13 Şubat 2014 Perşembe

Sırlarla Dolu Garip Haller

Allah’ın [celle celâluhû] âlemlere ışık veren nuru on iki yaşında iken ticaret maksadıyla Ebû Tâlib’in büyük Şam şehrine gitmek üzere olduğunu duydu. Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem], “Ey benim şefkatli amcam, bilirsin ki annem de babam da yoldaşım da sırdaşım da yoktur. Acaba beni kimin koruyucu kanatları altına bırakıp gideceksin?” şeklindeki ince sözlerini Ebû Tâlib işitince, karanlık cihanı aydınlatan o peygamberlik dolunayını sefer yoldaşı etti. Güneş gibi pek çok konak aşarak günlerden bir gün Kefer adında bir köye vardılar. Peygamberlerin sonuncusu Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] ayağı tozunu görmek ümidiyle o köyde bulunan harap bir kilisede yaşamayı seçmiş kâmil Bahîrâ ile sohbet ettiler. Bahîrâ’nın ismi Circis olup Peygamberimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] ayağının tozunu toprağını öpmek ümidiyle ömrünü o dar ve sıkıcı yerde geçirmiş ve insanlığın en hayırlısının oraya ayak basması şerefi ile müşerref olma arzusu içinde hep yol gözlemişti. Birden Kureyş kervanının geldiğini duymuş, kafile üzerinde bir bulutun gölgelik ettiğini odasının penceresinden görmüş ve bu kafilede kutlu bir kişinin varlığına kanaat getirerek işin sonunu görmeye dikkatini vermişti. Kafiledekiler köyün etrafına inince Resûlullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem], amcası Ebû Tâlib ile yapraksız ve meyvesiz bir ağacın altına yaygılarını serip oturdu. Bu sırada Bahîrâ’nın uyanık bakışlarıyla daha önce müşahede ettiği merhamet bulutu, ağacın üzerinde durarak kendisine verilen vazifeyi yerine getirmeye başladı. Zikredilen ağaç pek çok seneden beri meyve vermek ve yeşillik göstermek nimetinden mahrum bir şekilde gayet kuru ve kederli bir haldeydi. Âlemlerin efendisinin hayat bağışlayan feyzi ile tazelik bulmuş ve hemen yeşillere bürünmüş bir güzel kimse gibi dal budak salmıştı. Bu harikalığı ârif Bahîrâ görünce gelişi müjdelenen ahir zaman peygamberinin o kervanda bulunduğunu anlayıp, Beyit: Ey ciğer müjde ki dildâr geldi Nahl-i ümmîd-i dîle yâr geldi [Ey kalbim, müjdeler olsun, sevgili geldi. Gönlümüzdeki ümit fidanına yâr geldi.] müjdesiyle mihmandarlık malzemelerini tedarik etti ve daha sonra kervandakilerin hepsini kendi derviş ziyafethanesine davet etti. Ebû Tâlib, “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” düsturunca insanlığın önderi Resûlullah Efendimiz’i kafilenin eşyasını korumakla görevlendirdi. Bütün kafile ahalisini yanına alıp Bahîrâ’nın davetine bizzat icabet etti. Ancak bulut parçası ağacın üzerinden ayrılmadı. Bahîrâ, insanları aydınlatan o kandilin parlaklığını gelen bu topluluk arasında göremeyince, Kureyş’in yıldızının aralarına katılarak ziyafeti aydınlatmasını Ebû Tâlib’den istedi. Dileği kabul gördü, dünyaya ışık saçan o dolunay, meclis halkasına dahil oldu. Beyit: Ne câyî kim kadem bastın yüzüm ol yerde ferş olsun Ne yer kim sâye saldın hâk olam ol rehgüzâr üzre [Her nereye ayak bastıysan yüzüm o yerin sergisi olsun. Ve her nereye gölge saldıysan da ben o yol üstünde toprak olayım.] Bahîrâ, Peygamber Efendimiz’i [sallallahu aleyhi vesellem] baştan ayağa süzdü ve semavî kitaplarda geçen peygamberlik alametlerini görünce onun müjdelenen nebî olduğunu anladı. Davetliler ziyafet için yerlerine geçtikten sonra Ebû Tâlib’e, “Ey saygıdeğer ihtiyar, isminiz nedir ve bu ikbali açık taze fidan hangi yüce meyveli ağacın aslına aittir?” diye sordu. Soruya verilen, “Namım Ebû Tâlib’dir, o yeni açmış gonca da benim kalbimin çiçeğidir” cevabını kabul etmedi. “Bu şerefli şemâil, semavî kitapların söylediklerine benzemektedir. Yüce bir sedefin incisi olan o muhterem zatın yetim olması gerekir” diyerek hakikati ortaya koyunca “O kutlu güneş, eşsiz inci gibi babasız ve anasızdır, idaresi de benim sorumluluğuma verilmiş yeğenimdir, gerçekte benim neslimden evladım değildir” şeklinde verilen cevaptan dolayı mesrur olmuş ve görüşündeki isabetine memnun olmuş, sevinmiştir. Ara söz Asîlüddin Herâtî anlatıyor: Mekke’de doğup Medine beşiğinde yaşamış Resûlullah Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] Basra ve Şam sahrasına şeref vereceği, gökteki yıldızların hareketlerinden Rum rasatçıları tarafından ortaya çıkarılıp öğrenilmiştir. Hıristiyanların tahrik etmesiyle yedi Rum, Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] kutlu varlığına el uzatmak zannıyla Şam bölgesine doğru yola çıktılar. Tesadüf eseri, Mesîh yürüyüşlü Resûl-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi vesellem] Bahîrâ’nın kilisesine gölge bıraktığı gece gökten gelen bir bela gibi köyün yakınlarına geldiler. Hayvanlarını mâbedin kapısındaki halkalara bağlayıp Bahîrâ ile görüşmek için mâbedin içine girdiler. Ancak Bahîrâ, Hz. İsa’nın [aleyhisselâm] ümmetinin önde gelenlerin-den biriydi. Kapısına gelen melânetli bu adamların içlerinde gizledikleri sırları farketti. Gerçekleşmesi kimsenin aklına gelmeyen kötülüğü menetmek için aşağıda zikredilecek konuşmayı yaptı ve o cehennemlikleri köyden kovup uzaklaştırdı. Konuşmanın Metni: Allah’ın [celle celâluhû] muradı, bir şeyin olmasını dilediği takdirde yaratılmışlardan hiçbir varlık, buna engel olacak perdeyi çekemez. Bunun için eğer mübarek varlığını ortadan kaldırmak düşüncesinde olduğunuz yüce zat, geleceği vaat edilen peygamber ise dünyanın bütün yaratıkları bir araya gelseler de saçının bir telini incitemezler. Eğer o peygamber değilse boş yere kan dökeceğinizden bu da dinen çok büyük bir vebaldir. Bu yüzden meşru olmayan bu durumdan yüz çevirmeli ve geri dönmelisiniz.