18 Mayıs 2015 Pazartesi

Allah'a Gönülden Boyun Eğelim

Allah-u Zülcelâl, kullarına karşı kıyamet gününde nasıl muamele edeceğini, Rablerine gönülden bağlananlara nasıl mükâfat vereceğini bize bir ayet-i kerimede şöyle beyan etmiştir: “İman edip, salih ameller işleyen ve Rablerine (ihbat edip) gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Hud; 23) Yani o kullar ki, Allah-u Zülcelâl’in zatına taliptirler; Allah-u Zülcelâl onların yanında her şeyden daha mühimdir. Bu ayet-i kerimede iman edenler ve amel-i salih işleyenler ve “Rablerine ihbat edenler” buyruluyor. İhbat etmek, kalbi tatmin olmuş şekilde Allah'a gönülden bağlananlar demektir. Böyle kullar, cennetin nimetlerine ermek için veya cehennemin azabından muhafaza olmak için değil, sadece Allah’ın zatına karşı rağbet ederek Allah'a kulluk ederler. İnsan böyle yalnız Allah'ın rızasına talip olursa o zaman her şey onundur. Allah-u Zülcelâl onu cehennemden muhafaza eder, cenneti de ona nimet olarak verir. İnşallah Allah o iman edenlere ne istiyorsa verecektir. Allah-u Zülcelâl, nefsi mutmain olmuş, gönülden boyun eğmiş kullarımı müjdele buyuruyor: “Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a gönülden boyun eğenleri (Muhbitleri, ihbat edenleri) müjdele.” (Hac, 34) İnsan Ne Kadar Hırslıdır İnsan bu dünyada ne kadar yaşamışsa o derecede kabre yaklaşmış oluyor. Fakat tabiatı gereği ne kadar yaşlanırsa, hırsı ve tamahı da o kadar fazla oluyor. Hz. Enes radıyallâhu anhu anlatıyor: "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İnsan yaşlandıkça, iki şeyi gençleşir: “Mala karşı hırsı ve yaşamaya karşı hırsı." (Buharî, Rikâk 5; Müslim, Zekât 115,) Hâlbuki insan saat saat, dakika dakika, her gün kabrine doğru biraz daha yaklaşıyor. Bazı insanlar o kadar kabirlerine yaklaşmışlar ki kefenlerini dahi hazırlamışlar. Buna rağmen: “Ben ilerde şöyle şöyle yapacağım” diyerek dünyaya dalmaktalar. Bu ne kadar hatalı bir davranıştır. Lain şeytan bizim düşmanımızdır, devamlı olarak bizi Allah’ın rızasından alıkoymak için çalışıyor. Bakın şeytan: “Kul kırk yaşına yaklaştığı zaman onun hayrı şerrinden daha fazla değilse yani sevabı günahlarından fazla değilse, onun iki gözünün arasını öperim ve “Bu yüze canım feda olsun! Bu artık iflah olmaz!”derim.”diyor. Kırk sene yaşamış bir kişinin hayrı şerrinden fazla değilse ve hala günah işlemeye devam ediyorsa; o zaman şeytan o kişinin alnından öpüyor, “Benim canım sana feda olsun. Bu kişi benimle beraber cehenneme girecek.” diyor. Hemen hemen hepimiz kırk yaşına yaklaşmışız. Kırk yaşına geldiğimiz zaman sevaplarımızın günahlarımızdan fazla olması gereklidir. Önceden işlediğimiz günahlarımızdan da tövbe etmeliyiz. Ondan sonra yaşadığımız her gün ise sevaplarımız günahlarımızdan fazla olması için çalışmalıyız. Ta ki kıyamet gününde, inşallah, sevaplarımız günahlarımızdan fazla olsun. Bir zerre miktarı, sevaplar günahlardan fazla olursa cennete gireceğiz, inşallah. Bir hata yapıp da nefsimize mağlup olduğumuz zaman, hemen tövbeye koşalım. Allah-u Zülcelâl’in merhametinin kapısı olan tövbe kapısını kapatmadığı için bizim daima o kapıda durarak Allah’a yalvarmamız gerekiyor. Tövbe etmek niyetiyle, Allah’ın o merhamet kapısına gittiğimiz zaman, Şeytan “Bu yüze canım feda olsun. Bu artık iflah olmaz.” demek yerine, başına kül atıyor ve “Eyvah! Yazıklar olsun bana! Bu kadar emek sarf ettim, günah yaptırdım, sonra bütün o günahları Allah affetti ve sevaba çevirdi.” diyerek kendi kendine kahroluyor. Bu sebeple insanın kurtuluşu tövbedir. Allah-u Zülcelâl’in kahır ve azap kapısı olduğu gibi lütuf, merhamet ve şefkat kapısı da vardır. Hangisini istersen o kapıyı çalabilirsin. Allah’ın sana rahmet etmesini istiyorsan merhamet kapısını çal, şefkat kapısını çal. Eğer günah kapısını çalarsan o zaman kendini Allah’ın azabına müstehak edeceksin. Bu noktada Allah insanı serbest bırakmıştır. Yani cüz-i ihtiyar ile seçebileceği her iki kapı da insanın önündedir. Günaha, gaflete yönelmek, kahır kapısını çalmaktır. Tevbe edip, ilim ve salih amel yapmak ise merhamet kapısını çalmaktır. Nasıl ki bu dünyada başımız sıkışınca, bir insan başka bir insandan dahi merhamet istiyor; “Kardeşim bana zulmetme, bana hakaret etme, bana yardım et.” diyor. Hâlbuki o da senin gibi zayıf bir kuldur. Ama ondan merhamet istiyor. Fakat Allah öyle kudret ve azamet sahibidir ki, Neuzubillah, insan onun azap kapısını çalarsa sonunda kendini helak eder. Onun için elimizden geldiği kadar daima Allah-u Zülcelâl’in lütuf, merhamet, şefkat kapısını çalalım inşallah. Allah-u Zülcelâl Davud aleyhisselama: “Ya Davud! Kim benim kapımı çalmış da ben açmamışım?” diye buyurmuş. Allah-u Zülcelâl’in merhamet kapısını çaldığımız zaman merhametle bize muamele edecektir inşallah. Namaz kıldığımız, zikir yaptığımız, Kur’an okuduğumuz, hayır yaptığımız zaman, Allah-u Zülcelâl’in kapısını çalmış oluyoruz. Hiçbir zaman günah veya hata ile Allah-u Zülcelâl’i gazaba getirecek olan hareketler yapmayalım. Çünkü bu hareketlerle onun azap kapısını çalmış oluyoruz. Eğer o kapıyı açarsa helak oluruz. Bir hata yaparak nefsimize mağlup olduğumuzda, “Özür dilerim ya Rabbi. Ben hata yaptım, ama şimdi pişman oldum. Bir daha yapmayacağıma sana söz veriyorum.” diyerek hemen tövbe kapısını çalalım inşaallah. İnsan hangi kapıyı çalarsa Allah o kapıyı açacaktır. Allah-u Zülcelâl Kalbimize Bakıyor Allah-u Zülcelâl bizim Rabbimizdir, kudret ve azamet sahibidir. Devamlı olarak kalbimize bakmaktadır. Kalbimiz O’nun nazargâhıdır. Hz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9) Bizler de Allah kalbimize baktığı için kalben O’nun zatına karşı hararetli olalım. Eğer biz Allah'a gönülden bağlanarak, sadece O’nun Zatına talip olursak bize cennet nimetlerinden daha büyük bir nimetini, cemalini lütfedecek. Hz. Ali radiyallahu anhu şöyle anlatıyor: “Cennetlikler cennete girdikten sonra Allah-u Zülcelâl, meleklerine: “Dostlarıma yemek verin.” buyurur. Bunun üzerine, oraya türlü türlü yiyecekler getirilir. Cennetlikler, bu yiyeceklerin her lokmasında farklı bir lezzet bulurlar. Yemekler bitince, Allah-u Zülcelâl: “Kullarıma içecek sunun” buyurur. Bunun üzerine ortaya türlü türlü içecekler getirilir. Cennetlikler bu içeceklerin her yudumunda, diğerlerinde bulunmayan bir lezzet bulurlar. İçecekler bitince Allah-u Zülcelâl: “Ben sizin Rabb'inizim, size verdiğim sözü gerçekleştirdim. Şimdi canınız ne diliyorsa, isteyiniz de vereyim” der. Cennetlikler iki veya üç kere: “Ey Rabb'imiz, biz senin rızanı istiyoruz,” derler. Bunun üzerine Allah-u Zülcelâl kendilerine şöyle buyurur: “Ben sizden razıyım. Üstelik bugün, tarafımdan size bundan daha fazlası bağışlanacaktır. Ardından perde kalkar, cennetlikler Allah azze ve cellenin cemalini görürler. Cennetlikler Allah'ın cemalini görünce, derhal secdeye kapanırlar ve Allah'ın dilediği sürece secdede kalırlar. Arkasından Allah-u Zülcelâl kendilerine: “Kaldırın başlarınızı, burası ibadet etme yeri değildir.” buyurur. Cennetlikler Allah'ı görünce, oranın tüm nimetlerini unutuverirler, onlara diğer bütün nimetlerden daha tatlı gelir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, “Gökteki şu Ay’ı nasıl net görüyorsanız, (Cennette) Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz. O’nu görmekte sıkışıklığa düşmeyeceksiniz. O’nu rahatça göreceksiniz.” Buyuruyor. (Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633) İşte, bu güzel nimetler bizi bekleyip dururken, dünyalık zevklerin peşinde koşup durmak çok büyük bir hatadır. Allah'ın rızası için kalbimizde binlerce merak bulunduralım. Allah-u Zülcelâl o zaman bütün azalarımızı sevaplarla, taatle meşgul edecektir. Kim kalbini temizleyerek selamete çıkarırsa, Allah-u Zülcelâl onun zahiri azalarına sahip çıkar. O sahip çıktığı zaman inşallah gözümüzü, elimizi, ayaklarımızı ve her azamızı hayırlarda kullanacaktır. Allah-u Zülcelâl kalbimize baktığında “Ben hakikaten Allah’ın rızasına talibim.” isteğini görsün. Yani kalp böyle istesin. Sadece dille söylenilmesin. Belki de dil hiç söylemesin. Ben dile hiç itibar etmiyorum. Ben ruha, kalbe, sırra itibar ediyorum. Çünkü Allah oraya bakıyor. Hâşâ huzurdan, münafıklar da dille “İman ettik,” diyorlar. Fakat Allah’ı kalben inkâr ediyorlar. Onun için hem kendimden hem sizden sadece dil ile değil, kalp ile istiyorum. Müminin Bayramları İnsan dünyanın sadece zahirine baktığı zaman dünyanın sevgisi ahirete galip geliyor. Fakat derin bir düşünce ile bakarsa dünyanın mahiyetini, ahiretin mahiyetini, kendi sonunun nasıl olacağını düşünürse dünyanın ne kadar adi, ahiretin ise altın cevheri gibi değerli olduğunu anlayacaktır. İnsan önce dünyayı sever. Fakat kendi sonunu ve dünyanın fani olduğunu düşünürse dünyaya olan muhabbetin yerini baki olan ahiretin muhabbeti alacaktır. Fakat insan ahiretin hakikatini düşünmediği ve idrak etmediği zaman zahiri olarak dünyaya muhabbet besliyor. Enes bin Malik radıyallahu anhu, buyuruyor ki: “Mümin için şu bayramlar vardır: Birincisi, Allah’a karşı günah işlemediği gün onun bayramıdır. İbadetle, zikirle gününü tamamladığı zaman o gün o müminin bayramıdır. Şayet o gün bir hata yapmış ise hakiki olarak Allah-u Zülcelal’e karşı tövbe ederse o da sanki günah yapmamış gibidir, o gün onun bayramı sayılır. İkinci bayramı ise dünyadan imanla ayrıldığı zamandır. Çünkü Peygamberler dahi “Acaba biz imanımızı kurtaracak mıyız” diye korkuyorlardı. Peygamberler dahi son nefeste imansız ölmekten çok korkmuşlardır. Bakmayın biz böyle rahat davranıyoruz, onlar gibi olamıyoruz. Üçüncüsü sırat köprüsünün üzerinden geçtiği ve zebanilerin elinden kurtulduğu zaman da onun bayramıdır. Dördüncüsü cennete girip de Allah-u Zülcelal’in cemaline baktığı zaman. Bunlar onların bayramlarıdır. Kabristanlara baktığımızda sessiz ve sakindir. Hâlbuki bazıları cehennem çukurudur (neüzubillah), bazıları da cennet köşkleridir. Herkes kendi ameline göre kabirde yaşıyor. Bir insan kabirlerin önünden geçtiği zaman kabirdeki ona seslenerek “Kardeşim siz gaflettesiniz, eğer sen bizim bildiğimizi bilseydin senin bütün etin eriyecekti. Ahiret hayatını, bizim gördüğümüzü sen de görseydin üzüntüden senin üzerindeki et eriyip yok olacaktı,” diyorlar. Nasıl ki kar suyun içine ya da ateşe atıldığında eriyorsa senin etin de bu şekilde eriyecekti, diyorlar. Allah-u Zülcelal’e çok hamd-u sena ve şükür edelim ki tövbe etmeyi, Allah sohbeti edilen böyle yerlerde toplanmayı bize nasip etmiştir. Allah-u Zülcelal’e ne kadar şükretsek, hamdetsek yine de azdır. Allah-u Zülcelal’e daha fazla ibadet ederek, zikir yaparak ve bu gibi meclislere devam ederek şükrümüzü arttırmaya çalışmalıyız. Cennete Temiz Girilir Tövbe Allah’ın merhamet kapısıdır. Dünya pisliğinin kokusu çok kötü olup nasıl ki insanı rahatsız ediyorsa işlenilen günahların da çok kabih kokusu vardır ki eğer hissedebilseydik günahkâr insanların yanında oturamazdık. Ama insan zamanla o kötü kokulara alışıyor. Deri tabaklayanların yanına insan ilk gittiği zaman o kokuya dayanamıyor. Fakat orada bir miktar kaldıktan sonra burnu alışıyor, artık koku almıyor. Bizim burnumuz da bu günahların pis kokusuna alışmış. Bütün necasetlerin en kötüsü, en galizi günah necasetidir. Günah necaseti o kadar pis ve kabihtir. Gülistan kitabında Şeyh Sadi Şirazi diyor ki: Bir adam üzerinde necaset bulunduğu halde camiye girecekti. Başka biri “Burası Allah’ın evidir, üzerindeki bu pislikle giremezsin,” dedi. “Allah cenneti o kadar temiz yaratmış ki, insanın üzerindeki bir pislikle camiye girmesine izin verilmiyorsa o zaman günah necaseti ile cennete girmesine nasıl izin verilecek?” dedim ve günahlardan uzak durdum. Eğer günah işlemiş isek samimi olarak Allah-u Zülcelal’e karşı tövbe edelim, Allah bizi günahlardan temizlesin o şekilde cennete günahsız gireceğiz, İnşaallahu Teala. Çünkü Allah-u Zülcelâl : “Allah tövbe ile günahlarından temizlenenleri sever.’’(Bakara; 222) buyuruyor. Demek ki insan tövbe ederse günahlardan da temizlenmiş oluyor. O günahın pisliği ve kokusu insandan gidiyor, tertemiz oluyor. Hepimiz kendi derecemize göre günah ve hata sahibiyiz. Onun için kurtuluş tövbedir ve tövbe yanımızda çok kıymetli olsun. Bütün mümin kardeşlerimize de daima tövbenin ne kadar kıymetli olduğunu anlatalım inşallah. Anlattığımız zaman tövbe etse de etmese de biz karlıyız. Ederse ona sevap oluyor ve biz sebep olduğumuz için sevabından bize de hisse alıyoruz. Eğer tövbe etmezse Allah’ın emir ve nehiylerini anlattığımız için yine sevap kazanmış oluyoruz. Her mümin diğer insanlara, bahusus kötü yolda olanlara yardımcı olmalı, onların hidayetine vesile olabilmek için gayret sarf etmelidir. Bakınız bir kişi tövbe etmiş namazını kılıyor, zikir ve taatini yapıyorsa; akrabasından veya arkadaşlarından namaz kılmayıp oruç tutmayan günahkâr insanları tövbeye davet etmelidir. “Gel kardeşim, bu halin iyi bir hal değildir,” demelidir. Nasıl ki trafik kazası yapanların hemen yardımına koşuyoruz, onları alıp hastaneye götürüyoruz, elimizden ne gelirse yapıyoruz. Günah işleyenleri de böyle kurtarmaya çalışalım. Günah da ahiret yolunun trafik kazası gibidir. Onun için nasıl dünyada birbirimize yardımcı oluyoruz, ahiret bakımından da birbirimize yardımcı olalım. Hatta etrafımızdaki insanlar, mahşerde bizim yakamızı tutup “Sen namaz kılıyordun, oruç tutuyordun. Niye bana da anlatmadın?” diyebilir. Onun için elimizden geldiği kadar akrabalarımıza, arkadaşlarımıza anlatalım. Görevimizi yapalım geri kalanı Allah’a havale edelim inşallah. Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı ameli salih nasip etsin inşallah.