdır. Mütevelli nakış veya kireçle badana yaparsa öder. Ancak zalimlerin tamaından (kınamasından) korkulursa nakışlamakta bir beis yoktur. (Metin kısmından) Mescidin duvarlarına yazı yazmak doğru değildir. (İbni Abidin-2)

Camide yer sahiplenmek: Bir kimsenin cami ve mescitlerde kendisi için özel bir yer tayin ve tahsis ederek namazları daima orada kılması mekruhtur. (Diyanetten Günümüz Meselelerine Fetvalar)

Camilere ziyaret düzenlemek: Turlar düzenlenerek cami ziyareti için yolculuğa çıkmak kesinlikle caiz değildir. (Din Görevlisinin El Kitabı-Mevlüt Özcan)

Ebu Hureyre anlatıyor: “Tur’i Sinaya gitmiştim.. Oradan ayrıldıktan sonra Basra b. Ebi Basra el-Gıffari’ye rastladım. Bana: -Nereden geliyorsun? Dedi. Ben de: -Tur’dan dedim. Bunu duyunca –Oraya gitmeden önce sana rastlasaydım gitmezdin. Resulullah sav buyurdular ki: “Üç mescitten başka yere (ziyaret maksadıyla) sefer yapılmaz: Mescidi Harama, bu mescidime(Mescidi Nebevi) ve İyliya (Kudüs) mescidine yahut Beyti Makdis’e” (İmam Malik, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai) (Muvatta 1-İmam Malik)

Cariyenin avreti: Cariyenin avreti göbeği ile dizkapağı arasıdır. Bu cumhurun görüşüdür. Bu görüşün peygamberimize dayanan (merfu hadis şeklinde) bir dayanağı yoktur. Hz. Ömer’in kavli ile ihtiyaca dayandırılmıştır. (İbni Hümam-Fethül Kadir) zahirilere göre avret konusunda cariye ile hür kadın arasında bir fark yoktur, cariyenin de el, ayak ve yüzü hariç, tüm bedeni avrettir. Çünkü bu ikisini ayırmak için nakli ve sağlam bir delil gerekir bu ise yoktur. (İbni Hazm-Muhalla) İmam Şafinin bir kavline göre cariyenin –dirseklere kadar- elleri ile başı avret değildir. (Şirazi-Mühezzeb) İmam Malik’ten bir rivayete göre yalnızca saçı avret değildir. (Şevkani- Neyl) (Helaller ve Haramlar-Hayrettin Karaman)

Cemaat: El Gayede “Alimlerimizin âmmesi, gerçekten cemaat vaciptir, dediler” denilmiştir. Müfid’de ve onun tesmiyesinde “Cemaat, sünnetle vacip olduğu için sünnettir” denilmiştir. Bedai de “Cemaat, akıllı, ergenlik çağına gelmiş, cemaatle namaz kılmaya zahmetsiz gücü yeten erkekler üzerine vaciptir” denilmiştir. (Fetevayi Hindiyye)

Cemaat taassubu: Ne yazık ki günümüzde müslüman olduğunu söyleyenler de çeşitli guruplara, tarikatlara, partilere, hiziplere bölündüler. Tıpkı tarihte olduğu gibi. Her grup insanları peşinde gittiği şeyhe, lidere, mezhep ve meşrebe çağırmaya, onu ön plana çıkarmaya çalışıyor. Bunun adına da “ilahi kelimetullah için cihad” denmekte. Bu guruplardan biri diğerinin imanını, amelini, samimiyetini kısacası tavırlarını kendi gurubuna göre değerlendirmekte. Halbuki tevhid dini İslamda lider bir kişidir, cemaat bir cemaattir, ilkeler birdir. Her cemaat kendi ağabeyini, liderini veya ileri gelenlerini mutlak lider görmeye başlayınca biri diğerine tabi olmak şöyle dursun, bazen bile bile karşısındakini haksız yere suçlayabilmekte. Halbuki müminler birbirlerini hiç kimsenin malı olmayan ve hiç kimsenin tekelinde olmayan Allah’ın dinine çağırmaları gerekirken birbirlerini bağlı bulundukları mezhebe, meşrebe, ırka ve lidere davet etmekteler. Bizler ayrılığa üzülmek yerine onun rahmet olduğunu savunup duruyoruz. (İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler-Mahmut Balcı)

Bir zaman öyle kimseler gelecektir ki, ilim boğazlarından inmez, içleri başka dışları başkadır, bildikleri ile yaptıkları birbirine uymaz. Cemaat kurup otururlar ve birbirleriyle iftihar ederler. Eğer onlardan biri, bir başkasının yanına oturursa ona kızar ve onu arkadaşlıklarından atarlar. İşte bunlardır ki, amelleri oturdukları yerde kalıp Allah’a yükselmez. (Hz. Ali) (Murabıta Notlar-1 Abdullah Büyük)

Cenabet olanın zikir yapması: Abdestli olmayanların, cünübün, hayızlı ve nifaslıların, kalp veya dil ile, tesbih, tahmid, tehlil, tekbir ve salavat okumak suretiyle zikir ve dua etmeleri caizdir. (Asım Köksal-İslam Tarihi 18.cilt)

Cenaze namazı ve ayakkabı: Eğer ayakkabı temiz ise, çıkarmaya gerek yoktur. Şayet ayakkabıların altında veya başka bir yerinde necis var ise, ayakkabıyı çıkarmak gerekir. Çıkarılan ayakkabının üstüne basmakta hiçbir mahzur yoktur. Hatta yerlerde çamur ve emsali gibi ıslaklıkların olması halinde, ayakkabıların üstüne basıp kılmak zarureti vardır. Binaanaleyh ayaklardan ayakkabıyı çıkardıktan sonra altındaki necis zarar vermez. (Halebi Sağir, Fetavayı Abdurrahim, Mülteka) (İslama Sokulan Bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Cenaze namazında kadın: Bahır’da: “Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar. Yalnız kadınla bir hizaya durmak müstesnadır. O bozmaz. Nasıl ki Bedayi’de beyan olunmuştur. (İbni Abidin-3)

Cenaze namazı ve sünnet namazlarının terki: Cenaze namazı, bayram hutbesinden, akşam namazının sünneti ile öğle, Cuma ve yatsının sünnetleri gibi sünnetlerden önce kılınır. Çünkü cenaze namazı farz, bayram hutbesi sünnettir. Akşam namazının sünneti hakkında da aynı şey söylenebilir. (Tatarhaniye) Fetva cenazenin, Cuma ve akşam namazlarının sünnetinden sonra kılınacağına göredir. Çünkü bunlar daha kuvvetlidir” denilmiştir. (İbni Abidin-3)

Haccda, farz namazı kılınır kılınmaz, hemen cenaze namazını kıldırıyorlar. Haremi şerifte ve Ravzayı Mutahhara’da da aynı hâl ve amel işlenmektedir. Hatta 1982 yılında Medine-i Münevvere’de Teravih namazını kılıyorken, 8 veya 10 rekat teravih namazı kılındığı an, bir cenaze geldi ve hemen teravih namazının selamını verince, arada cenaze namazı kılınıp tekrar teravih namazı kılınmaya devam edilmiştir. (İslama Sokulan bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Cenaze ve tesbihin terki: Namazın tesbih ve sünnet olan zikrini terketmek sünnet olamaz. Peygamber sav cenaze olduğu zaman bunları terkediniz dememiştir. Ancak farz ve vacip olmadığı için terkinden dolayı günaha girilmiş olmaz.(Fetvalar-Halil Gönenç)

Cenazenin ardından tezkiye etmek: Cemaatin tanımadığı veya kötü olarak bildiği bir kimse için “Bu adamı nasıl bilirsiniz*” sorusuna, iyi biliriz, Allah rahmet eylesin demek yalandır. Bu tezkiye ölüye fayda vermediği gibi cemaati de günaha sokar. (Halil Gönenç)

Müslüman olmayanın cenaze namazı: Müslüman bir kimsenin müslüman olmayan bir kimsenin cenaze namazına katılması caizdir. Ebu talip öldüğünde Peygamber sav Hz. Ali’ye defn ve tedvin işleri için emir buyurdu. Aynı şekilde müslüman olmaya annesinin cenaze merasimine katılmasını da emir buyurdu. (Yes elüneke Anil Din vel Hayat) (Halil gönenç)

Cenaze için kalkmak: Fukaha ve Cumhuru ulema, cenaze geçerken görüldüğünde, görenler oturuyorsa cenazeye kalkmanın mekruh olduğunu beyan etmişlerdir. (Halebi Kebir ve Dürretül Fahireden) (Din Görevlisinin El Kitabı-Mevlüt Özcan)

Peygamberimizin ayağa kalktığını bildiren hadis Hz. Ali’den rivayet edilen Resulullah sav ayağa kalktı. Sonra oturdu.” (Ebu Davud, İbni Mace, İmam Ahmed) hadisi ile neshedilmiştir. Müslim de bu manada bir hadis rivayet etmiş, vaktiyle vardı fakat sonradan nesh edilmiştir, demiştir. (Münye Şerhinden) (İbni Abidin-3)

Cenazenin geceleyin defni: Cenazeyi gece defnetmek caizdir. (Fetvalar-Nevzat Akaltun)

Cenaze giderken yürümek: Cenaze içinde yürüyenler arasında en efdal olanlar, cenazenin arkasında yürüyenlerdir. Cenazenin önünde de yürümek caizdir. Ancak herkesten ileri gitmek ve cenazeden uzak kalmak mekruhtur. Cenazenin sağından ve solundan yürümekte iyi değildir. Fethul Kadir’de de böyledir. Cenazenin arkasından gidenlerin üstüne düşen vazife susmaktır. Bunların yüksek sesle Kuran okumaları ve zikretmeleri mekruhtur. Tahavi şerhinde de böyledir. Cenazede en efdal olan mezar toprak dolana kadar oturmamaktır. Muhit’te de böyledir. (Fetevayi Hindiyye)

Cenaze namazında ellerin salınması: Cenaze namazında, dördüncü tekbirden sonra eller önce salınır, sonra sağa ve sola selam verilir. (İslam İlmihali-Enisül Abidin-Cep İlmihali) (İkaz-Mehmet Güleç)

Cenaze namazının yeniden kılınması: Cenaze namazı her nerede olursa olsun bir defa kılındı mı aynı imam ve cemaat tarafından ikinci defa kılınmaz. Öncelik hakkı olan velisinin namazını kıldırmasıdır. Velisinin izni olmaksızın kendisi de iktida etmemiş olmak takdirinde, isterse kendi kendine veya başka cemaat ile bir namaz kılabilir. (Hindiyye-Nimeti İslam) (İkaz-Mehmet Güleç)

Cenaze yıkanmadan Kuran okumak: Ölü yıkanmadan yanında Kuran okumak mekruhtur. Ancak başka bir odada okunmasında bir mahzur yoktur. Yıkandıktan sonra yanında da okunabilir. (Diyanetten Günümüz Meselelerine Fetvalar)

Cenaze yıkayana ücret vermek: Yıkayan kimse ücret isterse orada başka yıkayacak bulunduğu takdirde ücret vermek caizdir. Başkası yoksa caiz değildir. Çünkü yıkamak ona taayyün etmiştir. Taşıyanın ve mezar kazanın hükmü de böyle olmak gerekir. (Sirac, Metin kısmı İbni Abidin-3)

Cennette evlilik: Cennette kişi ve onun evliliği dünyadaki gibi değildir. Dünyadaki eşler birbirini isterse beraber olurlar, bunda bir problem yoktur. Biri ister diğeri istemezse, Allah Teala her birine istediğini yeniden yaratarak verebilir. (Helaller ve Haramlar-Hayrettin Karaman)

Cihadın şartları: Cihadın mubah olmasının iki şartından biri de şudur: Müslümanların, bu savaşın sonunda, kuvvet ve kudret sahibi olacaklarını ümid etmeleri... (Savaşa hazır olup, zafer kazanacak güçte olmalarını ümit etmeleri) bu durumda olmayan müslümanların savaşması, nefsi tehlikeye atma durumundan dolayı helal olmaz. (Fetevayi Hindiyye)

Cihadda anne ve babanın izni: Cihada çıkmak isteyen bir kimsenin anne ve babası varsa, bunların iznini almadan cihada çıkması uygun olmaz. Ancak, cihad umûmi olursa, onlardan izin almadan çıkabilir. (Fetevayi Hindiyye)

Cihadda karısının izni: Bir kimsenin karısı bulunur ve cihada gitmesi halinde onun helâk olacağından korkarsa, bu şahıs karısının izni olmadan cihada çıkamaz. (Fetevayi Hindiyye)

Cihadda düşmandan kaçmak: Silahı olmayan bir kimsenin, silahı olan bir şahıstan kaçmasında bir beis yoktur. Bir kişinin, üç kişiden kaçmasında da bir beis yoktur. Serahsi’nin Muhitçinde de böyledir. (Fetevayi Hindiyye)

Cinden korunma: Übey b. Kâb’dan: “Karşılaştığı bir cinden, korunmak için ne yapması lazım geldiğini sorunca Cin: Bakara suresinden Ayetül Kürsi sizi bizden korur, kim onu akşamleyin okursa, o gece sabaha kadar ve kim sabahleyin okursa o gün akşama kadar bizden korunmuş olur, dedi. Oalyı Peygamberimize anlatınca Kâb doğru söylemiş, buyurdu.” (Kenz, Nesai, Hakim, Beyhaki) (Hayatüs Sahabe-4)

Kaynakları ile Fıkıh
http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com : Cuma Namazı İle İlgili Fetvalar :: Cuma ezanı nerede okunmalı: İmam minbere çıktıktan sonra oturur ve müezzin minberin karşısında durup tekrar ezan okur. (Hidaye Tercümesi)

İmam minbere çıkınca ve müezzin imamın önünde ezan okumaya başlayınca alış veriş yapmak tahrimen mekruhtur. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi-Vehbe Zühayli)

Camilerde işlenen bidatlardan birisi de, Cuma günü hatip efendi hutbeye çıkıp oturduktan sonra ikinci ezanın minberin önünde okunmayıp rasgele yerde veya minberin karşısında olmadığı halde uzak yerlerde okunmasıdır. Ecdadımız bu sünnet yerini bulsun diye, camileri yaptırırken, Cuma günü minberin önünde ikinci ezanı Muhammedi ifa edilsin diye, müezzin mahfelileri yaptırmışlardır. Konya’da Sultan Selim, İstanbul’da Fatih, Bursa’da Ulu cami, Edirne’de Selimiye camilerinde minberin önünde yapılan camiler bu sünneti ifa içindir. (İslama Sokulan Bidat ve Hurafeler-Mustafa Uysal)

Cuma günü yolculuk: Sabah vakti girince Hanefi ve Malikilere göre yolculuğa çıkılabilir. Hanefilere göre Cuma günü öğle vakti girmeden önce, şehrin mamur, oturulan yerlerinden ayrılınırsa, sefere çıkmakta bir beis yoktur. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi-Vehbe Zühayli)

Cuma namazıyla ilgili hükümler: Cumhur, Cuma namazının sahih olabilmesi için yerleşim biriminin şehir veya köy olmasına itibar etmeyip sadece sayı ve ikameti esas almışlardır. Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur. Şeklindeki söz Hanefilerin iddia ettikleri gibi Peygamberimiz sav’in sözü olmayıp Hz. Ali’ye nispet edilen sahih mi, zayıf mı olduğu muhaddisler arasında tartışmalı olan mevkuf bir haberdir. Nitekim İmam Tirmizi “Köylerde Cuma kılınmaması hususunda Peygamberden rivayet edilen hiçbir hadis sahih değildir” der (Beyhaki, Dârekutni, Nevevi, Darulfikr, Azımabadi) İmam Ahmed b. Hanbel “Bu söz hadis değildir. Sadece Hz. Ali’nin kendi sözüdür.

Ancak Hz. Ömer ona muhalefet etmiştir” demektedir. Aynı görüşler Beyhaki ve Hafız İbni Hacer’den de nakledilir. Buhari ve Ebu Davud’un İbni Abbas ra’den rivayetlerine göre, O şöyle demiştir: “Resulullah sav’in Medine’de kılınan cumadan sonra (Medine haricinde) kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvasa’da kılınan Cuma namazıdır.” Ebu Hureyre’den rivayete göre: “Biz Bahreyn’de iken kendisine burada Cuma kılıp kılamayacağımızı sormak üzere hz. Ömer ra’e mektup yazmıştık. Bunun üzerine Ömer bize cevaben “Nerede olursanız olun, Cuma namazını kılın” diye yazdı.”

(İbnu Ebi Şeybe, Darekutni, İbnu Hacer) Buhari’nin katibi Leys b. Sa’d den rivayete göre şöyle demiştir: “İçerisinde cemaat bulunan her şehir ve köy Cuma ile me’mur olurlar. Zira Mısır ve sahillerinde oturan ahali Ömer ve Osman ra zamanlarında, aralarında sahabeden bir gurupta olduğu halde Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın emriyle buralarda Cuma namazı kılıyorlardı. (İbnu Hacer, Ali Nasıf) Ka’b b. Malik’ten rivayete göre Esad b. Zürare Medine’ye iki mil mesafede bulunan Beni Beyada köyünde Hezmün Nebit denilen semtte Cuma namazı kıldırmış ve buna devam etmiştir. Ne Peygamber (sav) ne de sahabeden buna karşı çıkan kimse olmamıştır. Beyhaki, Vâhidi, İbnu Sâ’d ve daha pek çok kimselerin rivayet ettikleri gibi, Peygamber sav Mekke’den Medine’ye hicret ettiği esnada Kuba ile Medine arasında bir köy olan Salim oğulları yurdunda Cuma namazı kıldırmıştır. Burası şehir merkezi olmayıp küçük bir köydür...

Câbir hadisinin (cumanın devlet başkanınca kıldırılması hadisi) olan Ali b. Zeyd b. Cü’dan hakkında hadis otoritelerinin görüşleri şöyledir: İmam Buhari “Ahmak ve aklı kıt bir kimse idi. Hadisiyle ihticac olunmaz.” Hafız İbnü Hacer “Zayıf bir ravidir” Ahmed b. Hanbel bir defasında “Ali b. Zeyd bir şey etmez” derken bir defasında da “O zayıfül hadistir” demiştir. Tirmizi “Ali b. Zeyd saduktur” saduk; hakkında bu tabir kullanılan bir kimsenin hadisleri ancak denemek ve araştırılmak maksadıyla yazılır. Darekutni de onu zayıf saymıştır. Aynı hadisin diğer ravisi olan Abdullah b. Muhammed el-Adevi hakkında ise Buhari “Abdullah b. Muhammed, Ali b. Zeyd b. Cüdan’dan, Velid b. Bükeyr’de kendisinden hadis rivayet etmiş olup, münkerül hadistir. Hadisinin mütabii yoktur” (Hadisi kabul edilmeyen, rıza gösterilmeyen kimse) İmam Nesei “Adevi hadis uydururdu” derken, İbnü Hibban “Adevi’nin rivayet ettiği hadislerin delil gösterilmesi helal değildir” der. Hanefi ulemasından Mevsili ise uydurma hadisleri bir araya topladığı kitabında Cabir hadisini de zikrederek "Bu konuda Resulullah sav’den rivayet edilen hiçbir hadis sahih değildir” açıklamasını yapmıştır. Hadisin ravileri sebebiyle asılsız olması bir yana, metnin muhtevasının da asılsız olduğuna bir delil vardır.

Çünkü hadisin sonunda hac, zekat ve oruç ibadetlerinden bahsedilmektedir. Her ne kadar bu ibadetler biliniyorsa da farz kılınmamıştır. Bir kavle göre hac, hicretin altıncı senesinde, meşhur olan diğer bir kavle göre ise hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştır. Cuma namazının farz olduğunu beyan eden ayetler ise, hicretin hemen ilk günlerinde nazil olmuştur. Keza oruç hicretin ikinci yılında, zekatta yine aynı yılda oruçtan önce farz kılınmıştır. Şu halde henüz ortada ne oruç ne zekat ve ne de hacc ibadeti yokken iki ila dokuz yıl aradan sonra meşru kılınacak olan ibadetlerden bahisle Resulullah sav’in “Bilmiş olun ki böylesinin ne haccı ne zekatı ne de orucu kabul edilir...” buyurmuş olması garip değil midir? Diğer bir hususta hadisin değişik yollarla gelen metinleri karşılaştırıldığı zaman, birbirinden farklı lafızlar ihtiva ediyor olmasıdır. Mesela, aynı hadisin,

Ebu Yâ’lanin Müsned’inde geçen metninde “âdil ve zalim bir imamı varken” ifadesi mevcut değildir. Sonra haberdeki imam lafzıyla mutlak devlet başkanı kastedildiği de tartışma götürür bir şeydir. Cabir hadisi mevzu olmayıp sahih bile olsa haberi ahad tarikiyle gelmiştir. Dolayısıyla böyle bir hadisle gelen hüküm Hanefi imamlarına göre şart sayılmaz, onunla Kuran’ın hükmü tahsis edilemez ve üzerine ziyade yapılamaz. Hanefi fukahasından İbnü Hümam söz konusu “Hidaye” üzerine yazdığı “Fethül Kadir” isimli şerhinde bu ifadenin hadis olmayıp Hasanı Basri’ye ait bir söz olduğunu belirterek: “Hasan dört şey sultana aittir dedi ve bunlar arasında Cuma ve bayram namazlarını da zikretti” kaydını koymuştur. Yine İmam Serahsi el-Mebsut’ta bu ifadeden bahisle “Eserde dört şey sultana aittir. Cuma da bunlardandır denilmiştir” demek suretiyle bu sözün hadis olmayıp, peygamberden başkasına ait olduğuna dikkat çekmiştir. Bilindiği gibi eser tabiri özellikle peygamberden başkalarına ait sözler için kullanılır. Cuma namazını sultana izafe eden haberler, Tabiundan İbnu Muhayriz ile Atâ el-Horasani’ye ve İbnu Hazm’ın Muhallasındaki şekliyle Ebu Abdullah’a aittir. Hafız İbnü Hacer’de Keşşaf’ta geçen hadislerin aslını araştırmak üzere kaleme aldığı kitabında “Ben bu haberi merfu olarak görmedim” demiştir.

Başta İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere cumhuru fukahaya göre namazla doğrudan bir alakası bulunmadığı ve namazın maslahatından olmadığı için Cuma namazını devlet başkanı ve onun izin verdiği kimsenin kıldırması ve onun izin vermesi şart değildir. Hanefi fukahasından İmam Muhammed’de bu görüştedir. Medine’de Hz. Osman muhasara altına alındığı zaman, sahabeye Hz. Ali Cuma namazı kıldırıyordu. Onun bu namazı Hz. Osman’ın emriyle kıldırdığına dair herhangi bir rivayet sabit değildir. Halbuki o sırada devlet idaresi Hz. Osman’ın elindeydi. Allahu Teala Cuma namazını herhangi bir şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir.

Dolayısıyla kayıtsız ve şartsız mutlak olarak eda edilmelidir. İmam Muhammed Cuma namazının şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle demektedir “Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi ise vali ve şehir olup bunlar ihtilaflıdır” (Camiüs Sağirden) ibni Abidin, Reddül Muhtar adlı eserinde “Cuma namazı insanların en zalimi olan Haccac zamanında bile kılınmaya devam etmiştir. Halbuki o, islami hükümlerin tamamını tatbik etmiyordu. Bu sebeple bir memlekette bir vali vefat etse yahut herhangi bir fitne sebebiyle Cuma namazına gelemese ve Cuma namazını kıldırma yetkisine sahip olanlardan hiç birisi de bulunmasa, cemaat zaruri olarak aralarından kendilerine bir hatip seçerler ve Cuma namazını kılarla. Bu surette kafirlerin istila ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir, diyenlerin cahilli ortaya çıkmıştır. Vehbe zuhayli’de şunları kaydeder: “İmamın izni ve kendisi olmadan Cuma kılmak sahih ve muteberdir.

Zira Hz. Osman Kufe valisi Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt bir gün Cuma namazını kıldırmaya gelmemişti. Bunun üzerine İbnü Mesud onun izni olmadan sahabelerin de hazır bulunduğu cemaate Cuma namazını kıldırmıştır.. islam devletinin dışında ve darul harbde Cuma namazı kılınmaz diyen tek bir Hanefi alimine rastlamak mümkün değildir... Netice olarak biz diyoruz ki, bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imametinin meşruluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu namazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşruluğunun bir sebebi değildir. Keza hicretten önce henüz bir darul harb olan Medine’de müslümanlar Resulullah sav’in müsadeleriyle Cuma namazını kılıyorlardı. Hiçbir kimse Medine’de o dönemde islami bir otoriteden, hatta ıstılahi manada bir cemaatin varlığından bile söz edemez. (Devlet, Siyaset ve İbadet Üçgeninde Cuma Namazı-Recep Çetintaş)

Cuma namazına sonradan yetişmek: İmam Muhammed “Şayet imamla birlikte ikinci rekatın rukuuna yetişirse cumayı onun üzerine bina eder. Daha sonra yetişirse o namazın üzerine öğlen namazını bina eder. Çünkü bu namaz bir cihetten Cuma bir cihetten öğledir. Zira bazı şartları kaçırmıştır. Binaanaleyh öğleye itibar ederek dört rekat üzerinden kılar, fakat cumaya itibar ederek iki rekatta behemehal oturur. Nafile olmak ihtimalinden dolayı son iki rekatta kıraat okur.” Şeyhayna göre, o kimse bu halde cumaya yetişmiştir. Hatta kendisine cumaya niyet etmek şarttır ki, o da iki rekattır. İmam Muhammed’in söylediklerinin vechi yoktur. Zira bunlar muhtelif iki namazdır. Biri diğerinin tahrimesi üzerine bina edilmez. Hidaye’de de böyle denmiştir. (İbni Abidin-3)

Cuma namazı ve köy: Zahirilere ve kaybolmuş mezhep sahiplerinden biri olan Ebu Sevr’in görüşüne göre, Cuma namazı aşiret mescitlerinde de kılınabilir. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi-Vehbe Zühayli)

Bulaşıcı bir hastalığa müptela olan kimse ve Cuma Namazı: Bulaşıcı bir hastalığa müptela olan kimsenin Cuma ve bayram namazı gibi namazlara gitmesi caiz değildir. Hatta başkasına zarar verecek fıtri veya sarmısak ve soğan gibi şeyleri yemekten dolayı arızı bir kokusu olan kimsenin Cuma namazına ve cemaate gitmesi doğru değildir. (Fetvalar-Halil Gönenç)

Kaynakları ile Fıkıh

24 Mart 2008 Pazartesi

Müminler Kardeşdir

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:: Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız." (Al-i İmran; 103)

İnsanın annesi, babası, kardeşleri, hanımı, komşuları, akrabalarından sonra en yakını, kişinin arkadaşıdır. Bundan dolayıdır ki kişi arkadaşını çok iyi seçmeli ve arkadaşının huyunu, kişiliğini çok iyi öğrenmelidir. İnsanın, kardeşlik ve sadakat akdinde iki vazifesi vardır. İnsanın birinci vazifesi, sadakatın şartlarını istemektir. Ondan sonra kardeşlik akdidir. Kardeşlik ve sadakate layık olmayanları, sadık (dost) kabul etmeyesin.

Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yaptığına baksın." (Ebu Davud, Tirmizi) Bu hadis-i şerifte Hz. Peygamber (S.A.V) kişinin, kendi arkadaşının meşreb ve mezhebinde olduğunu bildirmiştir. İnsan konuşma ve ilim öğrenmede ortağı, din ve dünya işlerinde refiki olmak için arkadaşı olmasını istiyorsa, şu beş hasleti gözetmesi lazımdır;

Birinci haslet akıldır. Çünkü akılsızın sohbetinde hayır olmaz. Zira onun en iyi hali, iyilik yapayım derken zararlı olmasıdır.

İkinci haslet, güzel huydur. Kötü huylu kimseden vefa ve safa gelmez. Kötü huylu, gazab ve şehvetine sahip olamayandır. O halde insan öyle bir kimseyle arkadaş olmalıdır ki, ona hizmet edince, o seni korusun, ülfet edince, zinet verip, tatlı söz söylesin, bir iyilik görünce, onu değerlendirsin, bir kabahat görünce de, onu örtsün.

Üçüncü haslet de salahtır. İnsan, büyük günah üzerinde ısrar eden bir fasık ile dost olamaz. Çünkü Allah-u Zülcelal'den korkan, günahta devam üzere olamaz. Halbuki Allah korkusu olmayanın gailesinden (azabından) ve zararından emin olunmaz. Zira o, arazın değişmesi gibi değişir. Bir kararda kalmaz.

Dördüncü haslet ise kanaattır. Dünyaya karşı (haris) hırslı olana yakın olmamak lazım. Haris ile sohbet öldürücü bir zehirdir. Haris ile sohbet eden hırslı olur, zahid ile sohbet eden zahid olur ve rahat bulur. Çünkü tabiatlar (huylar) birbirine benzemeye ve aksetmeye meyillidir.

Beşinci haslet ise sıdk, doğruluktur. Yalancı ile dost olunmaz. Çünkü o kötüdür, seraba benzer, boştur. Sana yakını uzak, uzağı yakın gösterir. İnsan bu beş şeyi bir kimsede bulamazsa, ya hasletleri kadar arkadaşlık yapmalı ya da uzak durmalıdır. Arkadaşlık, dostluk hukukunun da bir çok edep ve rükunları vardır. Kişi arkadaşını kendi nefsine tercih etmelidir.

Mü'minlerin kardeşliği böyle olmalı, birbirlerini sevip, saymalı, birbirlerinde kusur aramamalı, buğz, kin ve düşmanlık etmemelidir. Çünkü bu kötü hasletler, insanın maneviyatını yok eder. Bu gibi hasletler hep nefsi davranmaktan dolayıdır. İnsanın nefsi ise hep kendini temize çıkarmaya çalışır ki, bu, insanın Allah-u Zülcelal nazarında değerini düşürür. Mü'min kardeşler olarak birbirine kızmadan, buğz etmeden, kin duymadan, birbirimize hep iyilik ve yumuşaklık bir şekilde davranmalıyız.

Hz. Hüseyin (R.A) şöyle anlatmıştır: "Allah-u Zülcelal, bütün insanları topladığı zaman; "Fazilet sahipleri neredeler?" diye bir ses duyulur. Bir gurup insan ayağa kalkıp, cennete doğru yürümeye başlarlar. Bunun üzerine melekler önlerine çıkarak: "Nereye gitmek istiyorsunuz?" diye sorunca, onlar da: "Cennete gitmek istiyoruz." derler. Melekler: "Hesaptan önce mi?" diye sorunca, onlar da: "Evet hesaptan önce!" derler. Melekler: "Siz kimsiniz?" diye sorunca: "Biz fazilet sahipleriyiz." diye cevaplarlar. Melekler: "Dünyada ki faziletiniz ne idi?" diye sorunca: "Bize karşı yapılan cahillikleri olgunlukla karşılar, bize kötülük edenlerin kusurlarını affederdik." derler.

Bunun üzerine Melekler: "Haydi cennete giriniz, iyi amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir." derler. Arkasından yine aynı ses:"Dünyadayken Allah'a dost olanlar nerede?" diye seslenir. Bu çağrı üzerine bir gurup insan yine cennete yönelirler ve meleklerle karşılaşırlar. Melekler, onlara kim olduklarını sorunca: "Biz yeryüzünde Allah-u Zülcelal'in dostlarıyız." derler. Melekler: "Allah'a nasıl dost olmuştunuz?" diye sorarlar. Onlar: "Bizler dünyadayken, Allah için birbirimizi seviyor, Allah için birbirimize ikramda bulunuyor ve Allah için birbirimizi ziyaret ediyorduk." derler. Bunun üzerine Melekler: "Haydi cennete giriniz, iyi amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir." derler. (Ebu Nuaym)

İşte, dünyada mü'min kardeşlerimizle iyi geçinmenin, iyi davranmanın mükafatı böyledir. Gavs-ı Bilvanisi bir sohbetinde şöyle anlatmıştır: "Bir gün Şah-ı Hazne'yi ziyarete gitmiştim. Akşam olup, yatma vakti geldiğinde, altıma bir hasır, üstüme de bir battaniye almıştım. Yattıktan bir müddet sonra; daha uyumadan, oraya ziyarete gelen bir kişi, üzerimdeki battaniyeyi aldı götürdü. Gece de hava soğuktu. Altımdaki hasırın yarısını üstüme örttüm. Battaniyemi alan kişiye de, hiç bir şey demedim. Öylece sabahladım."

Şah-ı Hazne'nin evindeki misafirhane iki katlı idi. Üst katta alimler ve salikler, alt katta ise avam yatardı. Şah-ı Hazne kendi nefsini yenmek için, avamın yattığı yerde yatıyordu.
İşte Allah-u Zülcelal için, insan kendi nefsini bırakırsa, Allah-u Zülcelal insana nice makamlar verir. Sadat-ı kiram, Allah-u Zülcelal'in rızası için, mü'min kardeşlerine iyilikle davranmış, kendi nefislerini Allah-u Zülcelal'in rızasına vermişler, Allah-u Zülcelal de onlara böyle makamlar vermiştir.

Bizim de elimizden geldiği kadar, sadat-ı kiramın ahlakıyla ahlaklanmamız lazımdır. Çünkü tasavvufun amacı; nefse muhalefet etmek, nefsi yok etmektir. Bizler her halde ve her yerde, sadat-ı kirama mutabaat etmek zorundayız. Mü'min kardeşlerimize güler yüzlü davranmak ve sevmek güzel ahlaktır. Onların bir sıkıntısı olduğunda kendi sıkıntımız, kendi müşkilatımız gibi hemen o sıkıntıyı gidermek için çareler aramamız lazımdır. Mü'min kardeşimizin kederinde ve sevincinde hep yanında olmaya gayret etmeliyiz. Çünkü herkes bu anlayışla ve bu ahlak üzere birbirine davranırsa, bütün insanlar İslam kardeşliğini yaşamaya başlar ve huzur olur, rahatlık olur, en önemlisi de Allah rızası kazanılmış olur. Hz. Peygamber (S.A.V)'in hadis-i şeriflerini ve Evliyaların arkadaşlık hukuklarına riayet etmelerindeki hassasiyetlerini kendimize rehber edinerek, bizde birbirimizi düzeltmeye, birbirimize güzel huylar edinmede ve salih amel işlemede yardımcı olmaya gayret gösterelim.

Kendimiz için istemediğimizi, mü'min kardeşimiz içinde istememek ve kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz içinde istemek güzel ahlaktır. Bundan daha güzeli ise, onlardan gelecek sıkıntıya katlanmak ve kusurlarını görmemektir. Nakledildiğine göre, bir adam sufiler cemaatine düşmanlık edip, zamanın halifesine şikayette bulunarak: "Bir cemaat zuhur etti, şarkı söylüyor, küfür olan şeyler konuşuyor, gizlice mahzenlere gidiyor, buralarda bir takım (mahsurlu) sözlerden bahsediyor. Bunlar zındıklardan bir topluluktur. Eğer emirü'l-mü'min'in bunların başlarının kesilmeleri için emir verirse, zındıklar mezhebinin kökü kazınmış olur. Zira hepsinin başı bu topluluktur. Şayet emirü'l-mü'min'in eliyle böyle hayırlı bir iş yapılırsa, gayet çok sevap alacağını temin ederim." diye, şikayet yollu sözler söyleyince, halife bunların derhal huzuruna celbedilmelerini emretti.

Bunlar; Ebu Hamza, Rakkam, Şibli, Ebu Hasan Nuri ve Cüneyd-i Bağdadi idiler. Bunların idam edilmeleri için halifeden emir çıktı. Cellat, ilk önce Rakkam'ı katletmeye teşebbüs edince, Ebu Hasan Nuri hemen yerinden fırladı, kendini samimi bir şekilde ileriye attı, neşeli ve mütebessim bir şekilde gidip Rakkam'ın yerine idam sehpasına çıktı ve: "Önce beni katlet!" dedi. Cellat: "Henüz seni idam etmeye sıra gelmedi, kılıç öyle acele bir şekilde yanına koşulacak bir şey değil." dedi. Ebu Hasan Nuri: "Benim yolum fedakarlık temeli üzerine kurulmuştur. En aziz şey candır. Şu bir kaç nefesi ve soluk alacak zamanı bu kardeşlerime sarfetmek istiyorum, bu suretle ömrümü de feda etmiş olacağım. Çünkü ben dünyada ki bir nefes alacak kadar zamanı, ahirette ki binlerce yıllık hayata tercih ediyorum." dedi.

Oradakiler Ebu Hasan Nuri'nin bu sözlerini işitince, durumu Halife'nin huzuruna arzettiler. Halife, Ebu Hasan Nuri'nin samimiyetine ve sadakatine taaccub etti, şaşırdı ve: "Emrin icrasını durdurunuz." dedi. Bunların durumunu incelemesi için kadıya başvurmalarını emretti. Kadı: "Delilsiz olarak bunlara mani olmak mümkün değildir." dedi. Sonra kadı, Ebu Hüseyin Nuri'ye fıkıh'tan bir mesele sordu, o da derhal cevabını verdi. Kadı mahcup olmuştu. Nuri sözlerine şöyle devam etti: "Ey kadı! Bütün bunları sordun, ama şunu hala sormadın. Acaba Yüce Allah'ın öyle erleri var mıdır ki, bunların kıyamları hep O'nunla, hareket ve sükunları aralıksız olarak O'nunla, bütün hayatları O'nunla, müşahadede ki bekaları da daima O'nunla olsun! Öyle ki Hakk'ı temaşa etmeleri hali bir an kesintiye uğrasa canları bedenlerinden çıksın. O'nunla uyusun, O'nunla yesin içsin, O'nunla tutsun, O'nunla yürüsün, O'nunla görsün, O'nunla işitsin ve O'nunla olsun! İşte ilim bu sorulara verilen cevaptır."

Bu sözleri dinleyen kadı hayrete düştü ve halifeye bir elçi gönderip: "Şayet bunlar da zındık iseler, ben yeryüzünde bir tek müslüman bile bulunmadığına hükmediyorum." dedi. Halife bunları yanına çağırıp: "Dileyin dilediğinizi..." dedi. Onlar: "Bizim dileğimiz senin bizi unutmandır, çünkü sen ne hüsnü kabul göstermekle bize şeref verirsin, ne de katından kovmakla bizi hakir kılabilirsin. Zira bize göre senin bizi kabul etmen reddetmen gibi, reddetmen de kabul etmen gibidir." dediler. Bu sözleri dinleyen halife çok ağladı, kendilerini izzet ve ikramla uğurladı.

Allah için yaşamak, Allah-u Zülcelal'in yanında çok kıymetlidir. Allah'a ve Resulüne muhabbet beslemek de, Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbüldür. Bazı Peygamberlere şöyle vahy gelmiştir: "Beni seven kimseye, ben cenneti nasip ederim. Kim benden korkarsa, ben onu cehennem ateşinden muhafaza ederim. Kim benden haya ederse, hafaza meleklerine o kimsenin günahını unuttururum." İşte Allah-u Zülcelal böyle kudret ve azamet sahibidir. Her şey O'nun kudretindedir.Hakikaten bizler ne de olsa, günah sahibiyiz. Peygamber olmadığımız için Evliyalar dahi kendi derecelerine göre hata sahibidirler. Bu hatalara karşı Allah-u Zülcelal'e tevbe etmek ve daima yalvarmak lazımdır.

Habil ile Kabil, Adem aleyhisselam'ın oğullarıdır. Annemiz Havva daima ikiz doğuruyordu. O zaman her erkek, ikiz doğduğu kız kardeşi dışında istediği kızla evlenebiliyordu. Habil ile Kabil büyüdüler ve evlenme çağına geldiler. Bundan sonra Allah-u Zülcelal, Adem aleyhisselam'a: Habil'in ikiz kız kardeşi Leyuza ile Kabil'i, Kabilin ikiz kız kardeşi Eklima ile de Habil'i evlendirmesini emretti. Eklima her yönüyle Leyuza'dan güzeldi. Adem aleyhisselam aldığı bu emri çocuklarına ulaştırdığı zaman Habil hoşnut oldu, Kabil ise kızdı. O zaman, kim bir kurban verirse, gökten bir ateş inip bu kurbanı yiyor ve bu da kurbanın kabul olduğunun alameti oluyordu. Habil, kendi sürüsü içinde en güzelini seçip kurban etmek niyeti ile ayırdı. Bu kurbanı ile de, içinden Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmayı düşündü. Kabil ise, sahip olduğu en düşük kalitede ki buğdayı kurban niyeti ile ayırdı. Her ikisi de, kurbanı bir dağın tepesine koydular. Bundan sonra Adem aleyhisselam dua etti ve gökten bir ateş indi. İnen bu ateş, Habil'in kurbanını yiyip bitirdi, Kabil'in kurbanı ise olduğu gibi kaldı.

Bunun üzerine Kabil, Habil'e kızdı. İçinden de hased duygusu besledi. Onun bu hasedi, Adem aleyhisselam kabeyi ziyaret için oradan gidinceye kadar sürdü. Adem aleyhisselam onların yanından ayrılıp gidince Kabil, Habil'i öldürmek niyeti ile yanına gitti. O sırada Habil sürüsünün başında idi. Kabil ona: "Seni mutlaka öldüreceğim." dedi. Habil: "Beni niçin öldüreceksin?" diye sorunca, Kabil: "Allah, senin kurbanını kabul etti, benim kurbanımı geri çevirdi. Bu durumda sen, benim güzel kız kardeşimle evlenmek istiyorsun; benim de, senin çirkin kız kardeşinle evlenmemi istiyorsun." dedi.

Kabil, Habil'i öldürmeye karar verdi, ancak nasıl öldüreceğini bilmiyordu. Bunun üzerine şeytan, insan suretine girdi. Kabil'in yanına geldi. Bir kuş aldı, kuşun başını bir taşın üzerine koydu, sonra da başka taşı onun başı üzerine indirdi. Kabil ise, onun bu yaptığına bakıyordu. Böylelikle şeytan, adam öldürmeyi Kabil'e öğretti. Kabil de onun gibi yaptı, Habil uyurken onu öldürdü. Kabil, Habil'i öldürdükten sonra, bir müddet sırtında taşıdı. Sonradan öldürdüğü kardeşini ne yapacağını kargadan öğrendi. Baktı ki Karga ölmüş olan hemcinsini bir çukur kazarak gömüyor. Kabil de onun gibi yaptı ve kardeşine bir mezar kazarak gömdü.

Sonra Adem aleyhisselam gelince Kabil'e, kardeşi Habil'i sordu. Kabil: "Ben onun vekili değilim." dedi. Adem aleyhisselam: "Onu mutlaka sen öldürmüşsün, bunun için cesedin karardı." dedikten sonra, Kabil'den uzaklaştı.İşte kıskançlık, Kabil'i katil yaptı. Her ne zaman, haksız yere bir cana kıyılsa, bunun günahından Kabil'e bir nasip çıkar. Zira, yeryüzünde ilk cana kıyıp adam öldürme işini o yapmıştır.İnsan bu manevi hastalıkların kendisinde olmasını istemiyorsa da, yine de kendisinden atamıyor. Ancak bu, tasavvufun kural ve kaideleriyle atılabiliyor.

Rivayet edildiğine göre, Zülkarneyn aleyhisselam, bir yere giderken garip bir cemaat gördü. Kendi evlerinin arasında kabir kazmışlar ve yemekleri de ottan ibaretti. Zülkarneyn aleyhisselam onların ileri gelen büyüğüne bir elçi gönderdi ve yanına gelmesini istedi. Fakat adam: "Benim Zülkarneyn'e ihtiyacım yoktur. Eğer onun ihtiyacı varsa o yanıma gelsin." dedi. Elçi durumu Zülkarneyn'e anlatınca: "Hakkikaten benim ona gitmem lazımdır." diyerek kalktı ve yola çıktı. Onların yanına varınca: "Siz gelmediniz, işte biz geldik!" dedi. Adam: "Doğrudur, çünkü bizim sana ihtiyacımız yoktur." dedi. Zülkarneyn: "Ben hiç böyle bir cemaat görmedim, neden evlerinizin arasına kabir kazdınız?" diye sordu. Adam:
"Bu kabri daima ölümü hatırlamak için kazdık. Bu kabir önümüzde olduğu zaman, daima ahiret aklımızda oluyor ve daha çok ibadet ediyoruz." dedi. Zülkarneyn: "Peki neden yemek yemiyorsunuz?" diye sordu.

"Eğer yemek yersek vücudumuz büyür ve o vücudu, bu kabrin içinde kurtlar yiyecektir. Allah'ın otu çoktur ondan yiyoruz." dedi. Bundan sonra bir kafatası eline aldı: "Bu kimdir, biliyor musun?" diye sordu. Zülkarneyn: "Hayır, bilmiyorum!" diye cevap verdi. Adam: "Bu da senin gibi bir padişah idi. Onun mülkleri, hazineleri vardı ve o kadar zalim idi. Bak sonu ne oldu!.." dedi. Adam elini başka bir kafatasının üzerine koyarak: "Bu da adaletli bir insandı. İşte onun sonu da böyle oldu!" dedi. Adam daha sonra elini Zülkarneyn'in başına koydu ve: "Acaba bu baş öldükten sonra zalim padişah gibi mi, yoksa adaletli bu kimse gibi mi olacak?" dedi. Bu esnada Zülkarneyn ağlamaya başladı ve: "Senin bu nasihatın bana yeter. İstersen her gün bana nasihat etmek için vezirim ol." dedi. Adam: "Hayır! bütün dünyayı bana versen yine de olmam. Ben halimden memnunum." dedi.

Hakikaten o adam elini sanki hepimizin başına koymuş gibidir. Acaba zalim mi olacağız, yoksa salih mi olacağız? İşte bunu hepimizin düşünmesi gerekir. Ona göre kendimizi ayarlayalım.

Allah-u Zülcelal'in merhametini unutmayalım. Bizden önceki-ler için İslami yaşantı biraz müsait idi. Fakat bizim bu yaşadığımız ahir zamanda zordur. Onun için bizim en büyük çaremiz, ağlamak ve Allah'a yalvarmaktır. Allah-u Zülcelal'e karşı çok ağlamamız ve yalvarmamız lazımdır. Bizim tek çaremiz budur.

Gelin, hep beraber el ele vererek merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimize yönelelim. O'ndan başka sığınacak ve O'ndan başka tutunacak neyimiz var. Biz O'na yönelelim, itaat edelim, teslim olalım. İnanıyorum ki o zaman O'da bize rahmeti ile muamele edecektir.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Kimler Aldandı?

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:: Söyle bana,

Hele bir anlatıver güzel dost! Kimler aldandı?
Cehennemi hesaba katmayan dindar aldandı!
Çünkü Kur'an şöyle anlattı:

"Allah tarafından hiç hesaba katmadıkları karşılarına çıkıverdi ..." (Zümer Suresi; 47)

Söyle bana can dostum kimler aldandı?
Cennetteki yerini hazır bilen herkes aldandı!
Zira Kur'an:

“..O öyle sizin kuruntu ve hayallerinizle olacak iş değil." (Nisa Suresi; 123) buyurmuştu.

Bir daha söyleyiver başka kimler aldandı?
Ölüm yokmuş gibi yaşayan dünya-perest aldandı!
Zira Kur'an turrayı şöyle bastı:

"Her nerede olursanız olunuz ölüm size yetişir! Velev (hatta) eflake ser çekmiş surlarda bulunun!" (Nisa Suresi; 78)

Güzel dost! Anlat bana daha kimler aldandı?
Ameline güvenen abid (çok ibadet eden) aldandı!
Çünkü Efendimiz (S.A.V) şöyle ferman buyurdu:

“Zinhar aldanmayın! Hiç kimse ameli ile kurtulamaz!” Soruldu:
“Sen de mi ya Resulallah?” Cevap verdi :
“Evet ben de!”

Başka kim kandı, kimler aldandı?
Salih amel işliyorum sanan riyakar (iki yüzlü) aldandı!
Çünkü Hadis-i Kudsi' de Allah Teala şöyle buyurdu:

“... Kim bir amel işler de o amele benimle birlikte bir başkasını ortak ederse, onu ve şirkini başbaşa bırakırım.”

Anlatıver Hakîm! Sonra kim aldandı?
Aleme telkin (nasihat) verip kendini unutan vâiz aldandı!
Oysa ayet-i kerimede şöyle buyurulduğunu biliyordu:

“İnsanlara iyilik emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitap okuyorsunuz, artık akıl etmez misiniz?” (Bakara Suresi; 44)

Başka var mı? Daha kim aldandı?
Rabbini bırakıp hevasına (nefsin zararlı ve günah olan arzuları) kulluk eden aldandı!
O da şu fermanı kulak arkası etmişti:

“Gördün mü o hevasını ilah edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın. Yoksa onların çoğunu işitirler veya akıl ederler mi sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibi hatta gidişçe daha sapkındırlar?” (Furkan Suresi; 43-44)

Hele bir anlat sevgili dost! Başka kimler aldandı?
Rahmete güvenip kendini emniyette sanan fâsık (günahkar) aldandı!
Halbuki Allah-u Teala şöyle buyuruyordu:

“Allah'ın kendilerine kuracağı plandan emin mi oldular! Kendilerine yazık eden kavimlerden başkası Allah'ın mekrinden (uyun,düzen) emin olmaz!” (A'raf Suresi; 98)

Hele bir daha anlat, başka kimler aldandı?
Yolunun eğriliğinden şüphe etmeyen kendini bilmez aldandı!
O da şu uyarıya kulak asmadı:

“Tuttukları yol sebebiyle dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmiştir de zannederler ki cidden iyi bir iş yapıyorlar.” (Kehf Suresi; 104)

Göster bana can sevgili! Daha kimler aldandı?
Kendini hizmette bilip, kılını dahi kıpırdatmayanlar aldandı!
Öyle aldatıcı bir gafletteydiler ki, boş boş oturdukları halde kendilerini hizmet eder sandılar. Oysa

“Allah gayret gösterip cihad edenlere, olduğu yere mıhlanıp kalanların çok üzerinde bir ecr-i azim ihsan etmiştir.” (Nisa Suresi; 95).

Avaz et hatip avaz, ta ki herkes duysun! Hele hele kimler aldandı?
Nasıl desem bilmem ki namazsız aldandı!
Hele bir baksan ya Kur'an nasıl anlattı:

“ Ashabı yemin (cennetlik olanlar) Cennetten seslenip mücrimlere (suçlu) soruyorlar: ‘Sizin bu sekar cehennemine girmenize ne sebep oldu?' diye. Onlar da diyorlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik' …” (Müddessir Suresi; 39-43)

Başka kim öz-canını yaktı, kimler aldandı?
‘Ben bundan sonra kurtulmam.' diyen me'yus (ümitsiz) aldandı!
Öte yandan Allah-u Zülcelal onlara şöyle sesleniyordu:

”De ki: Günah işlemek suretiyle öz-nefisleri aleyhine zulm etmiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz o öyle Gafur, öyle Rahim. Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden evvel tevbe ile Rabb'inize yönelin ve ona halis müslümanlık yapın, sonra kurtulamazsınız!” (Zümer Suresi; 53-54)

A’raf Nedir?

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com..:: A'raf, ahiretteki yerlerden bir yerin adıdır. Tefsircilerin beyanına göre A'raf; cennetle cehennem arasındaki sûrdan bir perdenin yüksek tepeleridir. A'raf' ın cennet ile cehennem arasında sûrdan ibaret olduğunu şu ayet-i kerime beyan etmektedir:

“İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: "Selâm size!" diye seslenirler.

Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: "Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!" derler.

(Yine) A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.'” (A'raf; 46-48)

Cabir' den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde mizan kurulur ve güzel amellerle çirkin ameller tartılır. Her kimin güzel ameli çirkin amelinin üzerine bir çekirdek ağırlığı kadar ağır gelirse o kimse cennete girer. Her kiminde günahı sevabı üzerine çekirdek ağırlığı kadar ağır gelirse o kimse de cezasını çekinceye kadar) cehenneme girer.

Bu sırada sahabeler: 'Ey Allah'ın Resulü! İyi amelleri ve kötü amelleri eşit ve denk olan kimse ne olacak?' diye sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurdu:

'Onlar A'raf ahalisidir. Onlar cennete girmeyi şiddetle arzu ettikleri halde giremezler.' ” (Kurtubi Tefsiri)

Bazı alimlere göre, A'raf ahalisi; iyi amelleri ile kötü amelleri eşit olan kimselerdir. Bazı alimlere göre ise, onlar küçük günahları olan bir topluluktur. Bazı alimlere göre, onlar namaz kılanlardan olup büyük günah sahipleridir.

Hülasa olarak ahirette A'raf isminde bir yer olduğu kesindir. Fakat orada kimlerin kalacağı hususunda ihtilaf vardır.

Doğrusunu Allah-u Zülcelal bilir ...

Mürşidle İstişare Etmek, Günah Çıkarmak Gibi Midir?

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:: Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Eğer siz bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun." (Nahl; 43) Bazı insanlar, bir müridin mürşidine bazı meselelerini, kalbi hastalıklarını, hata ve günahlarını aktararak, bunların çareleri hakkında, ondan tavsiye almalarını, hıristiyanların papazlarına giderek "günah çıkarma"larına benzeterek, büyük bir cehalet ve dalâlet ile tasavvuf ehline itiraz etmekte ve saldırmaktadırlar.

Bu ayet-i kerimenin ışığında, bu iki konunun birbirinden ne kadar farklı olduğunu açıklamaya çalışacağız. Hıristiyanların kendi din adamları olan papazların yanına, hata ve günahlarının papaz tarafından affedilmesi niyeti ile gitmeleri ve günahlarını papaza anlattıkları zaman, papazın da "ben seni affettim" demesi düpedüz küfürdür. Günahları Allah-u Zülcelal'den başka kim affedebilir ki?

Oysa bir müridin, mürşidinin yanına gelip, manevi hastalıklarını, hata ve günahlarını aktardığı zaman, mürşidi ona bu hata ve günahlarından kurtulmanın çarelerini anlatıp tavsiyelerde bulunmaktadır. Tasavvuf ehlinin bu yapmış olduğuyla, hıristiyanların yapmış oldukları fiil arasında büyük bir fark vardır. Hıristiyanların yapmış olduğu bu işi, tasavvuf ehline denk tutmak, cehalet ve dalalettir, sapıklıktır.

Cahil olan bir kimsenin, kendini manevi hastalıklardan, hata ve günahlardan nasıl izale edeceğini tasavvuf büyüklerinden, zikir ehlinden sorup öğrenmesinin, nasıl bir yanlış tarafı olabilir? Bunda bir hata, bir şüphe aramak çok büyük bir cehaletin eseridir.

Bu cahil kimseler, bir müridin mürşidine bir daha günaha düşmemek, hatalardan kendini muhafaza etmek için vermiş olduğu sözü, neden Ashab-ı Kiram'ın Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e hırsızlık yapmamak, zina yapmamak, içki içmemek gibi konularda mutabaat yapmalarına benzetmiyorlar da, Hıristiyanlara benzetiyorlar. Açıkça anlaşılacağı üzere, bunların maksadı tasavvuf ehline dil uzatmaktır. Nasıl bir insan, birisine zehir verdiği zaman onu öldürürse, bunlar da bu fikirleri savunarak, İslam dinine ve mü'minlere zarar vermektedirler.

Tasavvuf ehlinin durumunu, hatalarını mürşidine aktarmasına, Sahabe-i Kiram'ın hayatlarından bir örnek vermemiz yerinde olur. Sahabe-i Kiram'dan Hanzala (R.A) şöyle buyurmuştur: "Bir gün Ebu Bekir (R.A) ile karşılaştım. Bana: “Nasılsın?” diye sordu. Ben de: “Hanzala münafık oldu.” dedim. “Ne diyorsun?” diyerek çok şaşırdı. Dedim ki: "Biz Hz. Peygamber (S.A.V)'in yanında olduğumuz zaman, cenneti ve cehennemi sanki gözlerimizle görüyor gibi oluyoruz. Onun yanından ayrıldıktan sonra, evimizle, çocuklarımızla meşgul olduğumuzdan dolayı, o halleri yaşayamıyoruz.”

0 zaman Ebu Bekir (R.A): "Ben de öyleyim." dedi. Beraberce Hz. Peygamber (S.A.V)’in yanına gittik. Ben dedim ki: "Ya Rasulallah! Hanzala münafık oldu." Resulullah (S.A.V): “Neden öyle söylüyorsun?” buyurdu. Ben: "Ya Rasulallah! Yanınızdayken cennet ve cehennemi görüyor gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılınca zevcelerimizle oynaşıyoruz ve işlerimizle uğraşıyoruz, çok unutuyoruz, bu hal bizden gidiyor." dedim.

O zaman Peygamber Efendimiz (S.A.V):

"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer benim yanımda olduğunuz gibi, evinizde de o şekilde olsanız, melekler sizinle, yollarınızda ve yataklarınızda musafaha ederler. Fakat ya Hanzala! Bir saat öyle, bir saat böyle diye üç defa tekrar etti." (Buhari; İman:36, Müslim; Tevbe:12-13)

Hz. Huzeyfe (R.A) şöyle rivayet etmiştir: "Ben çocuklarımın arasında, kaba dil kullanan ve sert konuşan bir insan olduğum için Peygamber Efendimiz (S.A.V)' e: “Dilimin beni cehenneme koymasından korkuyorum.” dedim. Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurdu: "Hani tevbe ve istiğfarın? Ben günde yüz kere istiğfar ederim." (Müslim, Ebu Davud)

Bu hadis-i şeriflerde de açıkça görülmektedir ki, Sahabe-i Kiram da Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e hata ve günahlarını aktararak, bunlardan kurtulmanın çarelerini sormuşlardır.

Böyle olduğu halde, günümüzde insanların Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in, hakiki varisleri olan mürşid-i kâmillere gelerek manevi hastalıklarının tedavisini öğrenmeleri, hata ve günahlarından kurtulmak için çare aramaları nasıl yanlış olabilir? Yanlışlıktan da öte, küfür ehlinin yaptıklarıyla nasıl denk tutulabilir?

Bunu dağda yaşayan cahil insanlar dahi söyleyemezken, siz nasıl böyle bir sapık düşüncenin içerisinde bulunabilir, imanınızı tehlikeye attığınız halde, doğruları savunduğunuzu iddia edebilirsiniz? Yoksa siz, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in:

"Müslümanı kötülemek ve sövmek fasıklık, savaşmak ise küfürdür." (Buhari; İman:36) emrini inkâr mı ediyorsunuz?

Birtakım insanlar, bir müridin kalbi hastalıklarını, hata ve günahlarını mürşidine aktarmasını, bunların çaresini öğrenmesini; başka bir kişinin hata ve günahlarını arkadaşlarına gülerek, lezzet alarak, hatta istihza (alay) ederek aktarmalarını birbirine eş tutmaktadırlar.

Halbuki müridin bu hallerini mürşidine anlatması ve bunları izale etmenin çarelerini araması, yapmış olduğu hata ve günahlardan pişmanlık duymasındandır. Yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şeriflerdeki Sahabe-i Kiram'ın yaptıklarından farklı bir şey değildir.

Oysa bir kişinin arkadaşlarına kumar oynadığını, içki içtiğini, zina yaptığını aşikar olarak anlatması ve bundan bir lezzet duyması ve pişman olacağı yerde, hiçbir şey yapmamış gibi bu hata ve günahlarını alay ederek anlatmasının, tasavvuf ehlinin fiili ile hiçbir şekilde bağlantısı yoktur. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“... Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (Taha:14)

Allah-u Zulcelal'in: "Beni anmak için namaz kıl." buyurmasının hikmeti, namazı huzurlu olarak kılmaktır. Namaz için abdest almak, tekbir almak, Fatiha okumak, rüku ve secde yapmak, namazın gözle görünen kısımlarıdır.

Yani, şeriattır. İnsanın vücudu gibidir. Ancak, bu vücudu ayakta tutan bir de ruh vardır. Ruh olmadığı zaman sanki vücud da yok gibidir. İşte, namaz esnasında kalbin huzurlu olması da namazın ruhudur. Bu kalp huzuru olmadığı zaman, namaz da sanki hiç kılınmamış gibi olur. Bu da hakikattir. Şeriat ve hakikat aynı beden ve ruh gibi birbirinden ayrılmaz bütündür. Hatta bunların farklı şeyler olduğunu söylemek, ayrı tutmak zındıklıktır.

Ruh, Ölüm Sonrasında Canlı Kalır Mı?

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com : İslam inancına göre, insanların ruhları onların ölümlerinden sonra da canlı kalırlar. Cesedin bozulmasıyla bozulmazlar. Amellerine göre ya nimet içindedirler ya da azap çekiyorlardır. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rabb'leri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylere sevinç içinde rızıklanırlar." (Al-i İmran; 169)

Görüldüğü gibi, burada anlatılanlar, onların ruhlarına nisbetle doğrudur. Ama cesetlerine gelince, cesetler çürüyüp gider. Müslim'in Enes bin Malik (R.A)'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V) ölünün, gömüldükten sonra dönüp gidenlerin ayak seslerini duyduklarını haber vermiştir. (Müslim)

Hz. Peygamber (S.A.V):

"Ümmetine, kabirlerden geçerken kabir ehline şöyle selam vermelerini söylemiştir: 'Ey mü'min kavimlerinin yurdu, Allah'ın selamı üzerinize olsun. Siz, gelip geçtiniz. Biz de sizin peşinizden geleceğiz.'" (Müslim)

Bu şekilde bir hitap ancak, işiten ve anlayabilenlere yapılır. Böyle olmasaydı, Hz. Peygamber (S.A.V)'in seslenmesinin bir anlamı da olmazdı. Bu, ruhun başlı başına bir varlık olduğu görüşüne göre böyledir. Ehl-i Sünnet usulünün gereği de budur. Allah-u Zülcelal ruha, Rabb'ine dönmesini, cennete girmesini ve insanlar arasında karışmasını söylemişti. Ruhun göğe çıktığına, gökten yere indiğine, gök kapılarının kendisine açıldığına, secdede bulunup konuştuğuna dair bir çok sarih nasslar vardır. Nitekim buna en güzel delil Miraç Hadisesi'dir.

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (S.A.V) miraca çıkmak için Mescid-i Aksa'ya geldiğinde, bazı peygamberler Hz. Peygamber (S.A.V)'i karşılamak için oraya gelmişlerdir. Ve Hz. Peygamber (S.A.V) onlara namaz kıldırmıştır. Daha sonra o peygamberler dağılmışlardır. Hz. Peygamber (S.A.V) miraca çıktığında, birinci gök kapısında Adem (A.S) ile, ikinci gök kapısında Yahya ve İsa (A.S) ile, üçüncü gök kapısında Yusuf (A.S) ile, dördüncü gök kapısında İdris (A.S) ile, beşinci gök kapısında Harun (A.S) ile, altıncı gök kapısında Musa (A.S) ile ve yedinci gök kapısında İbrahim (A.S) ile görüşmüştür.

Allah-u Zülcelal Mirac Gecesi'nde ilk önce elli vakit namaz kılınmasını emretti. Hz. Peygamber (S.A.V) dönüşünde Hz. Musa'ya uğrayınca, O: "Allah-u Teala ümmetine neyi farz kıldı?" diye sordu. Hz. Peygamber (S.A.V) : "Elli vakit namazı farz kıldı." dedi.

Bunun üzerine Hz. Musa: "Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Ümmetin buna takat getiremez." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) dönüp Allah-u Zülcelal' e yalvardı. Allah-u Zülcelal elli vakit namazı beş vaktini indirdi.

Hz. Peygamber (S.A.V.), yine Hz. Musa' nın yanına döndü ve: "Allah-u Teala elli vakit namazın beş vaktini indirdi." dedi. Hz. Musa: "Rabb'ine dön ve niyazda bulun. Çünkü ümmetin buna da güç yetiremez." dedi.

Hz. Peygamber (S.A.V), yine Allah-u Zülcelal'e döndü ve niyazda bulundu. Allah-u Zülcelal beş vakit daha indirdi. Hz. Peygamber (S.A.V) tekrar dönüp, Hz. Musa'nın yanına geldi ve: "Allah-u Teala, beş vakit daha indirdi." dedi. Hz. Musa yine: "Rabb'ine dön ve niyazda bulun. Çünkü ümmetin buna da güç yetiremez." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) yine döndü ve Allah-u Zülcelal'e niyazda bulundu. Allah-u Zülcelal yine beş vakit daha indirdi. Aynı şekilde on vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber (S.A.V) tekrar tekrar Allah-u Zülcelal'e niyazda bulundu.

On vakte indirilince, Hz. Peygamber (S.A.V), tekrar Hz. Musa' a uğradı. Hz. Musa yine söylediklerini tekrarladı: "Rabb'ine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez." dedi. Hz. Peygamber (S.A.V) yine dönüp Allah-u Zülcelal'e niyazda bulundu. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Ey Muhammed! Benim katımda hüküm değişmez. Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için de on ecir vardır ki, bu da elli namaz eder."

Bundan sonra Hz. Peygamber (S.A.V) yine dönüp Hz. Musa'ya uğradı. Hz. Musa: "Neyle emrolundun?" diye sordu. Hz. Peygamber (S.A.V): "Her gün beş vakit namazla emrolundum." dedi. Hz. Musa: "Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç getiremez. Ben, senden önce insanları, İsrailoğullarını çok tecrübe ettim. Sen dön de, biraz daha indirilmesini Rabb'inden niyaz et." dedi. Fakat Hz. Peygamber (S.A.V) : “Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya haya ederim." dedi. (Buhâri, Müslim)

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (S.A.V) Mirac Hadisesi'nde bir çok peygamberin ruhuyla görüşmüştür. Dediğimiz gibi, ruhun göğe çıktığına, gökten yere indiğine, gök kapılarının kendisine açıldığına, secdede bulunup konuştuğuna dair bir çok sarih nasslar vardır. Fakat biz bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

Ahireti Dünyaya Tercih Etmek ve Allah'tan Korkmak ve Tevbe

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz." (Al-i İmran; 145)

Ruhen ve kalben daima Allah-u Zülcelal'e yalvarıp Allah-u Zülcelal'den istememiz lazımdır. O'nun şefkati ve merhameti çoktur.

Önümüze maddi yada manevi, zor bir şey geldiğinde: "Bu işi ben yapamıyorum, bu benim işim değildir, çok zor bir iştir, ben yapamıyorum" diyoruz. İşte o anda: "La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" dediğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, kolaylık verecektir.

"Benim bu günahtan kaçınmaya veyahutta bu işi yapmaya, kuvvetim yoktur, Allah-u Zülcelal'in ibadetini veya bu dünya işini yapmaya kuvvetim yoktur. Ancak o azim olan Allah-u Zülcelal'in kuvvetiyle bunu yapabilirim" dediğimiz zaman, Allah kuvvet ve kolaylık verecektir.

Allah-u Zülcelal'i bu şekilde tanımamız lazımdır. O'nu Azim ve Kerim olarak, nefsimizi de zayıf ve aciz olarak tanırsak, Allah'ın yardımı ile her şey, kolay olur inşaallah. Birisinin bize küfür etmesi veya zarar vermesi durumunda biz de ona zarar versek olur mu? Tabi ki olmaz! Allah'a havale edip, Allah'ın ne yapacağına bakmak lazımdır! Yeterki senin için ve dışın Allah ile olsun. Allah'ı tanımadığımız için, kendi kuvvetimize, zayıf olan bünyemize güveniyoruz. Kendimize güvenmemeliyiz. Allah-u Zülcelal'in kuvvetine güvenmemiz, maddi ve manevi olarak O'na teslim olmamız, O'ndan yardım ve kuvvet istememiz lazımdır.

Bazı insanlar: "Maneviyat nedir ki?" diyor. Maneviyat; zahiri âzâların gıdasıdır. Maneviyat olmadığı zaman, el sadakaya gitmez, ayak camiye gitmez, göz harama kapanmaz. Dinimiz zahirdir. Bunlar olmazsa dinimizin emirleri de yerine gelmez.

Bu gibi zahiri olan âzâların sevapları ve ibadeti, maneviyata bağlıdır. Maneviyat, ruh ve kalp sağlam olmadığı zaman, mutlaka onlar da günaha gidecektir. Nasıl ki zahiri âzâlarımız ruhla ayakta duruyor, yürümek, ellerimizi kaldırmak, indirmek, bunların hepsi ruha bağlıdır. İbadet de günahlardan muhafaza olmakda ruhun ve kalbin sıhhatli olmasına bağlıdır.

Bunun için, Allah-u Zülcelal'e ümit ve korku arasında kulluk yapmamız lazımdır. Reca nedir? Çok fakir, çok muhtaç, hiç bir şeyi olmayan, açlıktan ölecek şekilde olan bir fakir, bir şeyler almak için bir zenginin kapısına gidiyorsa, bizler de kalbimizi Allah'ın merhametine, lütfuna, şefkatine karşı böyle açacağız ve daima O'ndan isteyeceğiz. Bunu manevi olarak yapacağız, o zaman hiç kimse bilmez, hiç kimsenin haberi olmaz.

Korku ise; Allah-u Zülcelal'den, O' nun azabından ve mekrinden korkmaktır. İnsan korku içinde de olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"Üç kimse vardır ki, gözleri cehennem ateşini görmez: 1-Allah yolunda gece nöbet bekteyen göz. 2-Allah korkusundan ağlayan göz. 3-Allah'ın haram kıldığı şeylere bakmayan göz." (Taberani)

Bakınız Allah korkusu, Allah-u Zülcelal katında ne kadar kıymetlidir. Ahmed el-Hallac isminde bir zat vardı. Dünya yönünden biraz fakir idi. Onun salih bir annesi vardı. Annesi ona birgün dedi ki: "Ey Ahmed! Ne zamana kadar böyle fakir olacağız? Halimiz kötü, perişanız!"

Annesine üzüldü ve evinin bir köşesine çekilip, Allah' a yalvardı, dua etti: "Ya Rabbi, eğer ahirette benim bir nasibim varsa, ondan bir şey biraz bize gönder." dedi. Baktı ki evin köşesinde bir nur göründü ve kayboldu. Baktı ki yerde kerpiç şeklinde altın var. Annesine teslim etti ve çarşıya gitti. Annesi de bunu nerede bozduracağız diye düşünerek yattı ve uykuya daldı. Rüyasında kıyametin koptuğunu gördü. Ortada çok güzel bir bina vardı, melekler: "Bu Ahmed el-Hallac'ın binasıdır." diyordu. "O kim, benim oğlum mu?" diye sordu. "Evet senin oğlundur." dediler. Annesi içine girdi, baktı, dolaştı. O binanın içinde ki karyolanın bir ayağı yoktur. "Bu yatağın ayağı niye eksik!" diye sordu. Melekler: "Siz istediniz, bizde size gönderdik!" dediler. Kadın uyandı. Oğlu gelince: "Oğlum ben pişman oldum. Kusura bakma, özür diliyorum, böyle bir rüya gördüm." dedi ve rüyasını anlattı.

Bazı insanlara Allah-u Zülcelal hakikaten, dünyalık nimetlerini mükemmel olarak (Ahmed el-Hallac'ın karyolası gibi) vermek istiyor. Bazılarınınkini de biraz dünyada veriyor, çoğunu da ahirette verecek, ama eksilterek verecek.

Süleyman (A.S) diğer peygamberlerden sonra cennete girecek deniliyor. Çünkü Allah-u Zülcelal ona dünyada çok fazla mülk verdi. Biz Allah-u Zülcelal'e öyle borçluyuz ve Allah-u Zülcelal bize öyle hayırlar dilemiştir ki, bu hayırların en önemlisi de tevbedir.

Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." (Furkan; 71)

Ebu Hureyre (R.A) şöyle anlatmıştır: Resulullah ( S.A.V) buyurdular ki:

"Allah Zülcelal cenneti yarattığı zaman Cebrail' e: 'Git ona bir bak!' buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: 'Ey Rabb'im! Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek! Herkes ibadet yaparak kendisini ona müstahak edecek!' dedi. Allah Zülcelal cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: "Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da: "Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e: 'Git, bir de şuna bak!' buyurdu. O da gidip ona baktı ve: 'İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse günah işlemeyip ona girmeyecektir!' dedi. Allah Zülcelal de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da: 'Git ona bir kere daha bak!' dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman şöyle dedi : 'İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!'" (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)

İşte cennetin etrafı hep nefsin istemediği şeylerle doludur. Kim pehlivansa, o engelleri aşıp cennete girecektir. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, nefsin arzuları cehenneme yakın olan şeylerdir. Onun için daima nefse muhalefet etmemiz lazımdır. Dünyada ve ahirette selametli olmak için, böyle yapmak lazımdır. Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinde daima insan için ferahlık vardır.

İnsanın çaresi, Allah-u Zülcelal'e tevbe etmektir. Çünkü insan peygamber değilse eğer, mutlaka hata sahibidir. O hatadan temizlenmek için, Allah-u Zülcelal'in merhamet kapısı olan tevbe kapısına gitmelidir. Tevbe, imandan sonra Allah-u Zülcelal'in en büyük nimetidir.

İbn-i Abbas'ın anlattığına göre, kul günahından tevbe edince Allah da onun tevbesini kabul eder. Ayrıca amel defterini tutan meleklere yazmış oldukları günahları unutturur. Bunun yanında işlemiş olduğu kötülükleri âzâlarına unutturur. Hatta gerek yeryüzündeki ve gerekse gökteki makamına da günahlarını unutturur da kıyamet gününde günahına şahidlik edecek hiçbir varlığın kalmamasını sağlar.

İnsan dili ile af dilerken tekrar aynı günahı işlemeyi düşünürse yapmış olduğu tevbe yalancı tevbesi olur, gerçek anlamda tevbe olmaz. Tevbenin gerçek olabilmesi için günahkarların dili ile af dilediği gibi aynı günahı bir daha işlememeye karar vermesi gerekir. Kul böyle tevbe edince Allah-u Zülcelal de, ne kadar büyük olursa olsun, onun işlediği günahı affeder. Çünkü Allah-u Zülcelal, kullarına karşı çok merhametlidir.

Rivayet edildiğine göre İsrailoğulları'ndan bir genç, yirmi yıl ibadetle meşgul oldu. Sonra yirmi yılda isyan etti. Bir gün aynaya baktı. Saç ve sakalının ağarmakta olduğunu görünce, yirmi senelik isyanına nedamet ederek; "Ya Rabbi! Yirmi yıl sana itaat ettim, sonra tam yirmi yıldır sana isyan ediyorum. Acaba sana yönelir ve tevbe edersem tevbemi kabul eder misin?" deyince, boşluktan duyduğu bir ses şöyle dedi: "Bize icabet ettin, biz seni kabul ettik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. İsyan ettin sana mühlet verdik. Ne zaman bize yönelirsen biz yine seni kabul ederiz."

Buradan da anlaşıldığına göre, insan ne isterse Allah-u Zülcelal o kuluna istediğini veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en mehametlisi olan Allah-u Zülcelal'e yönelmektir.

Allahu Zülcelal böyle kıymetli olan tevbeyi herkese nasip etmez. Tevfik, Allah-u Zülcelal' in vermesidir. Yani biz Allah-u Zülcelal'e ne kadar gidersek, O da bize salih amel yapmakla ve günahlardan muhafaza etmekle bizlere tevfik verecektir.

Allah-u Zülcelal tevbe ni'metinden mü'min kardeşlerimizi mahrum etmesin ve hepimizi salih amel işlerek rızasına nail olan kullarından eylesin ...

23 Mart 2008 Pazar

Ahirette Peygamber Efendimiz (sav) İle Yapılan Tevessül

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com :Ebu Hureyre, Ebu Said ve Huzeyfe'den ve birçok başka tarikten (yoldan) rivayet edilen hadis-i şeriflerde: Kıyamet gününde bütün insanlar, mahşerin dehşetinden kurtulmak için babaları Adem aleyhisselam'dan başlayıp, bütün Ulu'l-Azm peygamberlere giderek, Allah-u Zülcelal'in kendilerini bu halden kurtarması için şefaat etmelerini talep edeceklerdir.

Her bir peygamber de kendisinin buna ehliyetli olmadığını, kendisini meşgul edecek bir derdi bulunduğunu, bu işe en ehil ve ehliyetli olanın Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu ve ona gitmelerini tavsiye edeceklerdir. İnsanlar da Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek durumlarını arzedeceklerdir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de Allah-u Zülcelal’den izin isteyip secdeye kapanarak, O'na hamd edecektir. Allah-u Zülcelal kendisine: "Ya Muhammed, başını kaldır. Söyle, sözün dinlenecek; iste, istediğin verilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!" buyuracaktır. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: "Ya Rabbi! Ümmetim, ümmetim!" dediği zaman, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e: "Kalbinde zerre kadar imanı olanı cehennemden çıkar." denilecektir. O da zerre kadar imanı olan herkesi cehennemden çıkarıp, cennete, sevkedecektir. Bütün insanlara, en zor günlerinde, müşküllerini ortadan kaldırmak için, Allah'ın izniyle ve inayetiyle vesile olacaktır. (Buhari,Tevhid; Müslim,İmam )

Bazı aklı kıt olanlar zannetmektedirler ki, dünyada Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'den şefaat talep etmek caiz değildir. Muannidlerden (inatçı) bazıları da bunu, şirk ve dalalet olarak kabul etmektedirler. Ve kendilerine: "... De ki: bütün şefaatlar Allah'a mahsustur." (Zümer; 44) ayet-i kerimesini delil olarak almaktadırlar. Onların bu delili batıldır. Bu ayet-i kerimenin onların fesada uğramış akıllarına delil teşkil etmediği şu iki örnekten anlaşılmaktadır:

1-Dünyada Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'den şefaat talep etmenin; nehyi hakkında ne Kur'an'da, ne de sünnette herhangi bir delil yoktur.

2-Bu ayet-i kerime bunlara delil olmaz. Belki bu ayetin şanı, başka şandır. Çünkü bu ayet-i kerimeden zahiren anlaşılan şudur: Tasarruf ve mülkiyet Allah'a aittir, başkasına değildir. Ancak, Allah-u Zülcelal'in dilediği kimseye şefaat hakkı vermesi inkar edilemez. Allah-u Zülcelal bu mülkün sahibidir; dilediğine verir, dilediğinden alır.

Bu ayet-i kerimenin bir benzerinde, Allah-u Zülcelal şöyle buyurmaktadır: "Mülk ve hamd Allah içindir..." (Teğabün; 1) Allah-u Zülcelal bu mülk ve hamdın sahibi olarak nefsini sıfatlandırmaktadır. Bununla beraber şöyle buyurmuştur: "Allah dilediğine mülkü verir, dilediğinden de mülkü alır." (Al-i İmran;26)

Diğer bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmuştur: "Kim izzeti murad ederse, bütün izzetler Allah'ındır." (Fatır;10)

Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur: "İzzet; Allah, Resulullah ve mü’minler içindir." (Münafikun;8) Şefaat hakkındaki başka bir ayet-i kerimede, Allah-u Zülcelal şöyle buyurmuştur: "(Ya Muhammed!) De ki: Bütün şefaatler Allah'ındır." (Zümer; 44)

Ve; diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Rahman'ın katında bir söz almış olan kimseden başkaları, şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır." (Meryem; 87) Diğer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur: "Ondan başka yalvarıp durdukları şeyler şefaat de edemezler; Ancak bilerek, gerçeğe şahitlik eden kimseler başka." (Zühruf; 86)

Bu ayet-i kerimelerden açık olarak anlaşılmaktadır ki; Allah-u Zülcelal dilediğine şefaat hakkı verecektir. Bunun gibi daha bir çok ayet-i kerime sıralamak mümkündür.

Netice olarak tasarruf, mutlak olarak Allah-u Zülcelal'e aittir. Fakat Allah-u Zülcelal'in istediği peygamberlere, evliyalara ve salih kullara tasarruf hakkı verebileceği, yukarıda aktardığımız ayet-i kerimelerden de açıkça anlaşılmaktadır. Kaldı ki sahabe-i kiramın bazıları, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'den şefaat talep ettikleri zaman, sizin şefaat istemeniz şirk ve dalalettir, dememiştir.

Enes b. Malik radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Ya Nebiyallah, bana kıyamet gününde bana şefaat et." dediği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle buyurdu: "İnşaallah ben bu şefaatin failiyim." (Tirmizi; Sıfatu’s-Sırât)

Hal böyle iken, şefaat ve tevessülü inkâr edenlere soruyoruz. Birbirine zıt gibi görünen ayet-i kerimelerdeki işaretlere ne cevap vereceksiniz? Niçin nefsinizin heva ve hevesine göre ayet-i kerimeleri yorumlayıp, mücadeleye giriyorsunuz? Şimdi size Allah'ın rahmetinden muafsınız, dersek ne cevap vereceksiniz? İtikadınızın eksikliğinden dolayı, Allah'a ram olmayı bırakıp imanınızı yitirme uçurumunda dolaşıyorsunuz, dersek ne cevap vereceksiniz?
Biz tasavvufa ve tasavvufun kaidelerine dil uzatanları, bazı kasıtlı mihraklara alet olmaktan vazgeçip; kaybetmek üzere oldukları imânlarını ve Allah-u Zülcelal'in kendilerine, herşeye rağmen ikram etmiş olduğu akıllarını aramaya davet ediyoruz.

Cehennem Azabı

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com :Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Halbuki üzerinizde sizi gözetleyen, doğru ve şerefli olan katip melekler vardır. Her ne yaparsanız, O bütün yaptıklarınızı bilendir." (İnfitar; 1O-12) Burada Allah-u Zülcelal'in katiplerinin, insanın amelini yazmaya hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü devamlı olarak, Allah-u Zülcelal, ilmi ile bizimle beraberdir. Yaptıklarımızdan, zerre kadar dahi olsa, hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. Bu ayet-i kerimeden maksat; Allah-u Zülcelal'in kıyamet gününde melekleri bizim üzerimize şahid göstermesi içindir. Allah-u Zülcelal insanların günahlardan muhafaza olması için meleklere, insanoğlunun amellerini yazmalarını emretmiştir. Allah-u Zülcelal ne kadar merhamet sahibi ise, o şekilde ağır azap edicidir. Allah-u Zülcelal'in azabından insanın korkması gerekir.

Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Onların derileri pişip yandıkça azabı duymaları için onlara yeni cilt giydiririz." (Nisa; 56) İbn-i Abbas (R.A) bu ayetin tefsirinde: "Onların derileri kağıt gibi incedir." demiştir.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "Onların derileri günde yetmiş bin kere yanar ve yenilenir." Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Cehennemliklerin en hafif azaplısı ayaklarına ateşten iki nalın giydirilmiş olan kimsedir. Bu nalınlar o kimsenin beynini tıpkı bir kazan gibi kaynatırlar. Kulakları kor, azı dişleri kor ve kirpikleri yalazdır. Karın boşluğundaki iç organları eriyip ayaklarından akar. Bu kişi en hafif azaplı cehennemliklerden biri olduğu halde en ağır cehennem azabını çekenlerden biri olduğunu zanneder." (Müttefekün Aleyh)

Mücahid şöyle demiştir: "Cehennemin öyle kuyuları vardır ki, içlerinde deve boynu gibi yılanlar ve katır iriliğinde akrepler bulunur. Cehennemlikler ateşten bu yılanlara doğru kaçınca yılanlar onları ağzları ile yakalayıverirler ve vücutlarını didik didik parçalarlar. Cehennemliklerin bu yılanlardan kurtulabilmek için tek çareleri ateşe sığınmak olur."
Anlatıldığına göre, cehennemlikler bin yıl boyunca feryat eder, fakat bu feryat onlara hiçbir fayda sağlamaz. Sonra: "Dünyadayken sabredince feraha kavuşurduk!" diyerek bin yıl kadar sabrederler. Fakat çektikleri azapta hiçbir hafifleme meydana gelmez. Bunun üzerine: "Bizim için sabretmekte feryat etmekte birdir, hiçbir kurtuluş çaremiz yoktur." derler.

Arkasından aşırı susuzlukları ve ağır azapları karşısında Allah'tan bir yıl boyunca üzerlerine yağmur yağdırmasını isterler. Böylece içinde kıvrandıkları yüksek harareti ve susuzluğu dindirmek isterler. Bin yıllık yalvarmanın sonunda Allah-u Zülcelal, Cebrail aleyhis-selam'a: "Bunlar ne istiyor?" diye sorar. Cebrail de Allah-u Zülcelal'e: "Ey Rabbim! Sen onların durumunu herkesten daha iyi bilirsin, onlar yağmur istiyorlar." diye cevap verir.

Bunun üzerine, üzerlerinde bazı kızıl bulutlar belirir. Onlar bu bulutları görünce yağmur yağacak sanırlar. Fakat üzerlerine katır iriliğinde öyle akrepler yağdırılır ki, her biri insanı ısırınca acısı bin yıl boyunca devam eder. Sonra bin yıl daha Allah-u Zülcelal'den yağmur dilerler. Bin yıl sonra başları üzerinde bir takım kara bulutlar belirir. Bulutları görünce: "İşte bunlar yağmur bulutlarıdır." derler. Fakat üzerlerine öyle deve boynu kalınlığında yılanlar yağdırılır ki, her biri insanı sokunca acısı bin yıl boyunca devam eder. İşte Allah-u Zülcelal'in aşağıdaki ayetin manası budur: "İşte, dünyadaki bozgunculuklarının (Küfür ve isyanlarının) karşılığı olarak çektikleri azabın üzerine başka bir azap ekleriz." (Nahl; 88)
Cehennem ehli kendi kendilerine şunu söyleyip inlerler: "Kısa olan dünya hayatımızda biraz sabretseydik, şimdi her şey başka olurdu. Biz o zaman bu elemli ve karanlık ateş kuyularında yanıp azap çekmez, Allah-u Teala'nın nuruyla aydınlanmış cennetin geniş bahçelerinde, serin gölgelerde ve güzel köşklerde zevk ve sefa sürerdik!"

İşte cehennem böyledir. Buna göre insan ne cür'etle Allah-u Zülcelal'e karşı günah işleyebilir? Allah-u Zülcelal, bu azaplardan kurtulmamız için bizlere iman cevherini hediye etmiştir. Zamanlardan bir zaman, büyük bir ordusu olan bir padişah, İslam ordusunu daima sıkıştırıyordu. Zamanında İslam ordusu bir sefer düzenleyerek, o padişahı esir etti. Müslümanlar onu öldürmeyip; bir kazanın altına ateş yakarak ona eziyet vermeye karar verdiler ve de öyle yaptılar. Bu durumda padişah taptığı putlara yalvardı. Fakat hiç kimse onun yardımına gelmedi ve anladı ki, bunların hepsi yalancıdır. Daha Sonra Allah-u Zülcelal'e yalvardı ve kelime-i tevhid getirdi. Bu padişah böyle dediği zaman Allah-u Zülcelal yağmur yağdırdı ve bütün ateşi söndürdü.

Bir fırtına başlayarak onun içinde bulunduğu kazanı havada uçurmaya başladı. Allah-u Zülcelal, bu padişahı, hiç Allah'tan haberi olmayan bir kavmin içine attı. Padişah bu kavmin içine düştükten sonra da: "La İlahe İllallah" dedi. Bu kavmin insanları, padişahın başına toplanarak halini sordular. Padişah da onlara başından geçen olayların hepsini anlatı. Ve bu padişahın vesilesiyle, bu kavmin hepsi imana geldiler. İşte iman böyledir. İman, insanı cehennem ateşinden muhafaza eder. Dünyada da insanı bu şekilde kurtarır. Fakat bizim için mühim olan, imanı muhafaza etmektir. Onun muhafazası da; tevbe etmek, günahlardan uzak durmak ve Allah-u Zülcelal'in zikrine sarılmakla olur.

Ebu Hureyre (R.A) 'dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Zülcelal buyurdu ki: "Kulumun inancı oranında yanındayım. (Tevbe ederse tevbesini kabul ederim, Af dilerse suçlarını bağışlarım.) Beni nerede anar hatırlarsa, ben orada yanındayım. Allah'a and olsun, Allah kulunun tevbesine, çölde devesini yitirip tekrar bulanınızın sevinmesinden daha çok sevinir. Ondan razı olur, günahlarını affeder. Kulum bana ibadet ve hayır işlerde bir karış yaklaşırsa, ben ona (Rahmetimle) bir arşın yaklaşırım. Kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona (Rahmetimle) bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek yaklaşırsa, ben ona (Rahmetimle) koşarak yaklaşırım. (Kulumun ibadet ve taatına, yararlı işlerine hakettiğinden daha çok ecir ve sevap vererek onu mükafatlandırırım.)" (Buhari, Müslim)

Hz. Peygamber (S.A.V) bir gün ashab-ı kirama şöyle buyurmuştur: "Sizden önce geçen milletlerden doksandokuz kişiyi öldüren bir adam yeryüzünde en büyük alimin kim olduğunu sorduğunda, falanca rahip dediler. Rahibe giderek: "Doksandokuz kişi öldürdüğünü, günahlarından tevbesi kabul olunur mu?" diye sorunca rahip: "Hayır!" dedi. Bunun üzerine rahibi de öldürür. Öldürdüklerinin sayısı yüz olur. Daha sonra yeryüzünde: "En büyük alim kimdir?" diye sorunca, falan alim derler. Onun da yanına giderek: "Yüz kişi öldürdüm, tevbe etsem kabul olunur mu?" diye sorunca alim: "Evet, kim tevbenle arana girebilir. Filanca şehre git. Orada Allah'a ibadet eden insanlar var. Onlarla beraber Allah'a kulluk et. Bir daha da memleketine dönme. Zira orası kötülerin yeridir. Sen de onlarla kötü oluyorsun." der. Bunu dinleyen günahkâr iyi kimselerin şehrine gitmek üzere yola çıkar. Yarı yola varınca, ölüm meleği (Azrail) canını almaya gelir. O sırada rahmet melekleri ve azap melekleri gelir, aralarında çekişirler. Rahmet melekleri: "Bu adam kalbini Allah'a bağlayarak, günahlarından tevbe etti." derler. Azap melekleri de: "Bu adam hiç hayır işlemedi. Bütün işleri kötülüktür." derler. Bunun üzerine insan suretinde bir melek gelir ve der ki: "Çıktığı Şehirle gideceği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa oralı sayılır." der. Ölçerler, gideceği yeri daha yakın bulduklarında, ruhunu rahmet melekleri alır. (Cennet bahçesine götürürler.)

Diğer bir rivayette: "İyi kimselerin olduğu şehre bir karış daha yakın olduğu için oranın halkından kılınmıştır." denilir. Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: "Allah, çıktığı şehre uzaklaşmasını, gideceği şehre de yaklaşmasını emretti ve: "Aralarını ölçünüz!" dedi. Ölçünce gideceği yere bir karış daha yakın buldular. Bunun üzerine günahları affolundu." (Buhari, Müslim, İbn Mace)

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Gerçekten biz, Ademoğullarına akıl vermek suretiyle onları şan ve şeref sahibi kıldık!" (İsra; 70) Eğer bu akıl ile derin olarak düşünürsek, elimizde ne kadar fırsatların var olduğunu anlarız. Bu ömürle, bu sermayeyle bir çok şey yapabiliriz. İyi şeyler yaptığımız zaman, ne kadar kârlı olduğumuzu, yapmadığımız zaman da ne kadar zararlı çıktığımızı akıl ile çözebiliriz.

İşte insanın bunu düşünmesi lazımdır. İnsan bunu düşünmediği zaman, aklı tesirsiz hale gelmiş demektir. Çok kıymetli bir cevher olan akıl tesirsiz kalıp, saltanatını sürdüremiyor demektir. Allah-u Zülcelal, aklı bir padişah gibi insanın vücuduna yerleştirmiştir. İnsan bunu düşündüğü takdirde, aklını iyi kullanır. Eğer derinlemesine düşünürsek, Allah-u Zülcelal bizlere çok güzel fırsatlar vermiştir. İşte bu aklı tesirsiz bırakmamak için, onun üreteceği çarelere başvurmak lazımdır. Aklı güzel kullanmak için, daima dini sohbetlere gidilmeli ve o sohbetlerde Allah-u Zülcelal'in kelamına, Hz. Peygamber (S.A.V)'in hadis-i şeriflerine ve büyük zatların menkıbele-rine yer verilmelidir. Bizim için yegane kazanç, bu dünya hayatında iken ebedi saadeti kazanmaktır.

Hepimize malum olduğu gibi, Karun çok zengin bir kimse idi. Şimdi size soruyorum; Karun'un o kadar malı ve mülkü acaba nerededir? İşte dünya böyledir. Dünya hiç kimseye yaramadığı gibi bizlere de yaramaz. Allah-u Zülcelal, insana çok büyük bir nimet olarak aklı bağışlamıştır. İnsan bu akılla, hem dünyasını hem de ahiretini kazanmalıdır. Akıl öyle bir nurani cevherdir ki, onun nuru, kalbin üzerine gelerek, bütün vücudu hareket ettirir. Ulema, dünya hayatının fani, ahiret hayatının ise baki olduğuna, nakil ve akıl ile ittifak etmişlerdir. İnsan için dünyanın nimetleri ne kadar çok olursa olsun, fani oldukları için hiçbir şeye yaramaz. Dikkat edersek; kendimiz de bunu akıl ile çözebiliriz. Allah-u Zülcelal, yine bizlere, Kur'an-ı Kerim'de şöyle bir uyarıda bulunuyor: "Şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Bakara; 208)

Şeytanın yeri, cehennemin dibidir. Şeytan, Allah'ın kullarıyla uğraşıp onların da kendisiyle birlikte cehenneme girmesini istiyor. Nitekim Allah-u Zülcelal, bu ayet-i kerimede, şeytanın düşmanımız olduğunu bizlere beyan etmiştir. Onun için insanın, daima düşmanıyla mücadele içerisinde olması gerekir. Şeytan, birinci olarak, insanın imansız olarak dünyadan ayrılmasına sebep olmak ister. Bunu yapamazsa, büyük günahları yaptırmak ister. Bunu da yaptıramazsa, küçük günahlara devam etmesini ister. Eğer bunu da yaptıramazsa, ibadetten geri bırakmak ve keyf-ü sefa yaptırmak ister. Sonsuza kadar cehennemde kalacağından, insanların da kendisiyle beraber yanması için çalışır. İnsan dünyada müslüman olarak yaşasa dahi, yine şeytan son nefesinde onunla uğraşır. Fakat hakkı talep eden, Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olan mü'min, bunun şuurunda olur.
Mü'minin kalbinde bir melek bir de şeytan bulunur. Bunlar, daima savaş halindedir. Eğer bu savaşta melek galip gelirse, kalp Allah-u Zülcelal'e açılır. O zaman şeytan da teslim olup, artık hayrı talep eder.

İşte biz de aklımızla bu meleğe yardımcı olalım. Nefsimiz, daima Allah-u Zülcelal'in ibadetinde, zikrinde ve hizmetinde bulunduğu zaman Melek, şeytanımıza karşı galip olacaktır. Böyle olduğu zaman, kalbimiz Allah-u Zülcelal'in ibadetine, zikrine, hizmetine ve rızasına yönelecek ve şeytan, meleğe esir olacaktır. Diğer türlü davranıp günahlara yönelir de, ibadet ve zikir yapmazsak; o zaman şeytan, meleğe galip gelecek ve onu esir alacaktır. Böyle olunca, şeytan, boğazımıza bir ip takmış gibi bizleri günahlara sevk edecektir. Onun içindir ki bazı sadat-ı kiram şöyle buyurmuştur: "İnsan anasından doğduğu zaman, bir şeytan da onunla birlikte gelir. İşte insan, bu şeytanı öldürmezse kamil mü'min olamaz." Zahiri vücudumuz, gün be gün Allah-u Zülcelal'e nasıl yaklaşı-yorsa, maneviyat ve muhabbetimiz de gün be gün Allah'a yakın olması gerekir.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...