12 Nisan 2008 Cumartesi

Akibetimizden Korkalım!

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Ebu Zerr (R.A)’den rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala buyurdu ki: 'Ey Kullarım! Ben zulmü kendime nasıl haram kıldım ise onu sizin aranızda da haram kıldım. Buna göre sakın birbirinize zulmetmeyiniz.

Ey Kullarım! Hepiniz sapıksınız. Sadece benim hidayete erdirdiklerim müstesna. Buna göre dileyinde size hidayet vereyim.

Ey Kullarım! Hepiniz açsınız. Sadece benim yedirdiklerim müstesna. O halde dileyin de sizi yedireyim.

Ey Kullarım! Hepiniz çıplaksınız. Sadece benim giyindirdiklerim müstesna. Dileyiniz de sizi giyindireyim.

Ey Kullarım! Siz gece gündüz günah işliyor, ben ise tüm günahları affediyorum. Dileyiniz de günahlarınızı affedeyim.

Ey Kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve cininiz tek takvalı bir kişinin kalbi gibi takva sahibi olsanız, bu durum benim mülküme hiç bir şey katmaz.

Ey Kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve cininiz en facir bir kişinin kalbi gibi günahkar olsanız, bu durum benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.

Ey Kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve cininiz büyük bir alanda toplansanız da herkes benden bir dilekte bulunsa ve ben de herkesin dileğini yerine getirsem, bu durum benim rahmetimde ancak denize daldırılıp çıkarılan bir iğnenin denizde meydana getirebileceği kadar bir noksanlık meydana getirebilir.

Ey Kullarım! Bunlar sizin işlediğiniz amellerdir. Ben onları sadece kaydederim ve kıyamet günü size karşılıklarını veririm. O halde orada kim hayır bulursa Allah’a hamd etsin ve kimde hayırdan başka bir şeyle karşılaşırsa kendinden başka hiç kimseyi kınamasın.' ” (Buhari)

Bu kudsi hadiste, açıkça anlaşılacağı üzere insanoğlu çok aciz, hazineleri hiç eksik olmayan Allah-u Zülcelal çok büyük kudret ve azamet sahibidir. İnsan O’ndan istemelidir. Kim kalben ruhen O’ndan isterse O hazinelerinden hiçbir şey eksilmeksizin kuluna verecektir. Demek ki insan kalben istemeyip sadece dille telaffuz ettiği için istediklerine kavuşamamaktadır. Onun için bütün azalarımızla Rabb'imize yalvarıp salih ameller işlemek için kuvvet vermesini ve O’ndan rızasını talep edelim. Çünkü O’nun razı olduğu kimseden daha mutlu başka biri yoktur.

Anlatıldığına göre Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Öylelerine hayret ediyorum ki, azık hazırlamakla emrolundukları, göç etmeye çağrıldıkları ve önden gidenlerin oturup arkadan gelecekleri bekledikleri halde oturmuş oyun oynamaktadırlar.”

İbrahim Teymi şöyle demiştir: “Kim emin olur, korkulu olmazsa cennetliklerden olamayacağından endişe etmek gerekir. Çünkü cennetlikler şöyle diyeceklerdir.

“Biz, bundan önce, ailelerimiz arasında akıbetimizden korkardık.” (Tur; 26)

Şakik b. İbrahim şöyle demiştir: “Kişinin en hayırlı arkadaşları endişe ve korkudur. Endişe geçmişteki günahları ile ilgili olmalı ve ileride başına neler geleceğini bilmediğine göre de ömrünün geride kalan kısmı ile ilgili olarak korkulu olmalıdır.”

Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Allah korkusu ile ağlayanlar, cehennem ateşinde yanmazlar.” (Tirmizi)

Çünkü Allah korkusundan ağlayanlar, kendilerini cehennem ateşine müstehak edecek günahları işlemezler. Onların korkuları buna manidir.

Ka’bü’l-Ahbar şöyle demiştir:“Ağırlığım kadar altını sadaka olarak dağıtacağıma Allah korkusu ile ağlayarak yaş akıtmam daha iyidir. Her hangi bir kimse Allah korkusu ile ağlar da göz yaşının bir damlası yere düşerse yere düşen yağmur damlası su halinde tekrar göğe çıkmadıkça o kimseye cehennem ateşi değmez. Buna göre nasıl yere düşen yağmur damlası su halinde göğe dönemiyorsa dünyada Allah korkusu ile yaş döken kimseye de asla cehennem ateşi değmez.”

Bazı alimlerin belirttiğine göre, Allah-u Zülcelal semavi bir kitapta şöyle buyurmuştur: “Benden korkarak ağlayan kulumu mutlaka azabımdan korurum. Benim korkumla ağlayan kulu mutlaka cennetimde güldürürüm.”

Anlatıldığına göre, Hasan-ı Basri zamanında bir zatın kızı vardı. Çok ağlardı. Bu ağlamak onun gözünü görmez hale getirmişti. Hasan-ı Basri’ye geldi ve: “Kızımın yanına gel, ona bir şeyler söyle de ağlamasın, bana acısın.” dedi. Hasan-ı Basri o kızın yanına gitti ve: “Ağlama, babana acı!” deyince o kız şöyle dedi:“Ey Üstad! Gözlerim iki halin dışında değil. Birincisi O’nu görmemek, O’nu görmedikten sonra, bana başkasını görmek ne gerek? Görmesin, daha iyi… Bir de O’nu görmek var. Eğer O’nu görmek bana bu halimle nasipse bir değil, binlerce göz O’na feda olsun. Onun için ağlarım.”

Hasan-ı Basri kızı dinledikten sonra şöyle dedi:“Seni tedaviye geldim, ben tedavi edildim, sana tabib olarak getirildim, ama sen tabibim oldun.”

Yine anlatıldığına göre, Şuayb (A.S) aşkından ve muhabbetinden daima ağlardı. Üç defa gözleri görmez hale gelmişti. Her defasında Allah-u Zülcelal şifasını vermekte idi. Sonunda şu vahy ile karşılaştı: “Ey Şuayb! Ateşten korkarak ağlıyorsan, ağlama artık seni ateşten korudum. Cennet arzusu ile ağlıyorsan, onu da sana nasip ettim.”

Bunun üzerine Şuayb (A.S) şöyle yalvardı: “Ey Rabbim! Onlar için ağlamıyorum. Sana kavuşmak için ağlıyorum.” Bu sefer ikinci bir vahy geldi: “Ağla ey Şuayb! Beni isteyenlere, bu alemde ağlamak düşer. Bu ağlamaya bana kavuşmaktan başka çare yoktur.”

Unutmayalım! İnsanın dünyada yaşadığı hayatın her anının hesabını vereceği o büyük gün mutlaka gelecektir. Kıyamet, dünya hayatının hatta tüm kainatın son günüdür, ama aynı zamanda da ahiretteki sonsuz yaşamın başlangıcıdır.

O gün Allah'a ve karşılaşacakları bu güne inanmış olanlar cennette ağırlanırken, inkar edenler cehenneme sevkedileceklerdir. Ayet-i kerimede:

“Beni zikredin, bende sizi zikredeyim.” (Bakara; 152) buyurulmuştur.

Bizim O’nu zikretmemiz, dünyadayken O’nun emirlerine itaat edip, salih amelleri işleyip günahlardan kaçınmamızdır. O’nun bizi zikretmesi ise, bu zor yerlerde imdadımıza gelmesi ve bizlere yardım etmesidir.

O halde akıllı bir insan gibi nefsine sor; Kıyamet gününde cehenneme sevk edilenlerden mi yoksa Allahın rızasını kazanarak cennette ağırlananlardan mı olmak istersin? Tabi ki nefsin cennette ağırlanmak ister.

O zaman anlatılanları sadece okumakla kalma, kalp gözüyle görerek yaşa ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yap.Çünkü her şeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah’ın rızasıdır.

Allah-u Zülcelal kendisinin razı olacağı şekilde bizlere salih ameller işlemeyi ve kendisine hakiki bir kul olmayı nasip etsin… Amin…

Ahireti Unutmayalım!

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com.:Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Rabb'lerinden korkarak titreyenler, Rabb'lerinin ayetlerine inananlar, Rabb'lerine eş koşmayanlar, Rabb'lerine dönecekleri için kalbleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar." (Mü'minun; 57-61)

İnsan bir insanın yanında bir iş yaptığı zaman dikkat ediyor: "Ben ona iş yapıyorum. Dikkat edeyim, işimi iyi yapayım." diyor. Oysa o da nihayet bir kuldur. Asıl dikkat edilmesi gereken iş; Allah-u Zülcelal için yapılan iştir. Ama Allah-u Zülcelal'i hakkıyla tanısak, ne kadar kudret ve azamet sahibi olduğunu bilebilsek, meselenin ehemmiyetini o zaman daha iyi anlayacağız.

Biz ahirete inanıyoruz. Sırat köprüsüne, mizana, Allah-u Zülcelal'in huzuruna gidip arada bir tercüman olmaksızın bizimle hesap göreceğine inanıyoruz. Ama halen gaflet ve rahatlık içerisindeyiz. O halde bunlara inanıyorsak, bunların neticesi olabilecek Allah'ın azabına da inanmamız lazımdır. Uzun söze ne hacet, bunları hep biliyor ve öyle olduğuna da katiyyen inanıyoruz.

Mesela birisi: "Bu yol tehlikelidir, yolda eşkiyalar vardır" dese, o adama inandığımız için o yoldan gidemiyoruz. Peygamberin bize bildirdiği yola da inanmamız lazım, inanmazsak bu küfürdür. İnandığımız zaman da bunun icabı neyse yerine getirmemiz lazımdır. Yok eğer hem inanıyoruz diyor, hemde inandığımız şeylerin gereğini yapmıyorsak, hiç yalan söylemeyelim, demek ki biz kendi nefsimizi aldanıyoruz.

Bizim ahirzamanda geceler de yumuşak yataklarda yatarak değil, tevbe ederek hizmet etmeye ihtiyacımız var. İnsan için hayat dört kısma ayrılıyor. Bir hacı adayının, otobüsle yada uçakla gidecek olduğu halde (eskiden hayvanlarla gidilirdi) hazırlık telaşı yaptığı gibi, biz de kabre öyle telaşla hazırlanmalıyız. Onun hac telaşı gibi, biz de kabre hazırlık yapmalıyız. Bizim bu dünyadan ayrılmamız, o hacının hac için evden ayrılması gibidir. Yola çıktıktan sonra nasıl ki, yolcu istirahat edip, bir şeyler içip yine yoluna devam ediyor; işte kabirdeki hayatımız da aynen öyledir.

Nitekim, Hz. Peygamber (S.A.V) ve Ashab-ı Kiram, bindörtyüz küsür senedir kabr-i şeriftedirler. Yine ebedü'l-ebed hayata nazaran, bindörtyüz senelik kabir hayatı da, hacca çıkan yolcunun dinlenmesi gibidir. Yani bir istirahat süresi kadardır. Daha sonra ise haşir geliyor. Haşir de, hacda, hacıların tavaf yaptığı ve Arafat dağına gittikleri zaman gibi öyle izdihamlıdır.

Her taraftan insanlar oraya geliyorlar, nasıl ki hac da birkaç gün ibadetlerini yerine getirdikten sonra memleketlerine dönüyorlar, haşir de aynen öyledir. Bütün insanlar biraraya gelecek, herkesin amel defterleri, ameline göre verilecek; cehenneme giden cehenneme, cennete giden cennete olmak üzere herkes dağılacaktır. Dağıldıktan sonra da ebedü'l-ebed olan hayat başlayacak. Hiç bitmeyecek olan hayat başlayacaktır. Dünya hayatı, kabir hayatı, haşir hayatı; bunların hepsi, ebedü'l-ebed hayata nazaran kıymetsiz bir şeydir. Ebedi hayatımızda rahat etmek için birbirimize nasihat edelim.

Hepimiz biliriz ki, fasıklara, günahında ısrar edenlere, ne anlatırsan anlat onun kulağına girmez. Bakınız Allah-u Zülcelal ne buyuruyor: "Vaaz, nasihat mü'minlere fayda verir." Demek ki, burada bize Allah-u Zülcelal tarafından bir emir vardır ki, mü'min sıfatıyla bu nasihatlerden faydalanmamız gerekmektedir. Bazı insanlarda olduğu gibi hiç kulağına girmemek, bir kulağından girip diğer kulağından çıkmak ya da duyup da tatbik etmemek şeklinde olmamalıdır. Tatbik edilmeyen kararın hiç bir faydası yoktur. Bunun için vaazlarda anlatılanları tatbik etmek lazımdır. Söylenen emir ve nehiyleri yerine getirmek lazımdır. Elden geldiğince nefis ve şeytanla mücadele ederek o vaazları tatbik etmeye çalışmalıdır. Buna ek olarak insan; kalbine, ruhuna, sırrına, Allah ile kendi arasındaki duruma daima dikkat etmelidir. Çünkü kalp çok önemlidir.

Ebu Hureyre (R.A)'ın rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde üç sınıf insan vardır. Onlar amellerinde Allah rızasını gözetmeyip, insanlara gösteriş yaparlar. Onlardan birincisi; ateşe ilk olarak atılacak insanlar onun için "Alimdir" desinler diye Kur'an okuyup, insanlara öğreten kişidir. İkincisi; insanlar ona "Cömerttir" desinler diye, malını dağıtıp, sadaka veren kişidir. Üçüncüsü; insanlar ona "Cesurdur" desinler diye, ölünceye kadar cihad edip savaşandır. İşte bu üçler var ya üzerlerine cehennem ateşi tutuşturulacak olan ilk insanlardır. " (Müslim, Tirmizi, Nesai)

Takva da; dış görünüşte faydaları olsa bile, esasında kalbi bir ameldir. Bunun için Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"İşte böyle; Kim Allah'ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır." (Hac; 32)

Hz. Peygamber (S.A.V) göğsüne işaret ederek:

"İşte takva buradadır."

şeklinde söylemiştir. Öneminden dolayı da bunu üç kez tekrar etmiştir. (Müslim)

Onun için insanın kalbini, ruhunu, sırrını, kendisiyle Allah arasındaki durumu düzeltmesi Allah'ın yanında çok makbuldur. Bir kimse, bir olay üzerine, Hz. Ömer (R.A)'a: "Ya Ömer! Allah'tan kork!" demiş ve o kimse öyle dediğinde Hz. Ömer (R.A), yanında Allah'ın ismi anıldığı için Allah'ın mübarek ismine hürmet etmek için mübarek yanaklarını yere sürmüş, o şekilde saygıda ve ta'zimde bulunmuştur.

Yine anlatıldığına göre, Harun Reşid ordusuyla atlı olarak bir yere giderken, yolda birisi ona: "Ya Harun! Allah'tan kork!" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid ve ordusundaki bütün askerleri, Allah-u Zülcelal'e ta'zim ve hürmet göstermek için atlarından inmişlerdir. İşte bu insanlar, manevi olarak nefislerini temizlemiş kimselerdir. Şimdi sen her hangi bir müslümana: "Allah'tan kork!" desen: "Sen kendine bak!" diyecektir... Oysa bakınız, anlattığımız kimseler emirü'l-müminin, yani devlet başkanı oldukları halde, o söze nasıl karşılık verdiler...

Onlara: "Allah'tan kork!" denildiğinde, nasıl karşılık veriyorlardı? Onlar ne kadar tevazu sahibi, ne kadar da alçak gönüllüydüler. Onlarda; kibir, riya, ucub, nefis yoktu. Bunlar bizim için çok büyük bir örnektir. Denildiği gibi zamanımızda, bir kimseye: "Allah'tan kork!" deseniz, hemen: "Sen kendine bak, ben korkuyorum!" veya: "Sen kendine bak, bana karışma!" diyecektir. Dikkat edin! Bu söz çok büyük bir günahtır. Çünkü bu, kardeşinin nasihatini kabul etmemektedir. Oysa Allah Zülcelal: "Vaaz nasihat mü'minlere fayda verir." buyurmaktadır. Demek ki öyle cevap veren bir kimsede mü'min sıfatı yoktur. Buna çok dikkat etmemiz lazımdır.

Olur ki, bir arkadaşımız bize nasihat ettiğinde: "Başım gözüm üstüne, hay hay senin dediğini yaparım, senin dediğin benim ebedi saadetimi kazanmama sebeptir." diye düşünerek kabul etmemiz ve ona karşı çıkmamamız lazımdır. Çünkü ayette buyurulduğu gibi mü'minler nasihatten faydalananlardır. Mü'min kardeşin sana nasihat ettiğinde niçin ona kızacaksın ve: "Sen kendine bak, beni kendi halime bırak!" diyeceksin. Böyle davranmak, ayete karşı gelmek, ona ters hareket etmektir. Onun için güzel sıfat olan uyarıya, nasihate açık olmaya çalışalım.

Keşke mü'min kardeşimiz bize her fırsatta: "Bak gaflete düştün, hemen zikir yap, şu günahı yapma!" dese. Keşke her zaman bize böyle seslenseler. Niçin? Çünkü bu ebedi saadetimizi kazanmaya sebeptir. Bizden öncekiler niçin daima kendilerine nasihat edilmesini istiyorlar, hatta üzerine para veriyorlardı? Demek ki onlar, ayet-i kerimenin hakkını vermeye gayret ediyorlardı.

Kişi, bir kimse kendisine nasihat ettiği zaman, bilecek ki, o nasihat eden kimse, beni mü'min kardeşi olarak gördüğü, beni sevdiği için bana nasihatte bulunmaktadır. Çünkü mü'minlerin arasında muhabbet ve sevgi bağı vardır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz mü'minler kardeştir." (Hucurat;10)

Kişi düşünecek ki; bu benim mü'min kardeşim olduğu için bana nasihatte bulundu ve hemen kabul edecek. Allah için birbirini sevmek Allah indinde çok makbuldür ve birbirini sevenlere kıyamet gününde çok büyük bir mükafat verecektir.

İbrahim bin Ethem bildiğiniz gibi, malını mülkünü bırakıp fakirlik içinde yaşadı. Bir gün o fakir haliyle, bir camiye gitti. Namazını kıldıktan sonra, müezzin camiyi kapatmak için onu dışarıya çıkarmak istedi. O: "Benim kimsem yok, ben garibim, yabancıyım, bu gece burada kalayım." dediyse de müezzin: "Hayır, yabancılar camiyi soyuyorlar, hırsızlık yapıyorlar, ben kimseyi içeride bırakmam." dedi. İbrahim bin Ethem: "Ben nereye gideyim, tanıdığım kimse yok, hava soğuk, bu gece burada kalayım." diye yalvardı. Müezzin onca yalvarmaya kulak asmayarak, kabul etmedi ve onu eliyle çekip, yüzüstü sürükleyerek dışarı çıkardı.

İbrahim bin Ethem kapının önüne konulunca, ilerde ateşi yanan bir fırın gördü. Fırının kapısına gelerek oraya girmek istedi ve fırının ateşini yakan kimseye selam verdi. Fırıncı selamını almadı, yalnız eliyle 'otur' diye işaret etti. İbrahim bin Ethem oturdu, fakat adamın haline hayret etti. Çünkü adam bir sağa, bir sola bakıyordu. İbrahim bin Ethem: "Bu adam beni öldürecek mi, ne yapacak acaba, selamımı da almadı" diye düşünmeye başladı. Adam işini bitirdikten sonra: "Ve Aleyküm Selam" dedi. İbrahim bin Ethem ona: "Ya mübarek! Niçin selamımı verdiğim zaman almadın?" diye sordu. Adam: "Ben burada ücretle çalışıyorum, işimle meşguldüm. Bunun için, işimi bitireyim de sonra selama cevap vereyim diye düşündüm." dedi. İbrahim bin Edhem: "Peki o sağa-sola bakmak neydi?" diye sorunca adam: "Ben bir sağa bakıyorum, bir sola bakıyorum, bilmiyorum ki Azrail canımı hangi taraftan gelip alacak! Bu şekilde her an ölümü bekliyorum." dedi. Ve devamla: "Ben Allah için İbrahim bin Ethem'i öyle seviyorum, ona öylesine aşığım ki: "Ya Rabbi! Onu bir görsem de öyle canımı alsan, diye dua ediyorum." dedi. Bunun üzerine, İbrahim bin Ethem: "Eyvah! Allah beni senin yanına nasıl getirdi biliyor musun? Yüzüstü sürünerek senin yanına geldim, Allah senin duanı nasıl kabul etmez! Öyle kabul etti ki, yüzüstü sürünerek geldim. Sana müjdeler olsun, ben İbrahim'im!" dedi. Ve birbirleriyle candan kucaklaştılar.

O sırada adam dua etmeye başladı: "Ya Rabbi! Benim isteğim yerine geldi, emanetini al!" dedi ve hemen oracıkta İbrahim bin Ethem'in kucağına yığılıverdi. İşte bakınız, onlar Allah için birbirlerini böyle seviyorlardı. Oysa, dünya için birbirini sevmenin faydalı bir neticesi yoktur. İnsanlar birbirlerini dünya için sevdikleri zaman, birinin dünyalığı almadığında, sevgi ve muhabbetleri de sona eriyor. Ama Allah için olan muhabbet ise kıyamete kadar devam ediyor, hatta haşir meydanında, ahirette de devam ediyor. Evet, insan daima nefis ve şeytanla mücadele etmelidir. Çünkü Allah-u Zülcelal hak yoldan çıkarma görevini şeytana vermiştir. İnsanları imtihan etmekte onu kullanmaktadır. Allah-u Zülcelal; kulum şeytana mı uyacak, kendi keyf ve sefasını mı tercih edecek, yoksa benim rızamı mı isteyecek diye bizleri imtihan ediyor.

Birbirimize sahip çıkalım. İslam ahlakına uygun bir şekilde, kardeşliğin gereği olarak, birbirimize yumuşak bir dille iyiyi ve güzeli, hakkı tavsiye edelim. Kötü hal ve davranışları olan kardeşlerimizi nefsi ve şeytanıyla baş başa bırakmayalım. Bu ahir zamanda, öyle cahil insanlar vardır ki; eğer tevbe edersem ve tekrar günaha düşersem, bir daha iflah olmam, çarpılırım, gibi vesveseler, uydurmalar içerisinde hem cinnî şeytanlara hem de insî şeytanlara uymaktadırlar.

Tabi ki şeytanlar da birbirlerini böyle hoşnut ediyorlar. Allah, bu ümmeti, insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza eylesin. "Gel kardeşim, bak biz böyle yapıyoruz, şunları yapmıyoruz, Allah-u Zülcelal bunu yasaklamıştır." diyelim. Hep birlikte, el ele vererek, Allah'a doğru yürüyelim… İnsan, Allah-u Zülcelal'in sadık kullarıyla beraber bulunur (Allah'ın dostları, veli kulları) onlarla oturup kalkarsa, onlar insanda ki bütün kötü huyları kesip alır. İnsanı ahlaken düzelterek, Allah-u Zülcelal'e çekerler.

Allah dostlarını sevmek bize ne kazandıracak denirse: Onlar Allah ve Resulü'nün sevgisini kazandırırlar. Allah'ı sevmek için, önce Resulü'nü sevmek lazım. Resulünü sevmek için de varislerini sevmek lazımdır. Varisleri sevmek için de müridlerini sevmek lazımdır. Birbirimize sahip çıkalım. İslam ahlakına uygun bir şekilde, kardeşliğin gereği olarak, birbirimize yumuşak bir dille iyiyi ve güzeli, hakkı tavsiye edelim. Kötü hal ve davranışları olan kardeşlerimizi nefsi ve şeytanıyla baş başa bırakmayalım. Allah ve Resulü'nün sevgisinin farz olduğuna ittifak edilmişdir. Bunun için, önce sevginin, sonra da itaatin olması gerekmektedir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"İman edenler Allah'ı her şeyden daha çok severler." (Bakara; 165)

Bu ayet-i kerime, muhabbeti ve muhabbetin farklı olduğunu isbat eden delildir. Hz. Peygamber (S.A.V) bir çok hadis-i şerifte, muhabbeti, imanın şartı olarak bildirmiştir. Allah ve Resülü'ne olan muhabbet ve sevgi, mü'min kulların, özellikle tasavvuf erbabının, birbirlerine olan muhabbetinden meydana gelir. Ebu Eyyub el-Ensari (R.A)'ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:

"Bir mü'min için, mü'min kardeşine üç günden fazla darılması helal değildir. Öyle ki, karşılaştıklarında birisi (yüzünü) şu tarafa, diğeri öbür tarafa çevirir. Dargınların en hayırlısı, ilk önce selam verendir." (Buhari)

Şunu da unutmamak lazım ki, iki dargını barıştırana, Allah, söylediği her söz için bir köle azad etmiş gibi sevap verir.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı, keremi ve ihsanı ile, bizleri kendi dostlarıyla hem bu dünyada hemde ahirrette beraber olmayı nasip etsin

Dünya İmtihan Yeridir

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Onlar her yıl bir veya iki kere kendilerinin çeşitli belalara uğratıldıklarını görmüyorlar mı? Böyle iken yine de tevbe etmiyor ve ibret almıyorlar." (Tevbe; 126)

Aşağımızda bir uçurum, bunun içinde de ateş olduğunu düşünelim. Bir kişi, bizi yukarıdan uçuruma sarkıtırsa, nasıl korkar ve ona: "Beni bu uçuruma, bu ateşin içine atma!" diye yalvarırsak; Allah'ın kudret eli altında da aynen böyleyiz. Gaflete dalmamamız lazımdır. Allah-u Zülcelal, gafletten uyanmamız için bizi ikaz etmekte, işaret vermektedir.

Bu ikazlardan, belalardan dolayı ne tevbe ediyor, ne de bunun niçin geldiğini düşünüyoruz. Allah-u Zülcelal, günahlarımızdan dolayı, bize bu işareti vermektedir. Derinlemesine düşünürsek, günahların daha fazla işlendiği yerlere, daha fazla bela ve musibet gelmektedir. Hiç Allah'a yalvarmadan, tevbe etmeden ve kendini Allah'ın affına müstahak etmeden, bağışlanmayı ummak doğru değildir. Allah-u Zülcelal, kulunu her an imtihan etmektedir.

Namaz, Allah-u Zülcelal'in bize vermiş olduğu çok büyük bir nimettir. Bir kimse, namaza başlamadan önce, yapmış olduğu bütün günahlar, başı ve omuzları üzerine konulmuş vaziyettedir. Kişi namazda, rükuya gittiği zaman, nasıl tepsinin üzerine koyduğumuz bir şey, onu ters çevirince düşerse; kişinin günahları da öylece dökülür. Allah o kişiyi affeder. Secdede de aynı şey olur. Bundan daha büyük bir nimet var mıdır?

Veya eve geldiğimizde, hanımımızın, ne yemek, ne temizlik, ne de hiç bir iş yapmadığını görürsek ve bu durum bir gün, iki gün devam ederse, kabul eder miyiz? Kim kabul ederim derse yalan söyler. İşte, dünya işlerinde, yakınlarımız görevlerini yapmadıkları zaman, onları uyarıyor, bu hareketlerinin yanlış olduğunu söylüyorsak; çocuğumuz, gelinimiz, hanımımız namaz kılmadığında, niçin onlara nasihat etmiyoruz.

Rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal, bir ümmetten yetmiş bin kişiyi helak etti. O ümmetin peygamberi: "Ya Rabbi! Onların içinde salih, sana ibadet eden kullar da vardı. Onların günahı neydi?" diye sorunca, Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu: "Evet, onlar salihtiler ama o ibadet ve zikir yapmayan, kötülük işleyen kişilere, bir gün olsun nasihat etmediler." İşte, o günahkarlara nasihat etmemeleri sebebiyle, Allah Zülcelal o ümmetin salihlerini de helak etti. Allah Zülcelal bir kavmi helak ettikten sonra, bir haneyi, bir ev halkını niye helak etmesin!

Nasıl, dünya işleri için nasihat ediyor ve işlerin yolunda gitmesi için birbirimizi teşvik ediyorsak, ahiret için de aynı şekilde davranmamız lazımdır. Allah-u Zülcelal, kullarını daimi bir imtihan üzere tuttuğu için çok dikkatli olmamız gerekiyor. Rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal zamanın birinde üç kişiyi imtihan etti. Bunlardan biri âmâ, bir tanesi cüzzamlı, diğeri de uyuz idi. Allah Zülcelal onların yanına bir melek gönderdi. Melek âmâ olana: "Sen dünyada ne istiyorsun?" diye sordu. Tabi ki, göz Allah'ın büyük bir nimetidir. İnsan dünyayı onunla görüyor. Âmâ adam: "Ben Allah'tan bir göz istiyorum. Allah bana bir göz verseydi de her şeyi görseydim." dedi. Bunun üzerine, melek elini âmâ adamın gözlerine sürünce, gözleri görmeye başladı: "Dünya malı olarak da bir keçi istiyorum." dedi. Melek ona bir keçi verdi ve: "Allah bereket versin." diye, dua edip gitti. Allah-u Zülcelal'in bereketiyle, bu keçiden bir sürüsü oldu. O âmâ da keyf-ü sefa içinde yaşadı.

Melek uyuz olan adama gidip: "Ne istiyorsun?" dedi. O da: "Uyuz olduğum için herkes benden kaçıyor, uyuzluktan kurtulmak istiyorum." dedi. Melek ona dua etti ve uyuz hastalığından kurtuldu. Adam: "Dünya malı olarak da deve istiyorum." dedi. Melek ona bir deve verdi ve: "Allah bereket versin." diye dua edip gitti. Allah-u Zülcelal'in bereketiyle, bu deveden bir sürü oldu. Melek cüzzam hastalığına müptela olana gidip: "Ne istiyorsun?" diye sordu. O da: "Benim vücudum yara içinde, herkes benden kaçıyor, bu hastalıktan kurtulmak ve güzel bir yüz istiyorum." dedi. Melek ona dua edince hastalıktan kurtuldu. Sonra: "Dünya malı olarak ne istersin?" diye sordu. O da: "Bir koyun istiyorum." dedi. Melek ona bir koyun verdi ve: "Allah bereket versin." diye dua edip gitti. Allah-u Zülcelal'in bereketiyle bu koyundan bir sürü oldu.

Melek daha sonra başka bir kılıkta, her birinin yanına tekrar uğradı. Daha önce cüzzamlı olanın yanına gelip: "Ben yolcuyum, bir şeyim yoktur. Sen her halde, bir zamanlar cüzzamlı idin, Allah sana şifa verdi ve sonra da bu malı verdi. Allah için bana bir koyun ver." dedi. Adam: "Hayır ben eskiden cüzzamlı değildim, bu mal da bana dedelerimden miras kaldı." dedi. Bunun üzerine Melek: "Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski halin gibi yapsın." diye dua etti.

Daha sonra eskiden uyuz olanın yanına gidip ona da cüzzamlıya dediği gibi: "Sen herhalde eskiden uyuz hastalığına müptela idin. Allah sana şifa ve ardından bu malları verdi, şimdi ben düşkün ve fakirim, bana Allah için bir deve ver." dedi. O da aynen cüzzamlının dediği gibi: "Hayır sen başkasıyla karıştırıyorsun, ben uyuz falan değildim ve mallar da bana dedelerimden kaldı." diye cevap verince ona da: "Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski halin gibi yapsın." diye dua etti. En son eskiden âmâ olanın yanına gelip: "Ben yolcuyum, bana bir keçi ver, sen her halde bir zamanlar âmâ idin. Allah sana şifa ve bu malı verdi." deyince, âmâ adam: "Evet, hakikaten ben eskiden görmüyordum, Allah bana önce göz, sonra da bana bu malı verdi. Sürümden istediğin kadar alabilirsin. İstersen hepsini götür, Allah için hepsini sana verdim." dedi. Bu cevap üzerine melek: "Benim buna ihtiyacım yok, sizi imtihan ettim. Sen kazandın. Diğerleri ise dünya ve ahirette helak oldular." dedi.

İşte, Allah-u Zülcelal kullarını daima, her konuda imtihan etmektedir. Bu anlatılan, bize sadece bir örnektir. Namaz, oruç, hac, zekat veya herhangi bir dünya işi, insanın önüne geldiği zaman Allah-u Zülcelal, daima "Acaba kulum benim emrimi gözetecek mi?" diye kuluna bakmaktadır. Anlatıldığına göre, Habib-i Acemi tevbe etmeden önce tefecilik işiyle uğraşırdı. Tevbe ettikten sonra tamamen Allah-u Zülcelal'e yöneldi. Bir gün hanımı evlerinde nafakalarının bittiğini, ev için erzak lazım olduğunu söyledi. Habib-i Acemi bir şey demeyip sustu. Sabahleyin: "Çalışmaya gidiyorum." diyerek evden çıktı. Onun bir kulübesi vardı. Kulübesine gidip ibadetle meşgul oldu. Akşam eve gelince hanımına: "Öyle bir zatın işinde çalışıyorum ki gayet cömerttir. O zatın kereminden utandım da bir şey isteyemedim. On günde bir ücret vereceğini söylüyorlar. On gün sabret, on günlük olunca kendisi verecektir." dedi. Onuncu gün olduğunda, kulübesinde öğle namazını kıldıktan sonra: "Bu akşam hanımıma ne söyleyeyim!" diye düşünüyordu.

Tam bu sırada Habib-i Acemi'nin evine beyaz elbiseli kimseler geldi. Birisinin sırtında un çuvalı, birisinin sırtında yüzülmüş koyun, birisinin sırtında bal ve benzeri yiyeceklerin bulunduğu tulum ve birisinin elinde üç yüz gümüş bulunan bir kese vardı. Habib'in evinin kapısını çaldılar. Kadın kapıyı araladı. Gelenler ellerindekileri bıraktılar ve: "Bunları efendinizin çalıştığı yerin sahibi gönderdi. Eğer Habib işini artırırsa biz de ücretini artırırız, diye söyledi." deyip gittiler.

Habib-i Acemi akşam mahcup bir şekilde evine döndü. Daha eve girmeden içeriden taze ekmek ve yemek kokuları geldi. Hanımı kendisini karşıladı ve şöyle söyledi: "Efendi! Kime çalışıyorsan, hakikaten çok iyi bir kimseymiş. İkram ve ihsan sahibi bir zatmış. Bugün öğle vaktinde şunları göndermiş. Ayrıca, Habib'e söyle, eğer işini artırırsa biz de ücretini artırırız, diye haber göndermiş." Bunun üzerine Habib-i Acemi şöyle demiştir: "Sübhanallah! On gün çalıştım bana dünyada bu ikramlarda bulundu. Demek daha çok çalışırsam kimbilir bana ahirette neler verecektir." Evet, Allah-u Zülcelal'e ibadet eden kimseler için Allah-u Zülcelal çok güzel nimetler verecektir. Yeter ki biz O'na hakiki kul olalım. Tekrar dirileceğimiz gün için hazırlanalım. Çünkü kıyamet günü herkes tekrar diriltilecektir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Gerçekten biz ölüleri diriltiriz, onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi, levh-i mahfuzda yazıp saymışızdır." (Yasin; 12)

Ayet-i kerimede, Allah-u Zülcelal'in 'ölüleri diriltiriz' demesi hakkında iki rivayet vardır. Bunlardan biri, O'nun ölüleri kabirde, Münker ve Nekir'in soru sorması için diriltmesi, diğeri de kıyamet gününde diriltmesidir. Bu ayetten anlaşıldığına göre, Allah-u Zülcelal insanı diriltip huzuruna çağıracak, dünyada yaptıklarını soracaktır. Allah-u Zülcelal çok kudret ve azamet sahibi olduğundan, O'na karşı işlenen günahlar küçük de olsa, büyük sayılır. Günah küçük olsa da insan onu işlemeye devam ederse, Allah'ın yanında çok büyük olur.

Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Bir damla, yukarıdan aşağıya doğru devamlı damladığında, orada bir iz yapar. O küçük damla, yavaş yavaş ne kadar az aksa da devamlı aktığı için damladığı yerde bir tesir yapar. Bunun gibi bir günah küçük de olsa, devamlı işlendiği zaman, Allah'ın yanında büyük olur. Kişi onunla Allah'ın gazabına müstehak olabilir.

O küçük günah devamlı işlendiği zaman, damlanın yerde iz bıraktığı gibi kalpte bir iz bırakır ve kalpte hastalığa yol açar. İnsanın küçük gördüğü, yabancı kadına bakmak gibi günahlar, devam edildiği zaman, ufak olarak kalmaz, büyük günah olur. Salih amel de böyledir, az olsa da devamlı işlendiği zaman, Allah'ın yanında çok makbuldür. Nasıl küçük damlalar devamlı aktığı zaman damladığı yerde bir iz bırakıyorsa, salih amel de az olsa da devamlı olduğu zaman, sahibinin ruhuna, kalbine, vücuduna iyi bir iz bırakır. Fakat, amel ne kadar çok olsa da devamlı olmadığı zaman, sahibine pek bir fayda sağlamaz.

Dikkat edersek, bir kova su, bir sefer beton üzerine döküldüğünde orada bir iz, tesir yapmaz. Her ne kadar, su çok olsa da bir sefer dökülüp sürekli olarak dökülmediği için orada bir eser bırakmaz. Fakat damla küçük olmasına rağmen, devamlı olarak aktığı zaman bir iz bırakır. Onun için bize verilen görevleri elimizden geldiği kadar, ara vermeden, devamlı olarak yapmalıyız. Devamlı olmayıp ara sıra yapılırsa, o görevler kişi üzerindeki menfaatini, tesirini kaybeder. Kişi işlediği günahı, hiçbir zaman küçük görmemelidir. O günahı, kime karşı işlediğine bakmalıdır. Günahı, kudret ve azamet sahibi Allah-u Zülcelal'e karşı işlediği için ne kadar küçük olsa da yine de büyük sayılır.

Bazı insanlar günah işlerken onunla ferahlanıyor, seviniyorlar. Mesela: "Filan kimseyle rekabet ettim, mücadele ettim, nasıl da ona galip geldim." diyorlar. Halbuki, mücadele ve birbirine hasım olmak günahtır. Oysa onlar bu günahla ferahlanıyorlar, gururlanıyorlar. Böyle davranmak çok büyük bir hatadır. Biz Allah-u Zülcelal'i gerçekten tanımıyoruz. Gerçekten tanımış olsaydık, ona nasıl kulluk edecektik. Bize bu sohbeti dinlettirmesinin, evi olan bu camiide oturmayı nasip etmesinin karşılığı olarak, ne yapsak yine de azdır.Allah-u Zülcelal bize bu iyilikleri nasip ettiği için O'na karşı borcumuz çoktur. O'nun bu iyiliklerini kendimizden bilmemeliyiz.

Şimdi Allah'ın evindeyiz, fakat Allah bizi istediği yerde bulundurabilir. İyi yerlerde de kötü yerlerde de bulundurabilir. Madem ki bize böyle bir nimet vermiştir, O'na çok şükretmeliyiz. Günahlar nefse tatlı gelir. Nefsin günahlara meyli vardır. Fakat tevbeden sonra, günahların nefse acı gelmesi lazımdır. Birisi derse ki, nefis şehvani olan şeylere meyilli olarak yaratılmıştır. Günahlar ona nasıl acı gelecek? Ona şöyle deriz: "Bal tatlıdır ama onun içine zehir koyup yediğin zaman ne olur? Başındaki saçlar dökülür, titrersin, felç gibi olup ölürsün."

Bakınız, bal her ne kadar tatlı ise de içine zehir konduğu zaman acılaşır. Nefis de günaha ve şehvani şeylere meyilli olarak yaratılmışsa da o bal gibi olan günahların içinde zehir vardır. Niçin zehir vardır? Çünkü o günahla, Allah-u Zülcelal sana gazap edip seni cehenneme atacaktır. İnsan bunu bu şekilde bilmelidir. İsrailoğullarından bir abid senelerce Allah'a tevbe ve ibadet etti. Daha sonra o zamanın peygamberine: "Ben bu kadar tevbe ve ibadet ettim, acaba Allah beni affetti mi?" diye sordu. O peygamber Allah'a münacat ettiğinde ona şöyle vahiy geldi: "Hayır, ben onu affetmedim. O senelerce ibadet etse de kabul etmem. Çünkü işlemiş olduğu günahların muhabbeti, daha onun kalbinden çıkmamıştır. O günahların muhabbeti kalbinden çıkarsa, ancak o zaman onun ibadetini kabul ederim."

İşte günahların muhabbeti insana acı gelmelidir. Malik bin Dinar şöyle anlatmıştır: "Soğuk bir kış gününde Utbetü'l-Gulam'ı gördüm. Karlı, fırtınalı bir gün olduğu halde, terden elbisesinin ıslanmış olduğunu gördüm ve: "Bu ne hikmettir?" diye sordum. O da, şöyle cevap verdi: "Ben burada, Allah-u Zülcelal'e karşı bir günah işledim. Buraya geldiğim zaman, günahımı hatırlıyorum. Allah-u Zülcelal'e karşı haya ediyorum ve o hayadan dolayı terliyorum."

Keşke herkes onun gibi olsa! Herkes Utbetü'l-Gulam gibi olmalıdır. O, Allah'ın kulu idi, biz Allah'ın kulu değil miyiz? Hepimiz öyle olmalıyız. Hz. Ebubekir Sıddık (S.A)'ın bir sözüne göre, Allah-u Zülcelal'in karşısında günah işlememek, salih amel işlemekten daha efdaldir. Allah'ın huzurunda, insan günah işlemezse, onun ibadetleri daha kıymetlidir. İnsan, hatalarından dolayı Allah-u Zülcelal'den böyle haya edip korkmalıdır. Günahları aklına geldiğinde, kalbi titreyip gözlerinden yaş akmalıdır.

İslam dininde liderlik yapan kimseler, kendilerine diğer insanlardan daha fazla dikkat etmelidirler. Çünkü diğer insanlar onlara tabi olacaklardır. İster iyi yapsın ister kötü, diğer insanlar onlara uyacaklardır. İsrailoğullarından bid'at ehli, insanları dalalete sürükleyen bir alim vardı. Sonradan hatasından döndü, tevbe etti, bağışlanması için Allah'a yalvardı. Allah-u Zülcelal zamanın peygamberine şöyle vahyetti: "Onun günahı, sadece onunla benim aramda olsaydı, onu affederdim ama o, bu kadar insanın cehenneme girmesine sebep oldu. Onların günahı ne olacak?"

Demek ki, âlim iyi olduğunda, diğer insanların iyi olmasına sebep olur. Kötü olduğunda ise diğer insanların da kötü olmasına sebep olur. Eğer o âlimin günahı, sadece kendisiyle Allah arasında olsaydı, Allah onu affederdi. Arkamızda bir kişi de olsa buna çok dikkat etmek lazımdır. Cennete girmekle cehenneme girmenin arasındayız. Onun için özellikle lider ve alim olan kimseler, ellerinden geldiği kadar dikkatli olsunlar. Çünkü diğer insanlar onlara bakmaktadırlar. Baktıkları zaman da örnek aldıkları o insanlar gibi davranmaktadırlar.

Lider ve alim olan kimseler, daima hayırlı işlerde bulunsunlar ki, bu sayede onları örnek alanlar da hayır işlesinler ve onların sevabına ortak olsunlar.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Hakiki Alimler

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com: Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kendisinde şu üç şey bulunmayanın ilmine itibar edilmez. Çünkü o ilmin bir menfaatı yoktur: Birincisi halim olmak ...” Hilim (yumuşak huyluluk) sahibinin makamı, peygamberlik makamına çok yakındır. Bu halimlik, cahilin yapmış olduğu bir hakarete, zulüme karşı sahibini muhafaza etmezse, ona itibar edilmez.

Enes bin Malik’ ten (R.A) rivayet edildiğine göre, bir bedevi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’ in yanına gelip, mübarek cübbesini sert bir biçimde çekti. Öyle ki cübbesi, Peygamber Efendimiz(S.A.V)' in boynunda iz bıraktı. Bedevi dedi ki: “Ya Muhammed! Yanında bulunanlardan bana da biraz ver!” Peygamber Efendimiz (S.A.V) ona döndü ve tebessüm ederek, etrafındakilere o adama bir şey vermelerini emretti.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) ahlâken çok halimdi. Ciltler dolusu kitap yazsak dahi, onun hilmini tam manası ile anlatamayız. Onun için denizden bir damla da olsa, ona mutabaat yapmamız, bizim için büyük sermayedir. “İkincisi vera...”. Bir kimsenin takvası ve verası, kendisini günahlardan muhafaza etmiyorsa, o kimsede hayır yoktur ve ona itibar edilmez. Daima Allah-u Zülcelal’ in bildirmiş olduğu emir ve nehiye riayet edip, Allah-u Zülcelal’ in kudret ve azametinden korkarak, günahlardan kendimizi muhafaza etmeliyiz.

Zira Allah-u Zülcelal, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Hidayet ve rahmet, Allah’tan korkanlar içindir.” (Araf;154)

“Üçüncüsü güzel ahlaktır.” Bu da, insanlarla muaşeret kurallarına uygun ve edep üzere iş görmektir.

Nefsimiz eğer bunları yapamıyorsa - zira başta da belirttiğimiz gibi nefis günahlara meyilli olarak yaratılmıştır - o zaman Allah-u Zülcelal’ den bunları yapabilmek için kuvvet istememiz lazımdır. Bakınız! Allah-u Zülcelal, Peygamber Efendimiz’ i o kadar şerefli ve hürmetli yaratmasına rağmen, daima şöyle dua ediyordu: “Ya Mukallib’ul-kulub, sebbit kalbi âlâ dinike ve taatike.” “Ey kalbleri çeviren (Allah-u Zülcelal)! Benim kalbimi, kendi dinin ve itaatinde sabit kıl.”

Peygamber Efendimiz’ in bu duası, çok geniş bir manadadır. Dini ve taati, kulluğu denildiği zaman, her türlü şey içerisine girmektedir. Bir kimse bu şekilde dua ettiği zaman, Allah-u Zülcelal de kabul edip başarıya ulaştırdığında, o kimsenin işi çok kolay olur. Dinine yönelir ve yaptığı taat ve ibadetlerden zevk alır. Günahlardan da kendisini muhafaza etme gayretinde olur.

Bu şekilde olduğu zaman da, nefis günahlara ve hatalara meyilli olarak yaratıldığı halde, Allah-u Zülcelal’ in ayet-i kerimede: “Ancak Rabbinin şefkat ve merhamet gösterdiği nefisler (bundan) müstesnadır.” (Yunus; 53) buyurduğu, merhamet edilenlerin grubuna gireriz. Ancak, bunun için Allah-u Zülcelal’ den kuvvet istemeliyiz. Evet, vücudumuzun çobanı olan kalbimiz ıslah olduğu zaman, bütün azalarımız ıslah olacaktır. Allah-u Zülcelal, hiç bir kuluna zulüm yapmaz. O (C.C), kullarına karşı ziyadesiyle merhamet sahibidir. Çünkü O’ nun merhameti, gazabından daha fazladır. Tabii insan da buna karşılık olarak, kendi nefsine karşı biraz şefkat ve merhamet sahibi olmalıdır.

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah, kendi kullarına zulüm yapmaz. Ancak onlar kendi nefislerine zulüm yaparlar.” (Yunus;44)

Biz kendi nefsimize, bilerek zulüm ve hakaret etmek suretiyle, onu cehenneme atıyoruz. Yoksa, Allah-u Zülcelal bize zerre kadar zulüm ve hakaret yapmaz.

Tevbe-i Nasuh

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com : Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler, İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." (Furkan; 70)

Nasuh tevbesi demek; geçmişte işlenen günahlara pişmanlık duymak, derhal o günahlardan sıyrılıp çıkmak, bir daha da o gibi günahlara girmemeye de kesin kararlı olmaktır. Tevbe tüm hayırların anahtarıdır ve mü'minlerin kurtuluşu tevbededir.

Hasan-ı Basri' den rivayet edildiğine göre, Allah-u Zülcelal şeytanı dergahından kovunca, şeytan Allah-u Zülcelal'e: "Ululuğun hakkı için, ademoğlunun ruhu cesedinden ayrılmadıkça, bende onu rahat bırakmam." dedi. Allah-u Zülcelal de şeytana şu cevabı verdi: "Ululuğum ve yüceliğim hakkı için, ben de kulumun canı boğazına gelinceye kadar tevbe kapısını önünde açık tutarım."

Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelal Davud (A.S)'a şöyle buyurmuştur: "Ey Davud! Benden yüz çevirenleri benim nasıl beklediğimi, günahları terk edip bana yönelenleri nasıl arzu ettiğimi bilseydiler, hemen bana yönelirlerdi. İşte benden yüz çevirenlere karşı muamelem budur. Bana yönelenlere karşı muamelemin nasıl olacağını sen düşün!"

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki; bilindiği gibi her baba çocuğunu aşık olmuşcasına sever. Bir çocuk aniden babasından yüz çeviripte kaçarsa, o şevkatli baba bir an önce çocuğunun evine dönmesini ister. Allah-u Zülcelal'in merhameti kulların merhametinden daha fazladır. Herkes kendisine sormalıdır! Bu kadar şevkat ve merhamet sahibi olan Rabb'imize, muhabbet beslemek, tevbe edip O'na layık bir kul olmaya çalışmak hak değil midir?

İnsan ne isterse Allah-u Zülcelal onu o kuluna veriyor. İnsanın tek çaresi hatalarını itiraf edip, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Zülcelal'e yönelmektir.

Allah-u Zülcelal' in kullarına dönük rahmetine ve esirgeyiciliğine bakın! O, ne kadar çok merhamet sahibidir. O kullarını affetmek için küçük bir bahane arıyor. Onun için her zaman tevbe ederek Allah' a yönelmeliyiz ve beş vakit namazı zamanında kılmaya gayret etmeliyiz. Çünkü Allah-u Zülcelal, beş vakit namazı, büyükleri dışında kalan tüm günahlardan arınma vesilesi kılmıştır. Gerçekten eski insanlar bir defa Allah-u Zülcelal' e söz veriyorlardı ve bir daha sözlerinden dönmüyorlardı.

Hasan-ı Basri bir gün, arkadaşları ile yolda yürüyordu. Karşısına devlet erkanının çocuklarından biri çıktı, hizmetçileri ve yardımcıları da beraberinde idi. Kendisi de atın üstündeydi. Hasan-ı Basri yol ortasında durdu ve: "Ey Emiroğlu, ben bir cümle satıyorum, alır mısın?" dedi.

Emiroğlu: "Kaç dirhem gümüşe satıyorsun?" diye sordu. Hasan-ı Basri: "Bir dirhem gümüşe sattığım var, iki dirhem gümüşe sattığım var." dedi. Emiroğlu: "Önce, bana bir dirhem gümüşe sattığın cümleyi söyle." dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Ey Emiroğlu, senin evin var mı?" diye sordu. O da: "Var!" dedi.

Hasan-ı Basri: "O evi sen mi yaptırdın, yoksa sana miras mı kaldı?" diye sordu. Emiroğlu: "Ben yaptırdım." diye cevap verdi. Hasan-ı Basri: "Ne kadar sürede yaptırdın?" diye sordu. Emiroğlu: "Şu kadar sürede yaptırdım." dedi. Hasan-ı Basri: "Neden daha kısa bir sürede yaptırmadın?" diye sordu. Emiroğlu: "O binanın taşını taşıyan eşeğe acıdım, bunun için de, kısa zamanda yapamadım." dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Ey Emiroğlu, başkasının eşeğine acıyorsun. Ama günahların, masiyetin yükünü çeken nefsine acımıyorsun. Hem de günahlar, masiyetler dağlar, tepeler gibi yığılmış iken!" dedi.

Hasan-ı Basri' nin bu sözü Emiroğlu'na tesir etti. Hemen atından indi, Hasan-ı Basri'nin elini öptü ve: "Ya Şeyh, iki dirhem gümüşe sattığın cümleyi de bana söyle!" dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Emiroğlu: "Kardeşlerle bir memurluk meselesi için devlet başkanının yanına gidiyorum." diye cevap verdi. Hasan-ı Basri: "Haline bir bak ki, değerli elbiseler giymişsin. Güzel kokular sürünmüşsün ki; onlara karşı mahcup olmayasın. Halbuki, onlar da senin gibi bir insan! Yarın Peygamberlerin, salih zatların yanına gittiğin zaman; bu kadar çok günahla, isyan kiri ile utanmayacak mısın?" dedi.

Bu sözler Emiroğlu'na daha çok tesir etti. Hemen atını kölesine bağışladı. Bundan sonra Hasan-ı Basri'nin elini tutup tevbe ve biat etti. Ölünceye kadar ibadet ve taat işleri ile meşgul oldu.

İşte onlar tevbe ettikten sonra, bir daha aynı hatayı işlemiyorlardı. Allah-u Zülcelal' in merhametine sığınıp günaha dönmüyorlardı. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir." (Şura: 25)

Abdullah İbn-i Mes'ud (R.A)' dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"Günahından tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir." (İbn Mace)

Yani insan, anasından doğduğu zaman, nasıl günahsız ve tertemiz olarak dünyaya geliyorsa, günahından tevbe eden kimse de anasından yeni doğup, günahsız ve tertemiz dünyaya gelmiş gibi olur. Allah-u Zülcelal çok merhametlidir. Bizlere çok büyük bir nimet olarak tevbe kapısını açmıştır.

Anlatıldığına göre bir adam, bir gün pazara gidip bir hıristiyan köle satın alır ve İslam dininin güzelliğini köleye anlatır. Köle kelime-i şehadet getirerek müslüman olur. Sonra, hesap yapabilmesi için köleye rakamları öğretmeye çalışır. Adam bir dediği zaman köle de bir der. Adam iki dediği zaman, köle: "Hayır iki diyemem, ben Allah'a söz verdim. Çünkü ben bir olan Allah'a secde ediyorum." diye karşılık verir. Kölenin efendisi de, köleyi Allah için azad eder.

İşte onların Allah'a bağlılıkları böyleydi. İnsanın Allah-u Zülcelal'e karşı vermiş olduğu sözde durması lazımdır. Evet, Allah-u Zülcelal çok merhamet sahibidir. Allah'ın merhameti neredeyse o tarafa meyilli olalım. İslam tarihine baktığımız zaman, İslam dinine göre, şimdiki insanların davranışları ile o zamanki insanların davranışları birbirinden çok farklıdır. Bunun için Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmamız lazımdır.

Cüneyd-i Bağdadi şöyle anlatmıştır:

"Bir gün rüya aleminde ya da hal esnasında gördüm ki, şeytan çıplak olarak insanlarla oynuyor. Ona dedim ki: "Ey Lain, sen o kadar hayasızsın ki, insanlarla çıplak olarak oynuyorsun." Şeytan: "Bunlar insan mıdır? Bunlar insan değil ki, ben onlardan haya edeyim. Bunların Allah ile hiç bir alakası yoktur." diye karşılık verdi. Ona: "Peki seni yakan insanlar kimdir?" diye sordum. Şeytan "Filan camiye git, orada bazı insanlar görürsün, işte onlar beni yakıp mahvettiler." diye cevap verdi. Şeytana: "Onlar seni ne ile yakıyorlar?" diye sordum.

Şeytan: "Ben onları aldatmak için yanlarına yaklaşıyorum; hemen "Allah" diyorlar. Bu sebeple beni yakıyorlar." diye cevap verdi. Bu halden sonra uyandım baktım ki, gece yarısıdır. Hemen o camiye gittim. Oradakilere selam verdim ve birisi bana dönerek: "Sen o köpeğe inanma!" dedi. Anladım ki onlar, benim bu halimden haberdardırlar." İşte onlar, daima Allah-u Zülcelal ile beraber bulunuyorlardı. İnsan Allah' la beraber bulunduğu zaman, Allah-u Zülcelal' in kudret ve azametinin karşısında kimsenin duramayacağını anlar.

Onun için sahabeler, Hz. Peygamber (S.A.V)'e:

"Ya Rasulallah, Allah'ın velileri kimdir?" diye sormuşlar, Hz. Peygamber (S.A.V) de şöyle cevap vermiştir: "Görüldüklerinde Allah'ı hatırlatan kimselerdir." (İbn Mace, İbn Ebi'd-Dünya)

Çünkü evliyalar daima Allah-u Zülcelal'den bahsederler. Onun için her zaman iyi kişilerle beraber olup, onların sohbetlerine gitmek gereklidir.

Bir mürşid-i kamile: "Sizin işiniz nedir, ne ile meşgulsunuz?" diye sorduklarında: "Bizim işimiz, çözmek ve bağlamaktır." cevabını vermiş, tekrar: "Bağlamak ve çözmek ne demektir bizi aydınlatır mısınız?" diye sorduklarında, şöyle cevap vermiştir: "Biz, bize gelen kimselerin kalplerini dünyadan çözer, ahirete bağlarız."

İşte bu söz, çok doğru bir sözdür. Allah'a ulaşabilmek için bir Allah dostuna ihtiyaç vardır. İnsan ancak bir Allah dostu vasıtasıyla Allah'a ulaşabilir. Bu yolu takip etmek lazımdır, aksi halde Allah'a ulaşmak çok zor olur. İnsan devamlı zikir ve sohbet meclislerine gittiği zaman, günahkar da olsa,. Allah-u Zülcelal'in af ve mağfiretine mazhar olur. Nasıl, kar güneşin karşısında eriyorsa, günahlar da o şekilde eriyip yok olur.

Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:

"İyi insanla kötü insanın yanında oturanların hali, misk satanla demirci körüğü çekenin yanlarında oturanın hali gibidir. Miskçinin yanında oturursan ya sana misk verir veya satın alırsın, yahut onun güzel kokusundan faydalanırsın. Demirci körüğü çekene gelince, ya elbiseni yakar, yahut onun pis kokusundan rahatsız olursun." (Buhari, Müslim)

Anlatıldığına göre, Ka'bü'l-Ahbar şöyle demiştir:

"Allah-u Zülcelal mahlukatı yaratmadan önce iki cümle yazıp Arş'ın altına astı. Bu cümlelerden birincisi şöyledir: Kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm iyi kulların amelleri kadar iyi amel işlese bile ben onun tüm amellerini kötülüklere çevirerek kıyamet günü kendisini kötülerle birlikte haşrederim.

Diğer cümle de şöyledir: İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, tüm kötülerin kötülükleri kadar günah işlese bile, ben onun kötülüklerini iyi amellere çevirerek kıyamet günü, kendisini iyilerle birlikte haşrederim." Bilindiği gibi, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan kimse, iyi amellerini bir kenara bırakır ve kötülüklere yönelir. İyi arkadaşlarla düşüp kalkan kimse ise, kötü amelleri bırakır, pişman olur ve iyi amellere yönelir.

Evliyalarla, salih kimselerle beraber olan kişilerin Allah' a muhabbetleri artar. Marifetullah sahibi olurlar. İbadetler tatlı gelmeye başlar, günahlar ise onlar için çirkinleşir, iğrençleşir. Allah' ın aşkı, sevgisi kalplerine dolar. İnsan ibadetlerinde ne kadar kusurlu olduğunu, nefsinin ne kadar zelil olduğunu, Allah' ın azametine karşı kendi acizliğini anlar. İşte bunlar iyi kişilerle, evliyalarla beraber olmanın faydalarıdır.

Onun için insan Allah-u Zülcelal'in yolunda sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmek için daima iyi kişilerle birlikte olmalıdır. Böyle kimselerle beraber olmak hem Allah-u Zülcelal'i, hem Hz. Peygamber (S.A.V)'i hem de evliyaları razı eder.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

Ölüm, Ecel ve Azrail (A.S)

http://sabrikontek.azbuz.com http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com : “Her nefis ölüm tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Al-i İmran; 185 )

“De ki; Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da hem gizliyi hem de aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz.” (Cuma; 8)

Başka bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran; 185)

Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:

“Eğer hayvanlar, ölüm hakkında insanoğlunun bildiklerini bilselerdi, onlardan semiz bir et yiyemezdiniz.” (Beyhaki)

Ölüm her insanın karşılaşacağı bir olaydır. Allah-u Zülcelal’in yaratmış olduğu her canlı mutlak surette ölümü tadacaktır. Mademki her nefis ölümü tadacaktır, öyleyse onun gereğini yerine getirmek gerekir. Peki onun gereği nedir? Onun gereği Allah-u Zülcelal’in bildirmiş olduğu emir ve nehyleri yerine getirmek ve ölümden gafil kalmamaktır. Çünkü ölümden gafil kalan kimse, ölüm anı ve ölümden sonrası için hiçbir hazırlık yapmaz.

Abdullah bin Ömer (R.A)'den rivayet edildiğine göre; Bir adam, Hz. Peygamber (S.A.V)'e gelerek:

“Ya Resulallah! İnsanların en akıllısı ve en dirayetlisi kimdir?” diye sorunca; Hz. Peygamber (S.A.V) buyurdu ki: “Ölümü en çok hatırlayan, ölüme en çok hazırlanandır. İşte bu kimseler hem dünya, hem de ahiret şerefine nail olmuşlardır.” (Taberani)

Esasen insana, nasihat olarak ölüm yeter. Çünkü ölüm, çok ibretli bir olaydır. Eğer ki insan ölümden herhangi bir ibret ve nasihat almıyorsa, bu kalbinin katı olmasından dolayıdır. Onun için ölümü çok hatırlamak lazımdır.

Halife Ömer b. Abdulaziz, daima alimleri bir araya toplar, ölümden bahsettirir, ölümü duyunca da ıslak bir kuşun ıslaklığını gidermek için çırpınması gibi çırpınırdı. İbn-i Şirin’in yanında ölümden bahsedildiği zaman, kendisi ölmüş gibi uyuşurdu.

Ölümü düşünmek ve onu kalbe yerleştirmek için en faydalı yol; daima akrabalarının, arkadaşlarının, dost ve ahbablarının ölümünü ve toprağın altındaki hallerini düşünmektir.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Ölüm meleği, her eve günde üç kere bakar. O evde kim rızkını bitirir ve ömrünü tüketirse onun ruhunu alır. Melek, onun ruhunu alınca, evdekiler onun için ağlamaya başlarlar. Melek evden çıkarken dönüp onlara şunu söyler: “Bu benim bu eve son gelişim değildir. Ben hepinizi alıp götürene kadar buraya gelip gideceğim.” Ev halkı meleğin bu sözünü duyabilselerdi, öleni bırakıp kendileri için ağlarlardı.”

Ömer bin Abdülaziz demiştir ki: “Her gün sabah veya akşam, Allah'ın divanına giden birini yolcu ettiğinizi görmüyor musunuz? Onu yerin bir çukuruna koyarsınız. Yastığı topraktır. Dostlarını geride bırakmış ve maişeti kesilmiştir.”

Ölümün kalbe yerleşmesinin bir yolu da dünyanın geçici olduğunu ve kabir hayatını düşünmektir. İnsan şayet dünyanın geçici olduğunu ve bir gün ölümle sona ereceğini ve vücudunun kabirde çürüyüp toprak olacağını düşünürse, ölümden hiç gafil olmaz.

Rivayet edilmiştir ki; İbn-i Muti bir gün evine bakarken evin güzelliğine hayran kaldı ve sonra hüngür hüngür ağlayarak şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, eğer ölüm olmasaydı, seninle mutlu olur, sevinirdim. Eğer varacağımız kabirlerin darlığı olmasaydı, dünya ile gözlerimiz aydınlanırdı.”

Anlatıldığına göre bir zengin güzel bir köşk yaptırmıştı. Onu hazır hale getirince, tanıdığı bir alimi götürüp onu gezdirdi. Alim, köşkü gezdikten sonra adama: “Köşkün çok güzeldir. Fakat bir kusuru vardır ki, bütün güzelliğini gölgelemiştir.” dedi. Adam telaşla: “Bu kusur nedir?” diye sorunca, alim şu şekilde cevap verdi: “O kusuru şimdiye kadar hiç kimse giderememiştir. O, ölüp burayı terketmektir.”

Dünya bir saatten ibarettir. Bu dünyaya aldanıp baki olan ahiret hayatını tehlikeye atmak çok yanlıştır. Akıllı ve Allah-u Zülcelal'in rızasına talip olan kimseler, bütün bunlara bakarak, ölümü hatırlayıp, yolculuğunun uzunluğunu düşünerek, taat ve ibadete sarılarak, ahiret hayatı için hazırlık yapmalıdır.

Ahirete gidip, orada pişman olarak, ölümü temenni etmektense, bu dünyada pişman olup ölüme hazırlanmak daha iyidir.

Rivayet edilmiştir ki: İsrailoğullarından bir adam, büyük bir servet biriktirdi. Ölümü yaklaştığı zaman çocuklarına: “Servetimin her türünden bana getirin.” dedi. Çocukları, servetin her çeşidinden getirip adamın önüne koydular. Adam bu malları görünce ağladı. Azrail (A.S) onu böyle görünce şöyle dedi: “Seni böyle ağlatan nedir? Sana bu serveti veren Allah’a yemin ederim ki, ruhunla bedenini birbirinden ayırmayıncaya kadar evinden çıkmayacağım.”

Bunun üzerine adam: “Ne olur bana mühlet ver de servetimi hak yolunda dağıtayım.” dedi Azrail (A.S) buna karşılık şöyle cevap verdi: “Olmaz! Fırsat kaçtı. Sana verilen mühlet bitti. Ecelin gelmeden evvel bunu yapacaktın.”

Görüldüğü gibi, adam ölümü anı gelip bu biriktirdiği mallardan ayrılacağını anladığı vakit, ebedi olan ahiret hayatı için bir şey biriktirmeye çalışmadığı için fakirliğini gördü ve Azrail (A.S)’den mühlet istedi.

Oysa Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“Ecelleri geldiği zaman da, onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de ileri geçebilirler.” (Nahl; 61)

Buna göre, bir gün ölümle karşılaşacağının kesinliğine inanmış olan bir kimse bir yandan salih ameller işlerken diğer yandan da günahlardan kaçınarak ölüme hazırlanmalıdır.

Unutmayalım! insanın dünyada yaşadığı hayatın her anının hesabını vereceği o büyük gün mutlaka gelecektir. Ölüm, dünya hayatının tüm güzelliklerinin son bulduğu bir andır, ama aynı zamanda da ahiretteki sonsuz yaşamın başlangıcıdır.

O gün Allah'a ve karşılaşacakları bu güne inanmış olanların ruhu hamurdan kıl çekmek gibi, inkar edenlerin ruhu ise diken ağacından tülbent çekmek gibi çekilir.

Ayet-i kerimede:

“Beni zikredin, bende sizi zikredeyim.” (Bakara; 152)

buyurulmuştur. Bizim O’nu zikretmemiz, dünyadayken O’nun emirlerine itaat edip, Salih amelleri işleyip günahlardan kaçınmamızdır. O’nun bizi zikretmesi ise, bu zor yerlerde imdadımıza gelmesi ve bizlere yardım etmesidir.

O halde akıllı bir insan gibi nefsine sor; ruhunun hamurdan kıl çekmek gibi kolay çekilmesini mi, yoksa diken ağacından tülbent çekmek gibi çekilmesini mi istersin. Tabi ki nefis güzel olanı ister.

O zaman anlatılanları sadece okumakla kalma, kalp gözüyle görerek yaşa ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yap.

Çünkü her şeyin üzerinde insanın en büyük kazancı kuşkusuz Allah’ın rızasıdır.