28 Eylül 2024 Cumartesi

Zahir ile Batın Çatışır mı?

İslâm tarihinin belli dönemlerinde, İslâm’ın zahirî hükümlerini öğreten medrese ile, batınî edebini öğreten tasavvuf ehli arasında tartışmalar yaşanmış, bazen de haksız yere birbirlerini incitmişlerdir. Günümüzde de benzer tartışmalara rastlamak mümkündür. Her ki grup da haklı olduklarını ve bunu din adına yaptıklarını söylüyorlar. Eğer her iki grup da haklı ise bu çekişmenin sebebi ne olabilir? Bugüne değin Ehl-i Sünnet çizgiden kopmamış zahir ehli ile batın ehli arasında olagelen çekişmeler iyi incelenirse görülecektir ki, birbirine zıt olan ve çekişen dinin zahir ile batın ilmi değil, bu ilimlere sahip olduklarını söyleyen bazı kimselerin ıslah olmamış nefisleridir. Bazıları zahir ilmi ile batın ilmini ayrı düşünür, ikisini birbirine zıt görür, bunun için batın ilminin reddedilmesi gerektiğini söyler. Bazıları da asıl olanın batın ilmi olduğunu, zahirin şekil, resim ve temsilden ibaret bulunduğunu, zahirdeki ilim ve ibadetlerin ancak avam halkı ilgilendirdiğini, hali ileri ve yüksek olanların bu tür sorumluluklardan kurtulduğunu söyleyerek dinin temelini oluşturan zahiri ilimleri ve amelleri terk eder. Üzülerek belirtelim ki, her iki grup da İslâm aleminde büyük fitne ve yıkıma sebep olmuşlardır. Birinci grup Kur’an ve Sünnet üzere kurulu tasavvufu inkâra kalkmış, ikinci grup ise tasavvufu kötü emellerine malzeme yapmıştır. Zahir ve batın ilminin ne olduğunu bilmeyenler, hangi grubu dinlese haklı zanneder, İslâm’ın batınî fıkhını ihya eden gerçek tasavvuf hakkında şüpheye düşer. Bunun için zahir ve batın ilminin iç yüzünü bilmemiz gerekir. Aynı Hakikatin İki Yüzü Zahir, bir şeyin dışı, görünen, ortada olan, müşahede edilen, duyu organları ile hissedilen ve bilinen kısmı demektir. Batın, bir şeyin iç yüzü, görünmeyen yanı, saklı ve sırlı yönü, tefekkür, feraset ve kalp basireti ile bilinen kısmı demektir. Burada konu ettiğimiz zahir ve batın ilmi, dinî hayatımızla ilgili olmazsa olmaz kabilinden iki ilim çeşididir. Dolayısıyla zahirî ilim dendiğinde, zahirde bedenle yapılan iş ve ibadetlerin hükümlerini öğreten ilim anlaşılır. Batınî ilim ise iç alemimizin ilmidir. Kalple ilgili amellerin ve ibadetlerin hakikatini öğretir. İnsanın kalbini, ruhunu ve nefsini tanıtır, onların terbiye yolunu gösterir. Varlıkların iç yüzünü, kainatın inceliklerini, gayb alemini, melekût aleminin sırlarını, ahiret hallerini konu edinen ilme de batınî ilim denir. Dinimiz, her iki ilimden de gerektiği kadarını bize öğretmiştir. Bu iki ilmin bir kısmı herkese farzdır. Bir kısmı ise fazilettir. Dinimizin öğrettiği ve herkesten istediği zahir ve batın ilmi, bütünüyle Kur’an ve Sünnet ilminden ibarettir. Bu iki ilim beden ile ruh gibidir. İkisi birbirini tamamlar, biri olmadan diğeri vazife göremez, fayda vermez. Zahir ilmine şeriat ilmi, batın ilmine hakikat ilmi denmesi, sadece alanlarını belirtmek içindir. Yoksa birisi diğerinden daha az lazımdır manasında değildir. Her ikisi de dinimizin öğrettiği ilimlerdir; ilahî hükümleri bildirir, Allah’ın muradını öğretir, kulun Rabbine karşı koruyacağı hukuk ve edebini gösterir. Büyük veli İmam Kuşeyrî K.S. şu mühim tespiti yapar: “İyi bil ki, Allah’ın emri ile vacip olması bakımından, şeriatın öğrettiği her ilim aynı zamanda hakikat ilmidir. Aynı şekilde, hakikat ilmi de Allah’ın emri ile vacip olması ve arife Yüce Allah hakkında ilim ve edep öğretmesi sebebiyle bir şeriat ilmidir.” Allame Arusî Rh.A. bu söze şu kaydı ekler: “Çünkü her iki ilmi emreden de Yüce Allah’tır. Sonuçta kaynak ve hedef birdir. Birisi insanın zahiri amellerini, diğeri de kalple ilgili edeplerini öğretir.” Tasavvuf Zahirden Kopmak mı? Tasavvuf, dinin zahir ve batın ilimleri dışında bir ilim öğretmez. Tasavvuf özellikle dinin manevi boyutuna ve takvaya yönelmiş bir kurumdur. Bu durumuyla dinî hayatın bir parçasıdır, hizmetçisidir. Diğer taraftan dinin öğrettiği zahir ve batın ilmine uygun olmayan bütün ilim ve fikirler, adı ne olursa olsun, din dışıdır. Allah katında geçerli değildir. İnsanı gerçek mutluluğa erdirmez, ahirette azap sebebidir. Din, insanın zahirine ve batınına bir bütün olarak hitap eder. İlâhî hükümler iki türlüdür. Birisi zahirimizi, diğeri iç alemimizi ilgilendirir, insanın kâmil olması her iki ilimden pay sahibi olmasına ve zahiri gibi batınını da güzelleştirmesine bağlıdır. Çünkü insan, kalbi ve kalıbıyla, fikir ve fiili ile, içi ve dışıyla birlikte insandır. Her ibadetin bir zahir bir de batınî yönü vardır. Yani bir görünür yüzü, bir de iç yüzü. Zahiri yönü bedeni, batınî yönü kalbi ilgilendirir. Mesela, namazda başlangıç tekbiri farzdır, bu dilin vazifesidir. Aynı şekilde namaza gösteriş katmadan onu sadece Allah için kılmaya niyet etmek de farzdır. Bu niyet ve ihlâs kalbin amelidir. Diğer bütün ibadetlerde de durum aynıdır. Ayrıca sadece kalple yapılan farz ibadetler de vardır. İhlâs, huşu, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, rıza, sabır, muhabbet gibi. Bunları öğreten ilme de batın ilmi denir Şimdi hangi akıllı mümin: ‘Ben dinin öğrettiği ilim ve amellerden zahirle ilgili olanları kabul ederim, fakat batınla ilgili olanları dikkate almam’ diyebilir? Bu konuda fakihle sufinin, muhaddisle müfessirin, halk ile yöneticilerin ne farkı vardır? Büyük veli Ahmed er-Rufaî K.S., kâmil sufi ile geçek fakihin hiçbir farkı yoktur der ve şunu sorar: “Hangi kâmil sufi talebelerine: ‘Namaz kılmayın, oruç tutmayın, haramlara dikkat etmeyin, siz sadece zikirle meşgul olun yeter!’ diyebilir. Ve hangi gerçek fakih talebelerine: ‘Allah’ı çok zikretmeyin, nefsinizle mücadele etmeyin, ihlâsla amel etmek için uğraşmayın, siz namazı kılın, orucu tutun yeter!’ diyebilir?” Elbette her müslümanm zahirini ve batınını ilgilendiren ilâhî emirler aynı derecede önem arz eder. Onları bilmek ve gereğini yerine getirmek farzdır. Zahir ve batın ilminden bu kadarı herkesi ilgilendirir. Bu kısmın ihmali insanı sorumlu eder. Zahir ve batın ilminin bu kısmına kimsenin itiraz hakkı yoktur. İtiraz eden sadece cehaletini ispat etmiş olur. Burada zor olan, zahir ve batınla ilgili hükümleri bilmek değil, ilmin gereğini yapmaktır. İmam Gazalî Rh.A.’in belirttiği gibi, bazı insanlar ilimde İlerlemiş fakat amel ve güzel ahlâkta geri kalmıştır. Sadece bilmekle yetinen ve kalbini ihmal eden böyle kimseler, şeytan tarafından ilimle aldatılmış kimselerdir. Allahu Tealâ: “Hiç şüphesiz nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtuldu.” (Şems/9) ayetinde, kurtuluşu kalbin günahlardan nasıl temizleneceğini bilmeye; bu bilgiyi kitaplara yazmaya ve insanlara öğretmeye değil, kalbi bizzat temizlemeye bağlamıştır. İşte tasavvuf terbiyesinin hedefi, ilmi amele çevirmek, ameli ihlâs ve muhabbetle yerine getirmek ve sonuçta marifetullaha erişmektir Tartışmaların Merkezi: Ledün İlmi Hz. Peygamber A.S.’dan ümmetine iki türlü ilim miras kalmıştır. Birisi zahirî ibadet ve hükümlerle ilgili, diğeri ahlâk ve manevi hallerle ilgili ilimdir. Hükümler aktarma yoluyla ve akılla öğrenilir. Güzel ahlâk ve manevi haller ise kalp ve ilâhî aşkla elde edilir. Gerçek alim ise her iki ilimden yeteri derecede pay sahibi olan kimsedir. Ona rabbanî alim, arif, muhakkik ve kâmil mümin denir. O, Allah’ın yeryüzünde canlı şahidi ve seçilmiş bir dostudur. Tasavvuf büyükleri veli ve sufi deyince bu kimseyi kasdederler. AllahuTealâ, gerçek takvaya ulaşmış dostlarına yüksek manevi haller, herkesten ayrı özel ilimler, Kur’an ve Sünnet’e farklı bakışlar ve derin anlayışlar ikram etmiştir. Bu haller ve ilimler, zahirî ilimlere sıkıca bağlı olmanın sonucu oluşan ilâhî aşk ve takvanın hediyesidir. Arifler, takva olmadan kalpte manevi ilim kapılarının açılmayacağını belirtmişlerdir. Allah dostlarına verilen bu özel ilimlere de batın ilmi denir. Bu kısım, herkese farz olan ilme girmez. O özeldir, ilâhî hediyedir, fazilettir, ayrı bir şereftir. Bu batın ilmine irfan ilmi, sır ilmi, ledün ilmi, feraset ilmi, gayb ilmi, vehbî ilim, keşif ilmi, hikmet ilmi, hakikat ilmi, ilham, yakîn ilmi gibi isimler de verilmiştir. Hepsi Yüce Allah’ın sevdiği kuluna bir rahmeti, ikramı ve özel tecellisidir. Bu özel ilmin muhtelif ayet ve hadislerde övüldüğünü ve teşvik edildiğini görüyoruz. Mesela Kur’an, uyanık kalp sahiplerinin özel bir tespit gücüne sahip olduğunu belirtir (Hicr/75). Tirmizî ve başka birçok kaynakta yer alan hadisler, bu ferasetin ilâhî nurla olduğunu beyan eder. Yine birçok muteber kaynakta bulunan “Kur’an’ın her ayetinin bir zahirî bir de batınî manası vardır.” hadis-i şerifi, ehli olan kimseler için gizli ilim yollarının açık olduğunu gösterir. Genelde fakihlerle sufilerin tartışması işte bu batın ilminde olmuştur. Halbuki sufiler, fakihin, müfessirin ve muhaddisin ayet ve hadisten anladığı ilk manayı kabul etmektedir. Ondan sonra bir adım daha ileri giderek ayet ve hadislerin ruhuna aykırı olmayan yeni manalar, farklı ilimler ve değişik hikmetler ortaya koymaktadır. Velilerin hiç bahsetmedikleri, Allah ile kendi aralarında kalan özel ilimler de vardır. Herkes onları bilmekle mükellef değildir. Bu tür ilimler bizde yok diye onları inkâr etmek, Yüce Allah’ın rahmetini sınırlamak olur. Oysa Allahu Tealâ: “Her bilenin üzerinde daha iyisini bilen bir başkası vardır.” (Yusuf/76) ayetiyle, bizlere edep ve tavazu öğretmektedir. Çünkü ilmin bir sonu yoktur. Kur’an, Yüce Allah’ın ilim ve tecellilerini tespit etmeye denizler mürekkep olsa yetmez diyor. (Kehf/109) Büyük veliler, manevi keşif ve kalple ilgili ilimlerdeki yanılmaları ve ayak kaymalarını önlemek için çok sıkı tedbirler almışlar ve sağlam kaideler koymuşlardır. Keşif, İlham ve Ölçüler Gerçek sufiler, zahir ve batın, bütün işlerinde Kur’an ve Sünnet’i vazgeçilmez bir ölçü ve hakem yapmışlardır. Kur’an ve Sünnet’in hükmüne ters düşen keşif, ilham, varidat türü şeyleri ihtiyatla karşılamışlar ve onlarla amel etmemişlerdir. Allah’a ulaşmanın tek yolu olarak Hz. Peygamber A.S.’ın sünnetine uymayı görmüşlerdir. Ebu’l-Hasen Şazelî K.S. der ki: “Eğer doğru zannettiğin bir keşfin Kur’an ve Sünnet’e ters düşerse, Kur’an ve Sünnet’in dediğini yap, keşfini terk et ve nefsine, ‘hiç şüphesiz Yüce Allah benim için emniyeti Kur’an ve Sünnet’te sağladı, keşif ve ilhamda sağlamadı’ de.” Büyük Arif İmam Rabbanî K.S. de bu konuda şu uyarıları yapar: “Tasavvuf terbiyesine giren kimseye önce Ehl-i Sünnet inancına göre itikadını düzeltmesi gerekir. Sonra, Kur’an ve hadisi ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin anladığı ve kabul ettiği manalara uygun tevil ve tefsir etmelidir. Eğer keşif ve ilham yoluyla kalpte Kur’an’a ve Sünnet’e ters gelen bir şey zuhur ederse, onları terk etmeli ve bu tür şeylerden Allah’a sığınmalıdır. Yüce Allah’ın zat ve sıfatları hakkında kalbe ve akla gelen bütün manalar, dinin zahiri ilimlerine uygun olmalıdır. Allah’a yaklaşma, ulaşma, kavuşma gibi durumlar ve haller, zahir ilmin kabul ettiği mananın dışında düşünülmemelidir. Bazı alimlerin amelde kusuru varsa da onların dinin asıllarına dayalı görüşlerini toptan red etmemelidir. Bazı veliler manevi sarhoşluk halinde zahir ilme ters düşen sözler sarf etmişlerdir. Bunlara ‘şatahat’ denir. Onlar bu durumda mazurdurlar. Hem bu durumda söylenen sözler ile amel edilmez. Cezbe ve manevi sarhoşluk içindeki veliler irşad yapamazlar. Onları sevdikleri Yüce Allah’a havale etmeli, haklarında ileri-geri konuşmamalıdır. Asıl mesele, ilâhî emirleri yerine getirip, yasaklanan amelleri terk etmektir. Ne kadar dinin emirleri tutulursa, o nispette nefse muhalefet ve Allah’a muhabbet edilmiş olur. Hangi tarikatta nefse muhalefet fazla ise, o Allah’a giden yolların en yakınıdır.” (Mektubat, 286. Mektup) Yoldan Ayrılanlar İslam tarihinde Batıniyye diye anılan bir grup, “biz batın ehliyiz, işin özü ve aslı batındır, batının dışındakiler batıldır” diyerek fitne yaymışlar ve dinin temel esaslarını tahrif etmişlerdir. Hicri II. asrın başlarına kadar kökleri uzanan bu fitne grubu, diğer dinlerle putperestliğin ve mecusiliğin karışımından oluşmuş farklı bir akımdır. Daha çok siyasi yollarla İslâm’ı tahrif için kurulmuştur. Onlara göre mesela namaz imama itaat etmek, oruç imamın sırlarını korumak, zekat mezhep mensuplarına ilim dağıtmak, hac imamı ziyaret etmek, cennet dünyadaki rahat hayat, cehennem de dünyadaki çileli yaşantıdır. Bu grubun İslâm ile hiçbir alakası yoktur. Bunlara İbahiyye de denir. Zamanımızda az da olsa uzantıları vardır. Bunlardan başka bir grup da, önce mümin iken sonra dinden çıkmışlardır. Bu kimseler bir zaman ibadet, taat ve zikirle meşgul olduktan sonra, kendilerince kemale erdiklerini, iç alemlerinin Allah’ın sevgi ve feyzi ile dolduğunu, Allah’a kavuştuklarını, Allah ile bütünleştiklerini düşünürler ve artık amel etmenin, namaz kılmanın bir gereği kalmadığını söyleyerek bütün ibadetleri terk ederler. Ayrıca, bu hale ulaşanlara hiçbir haramın zarar vermeyeceğini söyleyerek rahatça haramlara dalarlar. Bu da şeytanın bir oyunudur. Bunlardan başka açıkça dini inkâr etmediği halde, ‘sen benim içime bak, kalbin temiz olsun, niyetinde kötülük taşıma yeter’ deyip, hiçbir ibadete yanaşmayan kimseler mevcuttur. Bu da bir aldanmadır ve şeytanın oyunudur. Sonuçta biz, insanı kalbiyle değil, görünen amelleri ve davranışları ile tanırız. Bizler zahire, Allahu Tealâ amellerle birlikte kalplere bakar. Kalbi güzel olanın işleri de güzel olur. Güzel, Yüce Allah’ın sevdiği ve güzel diye tanıttığı şeylerdir. Bunlar, hem zahirdeki hem de batındaki ibadet ve salih amellerdir.

Namaz Kimlere Farzdır ve Kaçar Rekattir?

http://sabrikontek.blogcu.com http://sabri28kontek.sitemynet.com:: Namazın bir kimseye farz olması için üç şart gereklidir. 1- Müslüman olmak. 2- Akıllı olmak. Deli olanlara namaz farz değildir. 3- Büluğ (erginlik) çağına girmiş olmak. Bu erginlik çağına girmemiş çocuklara namaz farz değildir. Fakat her ne kadar erginlik çağına girmemiş olsalar da, namaza alışmaları için yedi yaşına gelmiş çocukların namaz kılmaları, anne-baba tarafından sağlanmalı, on yaşına geldiklerinde kılmazlarsa, namaz kılmaları için dövülmelidir. Namazların Rek’at Sayıları Sabah Namazı: Dört rek’attır. Önce iki rekat sünnet, sonra da iki rek’at farz namazı kılınır. Öğle namazı: On rekâttir. Önce dört rek’at ilk sünnet, sonra dört rek’at farz, sonra da iki rek’at son sünnet namazı kılınır. İkindi namazı: Sekiz rek’attir. Önce dört rek’at sünnet, sonra da dört rek’at farz namazı kılınır. Akşam namazı: Beş rek’attir. Önce üç rekat farz, sonra da iki rek’at sünnet namazı kılınır. Yatsı namazı: Hanefi mezhebine göre, on üç rek’attir. İlk önce dört rekat ilk sünnet, sonra dört rekat farz, daha sonra iki rek’at sünnet, en sonunda da vacip olan üç rekat vitir namazı kılınır. Şafii mezhebine göre, yatsı namazının ilk sünneti yoktur. buna göre dört rek’at farz, sonra iki rek’at sünnet ve en azı bir rek’at en çoğu on bir rek’at olmak üzere sünnet olan vitir namazı kılınır.

11 Ağustos 2024 Pazar

AİLE ve TOPLUM / Ümmetin Temel Yapıtaşı “Aile”

AİLE ve TOPLUM Ümmetin Temel Yapıtaşı “Aile” Gülistan Araştırma Bir ülkenin nüfus gücü, iyi eğitimli ve organizeli olması şartıyla en önemli güç kaynaklarından biridir. Bilhassa nüfusun dinamizmi o ülkenin geleceği hakkında çok büyük öneme haizdir. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de nüfus istatistikleri yayınlandı. 85 milyonu aşan nüfusuyla ülkemiz nüfus büyüklüğüne göre sıralamada dünyadaki 194 ülke arasında 18. sırada yer aldı. Bir ülkenin nüfusu analiz edilirken ortalama üç gruba ayrılıyor: çocuklar, çalışma çağındaki genç ve yetişkinler ile yaşlılar. Türkiye’de çalışma çağı olarak tanımlanan 15-64 yaş grubundaki nüfusun oranı artarak, %68,3 olarak gerçekleşti. 65 ve daha yukarı yaştaki nüfusun oranı da %10,2’ye yükseldi. Çocuk yaş grubu olarak tanımlanan 0-14 yaş grubundaki nüfusun oranı ise %21,4’e geriledi. Türkiye’nin doğurganlık hızının düşmesi ve ölüm yaşının yükselmesine bağlı olarak, yaşlı nüfusun arttığı görüldü. Nüfus analizlerini yapanlar öncelikle yaş dağılımının ekonomi üzerindeki etkisini göz önüne alıyorlar. 65 yaş üstü yaşlı kişi oranı çok yüksek ise ülkenin sosyal güvenlik sistemi ağır bir yük altına girebileceği, bilhassa sağlık sistemlerine daha büyük yükler getirip harcamaları artırabileceği düşünülüyor. Bu sebeple bir ülkede rakamlar düşüş trendine girince bu düşüşün gitgide ivme kazanarak daha hızlanacağı tahmin ediliyor. Bir toplumda yaşlı nüfusun toplam nüfusa oranının yüzde 10,0’u geçmesi, nüfusun yaşlanmasının göstergesi kabul ediliyor. Türkiye’de yaşlı nüfus son 5 yılda yüzde 24 artarak yüzde 10’a ulaştı. Sanayileşme Fıtratı Bozuyor Dünyada da nüfus yaşlanmaya devam ediyor. Dünyada 65 yaş üstü nüfusun yaklaşık yüzde 20 ile en yüksek seviyede olduğu Avrupa ülkelerinin ardından sanayileşen Asya ülkeleri geliyor. Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerde yaşlı nüfusun genel nüfusa oranı yüzde 27’ye ulaşmış bulunuyor. Bu ülkede 13 yıldır nüfus azalıyor. Çocuk sayısı artmazsa bu azalışın daha da hızlanacağı tahmin ediliyor. Dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri gitgide boşalan ve köhneleşen bir ülkeye dönüşebilir. Geçtiğimiz günlerde Japonya’da 9 milyondan fazla evin boş olduğu haberi medyada yer aldı. Sahipleri ölmüş, mirasçıları da sahiplenmemiş boş evlerin sayısının daha da artacağı tahmin ediliyor. Nasıl bu hale geldiğine bakacak olursak, bir zamanlar sanayileşme ve teknoloji alanında örnek gösterilen ülkede halkın büyük çoğunluğunun teknoloji bağımlısı, içe kapanık olduğu, intihar vakalarının yaygın görüldüğü haberleri göze çarpıyor. Halbuki teknoloji bakımından gelişmiş oldukları halde geleneklerine bağlı oldukları ve aile yapısı bakımından batı kadar bozulmamış oldukları söylenirdi. Aslında sanayileşmenin hemen hemen bütün toplumlarda benzer sonuçları oluyor. Kalabalık nüfusuyla meşhur olan Çin’de de nüfus yaşlanması sinyalleri belirdi. Nüfusça en büyük ülke namını Hindistan’a kaptırdı. Sanayileşmenin ferd, aile ve cemiyet üzerinde çok yönlü tesirleri olduğu muhakkak. Allah-u Teâlâ insanı yeryüzünde bir halife olarak yaratmış, türlü nimetlerle mükerrem kılmış. Sanayileşme görünüşte insanın ihtiyaçlarını kolayca karşılamasını sağlayacak müesseseler kuruyor ama bir yandan da insanın fıtri bağlarını koparıp yalnızlaştırıyor. Eski zamanlarda bir insan kendi köyünde dünyaya gözlerini açar, ailesi ve akrabalarıyla yardımlaşarak hayatını idame ettirirdi. Gençlik çağında ailesinin yaşlılarına bakar, bir yandan da kendisi yaşlanınca ona bakacak evlatlar büyütürdü. Evlerde pek çok ihtiyaç üretilebilirdi. Ya hiç paraya dayanmayan veya çok büyük kar beklenmeyen, devamlı büyümesi hedeflenmeyen faaliyetlerle ihtiyaçlar temin edilebilir, aileye, çoluk çocuğa bakılabilirdi. Çoğu ailenin çok çocuğu olurdu. Bunlar biraz büyüdü mü ailesine yardımcı olurdu. Biraz daha büyüyünce de evlenirdi, evlat yetiştirirdi. Geçenlerde bir haberde, “Araştırmacılar Çin’de çocuk yetiştirmenin masraflı olduğunu dile getiriyor,” diyordu. Bir zamanlar tek çocuk politikası izleyen Çin artık tam tersi çocuğu teşvik edecek noktaya geldiği halde doğum sayısında artış sağlayamıyor. Sanayileşme ile birlikte aile tüketim birimi haline geldi. İktisat ders kitaplarında tüketici birimine “hane halkı” deniyor. Zannediyorum bu da değişecek. Artık yalnız yaşayanların çoğaldığı ve herkesin kendi keyfi için harcama yaptığı bir dünyaya gidiyoruz. Eskiden insanlar arasında aile bağları bir ihtiyaçtı. İş birliği ve görev bölümü dünyanın hemen her yerinde geçerliydi. Bir yandan aile bağları ihtiyaç olmaktan çıkarıldı, diğer yandan aile için fedakarlık ruhu yok edildi. Daha da kötüsü yeni yetişen nesle aile kurmak istese de kurabilecek güç ve imkan da bırakılmadı. Evlilikler Gecikiyor, Çocuk Sayısı Azalıyor Etrafımıza baktığımız zaman evlenmeden yaşı geçmiş çok sayıda kız ve erkek çocuklara sahip aileler görebiliyorsunuz. Bazı aileler çocuklarının evlenmemesinden dolayı üzgün ama bir çözüm bulamıyor. Bazıları ise evlenmesini pek de istemiyor. Evlenince evladını kaybetmekten korkan yalnız anneler bu listenin başında yer alıyor. Dindar, güzel ahlaklı ve evini geçindirebilecek işi gücü olduğu halde annesiyle birlikte oturacak bir hanım bulamadığı için evlenemeyen gençlerin sayısı artıyor. Annesi dul veya boşanmış olduğu, kendi başına idare edemediği için onu bırakıp gidemiyor. Bazıları da evlenmenin masraflarını göze alamıyor. Bu durum nüfus istatistiklerine de yansıdı. Yıllara göre ortalama ilk evlenme yaşı incelendiğinde, her iki cinsiyette de ilk evlenme yaşının arttığı görüldü. Ortalama ilk evlenme yaşı 2023 yılında erkeklerde 28,3 iken kadınlarda 25,7 oldu. Müslümanlar olarak ümmetin geleceği için endişe etmemiz gereken noktadayız. Daha fazla geç kalmadan aile müessesesini ayakta tutmak için gereken maddi manevi bütün tedbirleri almak mecburiyetindeyiz. Bilindiği gibi toplumun temel birimi ailedir. Bir toplum yapayalnız fertlerden kurulmaz, böyle bir toplumun geleceği olmaz. Yaşayan, istikbali olan bir toplum ancak sapasağlam ailelerden kurulmuş olan toplumdur. Ümmetin istikbali, bugün yetişen neslin aile kurmasına ve evlat yetiştirmesine bağlıdır. Her müslüman ümmetin istikbalini düşünmek ve bunun için çaba göstermek mecburiyetindedir. Rabbimiz müminlerin taşıması gereken mesuliyete işaretle şöyle dua etmeyi örnek vererek öğretmiştir: “Ve onlar; ‘Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!’ derler.” (Furkan, 74) Demek ki Allah’ın razı olduğu ve örnek gösterdiği müminler, takva sahiplerine önder olacak bir nesil yetiştirmenin gayretinde ve duasında olan müminlerdir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de; Cenab-ı Hak evlatlara karşı vazifelere dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Nefislerinizi ve ailelerinizi yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten koruyun.” (Tahrîm, 6) Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bu hususta; “Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâktan daha güzel bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33) buyurur. İslam dini toplumdaki fertlerin, hak ve vazifeler bakımından birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olmaları gerektiğini bildirir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de: “Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Âmir, memurlarının çobanıdır. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibarıyla hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum‘a, 11) buyurarak buna dikkat çeker. İslam’da evlatlarımıza karşı vazifelerimiz onların annesi veya babası olacak kişiyi doğru seçmekle başlar, helal rızık yedirmekle ve güzel terbiye vermekle devam eder. Bu hususla alâkalı olarak şöyle bir hâdise anlatılır: “Bir adam, Halîfe Hz. Ömer radıyallâhu anh’e gelerek oğlunu şikâyet etmişti. Hz. Ömer, bu kimsenin oğlunu çağırtıp dedi ki: “İmandan sonra birinci vazifemiz ana-babanın kalbini kırmamaktır. Ana-babamızın kalbini kırarsak cennete nasıl gireriz?” Çocuk, Hz. Ömer’e: “Yâ Emîre’l-Mü’minîn; söylediklerinizi aynen kabul ediyorum. Fakat çocuğun ana-babası üzerinde hiç mi hakkı yoktur?” diye sordu. Hz. Ömer buyurdu ki: “–Evet çocuğun da hakları vardır: Evlenirken, çocuklarına anne olacak kızı veya kadını iyi bir aileden seçmesi, çocuğa güzel isim koyması ve dînini öğretmesi bunlardandır.” Çocuk, Halîfe’ye: “–Babam, bana terbiye nedir öğretmedi. Anam ise, ateşe tapan bir mecûsînin kızı idi. Doğduğumda ismimi ‘Karaböcek’ koymuş. Allâh’ın kitâbından bana bir harf bile öğretmedi. Maalesef dînim hakkında hiçbir şey bilmiyorum…” Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallâhu anh, çocuğun babasını şöyle îkaz etti: “Ey adam! Gelmiş, bir de bana oğlunu şikâyet ediyorsun; hâlbuki sen onun hakkını çiğnemiş ve o sana kötülük etmeden, sen ona kötülük etmişsin!..”

26 Temmuz 2023 Çarşamba

Nefsini Tezkiye Eden Felaha Erer

Allah-u Zülcelâl, bir ayet-i kerimede nefis hakkında şöyle buyuruyor: “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirene; sonra ona fücur ve takvasını ilham edene yemin olsun ki, muhakkak nefsini arındıranlar kurtulmuştur. Onu günahlarla örten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10) Tasavvuf alimlerinin çoğuna göre nefis, insanın bedeninde canlılığın, isteklerin, çeşitli duyguların kaynağı olan bir melekedir. Âlimlerin çoğunluğu nefsi aklın zıddı olarak tarif etmişlerdir. Akıl, kendisine verilen ilmi alıp, düşünüp tezekkür ve tedebbür etme kabiliyetine sahiptir. Nefis ise akıl dışı dürtülerle ve türlü vehimlerle doludur. Bu sebeple insanın iç âleminde kontrol daima akılda olmalıdır. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Akıllı kimse, nefsini hâkimiyeti altına alıp ölümden sonrası için çalışandır. Aciz de, nefsini hevasının peşine takan ve Allah’tan (kuru kuruya) temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyamet 26,) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemin bu özlü nasihatinde birbirine zıt iki insan tipinden bahsediliyor. Birincisi kendi nefsine söz geçiren, ahiret için yapılması gereken her şeyi yapan, iradesi kuvvetli, gayretli insan tipi. İkincisi ise nefsine yenik düşmüş, onun arzuları peşinde sürüklenen ve ahiret hakkında sadece aldatıcı hayal kuran kimse. Aklı Allah-u Zülcelâl’in indirdiği ilim ve hikmetle kuvvetlendirip, nefsin üzerinde hakimiyet sağlamak icap eder. İşleri nefsin temayülüne bırakmak çok tehlikelidir. Çünkü nefis bir anlık zevk uğruna insanı iki cihanda rezil rüsvay eder. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, Cehennem de bedeni arzu iştahları kabartan şehvetle kuşatılmıştır”(Buhari, Rikak 28; Müslim, Cennet, 1) buyuruyor. Nefis, kendi içinden yükselen arzuların onu nasıl bir felakete götüreceğinden habersizdir. Kuran-ı Kerim’de Hz. Yusuf aleyhisselam, nefis hakkında, “Ben nefsimi savunmaya girişmem çünkü nefis kötülüğü şiddetle emredicidir,(emmare). Ancak Allah’ın rahmet ettiği kimseler hariç.” (Yusuf 53) demektedir. Yusuf aleyhisselam, kendisine rüya tabirleri, hadiselerin tevili gibi sırlı ilimler ve hikmet verilmiş bir Peygamberdir. Nefsin “emmare” olduğu, yani emretmeyi pek sevdiği ve hep kötülüğü emretmeye eğilimli olduğu bilgisi, bizzat Yusuf aleyhisselamın dilinden aktarılmaktadır ki, bu bilginin ne kadar mühim bir hakikat olduğu anlaşılsın. Çünkü Yusuf aleyhisselam, bu ilme erişinceye kadar çok badirelerden geçmiştir. Onun o zorlu imtihanlardan geçerek öğrendiği ilmi Kuran-ı Kerim’i okumakla biz kolayca elde etmiş oluyoruz. Bu da Allah-u Zülcelâl’in Muhammed ümmetine olan büyük rahmeti ve ikramıdır. Böylece anlıyoruz ki insanoğlunun kendi nefsini her yönüyle bilmesi, onun iki dünyada da selamete kavuşması için çok önemlidir. Çünkü insan nefsini tanımazsa, onun hislerini ve dürtüklemelerine uyarak büyük yanlışlara ve felakete sürüklenir. Ali İbn-i Ebu Talib kerremallahu veche şöyle buyurdu: “Nefsimle ben, koyun sürüsü ile çobanına benzeriz. Çoban, sürüyü hangi tarafa toplarsa diğer taraftan dağılır. Nefsinin azgınlıklarını terbiye eden, rahmet kefenine sarılarak, azizlerin toprağına defnedilir. Bunun aksine kalbin iyiliklerini öldüren kimse de lanetlenmiş kefene bürünerek, azap göreceği toprağa defnedilir.” İşte akıl daima bir çobanın koyun sürüsünü gözetip, uçurumlardan, canavarlardan muhafaza edip, güzelce gütmesi gibi nefsin üzerinde murakıp olmalıdır. REKLAM ALANI Nefis Uyuşur Ama Ölmez Nefsi kontrol altında tutabilmek için de onun isteklerini yapmamak, ona istediklerini vermemek, kuvvetlenmesine fırsat tanımamak icap eder. Nefis, eline imkan geçtiği zaman firavun gibi olur. Hiçbir kural, kaide tanımak istemez. Hatta başkalarına da hükmetmek ister. Nitekim Firavun’u peşinden sürüklemiş ve en sonunda: “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Naziat; 24) dedirtmiştir. Eline aynı imkan ve fırsatlar geçse pek çok kişinin nefsi Firavun’un istediği şeyleri ister. Eline fırsat geçmediği sürece nefis siner, küçük isteklerle meşgul eder. Bu haline aldanmamalı, küçük isteklerine bile fırsat tanımamalıdır. Çünkü o isteklerini yapa yapa güçlenmesine izin verilmiş olur. Mevlânâ Celaleddin Rumi rahmetullahi aleyh’nin ifadesiyle, nefis, kışın karlar altında kalmış, donmuş ve uyuşuk yılana benzer. Onun anlattığı bir hikâyede cahil ve gafil bir adam, dağda bulduğu uyuşuk bir yılanı ölü zannederek bineğinin terkisine koyup şehre getirmiştir. Halbuki o ölü zannettiği yılan, güneş sıcağından canlanınca sahibini boğuvermiştir. İşte insan, nefsine emniyet eder, bir şey olmaz zannederek nefsin arzu ve şehvetlerini dürtükleyecek ortamlara girerse o uyuşuk zannettiği nefsi uyanıverir ve sâhibini felakete sürükler. O yüzden hiçbir insan nefsinden emin olmamalıdır. Nefis sadece arzu ve isteklerin değil, çok daha derin duyguların da kaynağıdır. Gerçekten de; nefiste çok derin duygular, arzular, ihtiyaçlar ve bunlar sebebiyle ortaya çıkan farklı türde kaygılar ve bunalımlar vardır. Kuran-ı Kerim’de nefsin bu halleri hakkında pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan birkaçına göz atacak olursak: “Gerçekten insan pek tamahkâr ve dar gönüllü yaratılmıştır.” (Mearic, 19) “İnsan hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”(İsra, 11) “İnsanlardan kimi de Allah’a, bir ucundan ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzur duyar ve eğer başına bir kötülük gelirse yüzüstü döner…” (Hac, 11) “Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama ellerinin işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman insan pek nankördür.”(Şura 48) “Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.(nisa 28) İşte insanın iç dünyasında, nefsinde duyduğu bu karmaşık duygular, inişli çıkışlı haller, insanın bu dünya hayatında yapması gereken vazifelere engel olmakta ve onu doğru yolda ilerlemekten alıkoymaktadır…

17 Mayıs 2022 Salı

Allah’ın İnsanda Görmek İstediği En Güzel Hal

Hayâ insanın manevî süsüdür. Hayâ, hem nefsin arzularına karşı kişiyi korur, hem de olgun bir şahsiyete sahip olmasına vesile olur. Hem de kişinin Allah indinde iyilerden (salihlerden) yazılmasını sağlar. Nefsini şımartmadan yaşayıp, hayâ örtüsünü bürünenlere selam olsun. Hayâ; özü fıtratta olan, insana imanla birlikte verilen, iman arttıkça kendisi ve etkisi artan, iman azaldıkça, kendisi ve etkisi azalan bir örtüdür. Hayâ insanı insan eden, insanı olgun eden bir duygudur. Hayâ insanın manevî süsü, Allah’ın insanda görmek istediği en güzel haldir. Hayâ aynı zamanda Allah’ın insanda görmek istemediği her türlü kötü huydan da uzak durmak, arınmaktır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hayâya çok ehemmiyet vermiş ve “Hayâ imandandır.” (Buhari, İman, 16) demiştir. Bir şey imandan ise, onu korumak esasında imanı korumaktır. Aynı zamanda onun yıpranması ve erimesi imanın yıpranması ve erimesi anlamına gelir. Dolayısı ile hayânın çokluğu imanın güçlülüğünü, hayânın zayıflığı ise imanın zayıflığını gösterir. Yine Efendimiz aleyhisselatu vesselam; “Bütün Peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz vardır: Şayet utanmıyorsan, dilediğini yap!” (Buhârî, Edeb, 78) buyurarak, hayânın yani utanma duygusunun bizi birçok yanlıştan ve batıldan koruyacağını haber veriyor. Utanma duygusu insanı tutan en erdemli duygudur. Bu duygu erimeye başlamış ise, müminlerde önce yanlışta normalleşme, sonra yaptığının doğruluğuna inanma, sonra onu savunma ve daha sonra da onu bir inanç ve iman haline getirme duygusu yer alır. Demek ki hayânın korunması sonuç itibariyle imanın ve onun uzantısı olan amellerin, esasen aslında ahiretin korunması anlamına gelir. Ümmet içerisinde ilk önce kalkacak duygulardan bir tanesi de hiç şüphesiz hayâ duygusudur. Bir insanın iman etmeden önceki hayatında, eğer fıtratı da bozulmuşsa utanma duygusunu onda bulmak mümkün değildir. Ancak iman kişinin içine aktıkça, ona imanla birlikte hayâ duygusu da verilir ki imanını korusun, onu güzel bir elbise gibi üstüne örtsün. Nefsin İstediği Şekilde Yaşamak Nefis, her zaman canının istediği “nefis” şeyleri ister. Aslında bu kişinin hayâsını yaralayan, hatta çok ileri gidildiğinde “hayâ perdesinin yırtılmasına” yol açanda nefsin şımartılmasıdır. Bu durum insanın nefsine verdiği tavizlerle başlar, nefsine mutlak anlamda tâbî olduğunda son bulur. Güzel bir hayânın başlangıcı, gençlik çağlarında başlar. Yine bozulmanın temeli de gençlik yaşlarında başlar. Bu bozulmanın önüne geçebilmek için, hayâ ve edep örtüsünün kişinin üzerinden hiç çıkarılmaması gerekir. Hayâ, hem nefsin arzularına karşı kişiyi korur, hem de olgun bir şahsiyete sahip olmasına vesile olur. Hem de kişinin Allah indinde iyilerden (salihlerden) yazılmasını sağlar. Nefsini şımartmadan yaşayıp, hayâ örtüsünü bürünenlere selam olsun. İnsan aklı sürekli kıyaslama yaparak çalışır. Ve insan kendisini çoğu kez, kendi dışındaki insanlarla kıyaslayarak ve onlara özenerek özdeşleştirir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bunu çok iyi bildiğinden, sahih bir hadisinde; “Her kimde şu iki özellik bulunursa, Allah o kimseyi şükreden ve sabreden bir kul olarak yazar, kimde de bu iki özellik bulunmazsa Allah o kimseyi şükreden ve sabreden olarak yazmaz. Kim din konusunda kendisinden üstün kimselere bakar ve onlar gibi olmaya çalışırsa, dünyalık konusunda da kendisinden aşağı olanlara bakıp Allah’ın kendisine verdiği nimete hamdederse, Allah bu kimseyi şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendisinden aşağı olan kimseye bakar ve kendisini ondan iyi görüp kulluğunu artırmaz dünyalık konusunda da kendisinden üstün olan kimselere bakarak elinden kaçan şeylere üzülürse, Allah’da o kimseyi ne şükreden ne de sabreden olarak (şükretmeyen ve nankör olarak) yazar.” (Tirmizî, Kıyamet 58) buyuruyor. Çünkü hayata sürekli bu şekilde bakan insanda zihni yenilmişlik duygusu kendisinden uzaklaşacak ve olgun şahsiyet oluşmaya başlayacaktır. Müminlerle Birlikte Olmamak Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Mümin müminin aynasıdır…”(Ebu Davud, Edeb, 49) Kişi müminlerle birlikte oldukça kendisine ve davranışlarına çeki düzen verir ve bu onun ruhunda “hayânın mayalanmasına” vesile olur. Ancak bir sebeple müminlerden ayrılmaya başlayanlarda, artık birlikte olduğu insanların davranışları, ahlakı ve hayâsı ona da sinmeye başlar. Bu çoğunlukla gençlik yıllarında arkadaş çevresi arasında başlar. İnsan kimlerle birlikte olduğuna ve oturup kalktığına dikkat etmeli. Çünkü veciz bir sözde söylendiği gibi, “Üzüm üzüme baka baka kararır.” Aklı, kalbi ve hayatı müminlerle birlikte olanlara selam olsun… Hayâ Nasıl Güçlendirilir? Hayânın sebebi imandır. İman zayıflarsa hayâ da zayıflar. İman güçlenirse hayâ da güçlenir. O yüzden hayânın güçlenmesi için, önce imanın gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü güçlü bir imanda zayıf bir hayâ olmaz. İmanın güçlenmesi ise imanı zayıflatan deliklerin tıkanması ile başlar. Arkadaş Seçimine Dikkat Etmek İnsan çevresiyle büyür. Ve çevresindeki birçok şey de insanın içinde büyür. İnsan eğer yanlış yerdeyse yanlışlar onda toplanmaya başlar. Eğer doğru yerdeyse doğrular onda toplanmaya başlar. Olgun bir imana ve sonuçta olgun bir şahsiyete ulaşmak için kişi doğrularla birlikte olmalıdır. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamın, “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Tirmizî, Zühd, 45) hadisini iyi anlamamız gerekir. Arkadaş insana bazen iyilikler aşılar. Ama bazen de kötülükler… Bir mümin hiçbir zaman edilgen olmamalıdır. Ama her zaman etken olmalıdır. Çünkü kötülükler bulaşıcı olduğu gibi iyilikler de bulaşıcıdır. Kur’an’a Rağbetimiz Artmalı Kur’an kalplere şifadır. Kur’an kişinin ahlakını düzeltir. Kur’an anlayışını düzeltir. Kur’an kişiyi Allah’a yaklaştırır. Kur’an kişiyi ahirete hazırlar ve Kur’an insana olgun bir şahsiyet ve hayâ duygusu verir. Kur’an ahlakı aynı zamanda, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin de ahlakıdır. O yüzden her mümin mutlaka Kur’an ahlakını üzerine almalı, olgun bir şahsiyete ulaşmalıdır! Eğitim Sohbetlerine Devam Etmek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sahih bir hadiste, “Ya öğrenen ol, ya öğreten ol, ya dinleyen ol ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma. Yoksa helak olursun.” (Taberânî, Beyhakî) buyuruyor. Bu açık bir mesaj önemli bir uyarıdır. Bir Müslüman’ın olgun bir imana ve onun sonucu olan olgun bir hayâya nasıl sahip olacağına işaret eden onun yerini ve yöntemini gösteren bir hadistir. O kişide edepli bir ruh (incelik) oluşmuştur. Hayâ bir örtü salih amel ise onun göstergesi ve meyvesidir. Eğitim sohbetleri, insanın dalgalı sularda gemisinin başı boş gitmemesini, içine su almamasını sağlayan, Rahman’ın istediği hedefe doğru varmasını mümkün kılan bir yol haritasıdır. Gençken eğitim sohbetlerine katılan birçok insan, ilerleyen yıllarda hayatına katılan yeni şeylerle birlikte gözünü başka yerlere çevirir. İşte kopmanın başladığı, normalleşmenin “herkes gibi”leşmenin oluştuğu yer tam da burasıdır. Kişi artık dersleri aksatır olmaya başlamıştır. Kitap okuma oranı iyice aşağılara düşmüştür. Artık namazlarından eski hazzı alamaz olmuştur. Nafileleri iyice terk eder duruma gelmiştir. Tüm bunların kişide kaldıracağı ilk duygu “huşûdur” daha sonra ise “hayâ…” Allah-u Zülcelâl’in ve O’nun güzel kullarının yanında olup imanını ve hayâsını muhafaza edenlere selam olsun. Hayâ’lı Olan İnsanların Özellikleri – İmanları yüksek ve kavi olur. – Amelleri zarif ve huşûlu olur. – Sözleri tatlı ve derin olur. – Davranışları yumuşak ve hikmetli olur. – Üstüne başına ve hareketlerine çok dikkat ederler. – Sürekli düzenli Kur’an okurlar. – Allah’ı ve dinini her şeyden çok severler. – Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi ve Ehl-i beytini canından çok severler. – Utanma duyguları çok yüksektir. – Az ve öz konuşurlar – Kahkahayla gülmezler – Nefislerini asla şımartmazlar – Fazla yemez, fazla konuşmaz ve fazla uyumazlar – Okumaya ve düşünmeye düşkündürler – Sahabe gibi olmaya gayret ederler – Ahirete bakarak yaşarlar – İnsanlara bakarak yaşamazlar – İnfaka çok düşkündürler – Yardımlaşmayı çok severler – Ehliyle iyi geçinirler – İnsanları kırmazlar – Hayvanlara eziyet etmezler – Sahip olduğu hiçbir şeye gerçekte kendi malı gibi bakmazlar – İyiliği ve güzelliği severler – Çirkinlikten ve utanmazlıktan uzak dururlar – Allah’ı önemseyerek yaşarlar İmanlı, şahsiyetli ve hayâlı olarak yaşayanların yolu açık olsun. Allah’ı unutmadan yaşayanlara müjdeler olsun. Selam ve dua ile.

21 Mart 2022 Pazartesi

ÇOCUKLARA GÜZEL ALIŞKANLIKLARI NASIL KAZANDIRABİLİRİZ?

Doğruluk, dürüstlük, merhamet, diğerkâmlık, adalet gibi güzel ahlakın emarelerini çocuklarında görmek, her anne babanın isteği ve emelidir. Ahlaki değerleri çocuklarına yerleştirmeye çalışan anne babalar olarak bazen tıkanabilmekte veya hataya düşebilmekteyiz. Bazı anne babalar ne yapmaları gerektiğini bilmediğinden hata edebilir veya tıkanabilir. Bazıları da bildiği halde tıkanabilir ve yanılabilir. Bilmek, doğruyu yapmak için yeterli değildir. Önemli olan, sahada ve uygulamada doğruyu yapabilmektir. Hata edenlerin en hayırlısı, hatasından dönenlerdir. Bundan da önemlisi, hata yaptığının farkında olabilmek ve yapılan hatayı kabullenebilmektir. Bu yazımı çocuklarına erdemli davranışları alışkanlık haline getirmek isteyen anne babalara bir fikir olması, doğru ebeveyn davranışını hatırlatması ve çocuklarıyla sağlıklı iletişimlerine bir katkı olması adına yazıyorum. Sayacağım faktörler, çocuklara doğru alışkanlıkları kazandırma adına yeterli olmayabilir. Konuya sadece ana hatları ve kısıtlı bilgi ve tecrübeme dayanarak ele aldığımı bilmenizi isteyerek giriş yapmak istiyorum. Gayret bizden, başarı Allah’tandır. Çocuklara Güzel Alışkanlık Kazandırmada Faydalı Bazı Yöntemler – Ahlaklı ve salih bir insan olmak: Bu özelliğe sahip olmak için sadece evli ve çocuklu olmak gerekmez. İnsan, kendini anlamaya başladığından itibaren ahlaklı bir birey olmanın yollarını öğrenmelidir. Zira kişide yerleşmeyen ahlak, çocuğuna sirayet etmez. Şahsi kanaatim şu yöndedir ki kişinin yaşam boyu yaptıkları, sözleri, duyguları ve istekleri bile sonraki kuşağa geçmekte ve zemin bulduğu an, sonraki nesilde kendini izhar etmektedir. O yüzden çocuk sahibi olmayan kişiler ahlak konusunda gevşeklik göstermemeli, kendini bu konuda güzelleştirmenin derdine evlenmeden önce düşmelidir. Bizden önceki nesillerin iyi ve kötü birçok özelliği -farkındayız veya değiliz- bizlerde belirmektedir. Bizden sonraki kuşaklara, iyi ahlak gibi büyük bir miras bırakmak ve bunu canı gönülden dilemek, çok kıymetli bir idealdir. Bu kıymeti, peygamberin tertemiz soyunda görmeliyiz. Onun soyu Hz. İbrahim’e kadar dayanan, içinde zina gibi yüz kızartıcı suçları işleyen kimsenin olmadığı bir soydu. Bu soyluluk, dünyaya büyük ve son peygamber olma vasfına sahip yüce ahlak sahibi bir insan kazandırdı. Bu da bize, ahlak sahibi bir neslin, sonraki kuşaklara tesirini göstermektedir. – Sabır ve tutarlılık: Çocuk eğitiminde olmazsa olmaz iki faktördür. Bir araba düşünün! Sabır, arabayı ileri götüren gaz; tutarlılık ise o arabanın tekerleridir. Sabır olmazsa eğitimde bir adım bile gidilemez. Tutarlılık olmayan eğitimde sabır olsa da ilerleme olmaz. İkisi de şart, ikisi de gerekli. Sabır ve tutarlılık vesilesiyle çocuklarda kazandıramayacağınız güzel alışkanlık yoktur, Allah’ın izniyle. – Hoşgörü ve güven: Bu ikisini de arabanın koltuk ve direksiyonuna benzetebiliriz. Bunların yokluğu ya da eksikliği, çocuğu yaralar. Hayatı boyunca rüzgârın estiği yöne doğru yalpalanmasına sebep olabilir. Hoşgörü ve güven vermek, çocuklara alışkanlık kazandırırken olmazsa olmaz şartlar arasındadır. Hoşgörü ve güven eksikliği ile büyüttüğünüz çocuktan, beklediğiniz güzel davranış, olsa da eksik olacaktır. – Güzel örneklik: Ağızdan çıkanlar değil, gönülden gelenler tesir eder. Ebu Hanife’nin bal hikâyesini bilir misiniz? Bal yiyen bir çocuğun bal sebebiyle vücudunda yaralar çıkarmış. Ama çocuk baldan bir türlü vazgeçemiyormuş. Ailesi sonunda Ebu Hanife’nin yanına gitmişler. Ebu Hanife 40 gün sonra gelmelerini söylemiş. Kırk gün sonra geldiklerinde Ebu Hanife çocuğa “Bundan sonra bal yeme evladım!” demiş. Ailesine dönüp, “gidebilirsiniz” demiş. Şaşkınlık içinde evlerine dönmüşler. Çocuğun bir süre sonra bal yemediğini görünce Ebu Hanife’ye gelerek hikmetini sormuşlar. O da gülümseyerek “Kırk gün önce ben de bal yiyordum. Bal yiyen birinin, başkalarına ‘bal yeme’ demesi etkili olmazdı. Sizin ilk gelişinizde bal yemeyi kestim. Bunu önce kendi nefsimde denedim. Kendim, bunu bırakmamın mümkün olduğunu görünce sözüm de ona tesir etti.” Bu anlamlı olay üzerine şunu söyleyebiliriz ki; anne-babalar çocuklarında gördükleri güzel ahlaka ters davranışlar için önce nefislerine yönelerek varsa bir hata ve eksikleri, onları düzeltmelidirler. – Teenni: Yani acele etmemek. Anne babalar, öğrettikleri şeyleri çocuklarında hemen görmek isterler. Hatta bazı fevri tavırları bu düşünceden kaynaklanır. Ama acele şeytandandır. Hele ki çocuk yetiştirme, aceleyi hiç kaldırmaz. Özellikle ilk bebeklik yıllarında çocuklar, kendilerini konuşarak ifade edemedikleri ve ağlayarak ihtiyaç ve isteklerini dışa vurabildikleri için anne babalar acele hareket edebilmekte ya da hiçbir şeyi öğretemediklerini düşünebilmektedirler. Bu doğru değil ve ebeveynleri hatalı tavırlara itebilir. Çocuklar, bu çok özel dönemlerinde doldurulmayı bekleyen bir kayıt cihazı gibi bomboştur. Verdiklerinizi eksiksiz kaydetme sürecindedirler. Zamanı geldiğinde bandı sarıp sizin izdüşümünüzü yansıtacaklardır. Teenni, bilhassa hazzı, anında elde etmeye alıştırılmış bir çağda yetişen anne babalar için daha da önem kazanmaktadır. Onlar, önce hazzı erteleme veya uzun vadeli ve kademeli işlere odaklanma konusunda kendi farkındalıklarını oluşturmalıdırlar. Doğru davranış ve bilinçli eğitim, ardından gelecektir. – Bilinçli, ahlaklı, aklı selim sahibi bir çevre: Tüm maddelerle birlikte en çok önemsenmesi ve atlanmaması gereken durumdur. Kendisine güzel örneklik sergileyecek bir çevreye sahip olmayan çocukların anne babası mükemmel olsa da etkileri eksik kalacaktır. Zira güzel alışkanlıklarda çevrenin etkisi oldukça büyüktür. Çevre, çocuk için iyiyi veya kötüyü tercih etmesinde, çok önemli bir eşiktir. Anne baba bunu asla atlamamalıdır. Güzel çevre ve doğru örneklik gösteren ortamı bulan anne babalar, hazine bulmuş gibi sevinmeli ve Rabblerine şükretmelidirler. Nice âlimin dizi dibinde yetiştiği halde çevre etkisiyle yanlışa sapan nasipsizler olduğu gibi nice cahil ailede büyüyüp de çevresindeki güzel örnekler sebebiyle hidayet bulan nasipli kullar da vardır. – Sevgi ve saygı: Çocuk da olsa insan, sevgi ve saygı gördüğü kişiyi örnek almaya meyyaldir. Çocuklar, sevgi görmediği insanın dediklerini yapmak istemezler. Bu kişiler anne babaları bile olsa.

11 Nisan 2021 Pazar

Namazı nasıl kılacağım

Namazı nasıl kılacağım Sual: Namaza yeni başladım. Nasıl namaz kılacağımı örnekle açıklar mısınız? CEVAP Sabah namazının sünneti şöyle kılınır: 1- Kıbleye karşı dönülür. Ayaklar birbirinden dört parmak kadar açık tutulur. Ellerin baş parmakları kulak yumuşaklarına değdirilir, avuç içleri kıble istikametine açılır. Niyet ettim. Allah rızası için bu günün sabah namazının sünnetini kılmaya dedikten sonra Allahü ekber diyerek göbek altında sağ el sol elin üzerine bağlanır. O anda kıbleye döndüğünü de bilmek lazımdır. 2- Önce Sübhaneke okunur. Euzü Besmeleden sonra Fâtiha ve Besmele çekmeden veya çekilerek bir zammı sûre okunur. 3- Zammı sureden sonra Allahü ekber diyerek rükuya eğilinir. Ellerle diz kapakları kaplanır, bel düz tutulur ve gözler ayaklara bakar, üç defa Sübhane Rabbiyel-azim denir. 4- Semi'allahü limen hamideh diyerek doğrulur. Doğrulurken, pantolonu çekmemeli ve gözlerini secde yerinden ayırmamalı. Tam dik durunca Rabbena lekel hamd denir. 5- Ayakta biraz durup, Allahü ekber diyerek secdeye gidilir. Secdede üç defa Sübhane Rabbiyel-a'lâ denir. 6- Sonra, Allahü ekber diyerek sol ayak yere yayılır, sağ ayağın parmakları kıble istikametinde bükülür, uylukların üzerinde oturulur. Avuçlar, dizin üzerine konur ve parmaklar kendi haline bırakılır. 7- Sonra Allahü ekber diyerek, tekrar secdeye varılır. 8- Secdede üç defa Sübhane Rabbiyel a’lâ dedikten sonra Allahü ekber diyerek ayağa kalkılır. 9- Ayakta besmele çekilip Fatiha ve bir zammı sure okunup, Allahü ekber diyerek rükuya eğilinir. 10- İkinci rekat da, birinci rekatta tarif edildiği gibi tamamlanır. Yalnız ikinci secdeden sonra (Allahü ekber) diyince ayağa kalkmayıp uyluklar üzerine oturulur, Ettehıyyatü, Allahümme salli, Allahümme barik ve Rabbena âtina dualarını okuduktan sonra önce sağa, sonra sola Esselamü aleyküm ve rahmetullah diye selam verilir ve Allahümme entesselam ve minkesselam tebarekte ya zel-celali vel-ikram denir. Sonra hiç konuşmadan, hiçbir şey okumadan sabah namazının farzını kılmaya kalkılır. Sabah namazının farzı da aynen sünneti gibi kılınır. Namazdan sonra, 3 kere istigfar yani Estagfirullah okunur, sonra, Âyet-el-kürsi, 33 er defa sübhanallah, elhamdülillah ve Allahü ekber ve bir kez (Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerike leh lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir) okunur. Daha sonra dua edilir. Dört rekatlı sünnetlerin ikinci rekatından sonra oturduğunda sadece tehıyyat okuyup, [yani yukarıda tarif ettiğimiz gibi ilk iki rekatı kılıp] üçüncü rekata kalkılır. Üçüncü ve dördüncü rekatlarda Fatiha ve zammı sure okuyarak, rüku ve secdelerini yapıp oturur. Ettehıyyatü, Allahümme salli, Allahümme barik ve Rabbena âtina dualarını okuduktan sonra önce sağa, sonra sola selam vererek namazı tamamlar. Dört rekatlı farzların da ikinci rekatından sonra oturduğunda sadece tehıyyat okuyup, [yani yukarıda tarif ettiğimiz gibi ilk iki rekatı kılıp] üçüncü rekata kalkılır. Ancak, üçüncü ve dördüncü rekatlarda sadece Fatiha okuyarak, rüku ve secdelerini yapıp oturur. Ettehıyyatü, Allahümme salli, Allahümme barik ve Rabbena âtina dualarını okuduktan sonra önce sağa, sonra sola selam vererek namazı tamamlar. Akşamın farzı da böyledir. Yani üçüncü rekatında zammı sure okunmaz. Vitrin üç rekâtında da, Fâtiha’dan sonra zammı sûre okunur. Üçüncü rekâtta zammı sûreden sonra, eller, kulaklara kaldırılır, tekbir getirilerek göbek altına bağlanır, sonra, Kunut duaları okunur. İkindinin ve yatsının ilk sünnetleri, diğer 4 rekâtlı sünnetler gibidir. Ancak ilk teşehhütte Ettehıyyatü’den sonra salli barikler, üçüncü rekâta kalkıldığında ise önce Sübhaneke okunur. Kadın ise namaz kılarken, elleri erkekler gibi kulaklara getirmez, elleri omuz hizasına kaldırıp, niyet eder, elleri göğsü üzerine bağlar. Rükuda tam düz durmaz. Secdede dirsekleri yere yayar. Tehıyyatta uylukların üzerine oturur. Yani, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. El parmakları birbirine yapışık olur. Sual: Namazda niyet etmek ne demektir? CEVAP Namazda niyet etmek demek, o namazın ismini, vaktini, kıbleyi, cemaatle kılıyorsa imama uymayı veya imam olmayı kalbinden geçirmek demektir. Sual: Namazda ilk tekbir getirilirken eller kulakta mı olacaktır? CEVAP Namaza başlarken, erkekler iki eli kaldırır, baş parmak uçları kulak yumuşağına değer. Avuç içleri kıbleye döndürülür. Eller kulaktan ayrılırken, Allahü ekber demeye başlanır, göbek altına bağlarken bitirilir. Allahü ekber denildikten sonra da eller bağlansa namaz bozulmuş olmaz ise de, bahsettiğimiz tarife uygun yapılması iyi olur. Sual: Namaza tekbir getirince mi başlamış oluyoruz, elleri bağlayınca mı? CEVAP Ellerin önemi yok, tekbir getirince başlanmış oluyor. Sual: Seccadesiz namaz kılınır mı? CEVAP Namaz, temiz olan her yerde kılınır. Seccade şart değildir. Toprak üzerinde, hasır üzerinde, kilim üzerinde, temiz olan her şey üzerinde namaz kılınır. Namaz kılacak yer bulunamadığı takdirde ayakkabı ile girilen, fakat necaset görülmeyen odalarda da kılınır. Sual: Bir rekat namaz, ne zaman başlar, ne zaman biter? CEVAP Birinci rekat, namaza durunca, diğer rekatlar ayağa kalkınca başlar, tekrar ayağa kalkıncaya kadar devam eder. Son rekat ise, selam verinceye kadar devam eder. İki rekattan az namaz olmaz. Sual: Zammı sure nedir, uzunluğu ne kadar olmalıdır? CEVAP Fatihadan sonra okunan, uzun veya kısa bir sureye yahut üç âyete veya üç âyet miktarına uygun bir âyete zammı sure denir. Üç âyetin miktarı kelime itibarı ile on kelime, harf itibarı ile otuz [30] harf olmalıdır! (Redd-ül Muhtar) Sual: Beş vakit namazda okunan zammı surenin sünnet miktarı kaç âyettir? CEVAP Sabah namazının iki rekatında toplam kırk, en fazla elli âyet okumak sünnettir. Öğle namazında sünnet olan, sabah namazından daha aşağı miktar okumaktır. İkindi ve yatsı namazında sünnet olan, yirmi âyet okumaktır. Akşam namazında sünnet olan, her rekatta kısa bir sure okumaktır. Kısa sureler, Beyyine suresinden sonraki surelerdir. İmam olan kimsenin farz kıldırırken yukarıda bildirilen âyet miktarlarından fazla okuması tahrimen mekruhtur. Cemaat uzun okunmasını istese de yine mekruh olur. Fakat cemaat sünnet miktarından daha kısa okunmasını isterse, imamın kısa okuması caiz, uzun okuması caiz değildir. Mesela yolcular, abdesti zor tutan kimseler, sabahın farzını kıldıracak imama, “En kısa sure ile namazı kıldır” deseler, imam da Kevser ve İhlas suresi ile namazı kıldırsa caizdir, mekruh olmaz. (Hindiyye) Sual: Elektrik sobasına, hava gazı alevine karşı namaz kılmak caiz midir? CEVAP Her türlü sobaya karşı, aleve ve ışık kaynaklarına karşı namaz kılmak caizdir. Ancak açıkta olan ateşe karşı namaz kılmak caiz değildir. Sual: Namaz kılarken melodili cep telefonum çalarsa, namaza zararı olur mu? CEVAP Cep telefonu çalınca namaz bozulmaz. Fakat İbni Âbidin’de bildirildiğine göre, kalbi meşgul eden, huşuu gideren şeyler yanında, mesela çalgı yanında namaz kılmanın mekruh olduğu bildirilmektedir. Mekruhlar namazın sevabını azaltır. Bazı camilerde hoparlör açık olduğu zaman müzik sesleri geliyor. Namaz kılarken huşua mani olan şeyleri kaldırmak gerekir. Sual: Namaz kılarken nasıl durulur? CEVAP Allahü teâlânın huzurunda bulunduğumuz için edebe uygun durulur. Namaza dururken, önde Sırat varmış gibi düşünmek, Azrail aleyhisselamın her an canımızı almak üzere hazır olduğunu düşünmek ve ömrümüzün en son namazını kılıyormuş gibi hareket etmek iyi olur. Sual: Namaza durunca, önümdeki masanın üstünde bir resim gördüm. Namazımın mekruh olmaması için namazı bozup resmi kaldırmam uygun olur muydu? CEVAP Namazı bozmak caiz değildir. Namazdan önce bunun gibi hususlara dikkat etmeli. Sual: Namaz kılarken, başını yana döndürüp, gelen kimseye bakmak veya falanca eşya nerde diye sorana, kolunu uzatıp el ile işaret etmek namazı bozar mı? CEVAP Namazı bozmayan az işe amel-i kalil, namazı bozacak kadar çok olana amel-i kesir denir. Namaz kılarken başını, yüzünü etrafa çevirmek amel-i kalil olup mekruhtur. (Falanca şey nerede?) diye sorana, eli ile kolu ile işaret etmek de amel-i kalil olup mekruhtur. Namaz kılarken göğsünü kıbleden çevirmek amel-i kesir olup namazı bozar. (Merakıl-felah) Sual: Namaz kılan bir arkadaşa, Düşen takkeni bir elinle al, mahzuru olmaz veya Biraz yer aç da geçeyim gibi sözler söylesem, o da bana uyarak dediklerimi yapsa, arkadaşın namazı bozulur mu? CEVAP Başkasının sözü ile takkeyi almak veya onun sözü ile yer açmak namazı bozar. Fakat kendiliğinden hareket ederse bozmaz. Sual: Namaz kılarken çocuklar gürültü ediyor. Seslerini kesmeleri için tekbirleri biraz yüksek sesle okumak mekruh olur mu? CEVAP Mekruh olmaz. Şaşırtmayacak kadar az olan gürültülerine mani olmamalıdır! Sual: Namaz kılmakta olan bir kimseye, (Namazdan çıkınca, falanca yere gideceksin) gibi bir haber veren kimse, günaha girer mi? CEVAP Günaha girmez. Sual: Namazda selam verirken meleklere ve Peygamber efendimize de niyet edilir mi? CEVAP Yalnız kılan selam verirken hafaza meleklerine niyet eder. Peygamber efendimize de niyet etmesi iyi olur. Cemaatle kılan, imama ve sağındaki solundaki cemaate de niyet eder. Sual: Bir kimse kıbleyi araştırarak namaza durup bir rekat kıldıktan sonra, salih biri gelse, "yanlış durmuşsun" diyerek eli ile kıbleye döndürse, namazı sahih olur mu? CEVAP Evet, namaz sahihtir. Sual: Namazda, kıyamda iken ayakları ne kadar açmak gerekir? CEVAP Kıyamda iken, Hanefiler ayaklarını dört parmak, Şafiiler ise bir karış açar. Sual: İkindi ve yatsının farzını kaza ederken sünnetini kılar gibi ilk oturuşta salli barik okunur mu? Bir de akşamın farzını kaza ederken sünneti gibi iki rekat mı kılmak gerekir? CEVAP Bir farz, nasıl eda ediliyorsa, kazası da aynı olur. Kazası değişik olmaz. Akşamın farzını kaza ederken iki değil, üç rekat kılmak gerekir. (Redd-ül Muhtar) Sual: Dükkanda namaz kılarken müşteri geliyor. Namazı bozup müşteriyle meşgul olmak uygun mudur? Yoksa, namazı bitirmek mi gerekir? CEVAP Namazı zaruretsiz bozmak haramdır. Namazı bitirmeniz gerekir. Müşteri sizin namaz kıldığınızı gördüğüne göre, ya bekler veya gider. Müşteri için günah işlenmez. Sual: Namaz kılarken secdede dua etmek caiz midir? CEVAP Namaz kılarken secdede dua edilmez. Ancak bazı nafile namazlarda, secdede bildirilen tesbihler okunur. Namaz kılmadan da secdeye kapanıp dua etmek iyi olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kulun Rabbine en yakın hâli secdede ikendir. Öyle ise, secdede çok dua edin.) [Müslim] (Rüku ve secdede duaya gayret edin. Bu dua kabule layıktır.) [Müslim] Sual: Sabah ezanı okununca namazımı kılıp yatıyorum. Fakat ben yattıktan sonra başka camilerin ezanı okunuyor. Yeniden mi kılmam gerekir? CEVAP Namaz kılmak için ezanın okunması değil, vaktin girmesi şarttır. Vakit girmişse, ezan okunmasa da, kendimiz ezan okur, namazı kılarız. Ezan okumadan da kılsak namaz yine sahih olur. Fakat ezan okumaktan meydana gelecek sünnet sevabı noksan olur. Sual: Bir rükünde üç defa eli kaldırıp bir yerimizi kaşımak namazı bozar mı? CEVAP Bir rükünde üç defa eli kaldırıp, kaşımak namazı bozar. Bir kaldırışta aynı yeri 3-4 defa kaşımak namazı bozmaz. (Redd-ül Muhtar) Sual: Farz namazların üçüncü ve dördüncü rekatında zammı sure okunursa namaz bozulur mu? Böyle kılınan namazları kaza etmek gerekir mi? CEVAP Farz namazların 3. ve 4. rekatlarında zammı sure okumakta hiç mahzur yoktur. Bu bakımdan okunarak kılınmış namazları kaza etmek gerekmez. (Redd-ül Muhtar) Sual: Namazdan selam verip çıkınca, hemen kalkmak caiz mi? Allahümme entes selamü’yü, otururken değil de, kalkarken okumakta bir mahzur var mıdır? CEVAP Peygamber efendimiz, namaz sonunda selam verince, “Allahümme entes selamü ve minkes selam tebarekte ya zel celali vel ikram” der ve ancak o miktarda otururdu. (Tirmizi) Sual: Akşamın, yatsının, sabahın farzı gündüz kaza edilirken sesli mi okunur? CEVAP Sesli okumak caizdir. Sual: Tehıyyat okurken Besmele çekilse, secde-i sehv gerekir mi? CEVAP Gerekmez. Sual: Son rekatta Ettehıyyatüyü okuduktan sonra, unutarak, kalkıp bir rekat daha kılanın namazı sahih olur mu? CEVAP Son rekatta oturduğu için secde-i sehv ile namazı sahih olur. Fakat bir rekat daha kılması daha iyi olurdu. Son kıldığı iki rekât nâfile olurdu. Sual: Namaz kılarken, yatağa girince, dua veya kelime-i tevhid okurken, ağzımız kapalı olarak kalbden sessiz okumak uygun mu? CEVAP Kıraat, ağız ile okumak demektir. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumaya, hafif okumak denir. Yanında olan kimselerin de işitecekleri kadar sesli okumaya, yüksek sesle okumak denir. Hafif sesle okuyanı bir iki kişinin işitmesi mekruh olmaz. Sesli okumak, çok kişinin işitmesi demektir. (Bezzâziyye) Kendi işiteceği kadar sesle okumadan kılınan namaz sahih olmaz. Dua ederken de, kendi işiteceği sesle okuması, söylemesi gerekir. Kelime-i tehlili de, ibadet sevabı hasıl olması için, dil ile, kendi işitecek kadar sesli söylemek gerekir. Hatm-i tehlil okuyanların da, en az kendi işitecekleri kadar sesli okumaları gerekir. Kelime-i tehlil, ibadet olarak değil de, kalbi temizlemek için okunurken, dil oynatılmaz. (Redd-ül Muhtar) Sual: Öğleyi kıldıktan sonra abdestsiz olduğumu hatırladım. Yeniden kılmam gerekir mi? CEVAP Evet yeniden kılmak gerekir. Abdestli olduğunu zannederek, abdestsiz kılınan namaz sahih olmaz. Fakat, niyetine karşılık çok sevap verilir. Temiz zannederek necis su ile abdest alıp kılınan namazın şartı noksan olduğu için sahih olmaz ise de, niyet ettiği için sevap verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahih olan bir namaz, riya ile, gösteriş için kılınırsa, sevap hasıl olmaz. (Eşbah) Sual: Takvimlerde yazılı olan imsak ne demektir? Bu vakitte sabah namazı kılınır mı? CEVAP İmsak, gecenin bitimi, yiyip içmenin yasak olduğu vaktin başlaması demektir. Türkiye Takvimi’nde yazılı olan imsak vaktinde, yiyip içmeyi kesmelidir! Türkiye'de bundan 15-20 dakika kadar sonra sabah namazı kılınabilir! Yanlış takvimlere göre hareket edip de, yiyip içmeye ezan okununcaya kadar devam eden kimsenin, suçu yanlış takvime bulması, kendini mesuliyetten kurtaramaz! Sual: Namaz kılarken, zammı surelerin sırasını şaşırınca secde-i sehv gerekir mi? CEVAP Gerekmez. Dalgınlıkla yapılınca, mekruh da olmaz. Sual: Namaz kılarken abdesti bozulan ne yapar? CEVAP Hemen sağ tarafa selam verip, namazdan çıkar. Abdest alıp, namazını tekrar kılar. Son teşehhüdde, salli-barikleri okurken abdest bozulsa, selam verilip namazdan çıkılır, namaz tamam olur. Sual: Eşimle beraber namaz kılıyoruz. Ayrıca niyet etmem lazım mı? CEVAP Cemaatle namazda, imama uyduğuna niyet etmek farzdır. Bu farz yapılmazsa namaz sahih olmaz. Sual: Namazda rüku ve secdedeki tesbihler 3 den fazla (5 veya 9) gibi söylenebilir mi? CEVAP Tek olmak şartı ile 5, 7, 9,11 gibi okumak müstehaptır iyi olur. İmam 3 den fazla okuyamaz. Sual: Vakit namazlarında zammı sure olarak hangilerinin okunması efdaldir? CEVAP Sabah namazında mümkünse biraz uzun sure okumalı, diğer vakitlerde kısa okumalı. Sual: Sadece Fatiha, Kevser ve İhlas surelerini biliyorum. Bunlarla namaz kılınır mı? CEVAP Kılınır. Diğer kısa surelerden de ezberlemeye çalışmalı, hep aynı şeyleri okumamalı. Sual: Ben namazda iken biri hapşırınca namazı bozup, yerhamükallah diyecek miyim? CEVAP Namazda iken hapşırana bir şey denmez. Sual: Soğukta kulakları kapatan pardösü başlığı [kapüşon] ile namaz kılınır mı? CEVAP Evet kılınır. Hatta sıcak günlerde de kılınır. Sual: Namazda âyetleri kendi duyacağımız kadar sesli okumak gerekiyor. Çok gürültülü bir ortamda âyetleri duymak için sesimizi yükseltmek gerekir mi? CEVAP Gerekmez. Gürültü yokken kendi duyacağı kadar yavaş okunur. Sual: Gözlük kullanıyorum. Çıkarmayı unutup namaza duruyorum. Secde ederken gözlükten burnum yere değmiyor. Namaz esnasında gözlüğümü çıkarsam namazım bozulmuş olur mu? CEVAP Secdeye inerken gözlük çıkarılabilir. Namaz bozulmuş olmaz. Tek el ile çıkarılması gerekir. Sual: Namaz kılarken fatihadan sonra sure okuyacağı halde bir an unutarak ellerini aşağı saldı ama eğilmedi. Namaza devam ederken ellerini tekrar bağlayarak mı devam edecek? CEVAP Bağlasa da mahzuru olmaz. Bağlamaması daha iyidir. Namazda fazla hareketten kaçmak gerekir. Sual: Namazda zammı sure deyince genellikle Fil suresi ile Nas suresi arası okunuyor. Kadir suresini Âyet-el kürsiyi Amenerrasulüyü veya herhangi bir uzun surenin birkaç âyetini okuyamaz mıyız? CEVAP Okunur. Kur’anın baştan sona kadar her âyeti okunur. Kısa olduğu için onlara namaz sureleri denmiş. Yoksa her sure okunur. Sual: İkindi namazını kılıyoruz. Namazın sünnetini kılıp bitirdikten sonra farza başlamadan evvel konuşmak (telefona cevap vermek, aile bireylerine bir şey söylemek gibi... vs) caiz midir? CEVAP Zaruret olmadan asla konuşulmaz. Dua vesaire de okunmaz. Zaruretler hariç beklenmez, ara verilmez, hemen farz kılınır. Sual: Cep telefonu çaldığında namazı bozabilir miyiz? CEVAP Namazı bozmak haramdır. Camide telefonu kapatmak gerekir. Yahut sesini kesmek iyi olur. Sual: Rükudan doğrulurken secde yerine mi bakmak lazım? CEVAP Evet. Sual: Yalnız Fatihayı bilen, zammı sure olarak da okur mu? CEVAP Sure öğreninceye kadar Fatihayı okur. Sual: Birinci rekatta kıraati unutan, ikinci rekatta hatırlasa ne yapar? CEVAP Namazı iade etmesi lazımdır. Kıraat farzdır. Sual: Akşamın farzını yanılıp üçüncü rekatta oturmadan dört rekat kılanın iade etmesi lazım mı? CEVAP Evet. Sual: Namaz kılana (Farz mı kılıyorsun) diye sorulunca, onun da evet manasında başını önüne eğmesi caiz mi? CEVAP Evet. Sual: Parka başlığı ile namaz kılmak caiz mi? CEVAP Hiç mahzuru olmaz. Sual: İçine ot doldurulmuş hayvanların bulunduğu odada namaz kılmak caiz mi? CEVAP Namaz kılarken, arkaya koymalı! Sual: Zammı sureyi okuduktan sonra Fatiha okumadığını hatırlayanın, Fatiha okuması gerekir mi? CEVAP Evet. Sonra da secde-i sehv yapar. Sual: Müminler için okunan 25 istigfarı, birer defa namazda Rabbena... dan sonra okumak caiz mi? CEVAP Evet. Namazı müteakip duadan sonra okumak evladır. Sual: Tehıyyatta (İbad-is-salihin) denirse namaz bozulur mu? CEVAP Hayır. Sual: Gülmemek için selam verip namazdan çıkmak caiz mi? CEVAP Hayır. Gülünce mecburen çıkılır. Sual: Besmele geçen âyeti, zammı sure olarak okumak caiz mi? CEVAP Evet. Sual: Namazda sure okunurken, uzun bir sure içinden âyet-i kerimeler okumakla, kısa bir surenin tamamını okumak arasında sevap açısından bir fark var mıdır? CEVAP Kısa sure okumak daha sevaptır. Sual: Gayri müekked sünnet namazlarda, ilk teşehhüdde tehıyyat ve salevatlar dışında rabbena âtina ve rabbenağfirli duaları okunur mu? CEVAP Okumak sevaptır. Sual: Bir sureyi bir rekatta birkaç kere okumak caiz midir? CEVAP Farzlarda bir sureyi bir rekatta tekrar okumak mekruhtur. Nafilelerde mekruh değildir. Sual: Namazda Salli bariklerden sonra, başka dua okumak caiz mi? CEVAP Hadis-i şeriflerde bildirilenleri okumak caizdir. Rabbena âtina veya rabbenağfirli gibi dua âyetlerini dua niyetiyle okumak da caizdir. Sual: Kur'anda, İnnehü min süleymane ve innehü Bismillahirrahmanirrahim diye bir âyet var. Bu âyeti zammı sure olarak okumak caiz olur mu? CEVAP Üç âyet miktarında bir âyet olduğu için caizdir. Sual: Namaz esnasında soluk alırken de kıraat caiz midir? CEVAP Caizdir. Sual: Namazda sure veya dua okurken hapşırsak duayı okumaya tekrar baştan başlamak gerekir mi? CEVAP Kalınan yerden devam edilir. Sual: Namaz surelerinin bazılarında âyetlerin sonlarında "la" durakları var. O duraklarda durmayı karıştırıyorum, geçince böyle okumak namazı bozar mı? CEVAP Namazı bozmaz. Sual: Her namazdan sonra, selam verince, eli yüze sürmek caiz mi? CEVAP Caiz ise de, sürmemeli; çünkü sünnet zannedilebilir. Sual: Secdeye giderken ve secdeden kalkarken sağ sol önceliği var mıdır? CEVAP Secdeye varırken, önce sağ, sonra sol diz, sonra sağ, sonra sol el, sonra burun ve alın yere konur. Secdeden kalkarken de bunun tersi yapılır. Yani secdeden kalkarken önce alın, sonra burun, sonra da sol el ve sağ el, sonra sol diz ve sağ diz yerden kaldırılır. Ancak, bunu çok bariz şekilde değil, başkalarının dikkatini çekmeyecek şekilde yapmalıdır. Sual: Kitaplarda secde için, alnı, burun ile beraber yere koymak vacib diye okudum. Bunlardan biri yere gelirse secdenin sahih olduğunu mu anlayacağız? CEVAP Secde için alnı yere koymak farzdır. Alın yere konmazsa namaz sahih olmaz. Burnu alınla beraber koymak vaciptir. Burnu koymayıp yalnız alnı koymak mekruhtur. Abdest sıkışıkken Sual: Abdesti sıkışıkken namaz kılmak tahrimen mekruhtur, fakat vakit dar olur da, abdest almak, namaz vaktinin geçmesine sebep olacaksa, bu hâlde o namazı kılması gerekir mi? CEVAP Evet, kılması gerekir, çünkü kazaya bırakma günahı, mekruh olarak kılmak günahından daha büyüktür. Kerahat vaktinde kılmak mekruh, kazaya bırakmaksa haramdır. (Hindiyye) Sual: Erkeklerin, namaza başlarken tekbir alış şekli nasıl olmalıdır? Cevap: Namaza başlarken, erkekler iki eli kaldırır, baş parmak uçları kulak yumuşağına değer, avuç içleri kıbleye döndürülmüş olmalıdır. Eller, kulaktan ayrılırken Allahü ekber demeye başlanıp, göbek altına bağlarken bitirilir. Sual: İkindinin sünneti ile, yatsının ve öğle namazının ilk sünnetlerinin kılınışında bir fark var mıdır? Cevap: İkindi ve yatsının ilk sünnetleri, Gayr-ı müekked sünnetlerdendir. Bunların ikinci rekatlerinde otururken, ettehıyyâtüden sonra, Allahümme salli ve Allahümme bârik sonuna kadar okunur. Ayağa kalkınca, üçüncü rekatte, önce Besmele çekmeden, Sübhaneke okunur. Halbuki, öğle namazının ilk sünneti Müekked sünnettir. Yani, kuvvetle emrolunmuştur. Sevabı daha çoktur. Bunda, birinci oturuşta, farzlarda olduğu gibi, yalnız ettehıyyâtü okunup, sonra üçüncü rekat için, hemen ayağa kalkılır. Kalkınca, önce Besmele çekip, doğruca Fâtiha okunur.

22 Şubat 2020 Cumartesi

Emrolunduğun Gibi Dost Doğru Ol

“Ey iman edenler; Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe; 119) Bu ayet bizi hayatımızda dost doğru olabilmek için kimlerle beraber olmamız hususunda ne güzel uyarıyor. Allah Resulü aleyhisselatu vesselamın hadisine baktığımız zaman; “Kesinlikle doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kul, sürekli olarak doğru söyler ve doğru olarak yaşarsa doğru olanlardan yazılır. Tersi ise cehenneme layık eder. Allah katında da yalancılardan yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103, 104) Ayet-i kerimede Rabbimiz buyuruyor ki: “Şüphesiz bu Kur’an’da kulluk edenler için kâfi bir tebliğ vardır. (Ey Resulüm) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Al-i İmran, 106-107) Nakşibendî büyükleri, Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin öğrettiği hem zâhir hem de bâtıni edeplere sımsıkı sarılmışlardır. Arifler, “Önce usûl, sonra vusûl” demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak isteyen kimse, önce o işin usulüne göre yola çıkarsa, hedefine varır, yoksa yolda kalır. İnsan doğruluğu tüm azalarında yaşamalı. Dilinde. Niyetlerinde. Fedakârlıklarında. Her şeyi “İnsanlar görsün bilsin” diye değil, sadece ve sadece Allah bilsin diye yapmalı. İnsanlara meyletmemeli. Derdi yalnızca “İlâhî Ente Maksûdî” olmalı. İnsanların bilmesi, övmesi, isterse yüz sene sürsün. Allah bilir ve överse ebedî hayat boyunca devam eder. Demek ki, Allah’ın razı olması için yaşamak gerekir. Doğruluk, merhametli olmayı gerektirir. Öfkelenmemeyi gerektirir. Yumuşak, ağırbaşlı olmayı gerektirir. Allah Resulünün en büyük tebliğ gücü herkese yumuşak davranması ile olmuştur. Allah-u Zülcelâl özellikle hak yola davet ederken yumuşak söz söylenilmesini ayet-i kerimede bizzat istemiştir. Firavuna giderken Musa ve Harun aleyhisselama “…Ona yumuşak söz söyleyin…” (Taha, 40) buyuran Rabbimiz, böylelikle düşmanına dahi yumuşak davranılmasını istemiştir. Rabbimiz, Habib-i Zişan Efendimizin ahlakını methederken; “Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size çok düşkündür, müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128) buyurmaktadır. Yine bir başka ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk’ın, Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin şahsında bütün müminlere şu ahlakı tembihlemektedir: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (Kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet; 34) Demek ki bir kimse, kendisine şiddetli bir şekilde düşmanlık eden kimselere, Kur’an ahlakına bürünmüş olarak gitse, onları bir dost gibi bulacaktır. Bizlerin de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem gibi Mü’min kardeşlerimize şefkatli ve merhametli davranmamız lazımdır. Doğruluk affetmeyi bildirir. Doğruluk tevazu yani alçak gönüllülük ve güzel ahlak sahibi olmayı ister. Ayette buyuruluyor: “Sana uyan müminlere, tevazu kanadını indir.” (Şu’ara; 215) Yine bir ayeti kerimede de buyuruluyor: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran; 31) Bakıldığında “Emronulduğun gibi dosdoğru ol” uyarısı esasen Allah Resulünün ahlakının tamamını kapsamaktadır. O zaman bizler Resul aleyhisselatu vesselam’i tanımalıyız ki; “Emronulduğun gibi dosdoğru ol” uyarısına yaşayarak sahip olabilelim. Doğruluk, güler yüzlü, tatlı dili, yardımsever olmayı gerektirir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “İnsanların, her gün güneş yeniden doğduğunda vücutlarındaki eklem sayısınca sadaka vermeleri gerekmektedir. Dargın olan iki kişinin arasını düzeltmek sadakadır. Bir insanın eşyasını aracına yüklemesine yardım etmek de sadakadır. Güzel ve hoş bir söz de sadakadır. Namaza giden bir kimsenin attığı her adım bir sadakadır. Yol üzerinde insanlara eziyet veren bir engeli kaldırmak sadakadır.” (Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 2767). Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Yarım hurma da olsa sadaka vererek cehennem ateşinden korunun. Şayet onu da bulamazsanız biliniz ki, güzel söz de bir sadakadır” buyurmaktadır. (Buhari, Edeb 34) Doğruluk, ahde vefalı olmayı gerektirir. Dostlarımızdan zaman zaman ayrı düşer uzaklaşırız. Tekrar karşılaştığımız zaman onların hal ve hatırlarını sormak ahde vefadır. Bunun için Resulü Ekremin hayatını öğrenmeli ve bu doğrultuda yaşamalıyız. Her şey Allah’a kavuşmakla son bulur. Sen de Hakka vasıl olduğun zaman mânen ve maddeten tekamülünü tamama erdirmiş sayılırsın. Cenâb-ı Hak, içinde yaşadığımız şu dünyamızı biz insanları imtihan için yaratmıştır. Hayatın acı-tatlı yanlarını, üzücü dert ve sıkıntılarını sadece biz insanlar yaşıyor ve bunu da musibet olarak ifade ediyoruz. Demek ki hayatta derdi ve üzüntüsü olmak, öyle uğursuz ve çirkin saymamak lazım. Sonuçta imtihanı rıza çerçevesinde kazanmak var. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de arttığı gözlenen maddeye olan bağımlılık, gerçek değerleri kaybetmeye götürmektedir insanlığı. Bunun için gerçek bir silkinme yaşamalıyız. Bunun için de Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in yaşayışı bilinmeli, anlaşılmalı, tatbik edilmeli ki; insan gerçek değerlerle bir yaşam sürebilsin. Karıncaların bir reisi, arıların bir beyi, turnaların bir kılavuzu vardır. Çocuk annesini, küçük büyüğünü, öğrenci öğretmenini taklit eder. O zaman ne olursunuz, sorun; “Acaba benim önderim ve rehberim kimdir? Bizler kim gibi olmak isteriz? Nefsin istediği yolda olup sonu iyi olmayan biri mi, yoksa istikameti Allah yolu olup sonu kul sıfatına sahip olan biri mi? Hangisini isteriz? Sonuç Olarak İnsan her kimi seviyorsa kıyamette de onunla beraber haşrolacaktır. Seven sevdiği ile, sevgilisiyle yalnız kalmayı istemez mi? Beraber olmayı gözlemez mi? O halde maksuda yaklaşan bir hayat sürdürelim. Her gün evimize gittiğimizde kendimize Hz. Ömer radıyallahu anh gibi sorabiliyor muyuz; “Bugün Allah-u Zülcelâl için ne yaptım?” Aleyhisselatu vesselam Efendimiz buyuruyor: “İki günü eşit olan zarardadır.” Dün ne yaptım? Bugün ne yapıyorum? Yarın ne yapacağım? Ömür boşa geçirilecek, tembellikle heder edilecek kadar değersiz değildir. Hani bazı zamanlar şöyle derler, “Vakit öldürüyoruz.” Sormak lazım, “Hangi vakti? Hayatından olan vakti mi? Bu hayat bir daha verilmezken… – Beni en güzel bir biçimde yaratan kim? – Sayısız nimetlerle besleyip büyüten kim? – Atomdan güneş sistemine kadar her şeyi hizmetime veren kim? Bu soruların cevabını bulabilen insan, öğrenmenin maksadına ulaşmış demektir. Ne mutlu doğru hayatlarla “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” uyarısını bilinçli bir şekilde amel-i salihlerle yaşayanlara. Selam ve Dua ile. Yazar: Şerafettin Karaduman